“Nedenler değişmeden sonuçların değişmesini bekleyen budaladır.” [2] Vurgulamaya gerek var mı, bilmiyorum, ama pratik olarak Sosyal Hizm...
“Nedenler değişmeden
sonuçların değişmesini
bekleyen budaladır.”[2]
Vurgulamaya gerek var mı, bilmiyorum, ama pratik olarak Sosyal Hizmetler, kapitalist Batı’daki “Altın Çağı”nı, Keynesyen “Refah Devleti” politikalarının başat paradigmayı oluşturduğu 1945-73 yıllarında yaşadı. Devletin ulaşım, sağlık, eğitim gibi kitlesel üretim ve tüketim için yaşamsal önem taşıyan alanları finanse ettiği, işsizliğin boyutlarının kontrol altında tutulduğu, özel sektör yatırımlarının düşük faizli kredilerle desteklendiği, üretimdeki artışın istihdamı genişleteceği, kârlılığı artıracağı, bunun da daha yüksek ücretlere ve hükümetlerin sosyal refahın yaygınlaşmasında kullanacağı daha fazla gelir elde etmesine yol açacağı ve bu düzenin sonsuza dek süreceği varsayımına dayanan bir “kapitalist cennet” düşü… Ortaya çıktığı ilk “hayırseverlik” günlerinden bu yana toplumun yoksul ve yoksunlarının derdine deva olmayı kendine görev edinmiş Sosyal Hizmetler için bundan daha âlâsı olabilir miydi?[3] “Refah devleti” sosyal hizmet kadrolarını istihdam ediyor, pazarlık gücü yüksek merkez sendikaları istihdam güvencesi ve hatırı sayılır ücret artışlarıyla işçi sınıfının en azından ana gövdesini yoksulluk sınırının üzerinde tutmayı başarıyor, devletin “şefkatli eli” her nasılsa (genellikle “mükemmele yakın” işleyen bir sisteme uyarlanmadaki beceriksizlikleri ya da şanssızlıkları ile açıklanan) güvenlik sistemleri dışında kalmış “sefillere” (azınlık mensupları, göçmenler, uyuşturucu-alkol bağımlıları, bekâr anneler, kimsesiz yaşlılar vb.) ulaşarak onlara cömert sayılabilecek destekler sunuyor, böylelikle sosyal hizmet görevlilerine içinde özerkçe (?) hareket edebilecekleri bir alan sunuyordu…
Nihayetinde yoksulların tepesi attı mı, bunun maliyetinin çok yüksek olabileceğini kapitalist dünya Sovyet devrimiyle görmüş, bu örneğin yoksul Üçüncü Dünya için ne denli çekici olabileceğini, Dünya Savaşı’nı izleyen “ulusal kurtuluş hareketleri”yle deneyimlemişti. “Alttakiler”i hoş tutmak gerekiyordu - elden geldiği kadar…
Ama bitimsiz sanılan bu düş, bu Fordist-Keynesyen cennet, OPEC ülkelerinin Yom Kippur savaşında İsrail’i destekleyen Batılı devletlere uyguladığı ambargo sonucu petrol fiyatlarındaki ani fırlayışın eşlik ettiği 1973 kriziyle birlikte apansız bir karabasana dönüştü. Üretim maliyetlerindeki kontrolden çıkan yükseliş, borsaların çöküşü, iflaslar, kapanan fabrikalar, stagflasyon… Kapitalizmin “kriz kâbusu” geri dönmüştü.
Batı sermayesi yeni arayışlara yönelmekte gecikmeyecektir. Uzunca bir süredir Keynesyen iktisadın gölgede bıraktığı liberal iktisat anlayışı, Hayek, Chicago Çocukları, Friedman vb. eliyle yeniden kotarılır. Neoliberalizm çağı başlamıştır.
Neoliberal kapitalizmin dünya emekçileri üzerindeki yıkıcı etkilerini uzun uzadıya irdelemek gerekiyor mu? Sanmıyorum.
Neoliberalizm ve Sosyal Hizmetler
Ancak, “refah kapitalizmi”nin emekçilere sunduğu ve sonsuza dek süreceği varsayılan parlak vaat ve “güzellik”lerin çoğu, bir anda berhava olur: istihdam güvencesi, ücretsiz ya da düşük bedelli kamu hizmetleri (eğitim, sağlık, ulaşım, barınma…), ikramiyeler, emeklilik hakkı, enflasyonun üzerinde ücretler, işyeri güvenliği, yemek kuponları, işyeri kreşleri, yüksek tazminatlar… William Beveridge’in “insanları evrensel, kapsayıcı ve yeterli bir temelde modern sanayi toplumuna içkin risklere karşı koruyacak ‘devlet müdahalesi’nin, birkaç kişiye yönelik hayırseverlik olarak değil de, herkesi kapsayan bir hak olarak kabul edilmesini” öngören ve kapitalizm ile toplumsal refah arasında uyumlu bir ilişkinin olabileceğini varsayan, Britanya’da “refah devleti” anlayışına temeli sayılan raporunun (Mullaly 1997: 7) yeri, artık çöp sepetidir.
Sermaye işgücünün bol, ucuz ve örgütsüz olduğu Güney ülkelerine yönelir, yüzlerce, binlerce işçinin çalıştığı fabrikalar merdiven altı atölyelerine tahvil olur, imalat sektörü yerini finans, hizmetler, bilişim vb. sektörlere bırakırken işçiler örgütsüzleştirilir, işler “esnekleştirilir”… Yaşam alanlarına tasallut eden tarım, enerji, kereste vb. çokuluslularının ve istikrarsızlaşan yerküre koşullarında vekâlet savaşlarının yıkıcılığından kaçan yoksul Güneyli göçmen yığınları, hem kendi coğrafyalarında, hem de varoşlarına sığındıkları Kuzey ülkelerinde, güvensiz ve güvencesiz işlerde boğaz tokluğuna çalışmaya taliptir ne de olsa. Bu koşullar altında zenginlerle yoksullar arasındaki gelir uçurumu, hem ulusal hem de küresel ölçekte dudak uçuklatıcı boyutlara ulaşacaktır, OXFAM’ın yıllık rapor ve açıklamaları, bunun tanığıdır.[4]
Bu “yeni” koşullarda, (ya da “yeni vahşi kapitalizm çağı” mı demeli?) toplumun alt ve orta katmanlarında, emekçi sınıflarda hızlı bir konum yitimi yaşanacaktır. Emekçilerden kesilen kaynakların zenginlere transferi sürer, yoksulları destekleyen sektörlerde özelleştirmeler alıp başını gider, dolayısıyla da temel hizmetlere erişim nüfusun büyük bölümü için neredeyse imkânsızlaşırken, alt, hatta “orta” sınıflar hızla yoksunlaşmakta, yaşam standartları düşmektedir. Yaygın işsizlik, çalışan yoksullardaki artış, kamusal hizmetlerde kalite yitimi (daha kalitesiz devlet okulları, devlet hastanelerindeki bozulma, kitle taşımacılığının kötüleşmesi, büyüyen konut sorunu ve evsizlerin artması) ve bunlardan kaynaklanan sosyal problemler, yeraltı ekonomilerinin yaygınlaşması ve bununla bağlantılı olarak uyuşturucu kullanımındaki artış, toplumsal çözülme, ırkçılığın yükselişi… Kuzey ülkelerinde Sosyal hizmetlerin önünde yığılan sorunlar yığınının yalnızca birkaçı…
Neoliberalizmin basıncı altıda “devleti küçültme” retoriği sürerken, devletler daralan kaynaklarını teşvikler, vergi muafiyetleri, imtiyazlar, gümrük indirimleri vb. biçiminde şirketlere, özellikle de Çokuluslulara aktarma yoluna gidecekti… Bir başka deyişle Sosyal Hizmetler, devlet desteğini büyük ölçüde yitirmişti. Neoliberalizmin “refah devleti”ne alternatifi, şirketlerin desteğini arkasına alacak yetenekte, müzakereci, profesyonelleşmiş “sivil toplum örgütleri”ydi. Bu yarı-profesyonel örgütler, genellikle kimlikler hattında örgütlenmiş “sivil toplum” kesimleri (etnik azınlıklar, kadınlar, LGBTİ+ bireyler, yerli halklar, yerel inisiyatifler, engelliler, yaşlılar…) ile ÇUŞ’lar arasında bir nev’i arabulucu görevi üstlenecek, şirketleri bütçelerinin küçük bir kısmını güçsüzlerin “güçlendirilmesi” için ayırmaya ikna edeceklerdi[5]: Sınıf mücadelesi yerini “müzakere/ diyalog” retoriğine bırakmıştı.
Bu durumun, sosyal hizmet sektörü içinde yeni arayışları tetiklemesi kaçınılmazdı: Devletten olabildiğince özerkleşmiş, insancıl, eşitlikçi, elitist-olmayan, katılımcı, iktisadi-toplumsal yapının eşitlikçi bir temelde dönüşümünü hedefleyen “radikal sosyal hizmet” (ya da bu alanın önemli kuramcılarından Mullaly’nin (1997) deyişiyle “yapısal sosyal hizmet”) paradigması bir kez daha tartışmaların merkezine yerleşti…
Devlete (ve şirketlere) bel bağlamayan, birlikte çalıştığı kırılgan toplumsal kesimleri bireysel “güçlendirme”dense yaşamlarının gidişatı konusunda karar verme yetisiyle donanmış kollektif öznelere dönüştürmeyi hedefleyen, toplumun eşitlikçi-özgürlükçü dönüşümünden yana bir sosyal hizmetler paradigması, 20. Yüzyılın son çeyreğinde muhalif akademia ve siyasetin ilgi odağı hâline gelen “(yeni) toplumsal hareketler”e karşı kayıtsız kalması elbette mümkün değildi.
“Yeni Toplumsal Hareketler” Nedir?
Peki, nedir bu “yeni toplumsal hareketler”? Eğer örneğin Thompson’un (2002) başvurduğu (Marx ve McAdam’a ait) “geniş” tanımı kullanacak olursak, “toplumsal hareketler toplumda değişim sağlamak ya da değişime karşı durmak için, en azından kısmen siyasal eylemin kurumsallaşmamış biçimlerine dayanan örgütlü çabalar olarak tanımlanabilir.”
Bu hâliyle “toplumsal hareket(ler)” olarak tanımlanan görüngüler, hiç kuşkusuz, “yeni” değil. İnsanlar, özellikle de madunlar Antikiteden bu yana “toplumda değişim sağlamak” için ya da “değişime direnmek adına” örgütleniyorlar… Başarıyorlar, eziliyorlar, ya da niyetlendiklerinden çok farklı sonuçların yolunu açıyorlar… Spartaküs başta olmak üzere antik çağın köle ayaklanmaları, Roma imparatorluğu’nun baskısına karşı ezilenlerin ilk Hıristiyan cemaatler hâlinde örgütlenmesi, Ortaçağ köylü isyanları, rafızi hareketler, Paris Komünü ya da ne bileyim, ABD’de 19. Yüzyılda kadınların içki karşıtı örgütlenmeleri…
Yani kurulu düzeni kısmen ya da tümüyle değiştirmek (ya da değişimi engellemek) üzere formel siyaset mecralarının dışında örgütlenen insanların etkinlikleri yeni değil. Onları “yeni” kılan, “post-”önekli yaklaşımların onlara yüklediği anlam…
“İsim babası” Alain Touraine’e dönelim…
“(…) 68 Mayıs Fransası’ndaki olaylar Avrupa’da toplumsal hareketler, özellikle de ‘yeni’ toplumsal hareketler üzerine yenilikçi bir düşünce dalgasını tetikledi. Fransız akademisyen-aktivist Alain Touraine kuşkusuz bu dönüşümü kuramsallaştırmada merkez bir figürdü. Touraine 1970’lerde ‘sanayi-sonrası’ toplumun ortaya çıktığını öne süren bir dizi kurama benzer biçimde, o güne dek başat olan sanayi toplumundan, ‘programlanmış toplum’ adını verdiği görüngüye geçiş süreci yaşandığını öne sürüyor. Touraine, “bir toplum projesini ötekinin karşısına koyan”, bir başka deyişle teknokratik yönetim rejimine karşı yeni bir öz yönetimi savunan ‘toplumsal hareketlerin ilk kez toplumun ana aktörleri hâline geldiğini’ öne sürüyor…” (Munck, 2020: 19)
Touraine (ve bir dizi post-yapısalcı, post-modern, post-marksist vb.) kuramcı, sanayi-sonrası toplumun makro-tarihsel koşullarının köklü bir biçimde değiştiği savından hareketle, 1968 kalkışmasının artık işçi sınıfının toplumsal dönüşümün ana aktörü olmaktan çıktığını, toplumun geleceğini biçimlendirmeye aday yeni toplumsal aktörlerin ortaya çıkmakta olduğunu duyuruyordu: gençler, kadınlar, etnik gruplar, barış, çevre vb. hareketleri, LGBT+’lar, yerliler vb…. (Barker, Cox, Krinsky ve Nilsen 2013: 4-5) İşçi sınıfı bir dönem geniş ölçekli toplumsal değişimlerin itici gücü olabilmişti, ama bu, artık gerilerde kalmıştı, ve Marksistler bu gerçeği kavrayamadıkları ölçüde gerçek radikaller olarak nitelenemezlerdi… (ay. s.27)
“Post-” önekli kuram(lar)a göre “yeni” toplumsal hareketler itimlerini ekonomi politikten, maddi taleplerden ya da sınıfsal konumlarından çok, kültürel ya da kimliksel taleplerinden almakta[6] ve “geleneksel” (marksist esinli, sınıf temelli) hareketlerin aksine, daha gevşek ve gelgeç örgütlenmelere yönelmekteydi. (Garreton ve Selame, 2023: 55)
Ve yine bu kuramcılara göre “yeni” toplumsal hareketler “geleneksel” olanlardan devlet ve kurumsal(laşmış) siyasal yapılar karşısında tutkuyla savundukları “özerklik” ile ayırt edilmekteydiler. Öyle ki, Ellner (2022: 2), devlet müdahaleciliği karşıtlığında yeni toplumsal hareket kavramı savunucularının neoliberalizm savunucularıyla örtüştüğünü söylemektedir.
Evet, “post-” kuramcılar 20. Yüzyıl sonlarından itibaren neoliberal kapitalizmin hemen tüm toplumsal kesimler üzerindeki yıkıcı etkilerine karşı kitlesel itirazları “yeni toplumsal hareketler” yaftasıyla kategorize etmiş, ve onları “heterojen, çoğul, kimlik eksenli, anti-hiyerarşik, özerklikçi, özyönetimci, gevşek-yapılanmış, kültür vurgulu, kesişimsel vb. vasıflarla tanımladıkları bir “model” çerçevesine yerleştirmişlerdir; postmodern bir model![7]
Bu, öylesine “aşırı-teorileştirilmiş” bir pozisyondur ki, örneğin Latin Amerika’daki toplumsal hareketlerden bazılarının “Pembe dalga” hükümetlerle ilişkilenmeleri, yani “özerklik” ilkesine “ihanet” etmeleri, kimi yazarların sert eleştirilerine hedef olacaktır.[8]
Oysa “sosyal hareketler”in katılımcıları, dizginlerinden boşanmış neoliberal saldırı karşısında geçim temellerini, toplumsal varlıklarını, kültürel kimliklerini yitirme riskiyle yüzyüze madunlardan başkası değildir: suyun, ardından da gazın özelleştirilmesine (dolayısıyla zaten yoksullaşmış kesimler için erişilmez hâle gelmesine) karşı ayaklanan Bolivya yoksulları… Yaşam alanlarının madencilik, kereste, monokültür vb. çokuluslularının talanına açılması sonucu geçim olanaklarını yitirerek kentlerin saçaklarına sığınan, buralarda kesif yoksulluk ve ayırımcılıkla karşı karşıya kalan yerli topluluklar… Uyuşturucu kartellerinin küresel olanaklara kavuşması başta olmak üzere yoksulluk ve yoksunluğun tırmandırdığı eril şiddete kurban giden Meksikalı kadınlar… Sosyal bütçelerin kısılması, kent hizmetlerinin pahalılaşması sonucu yaşam koşulları daha da zorlaşan Şilili işçiler, memurlar, öğrenciler… “Sosyal hareket” kuramcılarını meşgul eden kategorileştirmeler üzerine fazlaca kafa yormadan, kıran kırana bir “hayatta kalma” mücadelesine giriştiler.
Bu mücadelelerin zamansal olarak örtüşmesi, kıtayı 2000’li yılların başlarında bir “toplumsal hareketler” ve “toplumsal protestolar/ kitlesel ayaklanmalar” coğrafyasına çevirdi… Venezüella’da Başkan Carlos Pérez’in petrol fiyatlarındaki sübvansiyonların kaldırılması, ulaşım ücretlerinin arttırılması vb. içeren kemer sıkma paketine karşı patlak veren Caracazo ayaklanması (1989), NAFTA anlaşmasının yürürlüğe girmesi arefesinde Meksika-Chiapas’da Maya yerlilerinin dağlardaki mezralarından kent merkezlerine inerek meydanları işgal etmesi (1994), Ekvador’da su ve toprak hakları konusunda çıkan ayaklanmalar (1992-94), CONAIE öncülüğünde, hükümetin devrilmesine yol açan ayaklanma (1997), Bolivya’da su kaynaklarının özelleştirilmesine karşı patlak veren isyan (2000), yollara barikatlar kuran işsizlerden oluşan Piqueteros hareketinin damgasını vurduğu ve Arjantin’in birkaç gün içinde dört devlet başkanı değiştirmesine yol açan isyan dalgası (2000), vd. vd…
Bu isyan dalgası, bilindiği üzere 2000’li yılların ilk onyılında Latin Amerika’nın neredeyse tüm ülkelerinde “Pembe Dalga” olarak bilinen sol-sosyal demokrat-popülist iktidarların önünü açacaktı: Venezüela’da Hugo Chávez’in (1999) Venezüela Birleşik Sosyalist Partisi (PSUV), Şili’de Ricardo Lagos’un (2000) Concertación’u, Arjantin’de Nestor Kirschner’in (2003) Peronist Partisi, Brezilya’da Lula da Silva’nın (2003) İşçi Partisi, Uruguay’da Tabaré Vazquez’in (2005) Geniş Cephe’si, Bolivya’da Evo Morales’in (2006) Sosyalizme Doğru Hareket’i (MAS), Honduras’da Manuel Zelaya (2006), Nikaragua’da Daniel Ortega’nın (2007) Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN), Ekvador’da Rafael Correa’nın (2007) (sonradan iyice merkez sağa kayan) PAIS hareketi, Paraguay’da Fernando Lugo’nun (2008) Değişim İçin Yurttaş İttifakı (APC), El Salvador’da Sanchez Cerén’in (2014) Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN), Peru’da Ollanta Humala’nın (2011) Peru Milliyetçi Partisi…
Latin Amerika’nın “toplumsal hareketler”i, farklı baskı ve sömürü alanlarını sorunsallaştırsalar da, büyük çoğunluğu, bu sorunları daha derinleştiren, kronikleştiren ve görünür hâle getiren neoliberal ekonomi politikaların değişmesinden, ezilenlerin, marjinalleştirilenlerin söz sahibi olduğu bir toplumsal düzenin tesisinden yanaydı. Bu özlemleri onları “Pembe dalga”nın siyasi aktörleriyle yanyana durmaya itti. Kabul etmeli, her biri tek tek irdelenmeyi hak eden, gelgitli, gerilimli bir ilişkiydi bu. Ancak ben burada bunu yapmaya kalkışmayacağım. Bunun yerine, konumuzla daha ilişkili bir yönü, Brezilya (Topraksızlar Hareketi - MST), Arjantin (Piqueteros) ve Meksika (EZLN) özelinde toplumsal hareketlerin sosyal hizmetlerle örtüşen işlevleri, yani yoksulluğun giderilmesi, “en alttakiler”in insanca bir yaşama kavuşturulması, yönetime katılma kanallarının açılması gibi görevleri ne ölçüde gerçekleştirebildiklerini tartışmaya çalışacağım.
Brezilya’nın “Topraksızlar”ı
Brezilya’dan başlayalım…
Bugün Brezilya olarak anılan topraklar, Portekiz tarafından sömürgeleştirildikleri 16. yüzyıldan itibaren büyük toprak mülkiyeti, geniş ölçekli köle emeği ve ihracata yönelik monokültür ile karakterize olmaktaydı. Köleliğin ilgası bu durumu değiştirmeyecekti; 1850’de Brezilya İmparatorluğu, azat ediliş kölelerin toprak edinmesini yasaklayan bir yasa çıkardı. Böylelikle özel mülke dönüştürülen topraklar, yoğun emek sömürüsü, büyük mülkler ve monokültüre dayalı latifundia’lar hâlinde örgütlenecekti. Bu model (geniş mülkler, yoğun sömürü, monokültür) günümüze dek Brezilya tarımının temel karakteristiği olmayı sürdüregelmiştir. Öyle ki, 21. Yüzyıl başlarında Brezilya nüfusunun yaklaşık yüzde 1’i tüm toprakların yüzde 45’ine sahip iken, 5 milyona yakın aile, topraktan yoksundur.[9] 20. Yüzyıl sonlarında askeri rejimler desteğinde Brezilya’ya da giriş yapan neoliberal politikalar, kırsal üretimin neredeyse tamamını Çokuluslu tarım şirketlerinin (agrobusiness) kullanımına açmıştı: 2016’da 20 yabancı şirket Brezilya’nın tarım topraklarının 2.7 milyon hektarını kontrol etmekteydi ve bunlar münhasıran (tüm tarımsal üretimin yüzde 96’sı) beş ürüne tahsis edilmişti: soya, mısır, pamuk, şeker kamışı ve sığır. (Tricontinental 2024)
Brezilya’nın Topraksızlar Hareketi (Trabalhadores Rurais Sem Terra-MST) 1984’de ülkedeki toprak dağılımının bu devasa eşitsizliğine bir tepki olarak doğdu - daha doğrusu, “yeniden doğdu” demeli; çünkü hareketin kökleri 1940’lı yıllara dek uzanan, Brezilya Komünist Partisi’nin desteğindeki köylü ligalarına (Ligas Camponesas) dayanır. Ligaların temel amacı üyelerine yasal ve tıbbi destek sağlamak ve büyük toprak sahiplerine karşı öz savunmayı örgütlemekti. 1964 askeri darbesiyle ligalar yasaklanacak, liderleri kovuşturmalara uğrayacaktı. (Munck, 2020: 47)
1980’li yılların başlarında yükselen toplumsal protestoların askeri rejimi zaafa uğratması köylü örgütlenmelerinin de önünü açtı. Bu yıllarda İşçi Partisi (PT) ve Birleşik İşçi Merkezi (CUT) gibi güçlü emek temelli örgütlerle birlikte, toprak reformu talebiyle MST de örgütlenerek güç kazanacaktı. MST’nin kuruluşunda ülkenin sosyalist mücadele geleneğinin yanı sıra, Özgürlük Teolojisi’nin ve Paulo Freire’nin radikal pedagojisinin etkisi vurguludur.
MST askeri rejim döneminde ağır baskılara maruz kalan ve mekanizasyon, yoğun pestisid kullanımı, büyük tarım arazilerine uygulanan sübvansiyonlar gibi politikalar aracılığıyla dayatılan tarım modernizasyonunun mağduru Brezilyalı köylülerin 1979’dan itibaren giriştikleri toprak işgallerini temel taktik olarak benimsedi. Örgütü Brezilya politik sahnesinin güçlü aktörlerinden biri hâline geldiğini gösteren ise, 1996’da Eldorado do Carajás’ta valiyle görüşme isteyen köylülerin üzerine ateş açılmasıyla gerçekleşen katliamın yıldönümünde 1300 aktivistin 1000 kilometrelik yolu kat ederek 100 000 kişinin desteğiyle başkente girişi oldu.
Kuruluşundaki 40 kadar yıl sonra MST 450 bin topraksız aileye işgal yoluyla toprak üzerinde yasal haklar sağlamıştır. “(Tarım reformu yerleşimlerine dönüştürülen bu) yerleşimlerin sakinleri 1 900 köylü derneği ve yerel tarımsal üretimden bölgesel düzlemde pazarlamaya, hizmet sağlamaya dek değişik alanlarda faaliyet gösteren 185 kooperatif kurmuştur. Yerleşimlerde üretilenlerin bir kısmı MST’nin sahip olduğu 120 sınai birimde işlenir. Toprak üzerinde yasal mülkiyet hakkı kazanan yerleşimlerin (assentamentos) yanı sıra 65 bin kadar aile işgal ettikleri topraklarda kurdukları kamplarda toprak hakları için mücadele etmektedir. (Tricontinental, 2024)
MST’nin toprak işgali stratejisi şöyle: Devlete ait ya da özel mülkiyete konu ve/fakat işlenmeyen araziler üzerinde (son yıllarda MST Çokuluslu şirketlere ait toprakları da işgale başladı) toplantılar aracılığıyla örgütlediği topraksız aileleri geçici kamplar hâlinde yerleştirmekte. 10-20 kişilik taban grupları hâlinde örgütlenen aileler, kampa ilişkin tüm sorunları, çocuklar dâhil herkesin katıldığı tartışmalarla çözümlerler. Su, yakacak tedariki, yiyecek temini, barınakların oluşturulması, güvenlik gibi görevler kolektif olarak örgütlenir ve her taban grubu üyesinin bir tanesine katıldığı takımlarca yürütülür. Böylelikle işgalci köylülerin her biri hem kolektif karar mekanizmalarına, hem de pratik yaşamın örgütlenmesine katılmaktadır. İstişare toplantıları, önceden belirlenmiş bir gündemle toplanır, bir kadın ve bir erkek moderatör tarafından yürütülür ve görüşmeler tutanağa geçirilir. Karar alma süreci oylamayla değil, herkesin uzlaşmaya varmasını sağlayacak istişarelerle yürütülür.
İşgalciler toprak üzerindeki yasal haklarını kazandıklarında, kamp “tarım reformu yerleşimi”ne dönüşerek kalıcı bir nitelik kazanacaktır. MST, yasallaşmadan kaynaklanan kırsal kredilere erişim, eğitim, sağlık, kültür, iletişim gibi karmaşıklaşmış örgütsel sorunlarla kolektif ruhu ve katılımcılık ilkesini zedelemeksizin baş etmenin yollarını aramaktadır: Tarım reformu yerleşimindeki tüm aileler, bir kadın ve bir erkek tarafından yönetilen mahalle taban gruplarında örgütlenir, kararlar demokratik katılım esasına göre alınır. Merkezileşme ve gücün kişiselleşmesini önlemek için, MST hiçbir zaman tek bir “başkan” ya da “yönetici”ye sahip olmamıştır. Tüm karar alma pozisyonları yenilenebilir iki yıllık sürelerle, kolektif temelde belirlenir. Bölgesel ya da ulusal gibi daha karmaşık örgütlenmeler gerektiren düzlemlerde uzman görevleri koordine edecek takımlar oluşturulmuştur: yerel ekonomi ve kooperatifleri koordine etmek üzere üretim, pedagojik öneriler geliştiren ve müfredatı biçimlendiren eğitim, işgalleri ve protestoları koordine eden kitlesel eylem takımları gibi… İlke herkesin, güç temerküzünü önleyecek tarzda, büyük ya da küçük, sorumluluk almasıdır: çocuklar dâhil[10]…
Ancak MST’nin tek vurgusu topraksız köylüleri topraklandırmak değildir. Kuruluşunda fikirlerinden önemli esinler taşıdığı Brezilyalı radikal eğitimci Paulo Freire’nin etkisiyle, MST üyelerinin eğitimine büyük önem vermektedir. Kamp ve yerleşimlerdeki ailelerin yerel yöneticileri kamu okulları kurma konusunda baskı uygulamaya teşvik etmektedir ve tarım reformu yerleşimlerinde 2000’den fazla okulun yapılmasını sağlamıştır. Yanı sıra, 50 000’in üzerinde köylünün, ya doğrudan hareket mensupları ya da yerel yönetimlerle işbirliği içinde okuma-yazma öğrenmesi sağlanmıştır. Ancak bununla da yetinilmez: MST, uluslararası düzlemde çok sayıda aktivistin Marksizm, feminizm, biyo ve kültürel çeşitlilik, ekoloji, tarım, ekonomi politik, siyasal kuramlar vb. çeşitli konularda öğrenim gördüğü, Floresta Fernandes Ulusal Okulu adı altında bir okul oluşturmuştur. Yanı sıra, kooperatif yöneticilerini yetiştirmek ya da ÇUŞ’ların tahripkâr monokültürüne karşı ekolojik tarımı[11] yaymak amacıyla çok sayıda okulu yönetmektedir.
Görüldüğü üzere, MST, bir yandan topraksız köylülerin işgaller yoluyla toprak edinmesini hedefleyen, böylelikle de Brezilya’nın kireçleşmiş toprak düzeninde köklü bir reformu talep eden ve bunu de facto örgütleyen bir hareket olmanın yanı sıra, bir yandan “en alttakiler”in hayatta kalmasını ve içine itildikleri toplumsal dışlanma koşullarından sıyrılmasını sağlayan bir dayanışma örgütlenmesi, bir yandan da toplumun kolektivist temelde dönüşümünü hedefleyen devrimci bir örgütlenmedir.
Peki MST ile Brezilya’nın “sosyal demokrat” olarak niteleyebileceğimiz Lula da Silva önderliğindeki İşçi Partisi arasındaki ilişkiler nasıl?
Lula da Silva 2002’de Brezilya’nın otuz beşinci başkanı seçilmesinden üç yıl kadar önce, Partido de los Trabalhadores (İşçi Partisi-PT)’in büyük mülklere el koyarak “gerçek bir tarım reformu” gerçekleştireceğini ilan etmişti. Bu açıklama sayıları 1,5 milyona ulaşmış olan MST üyeleri arasında sevinç ve heyecana yol açarken, Brezilya’nın “business” elitleri kara kara düşünmeye başlamıştı. Ta ki… Lula, seçilirse muhafazakâr iş adamı, Liberal Partili Alencar Gomes da Silva’yı başkan yardımcılığına getireceğini açıklayana dek. Üstelik Lula bununla da yetinmedi, Brezilya halkına yayınladığı açık mektupta serbest piyasa kapitalizmine bağlı kalacağını ilan etti… (Pahnke 2022: 47)
Ve Lula “agro-business”a verdiği sözü tuttu. Brezilya’da toprak mülkiyetindeki devasa eşitsizliğe, hem Lula, hem de onu izleyen Dilma Roussef’li İşçi Parti iktidarlarında dokunulmadı; gerçek bir tarım reformu gerçekleştirilmedi. Öyle ki, Lula’nın ilk döneminde topraksız köylüye dağıtılan toprak miktarı, neoliberal Fernando Henriique Cardoso’nun başkanlığı süresince dağıtılan topraktan daha düşüktü. Benzer durum, Dilma Roussef’in başkanlığı için de söz konusudur. (Pakhne s.48) Dahası, ne Lula ne de Dilma Roussef, Brezilya ekonomisine 2010 yılında 76 milyar dolarlık bir girdi sağlayan “agrobusiness”den vaz geçmeye niyeti yoktur…
Ancak şunlar yapıldı: Aralarında çok sayıda hareket mensubunun da bulunduğu küçük kırsal üreticileri destekleyen kamusal politikalar devreye sokuldu. Örneğin Ulusal Okul Beslenme Programı ve Besin Edinimi Programı, okullarda öğrencilere verilen yiyeceklerin belirli bir yüzdesinin aile çiftliklerinden sağlanmasını öngören uygulama, küçük çiftçilerin gelirini 2002-2014 arasında dörde katladı. Benzer biçimde, 2003’te uygulamaya sokulan ve küçük ölçekli, özellikle yerli üreticileri, tarımsal reformdan yararlananları, balıkçıları, Afro-kökenlileri vb. hedef alan Besin Edinimi Yasası, ürünleri piyasada düşük fiyat bulan küçük üreticilerin ürettiklerini devletin satın alıp yoksul cemaatlere dağıtmasını öngörüyordu. ( Pahnke 2022: 54) Yanı sıra, Kolonizasyon ve Tarım Reformu Enstitüsü (INCRA) eliyle küçük çiftçilere dağıtılan geri ödemesiz krediler ve kalkınma yardımları, daha önceki kredi borçlarını ödeyemedikleri için zor duruma düşen pek çok hareket mensubuna rahat bir soluk aldıracaktı.
Ne ki, bu soluğun yanı sıra, Lula ve Roussef’in uyguladıkları (Bolsa Familia = Aile Fonu gibi) yoksulluğu azaltmaya yönelik, ve 35 milyon Brezilyalı’nın aşırı yoksulluk sınırının üstüne çıkarılmasını sağlayan sosyal programlar MST’nin hareket yetisini sınırlandıracaktır. MST aktivistlerinin bir bölümünün hükümetin sağladığı kaynakların dağıtımını örgütleyen sosyal hizmet görevlilerine dönüşmesi, kolektif eyleme ayırdıkları zaman ve enerjinin sınırlanmasına yol açtı. MST öncülüğünde işgal edilen toprak miktarının İşçi Partisi iktidarları boyunca, 2004’den 2016’ya, yüzde 66 oranında azalmasının (Pakhne 2022: 48) bir nedeni bu olsa gerek[12]…
Arjantin ve Piqueteros Hareketi
Arjantin’de 1976-83 arasındaki askeri diktatörlük, örgütlü işçi sınıfına büyük darbe indirmişti. İzleyen “demokratikleşme” döneminde işbaşına gelen neoliberal hükümetler, cunta(lar)ın başladığı işi tamamlayacak, Arjantin ekonomisini “dışa” (uluslararası sermayenin serbest dolaşımına, ÇUŞ’ların talanına) açarken, işçi sınıfı ve küçük üreticileri kesif bir yoksulluğa terk edecekti. Özellikle Peronist Partido Justicialista (Adaletçi Parti)’lı Başkan Carlos Menem döneminde (1989-1999) uygulanan mali liberalleşme, kamusal hizmet ve malların özelleştirilmesi, 1988-90 ekonomik krizine deva olmak bir yana, hiper enflasyon ve emekçi sınıflar için geniş ölçekli bir marjinalleşmeyi getirdi beraberinde. İstihdamın “esnekleştirilmesi”, yani işçilerin gelgeç, örgütsüz, düşük ücretli, güvencesiz, informel, merdivenaltı işlere mahkûm kılınması, işsizliğin zirve yapması, geleneksel sendikaların etkisizleşmesi, geniş toplumsal kesimlerin marjinalleşmesi, yeni, informel mücadele biçimlerini devreye sokacaktı: dükkânların yağmalanması, sokak ve otoyolların barikatlarla kapatılması, askeri rejim döneminde insanlık suçu işleyip de yargı önüne çıkartılamayan faillerin teşhiri (escrache), ayaklanmalar… Bir başka deyişle, işçiler “yoksullar”a dönüşürken, mücadele odağı da işyerinden mahallelere kaymıştı. (Gamallo, 2022: 151)
Dahası, kriz koşullarında büyük bir hızla marjinalleşen toplumsal kesimlerin mücadele biçimleri, içine düşürüldükleri koşullara karşı protestonun yanı sıra, (alışkın oldukları popülist Peronist politikaların tersine) artık kendilerine “yabancı” olan bir devletin soğuk kayıtsızlığı, giderek düşmanca tutumu ve geçim temellerine, hayat alanlarına göz diken büyük sermayenin saldırganlığı karşısında, dayanışmayı da gündemlerinin ön sırasına yerleştireceklerdi: Örneğin ekonomik krizin zirve yaptığı 2001’de Buenos Aires’in Matanzas mahallesindeki bir grup işsiz işçi, oluşturdukları işsizlere temel hizmetleri sağlamak ve geçim faaliyetlerini değiştokuş temelinde yürütebilmek amacıyla bir komün oluşturmuşlardı. Komüne kısa bir süre sonra bir fırın, bir dikiş atölyesi ve bir gazete eklenecekti. Toplumsal hareketler, oluşturdukları kolektif mutfaklar ve öğretim merkezleri aracılığıyla hayatta kalma uğraşlarını sürdürüyorlardı. (Kestler 2023: 351)
1990’lı kriz yıllarında, piqueteros Arjantin toplumsal hareketlerinin en canlısı, en görünür olanı idi. Hareket, özelleştirmelerin sonuçlarına tepki olarak 1996 yılında Patagonya’daki Neuquén kentinde ortaya çıktı ve kısa sürede başkent Buenos Aires’i sardı. Adını en yaygın eylem biçimleri olan yolları barikatlarla kapatma (piquete) eyleminden alan hareket, işsiz kalmış işçi gruplarından oluşuyordu. Kadınlar hareket içinde yığınsal olarak vardılar. (Gohn, 2015: 364) Temel talepleri, işsizlik sigortası, teşvikler, barınma, istihdam gibi, içine düşürüldükleri dışlanma koşullarından sıyrılmalarını sağlayacak düzenlemeler olsa da, irili ufaklı yüzlerce örgütten oluşan hareket, sol Peronizm’den anarşizme, Troçkizm’den Maoizm’e Marksizm’in çeşitli varyantlarını barındırmaktaydı[13]…
Bu heterojen yapılarına karşın Piqueteros, diğer protesto hareketleriyle omuz omuza, doğrudan eylem yöntemleriyle, ülkeyi içinde debelendiği iktisadi-mali krizden çıkarmayı beceremeyen neoliberal hükümetleri geriletmeyi başardı. 1999’da göreve gelen ve 1999-2002 yılları arasında Arhantin ekonomisini görülemiş bir durgunluğa sürükleyen Fernando de la Rúa, 2001 sonlarında “Que se vayan todos!” (Hepsi defolup gitsin) sloganı eşliğinde Arjantin sokaklarını saran dev protesto gösterileri, işgaller, barikatlar, yağma hareketleri karşısında fazla dayanamayacaktı.
Rúa’nın istifası (ve bir hafta içinde birbiri peşisıra göreve getirilip de tutunamayan beş devlet başkanı) ülkede dizginsiz neoliberal politikaların dikiş tutturamayacağını göstermişti; sular Peronist Eduardo Duhalde’nin başkanlığa getirilmesiyle kısmen duruldu. “Duhalde protestoları tanıyıp neoliberalizmin yol açtığı zararı kabullenmek zorunda kalmıştı, böylelikle taleplerinin meşruluğunu da kabullenmiş oldu. Başka önlemlerin yanı sıra yaklaşık 2 milyon hanedeki işsiz hane reislerine ayda 150 peso (50 dolar) dağıtılmasını öngören programı yürürlüğe koydu.” (Gamallo s.152) Bu milyonlarca yoksulu sürdürülebilirlik düzeyine çıkarmanın yanı sıra, “sosyal patlamalar”a karşı bir önlemdi. Duhalde Piqueteros temsilcilerini yardımların dağıtılmasını gözetmekle görevli geniş tabanlı konseye katılmaya davet etti.
Duhalde’nin bir gösteri sırasında polisin iki piquetero’yu öldürmesinin tetiklediği protestolar arasında erken seçim çağrısı yapması, Nisan 2003’de Néstor Kirchner’in başkanlığının yolunu açacaktı. Kirchner % 23’lük çok kırılgan bir desteğe sahipti, toplumsal desteğini güçlendirmek için başta Piqueteros olmak üzere toplumsal hareketlere yöneldi… Bu bir yandan “yeni-kalkınmacılık” olarak tanımlanabilecek ekonomi politikası uyarınca yoksulluğu hafifletmek, marjinalleşmiş yığınların en azından bir kısmını sistemin içerisine çekerek üretkenleştirmek, böylelikle çöken ekonomiyi ayağa kaldırmak hedeflerinin, bir yandan da toplumsal tepkileri hafifletmek, toplumsal hareketlerin dinamizmini kendi politikalarına desteğe dönüştürmek çabalarının gereğiydi. Piqueteros hareketini oluşturan gruplar, yoksullara, işsizlere, evsizlere, bekar annelere, yaşlılara… toplumun en kırılgan kesimlerine yönelen fonların yalnızca faydalanıcısı olmakla kalmadılar, aynı zamanda bu fonların dağılımını örgütleyen aracılar/görevliler, bir çeşit sosyal hizmet kadroları olarak istihdam edildiler. Giderek devlet teşvikleriyle kurulan kooperatiflerin yönetimi, sosyal planlamaya katılım, yoksullara yönelik eğitim, sağlık, altyapı inşası gibi hizmetlerde istihdam edilir oldular.
Kuşku yok ki Kirchner’lerin [Néstor Kirchner (2003-2007) ve ardından devlet başkanı seçilen eşi Cristina Fernandez Kirschner (2008-2015)] bu kooptasyon politikası, tüm hareket tarafından benimsenmiş değildir. Dahası, bu durum hareket içinde bölünmeleri ve kutuplaşmaları yoğunlaştırmıştır. Ancak iktidarla içli-dışlı olmayı reddeden radikal sol gruplar Kirschner’in manevralarıyla marjinal bir duruma düşecektir.
Öte yandan, Kirchner’in “sol popülizmi” Arjantin ekonomisinde bir genleşme yaratmış, yoksullukla mücadele programları, toplumun geniş kesimlerini içine itildikleri “dip”ten kurtarmıştır. İstihdamdaki genişleme, (sendikalar gibi) işçi sınıfı formek örgütlenmelerini (devletin desteğiyle) güçlendirirken, doğrudan eyleme dayalı protesto biçimleri gözden düşecektir.
Hiç kuşku yok ki Kirchner’lerin “yeni-kalkınmacılığı” Arjantin’i hiçbir zaman kriz (ya da neoliberalizm) öncesi durumuna döndüremedi. Formel, örgütlü işçi sınıfı hâl-i hazırda emekçilerin azınlığını oluşturmaktadır. Arjantin’de çalışanların önemli bir bölümü informel sektörde geçimini sağlamaya çalışır. İşsizlik oranı ise yeniden tırmanışa geçmiştir: yüzde 7.7.
Ve Meksika’nın Zapatistaları…
Gelelim Meksika’nın ABD ve Kanada ile imzaladığı serbest ticaret anlaşmasının (NAFTA) yürürlüğe gireceği 1 Ocak 1994’ün arefesinde, ellerinde (bazıları tahtadan yapılma) tüfekler, yüzlerinde maskelerle Chiapas eyaletinin Lacandone ormanlarından çıkagelip kentleri işgal eden Maya yerlilerinin EZLN’sine…
Öncelikle şunu vurgulamalıyım, Latin Amerika’nın pek çok ülkesinin “Pembe Dalga”nın etkisine girdiği, birbiri peşisıra sol, sosyal demokrat, halkçı iktidarların göreve geldiği 90’lı yılların sonu, 2000’li yılların başlarında, Meksika bu akımın dışında kalmıştı. “Pembe Dalga”yı ancak ikinci yükselişinde, sol yönelimli Andrés Manuel López Obrador (AMLO)’un devlet başkanı seçildiği 2018 yılında yakalayacaktır - tabii AMLO’nun göründüğü, ya da kendini göstermek istediği kadar “sol” olup olmadığı tartışması bir yana…
Bu nedenledir ki, örneğin Brezilya ya da Arjantin’de gördüğümüz gibi EZLN’yi “yoksullukla mücadele” kapsamında istihdam edecek “halkçı/sol” bir iktidar söz konusu değildir. Ancak bu durum, EZLN’yi destekçi yerli-köylüleri içine sürüklendikleri yoksulluk ve marjinallik sarmalından çıkarmak için bir şey yapmadığı anlamına gelmiyor.
Bu işlev, başlangıçta silahlı Zapatista yapısına eklemlenen EZLN yandaşı köylerin bağlandığı yerel yönetimler olan Aguascalientes eliyle gerçekleştirilmekteydi. Gerçekten de Aguascalientes yalnızca isyancı cemaatlerin demokratik özyönetim aygıtlarından ibaret değildir, aynı zamanda bu kırsal cemaatlere, Meksika hükümetinin tarihi boyunca sağlayabildiğinden çok daha nitelikli sağlık, eğitim, kültür, altyapı gibi temel hizmetleri sunan mekânlardı. Tipik bir Aguascalientes’de yerlilerin yanı sıra başka ülkelerden gelmiş gönüllülerin görev yaptığı okul, klinik, toplantı yeri, yemekhane, kooperatif binaları, ekolojik enerji üretim tesisleri vb. hizmetleri bulmak mümkündü - ve bu hizmetler yalnızca isyancı cemaatlere değil, Zapatista-olmayan köylere, hatta üniformalı ve silahlı olmamaları kaydıyla, isyancı köyleri kuşatan Meksika ordusu mensuplarına da sunuluyordu.
Askeri bir yapı olarak EZLN’nin savunma amaçlı birlikler hâlinde ormanlara geri çekilip yönetimi tümüyle sivil cemaat üyelerine terk etmesiyle Aguascalientes’ler Caracol’lara dönüştüğünde bu işlevler değişmeyecek, yalnızca eğitim, sağlık, altyapı vb. hizmetlerin yabancı gönüllülerdense yerel insanlar eliyle yürütülmesine özen gösterilecekti.
Caracoles, isyancı cemaatlerin farklı etnik grupları barındırıp temsil eden beş idarî bölge hâlinde örgütlenmiştir. Her bir bölgede, bağlı cemaatlerin temsil edildiği bir “cunta” görev yapmaktadır. Her bir cunta, beş-altı “İsyancı Özerk Zapatista Belediyesi”ni temsil eder. Her özerk belediye, iki üç yıl süreyle görev yapan özerk bir konsey tarafından yönetilmektedir. Bu konseylerin görevi, adaleti sağlamak, sağlık, eğitim, konut, besin, ticaret, enformasyon ve kültür hizmetlerini yürütmektir. Cemaatlerdeki gündelik yaşam, üretimin planlanması, cemaat toprakları üzerindeki kooperatiflerin (ayakkabı, el dokumaları…) işleyişinde karşılaşılan sorunlar, (varsa) okul ve sağlık ocağının işleyişi … tümü bu konseylerin sorumluluk alanıdır. Yanı sıra, Zapatista-olmayan komşu cemaatlerle de ilişkileri düzenlerler.
Bir bölgeye bağlı özerk konseylerin dönüşümlü olarak görevlendirdiği birer ya da ikişer delegeden oluşan “cuntalar”, ise bir çeşit “belediyeler birliği” görevini yürütmektedirler. Her bir caracol’da dört-beş farklı “cunta” ekibinin bulunması, yönetim görevinin haftalık ve dönüşümlü olarak gerçekleştirilmesini ve zaman içerisinde tüm yetişkin cemaat üyelerinin bu “iyi yönetim cuntalarında” görev almasını sağlamaktadır. İyi Yönetim Cuntaları’nın gözetimi altında Zapatista cemaatler ortaklaşa topraklarını işler, ürünler Zapatista kooperatiflerce satın alınıp pazarlanır. Cemaati ilgilendiren kararlar, topluca alınmaktadır. Ya da en azından EZLN, 2023 yılı sonlarına doğru özerk yerel yönetimleri tasfiye edeceğini açıklayana dek, durum böyleydi. (Clemente 2023).
Peki tüm bunlar, Chiapas yerlilerini, ya da Zapatista cemaatleri, içine sürüklendikleri yoksulluk, yoksunluk ve marjinallik sarmalından kurtarabilmiş midir?
Öyle gözükmüyor… “Ayaklanmanın somut kazanımlarına karşın, Chiapas’lıların yaşam kalitesi ülkenin en kötülerinden biri olmayı sürdürmektedir,” deniliyor Socialist Alternative’de yayınlanan bir makalede. “Meksika Sosyal Kalkınma Politikasını Değerlendirme Ulusal Konseyi’nin 2022 verileri, Chiapas nüfusunun yüzde 67’sinin yoksulluk içinde yaşadığını ortaya koydu. Chiapas’da nüfusun yüzde 28’i hükümetin ‘aşırı yoksulluk’ tanımına uyuyordu - yani tüm gelirlerini yiyeceğe harcasalar dahi, yetersiz beslenmekteydiler.” (Swoboda 2024) Daha da kötüsü, Meksika’nın iki uyuşturucu kartelinin Guatemala’yla bağlantı sağlayan yolların kontrolü için birbirleriyle amansız bir çatışmaya girmişti ve bu, bölgeyi acımasız bir şiddete mahkûm kılmıştı.
Ancak “çözülme” bölgedeki mafya çatışmalarından önce başlamıştı. Zapatista cemaatlerin “en alttakiler”i sürdürülebilir bir yaşamın asgari koşullarına kavuşturma yolundaki işlevleri, o güne dek hiçbir sağlıkçı ya da öğretmenin ayak basmadığı bir bölgede kliniklerin, okulların açılması, “Adil ticaret” ilkeleri çerçevesinde Avrupa ve ABD’deki alternatif çevrelerle ticaret yapan kooperatiflerin ortaya çıkışı,[14] neoliberal hükümetleri de bölgeye sosyal destekleri arttırmak için harekete geçmeye yöneltecekti. İktidar partileri, bir yandan isyancı cemaatleri askeri kuşatma altına alıp Zapatista köylerine düzenlenen paramiliter saldırıları desteklediği, bir yandan da cemaatleri sosyal yardımlarla satın almaya çalıştığı bir “havuç-sopa” politikası izliyordu. Böylelikle 2000’lerin ilk onyılında, yüzlerce aile Sosyal Kalkınma Bakanlığı’nın köylerine bir okul ve bir sağlık ocağı açılması ve aile başına iki ayda bir 43 dolar ödenmesi vaadi karşılığında Zapatistalardan ayrılacaktı. Dahası, EZLN’nin sosyal demokrat (ve Meksikalı muhaliflerin Pembe Dalga’nın bir parçası olacağı umudunu bağladığı) AMLO’ya yönelttiği sert muhalefet, isyancı cemaatlerin daha da tecrit duruma düşmesine yol açacaktı. Kartellerden önce dahi cemaatler birbirleriyle çatışmaya başlamıştı…
Sonuç
Latin Amerika kıtası, denilebilir ki 1980’lerden itibaren neoliberal politikaların deneme tahtası olmuştur. 70’lerden itibaren büyük çoğunluğu askeri rejimlere sahne olan kıta ülkelerinde emek eksenli muhalefet şiddetle bastırılmış, izleyen “demokratikleşme” süreçlerinde işbaşına ge(tiri)len neoliberal hükümetler, askeri rejimlerin gerçekleştirdiği “mıntıka temizliği” üzerinde uluslararası sermayenin rahatlıkla at oynatabileceği politikaları devreye sokmuştu: finansallaşma, özelleştirmeler, istihdamda esnekleşme, gümrük duvarlarının indirilmesi, tahkim sözleşmeleri, serbest ticaret anlaşmaları… Bu uygulamalar tahmin edilebileceği üzere ülke ve kıta dahilindeki gelir eşitsizliğini devasa miktarlarda artırmış, alt sınıflarda ırkçılık ve ayırımcılıktan beslenen, emsali görülmemiş bir marjinalleşme/dışlanma hâli yaratmıştı. Yerliler ve Afrika-kökenliler yoksullar arasında en kırılgan konumdaydılar. Maruz kaldıkları ayırımcılık, iş, ekmek, sosyal güvence taleplerine kimlik ve tanınmaya ilişkin taleplerin de eklemlenmesine yol açıyordu.
“Yeni” denilen toplumsal hareketler, ilkin bu en yoksullar arasında mayalandı. Topraklarından edilmiş/ topraksız köylüler, işsizler, her türlü sosyal güvenceden yoksunlar, evsizler, yoksulluk sınırının altında yaşayanlar, açlar, varoşlarda, derme çatma barınaklarda yaşamlarını sürdürmeye çalışanlar…
Karınlarını doyurmak, yarın kaygısı çekmemek, güvenceli bir işte çalışmak, ezilip horlanmamak, çocuklarını okutabilmek, sağlık hizmetlerinden yararlanabilmek, kısacası insan yerine konuldukları bir yaşam istiyorlardı. Topraklarına el koyan, onları kitlesel olarak işten çıkartan, kamusal hizmetleri özelleştirerek yoksulların erişimine kapatan Çokuluslu şirketlerin ellerinden aldığı şeyleri yani…
Belki çoğu okur-yazar değildi. Örgütlenerek seslerini duyurmaya, doğrudan eylemlerle “başka bir dünyanın mümkün” olduğunu haykırmaya koyuldular. Toprakları işgal ettiler, yollara barikatlar kurdular, silahlanıp kentleri ele geçirdiler… İçine düşürüldükleri yoksunluk koşullarıyla baş edebilmek için birbirlerine dayandılar. Kolektif mutfaklar, sağlık ocakları, okullar, kooperatifler örgütlediler.
Doğrudur, Batı Avrupa’nın, Kuzey Amerika’nın düşkırıklığına uğramış yorgun entelektüelleri için de bir umut ışığı oldular… Ama izlenecek, desteklenecek, dayanışılacak bir umuttansa şekil-şemal verilecek, tanımlanacak, kalıplara dökülecek bir malzeme olarak algılandılar çoğu kez. “Özerk” olmaları, “kültür/ kimlik odaklı” olmaları, “anti-hiyerarşik, adem-i merkeziyetçi” olmaları, “çoğulcu” olmaları vb. dikte edildi… “Yeni” liberalizm yaşam alanlarını talan ederken postmodern “yeni” sol, dünyayı değiştirme iradelerine el koydu özetle…
Olabildiğinde, biraz soluk alabilmek, Avrupalı-ABD’li entelektüellerin itirazlarını kulak ardı ederek için kıtada yükselen “Pembe Dalgalar”a destek verdiler. Değişim arzularını neoliberal politikaların kıtayı sürüklediği iflas koşullarında umut hâline gelen popülist-sosyal demokrat partilerin gerçekleştirebileceğini düşündüler. Ancak ülkelerindeki mülkiyet ilişkilerini değiştirmeye cesaret ya da kifayet edemeyen “sol(umsu) hükümetlerin “yoksullukla baş etme” politikalarının aygıtlarına dönüşmekten kendilerini kurtaramadılar.
“Pembe dalga” hükümetlerin hiçbiri, yürürlükteki kapitalist üretim ilişkilerini değiştirmeyi göze almadı, bir kısmı buna niyetlenmedi bile. En fazla, üretimi arttırarak istihdamı genişletmeyi, çokulusluların etkinliklerini sınırlandırmayı, sosyal yardım politikalarıyla yoksulluğun ve marjinalleşmenin etkilerini hafifletmeyi hedeflediler. Ve uluslararası dengeler değişip de rüzgâr yeniden sağdan esmeye başladığında, desteklemeye çalıştıkları yoksulların, yoksunların bir kez daha dibe doğru çekildiğini görmek durumunda kaldılar.
Bu durum, gelir dağılımındaki eşitsizliklerin tasfiyesi, madun gruplar üzerindeki baskı ve sömürüye son verilmesi, “refah devleti”nin sağlamada başarısız kaldığı adil, insanca bir dünyanın ancak sosyalist bir dönüşümle mümkün olduğunu söyleyen ve bunun için sosyal hareketlerle yakın ilişki ve dayanışma içinde olunması gerektiğini öne süren Mullaly gibi (ss.190-194) radikal sosyal hizmet kuramcılarının izleyicileri tarafından dikkate alınmalı.
Ben yeni sosyal hareket teorisyenlerinin giriştiği uçsuz bucaksız “hareketler ne kadar özerk olmalı” tartışmalarını abes bulanlardanım. Latin Amerika (ve dünyadaki) yakın (ve örneğin Sovyet deneyimi gibi nispeten daha geçmiş) deneyimler, sosyal hareketlerinde vücut bulan toplumsal dönüşüm isteklerinin, iktisadi-siyasal-toplumsal dönüşümü (üretim ve mülkiyet ilişkilerini değiştirerek, daha açık bir deyişle mülksüzleştirenleri mülksüzleştirerek) gerçekleştirecek bir siyasi irade ve aygıtla buluş(a)madığında başarısız kaldığını gösteriyor…
22 Eylül 2024 12:41:54, Muğla.
Yararlanılan Kaynaklar
Alvarez-Rivadulla, M. J. (2015). “Squatters and Politics in Montevideo at the Turn
of the Century”, Handbook of Social Movements across Latin America, P. Almeida ve A. C. Ulate (der.), Springer.
Barker, C., L. Cox, J. Krinsky, G. Nilsen (2013). “Marxism and Social Movements: An Introduction”, Marxism and Social Movements.C. Barker, L. Cox, J. Krinsky, G. Nilsen (der.) Brill.
Clemente, Edgar H. (2023). “Mexico’s Zapatista indigenous rebel movement says it is dissolving its ‘autonomous municipalities’”, PBS News, 6 Kasım 2023,https://www.pbs.org/newshour/world/mexicos-zapatista-indigenous-rebel-movement-says-it-is-dissolving-its-autonomous-municipalities
Ellner, Steve (2022). “Introduction: Progressive Governments and Social Movements in Latin America: An Alternative Line of Thinking”, Latin American Social Movements and Progressive Governments.Creative Tensions between Resistance and Convergence. S.Ellner, R. Munck, ve K. Sankey (der.), Rowman & Littlefield
Forbes (2023). “The Forbes Philanthropy Score 2023: How charitable are the richest Americans?”, Forbes, https://www.forbes.com/sites/phoebeliu/2023/10/03/the-forbes-philanthropy-score-2023-how-charitable-are-the-richest-americans/.
Gamallo, Leandro (2022). “Dynamics of Contention. Social Movements and Democracy in Argentina (1989-2019)”, Latin American Social Movements and Progressive Governments.Creative Tensions between Resistance and Convergence. S.Ellner, R. Munck, ve K. Sankey (der.), Rowman & Littlefield
Garretón, M. A. ve N. Selamé (2023). “New Social Movements in Latin America and the Changing Socio-Political Matrix”, The Oxford Handbook of Latin American Social Movements, F. Rossi (der.), Oxford University Press.
Gohn, Maria da Glória (2015). “Brazilian Social Movements in the Last Decade”, Handbook of Social Movements across Latin America, P. Almeida ve A. C. Ulate (der.), Springer.
Kestler, Thomas (2023). “Exploring the Relationship Between Social Movement Organizations and the State in Latin America”, Politics and Governance, c. 11, sayı 2, ss.346-356.
Konuk Yazar (2003). “Dramatic Changes in Zapatista Structure Bolster Rebels’ Regional Autonomy.” https://digitalrepository.unm.edu/sourcemex/4673
Mullaly, Bob (1997). Structural Social Work, Ideology, Theory and Practice, 2. Baskı, Oxford University Press.
Munck, Ronaldo (2020). Social Movements in Latin America, Mapping the Mosaic, McGill-Queen’s University Press.
Oxfam (2023). Survival of the Richest, Briefing Paper, Ocak 2023. https://www.kedv.org.tr/public/uploads/files/raporlar/Oxfam%202023%20Davos/Davos_2023_full%20report_English_EMBARGOED%20(3).pdf
Pahnke, Anthony (2022). “Social Movement Consolidation and Strategic Shifts The Brazilian Landless Movement during the Lula and Dilma Administrations”, Latin American Social Movements and Progressive Governments.Creative Tensions between Resistance and Convergence. S.Ellner, R. Munck, ve K. Sankey (der.), Rowman & Littlefield.
Rossi, Federico M. (2015). “Beyond Clientelism: The Piquetero Movement and the State in Argentina”, Handbook of Social Movements across Latin America, P. Almeida ve A. C. Ulate (der.), Springer.
Swoboda, Hannah (2024). “The Legacy of Zapatistas”, Socialist Alternative, 1 Ocak 2024, https://www.socialistalternative.org/2024/01/01/the-legacy-of-the-zapatistas/
Thompson, Neil (2002). “Social Movements, Social Justice and Social Work”, The British Journal of Social Work , c. 32, no. 6 ss.711-722, Oxford University Press
Tricontinental (2024). “The Political Organisation of Brazil’s Landless Workers’ Movement (MST)”, Dossier no. 75, 16 Nisan 2024, https://thetricontinental.org/dossier-75-landless-workers-movement-brazil/#top
Vickers, Tom (2013). “Marxist Appeoaches to Social Work”, içinde James D. Wright (der.), International Encyclopedia of the Social & Behavioral Sciences, 2. baskı, C. 14. Oxford: Elsevier. ss.663-669. /https://irep.ntu.ac.uk/id/eprint/26318/1/PubSub3731_Vickers.pdf
N O T L A R
[1] 8-9 Kasım 2024 tarihlerin İstanbul’da düzenlenen 12. “Sosyal Hizmetleri Yeniden Düşünmek Konferansı” için hazırlanan sunum… Kaldıraç Dergisi, No:281, Aralık 2024…
[2] Albert Einstein.
[3] Vickers’in (2013) sözünü ettiği, ABD ve Britanya’da varlık gösteren Marksizm esinli ancak etkinliği sınırlı bir “radikal sosyal hizmet geleneği” dışında, Batı ülkelerinde sosyal hizmet sisteminin ana gövdesinin, refah kapitalizmini eleştirisiz benimsediğini söylemek, abartı olmayacaktır. /https://irep.ntu.ac.uk/id/eprint/26318/1/PubSub3731_Vickers.pdf
[4] OXFAM’ın (2023) raporu, 2020’den bu yana dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesiminin yeni yaratılan zenginliğin üçte ikisine sahip olduğu, bunun dünya nüfusunun yüzde 99’luk kesiminin gelirinin iki katına denk düştüğünü belirtiyor. Rapora göre milyarderlerin servetine her gün 2.7 milyar dolar ekleniyor. Geceleri yatağa aç girenlerin sayısı 800 milyonu bulmuşken, besin ve enerji şirketleri 2022 yılında karlarını iki kattan fazla artırmışlar.
[5] Ancak bu “ikna”nın pek de kolay olmadığı açıktır. Forbes dergisinin araştırmasına göre ABD’nin 400 milyarderinin yaklaşık üçte ikisi (268 kişi) milyarlarca dolarlık servetlerinin yüzde 5’ten azını “hayır” faaliyetlerine ayırmaktadır. Servetlerinin yüzde yirmisini hayır işlerinde (toplumsal sorumluluk projeleri) harcayan ABD’li dolar milyarderlerinin sayısı, 11’dir. (Forbes 2023) Bu oranları yatlara, özel uçaklara, malikânelere, özel adalara vb. harcanan paralarla karşılaştırmak ilginç olacaktır…
[6] Nitekim Touraine, maddi/sınıfsal talepler yerine bu kültürel vurguyu, yeni toplumsal hareketlere ilişkin şu tanımında ifadelendirmekte: “Toplumsal bir hareket, yöneldiği tarihselliği, kültürel yatırım modellerini, bilgi ve ahlâkı sahiplenme tarzındaki tahakküm veya bağımlılık konumuyla tanımlanan bir sınıfın hem kültürel yönelimli hem de toplumsal açıdan çatışmalı eylemidir.” (akt. Alvarez Rivadulla 2015: 206)
[7] “Bazı bakımlardan toplumsal hareketler pek çok kişinin birlik ve tutunumdansa parçalanmayla karakterize oldukları ölçüde‘postmodern viraj’ olarak adlandırdıkları durumu yansıtmaktadır. Birbirine ancak gevşek bir biçimde ilişkilenen farklı gruplar farklı çıkarları temsil eder. Clarke’ın postmodernizmi ‘farklılığın siyasallaşması’ olarak nitelediğini gözeterek, toplumsal hareketlerin postmodernite olarak bilinen hâlle ilişkilendirilebilir.” (Thompson 2002: 712).
[8] Öyle ki Ellner, Munck ve Sankey (2022) bu eleştirilere yanıt vermek için 300 küsur sayfalık bir kitap yayınlamışlardır.
[9] https://www.land-links.org/country-profile/brazil/#:~:text=An%20estimated%201%25%20of%20the,uncultivated%20land%20in%20the%20country
[10] Temmuz 2018’de Sem Terrinhas (Küçük Topraksızlar)’ın ilk ulusal toplantısı Brasilia’da düzenlenmişti. (Tricontinental, 2024).
[11] Ekolojik tarım, MST’nin gündemine 2000’li yılların başlarında girdi. Bu gelişme, o güne değin işlenmeyen toprakların işgali şeklinde yürütülen mücadeleye, GDO’lu tarım yapan Çokuluslu şirketlerin işlettiği toprakların işgalinin de dahil edilmesine yol açacaktır.
[12] MST Roussef’in bir yargı darbesiyle görevden uzaklaştırılmasının ve Lula’nın sudan gerekçelerle hapsedilmesinin ardından Brezilya’da dizginleri yeniden ele geçiren neoliberal sağ iktidarlara, özellikle de neofaşist Bolsonaro’ya karşı İşçi Partisi ve Lula da Silva’yı (2022 seçimlerinde) hararetle destekledi. Ancak Lula’nın yeni başkanlık döneminde hareket daha rezervli davranmakta. MST sadece Nisan 2024’te 11 eyalette 28 büyük araziyi işgal etti. Lula hükümeti, bu basınç karşısında, mülklere el koymaktansa, devlete ait toprakların dağıtılması, banka ve şirketlerden toprak satın alınması, toprak sahiplerinin vergi, kredi vb. borçlarını toprakla ödemeleri vb. alternatifleri gündeme getiren yeni toprak programını açıklayacaktı. (https://www.brasildefato.com.br/2024/04/19/brazilian-social-movements-say-lula-s-program-for-agrarian-reform-is-a-good-step-but-does-not-solve-urgent-problems). Bir başka deyişle, Lula ve Partisi, radikal bir toprak reformundan uzak durmayı sürdürüyor.
[13] Piqueteros hareketinin kapsadığı geniş siyasal yelpaze için bk. Rossi (2015).
[14] Öyle ki, Chiapas’ın PRI’li (Kurumsal Devrim Partisi) valisi Pablo Salazar, “Cangıl ve yaylalarda yaşayan yerlilerin yaşamlarını iyileştirmeye çalışan hiçbir yönetim tarzı, gayrımeşru olamaz,” diyecekti. (Konuk Yazar, 2003).
Yorum Ekle