“Kendi kendimize acımak en büyük düşmanımızdır; ona boyun eğersek, bu dünyada asla akıllıca bir şey yapamayız.” [1] 1970’lerin...
“Kendi kendimize acımak
en büyük düşmanımızdır;
ona boyun eğersek,
bu dünyada asla
akıllıca bir şey yapamayız.”[1]
1970’lerin ikinci yarısı… 20’li yaşların başlarındaydım.
Devrimci bir yayınevinde çalışıyorum. Yayınladığımız kitapların dağıtımını biz yapıyoruz. Bu nedenle de, elimde bir bavul kitap, kentten kente dolaşıyorum.
Böyle bir yolculuğun sonunda, Eskişehir’den İstanbul’a dönmek üzere, trene bindim. Tatvan ekspresi… Bir haftadır yoldalar. Kondüktörün beni yönlendirdiği kadınlar kompartmanında bu nedenle muhabbet iyice almış yürümüş… Yolluk dolmalar, köfteler, çökelek birbirine ikram edilmiş, 8-10 kadın adeta akraba olmuşlar birbirlerine. Hepsi orta yaş üzeri. Farklı kentlerden binmişler trene. Kimi Tatvan’dan beri yolda, kimi Antep’te binmiş, kimi Adana’da. 2-3 tanesi Kürt…
İçeri girdiğimde kesif bir turşu kokusu karşıladı beni önce. Sonra da kuşku dolu 8-10 çift göz. Malûm, “anarşikler”in ortada kol gezdiği günler…
Ancak nihayetinde ekmek parası için yollara düşmüş bir tecrübesiz taze olduğuma hükmedip, fazla ciddiye almamaya karar verdiler. Enikonu koyulttukları sohbeti sürdürdüler.
O Eskişehir-İstanbul arası 10-11 saatlik yolculuk (Tatvan Ekspresini bilen bilir, yol bitmek bilmezdi…), böylelikle ilk “katılımcı gözlem” deneyimim olacaktı. Tabii bunca yıl antropolojiyle haşır neşir olduktan sonra söylüyorum bunu…
Sohbetin kulak misafiri olduğum ilk bölümünde hastalıklar yatırıldı masaya. Tanrım, ne dertli Anadolu kadınlarıydı - “butları” ağrıyan, midesi ekşiyen, başı sürekli ağrıyan, “yel giren”, eli-kolu tutmayan, ihtilaçlar geçiren… Hastalıklarını yarıştırıyorlardı adeta: “seninki de bir şey mi…” Ve etkili-etkisiz tedavi yöntemleri: kimi hastaneye gitmişti, kimi ocağa. Kimi ilaç alıyordu, kimi nefesi kuvvetli bir hocaya okuyup üfletiyordu kendini, kimi muska yazdırmıştı. Birbirlerine doktor-hoca tavsiye ediyorlardı: Şu doktor beş para etmez, şu devlet hastanesinde şu doktor “şıpın işi” hâlledivermişti sıkıntıyı; şu hocanın nefesi kuvvetliydi; şu ocağa gittiğinde derdinden eser kalmamıştı… Ceplerinden avuç avuç ilaç çıkarıp birbirine ikram etmeler…
Ardından oğullardan, gelinlerden açıldı söz. Tesadüf bu ya, hepsinin oğlu evlenmeden önce ana kuzusuyken, evlendikten sonra, o gelin olacak adı batasıcanın kulu-kölesi oluvermişti. Büyü mü yaptırıyordu ne? Birinin oğlu hastalandığında yanına uğramamış, berikininki evden atmıştı. Bir başkasınınki parasına el koyuyor, bir diğerininki üç kuruşu kenara koymak bir yana, elde avuçta ne varsa har vurup harman savuruyordu… Hele ki gelinler: dedikodu onlarda, israf onlarda, süslenip püslenme onlarda, çoluğu çocuğu ihmal-perişan etme onlarda; biri bütün gün konu-komşu gezer, öbürünün evini pislik götürür, bir başkası kocasının önüne makarnadan başka şey koymaz… Bütün gelinler bu kadar mı kötü, bütün oğullar bu kadar mı “karımköylü” olur?
Ve üçüncü başlık: Hacca nasıl gidildi? İstisnasız her birinin bir gece rüyasına ak saçlı bir pir-i fani girmiş, bu farzı hatırlatmıştı. İşin ilginç yanı, rüyalar da standarttı: kadıncağız yemyeşil çayırların arasında gezinirken birden gökyüzü açılmış, iki-üç küçük çocuğun serdiği seccadenin üzerinde görünmüştü pir-i fanî… Belki inanmayacaksınız ama, her biri böyle bir rüyanın üzerine hac farizasını yerine getirmiş, sonradan dertlerinden kurtulduğunu duyumsamış, içi bir hayli hafiflemişti!
O gün ne kadarını sezinlediğimi anımsamıyorum, ama öykülerin adeta tek kalıptan çıkmışlığının bu coğrafyanın kadınlarına dair ortak kültürel bir örüntüye işaret ettiği aşikar. Dahası kadınlar, araştırmacının şansına, söyleşilerinde sundukları verilerle, son derece elverişli bir analiz çerçevesini kendiliğinden açığa çıkartmışlardı. Bu anlatıların tahliline, bu nedenle, kadınların izledikleri sıralamayı bozmadan girişmek, yararlı olacak.
O zaman, “hastalıklar” bahsinden başlayalım.
Sağlık antropolojisi (ya da tıbbî antropoloji), farklı toplumların hastalık ve sağlığa ilişkin tutum ve pratikleri açısından büyük bir farklılık gösterdiği saptamasından hareketle bize, hastalıkların yalnızca tıbbın konusu olmadığını anlatır. Bir başka deyişle, hastalık ve sağlığa ilişkin fikir ve pratiklerin kültürel bağlamıyla ilgilidir. Hastalığın kültürel özneler tarafından nasıl algılandığından, hangi nedenlere dayandırıldığından, “sağlıklı durum”un ne ve nasıl olması gerektiğine, sağaltım sistem ve yöntemlerine dek bir dizi konuyu kültürle bağlantıları açısından inceler.
Şu hâlde, tıbbın kalıplarının dışına çıkmak pahasına - çünkü aktardığım vakada hastalıklar bahsinin tıptan çok antropolojinin konusu olduğunu düşünüyorum- bu coğrafyada özellikle kırsalda kadınların yaşamlarını damgalayan kavramın “çile” olduğunu rahatlıkla öne sürebiliriz. Okulsuz, baba-ağabey sopası altında geçen bir çocukluk ve ilkgençliğin ardından, çocuk denilecek yaşta evlendirilme… Kadınlık ve erkekliğe dair en küçük bir fikri olmadan… Cinselliği bir korku filmi gibi yaşama… Birbiri ardına doğan çocuklar… Sonu gelmeyen ev işleri, tarla-tapanın, hayvanların yükü… vb. vb…
Üstelik bu basıncın -meşru kabul edilen yollarla- dışa vurabileceği kanallar, son derece sınırlıdır. Ocaklar- nefesi güçlü hocalar ve Cumhuriyet tarihinin başlangıcında itirazlarla karşılanmış olsa da[2]okur-yazarlık düzeyinin, özellikle de erkek okur-yazarlığının artması ve modernleşme aygıtlarının kırsala nüfuz edişinin hızlanmasıyla meşruluk kazanan profesyonel tıp hizmetleri, bu kanalların en önemlilerinden birini oluşturur. Yaşamın yükünü omuzlayan kadınlar, neredeyse topyekûn hastadırlar; bu hastalıkların hatırı sayılır bir bölümü psiko-somatik de olsa... Ne olursa olsun, doktorun (ya da hocanın) karşısına çıkmak, on dakikalığına olsun, onun dikkatine mazhar olmak, ilgi odağına yerleşmek, yakınmalarla hane halkını etrafına pervane etmek, genellikle kayıtsız kocanın hâl-hatır sorularıyla taltif olmak, evin yükünü bir nebze olsun diğerlerinin üzerine yıkmak… Yaşamı daha çekilebilir kılmanın, bir kişi olduğunu, önemsendiğini hissetmenin az sayıdaki olanaklarından birini sunmaktadır.
İşin bir veçhesi bu; ikincisi ise, kadınların hastalıklarını, dertlerini yarıştırmaları... Evet, bu ülkede - ve bu coğrafyada- kadınlığın makbul hâlleri, ne kadar çok okudukları, ne kadar çok bildikleri, ne kadar çok gezip dolaştıkları, ne kadar çok eğlendikleri, ne bileyim, ne kadar güzel şarkı söyledikleri ya da ne görkemli resim-heykeller yaptıkları ile değil, ne kadar çok çektikleriyle ölçülür. Evlerini ne kadar temiz tuttukları, ne kadar tutumlu oldukları, kaç çocuk doğurup onları ne fedakârlıklarla büyüttükleri, koca dayağı, kaynana çenesi karşısında nasıl susup sabır ettikleri, ne kadar yoruldukları, ne kadar tükendikleri… Adeta dinsel bir coşkuyla yarıştırılır çileler… Hasta olmak, dermansız olmak, bu grotesk “kurbanlık” yarışmasında bir derece sahibi olmanın bir yoludur. “İnsafsız” bir dünyanın tek sıcak tesellisidir kendine acıma duygusu.
Gelelim oğullar-gelinler konusuna…
Pek çok kültürde kadınların yaşamı (üçlü tanrıça imgesinde simgelenen) üç evreye ayırt edilmektedir: bakire/genç kız, (evli ve/veya çocuklu) kadın, kocakarı. Çoğu toplumda bu sınırlar aynı dönemece denk düşmese de: örneğin Gana Ashantileri bakire ile kadın arasındaki sınırı cinsel ilişkiye girme ya da çocuk doğurmaya değil, kadın sünneti üzerine yerleştirirler. Klitorisi kesilmemiş bir kadın, çocuk sahibi olsa da “anne” sayılmazken, tüm sünnetli kadınlar, çocuk olsun-olmasın, “anne” addedilmektedir. Ya da kadîm Yunan’da “Bakire”, cinsel ilişki yaşamamış değil, evli-olmayan kadınları tanımlamaktadır… Bu evreler farklı özelliklerle karakterize olmaktadır: Bakire/genç kızlık evresi muğlaklık, ikircimle yüklüdür. Evli/çocuklu kadın cinsel olarak özgülleşmiş ve (özellikle atayanlı toplumlarda) bedeninin denetim altında tutulması gerektiği bir evreye tekabül etmektedir.[3]
Ancak, kültürlerin hemen hepsinde, özellikle de ataerkil olanlarda, kadının göreli en rahatladığı, en fazla saygı gördüğü, en büyük prestije sahip olduğu evre, post-menstrüal “kocakarılık” evresidir. Artık bir cinsel risk içermediği için kadının üzerindeki baskı ve denetim hafifler. Polijininin (çokkocalılık) yürürlükte olduğu toplumlarda, üzerine gelen genç kumaların burukluğunu telafi etmek üzere başköşeye oturtulur, kızlarından, gelinlerinden, (varsa) kendisinden genç kumalardan oluşan “maiyetine” hükmederek hanenin işlerini çekip çevirir. Erkekler meclisine karışır, kamusal işlerle ilgilenir… Hayattan “intikam” vakti gelmiştir: yorgun-kırgın bedeninin acısını çıkarmak, o güne dek içine gömüldüğü suskunluk kozasını delmek üzere harekete geçme vaktidir artık.
Bu günlere eriştiğinde en önemli müttefikin, yetişkin yaşa getirdiği, üzerinden güç ve yetke devşireceği oğlu olması beklentisi yaygındır. Kız evlat nihayetinde yuvadan uçacak, başka bir aileye gelin gidecektir; o andan itibaren kocasının ve kocasının ailesinin hükmü altındadır. Zaten anasının yanında durmaya niyetlense de cirmi kadar yer yakmaz mı?
Oysa erkek evlat büyümüş, güçlenmiş, ekmeğini eline almış, yetişkinler dünyasında yerini tutmuştur. Kocamış (ve Türkiye standartlarına göre büyük olasılıkla dul kalmış) anasını kayırması, onu kollayıp gözetmesi, tercihan yanına alıp karısına hizmet ettirmesi gereken odur. Yaşlı kadının eza-cefa içinde ezilmiş yüreği, ancak bir başka kadının, psikanalizlere layık bağlarla ve beklentilerle bağlı olduğu oğlunu elinden almış genç gelininin ezildiğini görmekle serinleyecektir.
Ama genellikle evdeki pazar çarşıya uymaz… Ya da gelin hiçbir zaman yaşlanmış kaynananın kendisinden beklediği uysallık, itaatkârlık, çilekeşlik ölçüsünü tutturamayacak, oğul karısına hiçbir zaman anasının beklediği kadar zalim davranamayacaktır... Çünkü bu beklentilerin genellikle sınırı yoktur!
Bir başka deyişle, hayattan birikmiş alacaklarını tümüyle tahsil etmek, nasip olmayacaktır yaşlı kadınlara…
O zaman ne yapmalı?
O zaman dinin sağlayabileceği kutsanmışlığın avuntusuna sığınmak, en uygun çözüm gibi gözükmektedir. Örneğin hacca gitmek… Araştırmalar, özellikle modernleşme bağlamında, kadınların “geleneksel” ibadetlerin savunuculuğunu üstlenmede daha gayretkeş olduğunu gösteriyor. Zira modernleşme kadınlara dinsel yaşama katılmanın yeni olanaklarını sağlamıştır[4] (Sered 1992). [Elimizdeki vakada haç organizasyonları, ulaşım olanakları vb.] Dahası, genç bir kadın rüyasında çağrılsa dahi, kendi başına hacca gitme kararı alması olanaklı değildir. Oysa yaşlı kadın oğlu-erkek torunu vb. üzerindeki yetkesini kullanarak bunu yapabilecek ve “hacı”lığın kendisine sağladığı statüyle telafi edebilecektir çektiği acıları.
* * *
Evet, “çile”lidir bu coğrafyada kadınların yaşamı. Ve kültür (ya da ataerki mi demeli?) onlara “çile”yle baş edebilecekleri, kendilerine dayatılan toplumsal cinsiyet rollerinin sınırlamalarına “itiraz” edebilecekleri, üç tanesini burada gördüğümüz (hastalıklar, aile içi iktidar oyunları ve din) kimi kanallar sağlar.
Hiçbir zaman karşılığını bulmayacak, ataerkinin kadına biçtiği toplumsal cinsiyet rollerinin dönüşmesini sağlamayacak, ona özgür ve eşit bir “insan” olduğunu duyumsatmayacak “itiraz” kanalları… İşlerin süregeldiği gibi gitmesini sağlayacak, madûnluğun kısır döngüsünü sürekli çevirmekten başka bir işe yaramayan teselli çarkları… Açtığı yaraları, pansumanını yaparken büyüten bir tedavi…
O gün aynı kompartmanda yolculuk ettiğim kadınların ne olduğunu bilmiyorum. Umalım ve dileyelim ki hayat, kızları, gelinleri ve torunlarına, hastalıklarını, acılarını yarıştırmaktan, oğullarına, gelinlerine yaşamı zehir etmekten ve hacca gitmekten daha sonuç alıcı çözümler sunmuş olsun…
4 Nisan 2013 09:48:05, Ankara.
N O T L A R
[*] SES’li Kadınlar, No:2, Mayıs 2013.
[1] Helen Keller.
[2] Altındal bir frengi salgını dolayısıyla genel sağlık taramasının ilk Meclis’te tartışıldığı sırada Bolu milletvekili Tunalı Hilmi Bey’in şu sözlerini aktarmaktadır: “Nüfus sayımı sırasında karısını alnından vurup öldürdükten sonra, ‘bana ne kaldı, adam, al senin olsun’ diyenler oldu.” [Aytunç Altındal (1980) Türkiye’de Kadın, Marksist Bir Yaklaşım. İstanbul, Havass Yayınları, 3. baskı.]
[3] Kristine Hastrup (1978). “The semantics of biology: Virginity.” S. Ardener, (der.) Defining females: the nature of women in society. New York, Wiley, 1978., ss.49-65.
[4] Susan Starr Sered (1992). “Women, Religion and Modernization. Tradition and Transformation among Elderly Jews in Israel.”American Anthropologist, 92/2, ss.306-318.
Yorum Ekle