“Nominibus mollire licet mala.” [1] “Aşkale’nin düşman işgalinden kurtuluşunun doksan yedinci yıldönümü bir müsamereyle kutla...
“Nominibus mollire licet mala.”[1]
“Aşkale’nin düşman işgalinden kurtuluşunun doksan yedinci yıldönümü bir müsamereyle kutlanmış. Müsamerede temsili milis kuvvetleri yer almışlar, elbette ‘temsili Ermeniler’ de. Bunlar, uluorta şarap içmeleri hiç de yakışık almayacağından ama gayrımüslim olduklarını belirtmek için şarap marap birşeyler içmeleri de farz olduğundan, şişelere ‘şalgam suyu’ doldurmuşlar ve halkın gözü önünde lıkır lıkır içmişler... Aşkale törenlerinde bir camiyi temsili olarak yakan temsili Ermeniler, temsili bir imama da saldırmışlar ve kendisini ezan okurken temsili olarak linç etmişler.
Temsili Ermeniler daha sonra hamur açan bir kadına da temsili olarak saldırmışlar ve kayınpederini de temsili olarak şehit etmişler. Sonuçta, Türk milis kuvvetlerini canlandıran Aşkaleli lise öğrencileri, ilçeye girerek temsili Ermeni çetecilerini temsili olarak öldürmüşler. Tören, göndere bayrak çekilmesi ve İstiklal Marşı’nın okunmasıyla sona ermiş.”[2]
Aslında olay öğrenci müsameresinden ibaret değil… Aynı kutlama etkinlikleri bağlamında Erzurum’un AKP’li Büyükşehir Belediyesi Başkanı Mehmet Sekmen’in bir konuşması var ki, Lampedusa’nın, roman karakteri Tancredi’ye söylettiği gibi, “hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerekiyordu,” deyişini anımsatıyor.
Şöyle konuşuyor AKP’li belediye başkanı: “ Bugün, Aşkale’mizde yaptığımız bu kurtuluş törenlerinin büyük bir anlamı var. Aşkale’de hiçbir aile yoktur ki Ermeni zulmüne maruz kalmamış olsun. Bilindiği gibi Ermeni katliamını toprağının her bir parçasında yaşayan ilçemizde 97 yıl önce, Cinis Köyü’nde 587 sivil ahali Şükrü Efendi’nin konağında ve köy camisinde toplanarak yakılmış, katliam ve acıların en büyüğü bu topraklarda yaşanmıştır… Hınçak ve Taşnak Cemiyetleri sadece Cinis’te değil aynı zamanda Yeniköy, Tazegül, Pırnakapan, Karahasan, Abdalcık gibi köylerde de kadın-çocuk demeden Müslüman ahaliyi katletmiştir. Ermeniler tarafından Erzurum’da gerçekleştirilen bu vahşet, insanlık tarihinin kara lekesi olarak tarihi vesikalarda yerini almıştır… Bu anlamlı tören vesilesiyle bir kez daha Ermeni Diasporası’na sesleniyoruz; her fırsatta tarihi kaynakları reddeden sizler, gelin atalarınızın Anadolu‘da yaptığı vahşeti bizzat İspir’de, Aşkale’de, Alaca’da, Pasinler’de, Erzurum’da görün. Şehit kanıyla örülü bu topraklarda 97 yıl önce yaşanan vahşetin izlerini, şehrin hâlen daha yaşayan izlerinden, tanıklarından gelin öğrenin (…) Türk milli birliğine, ‘Vatan bir bütündür, parçalanamaz’ ana fikirli egemenlik ruhuna o gün sunulan katkıyla milletimizin kaderi değişmiştir. Esaret ve karanlık dolu günlerde ezanı, bayrağı, namusu ve toprağını koruyan Aşkale, düşmana asla geçit vermemiştir. Bu nedenle 3 Mart, serhat ilçemiz, gözbebeğimiz Aşkale’nin esaretten hürriyete, ölümden hayata kavuştuğu gündür. Milli birlik ve beraberliğimizin doruğa ulaştığı bu kurtuluş gününde aranızda olmaktan ötürü duyduğum memnuniyeti ifade ederek, sizlere en kalbi muhabbetlerimi sunuyorum. Ve sonsöz olarak şunu söylüyorum; Yüce Allah milletimize bir daha böyle esaret dolu günler yaşatmasın…”[3]
“Yeni Türkiye”ye hoş geldiniz!
Hani Soykırımın 99. yılına denk düşen 24 Nisan 2014 günü münasebetiyle dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin” huzur içinde yatmalarını dileyip, torunlarına taziyelerini ilettiği; ve bunun ardından, “artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağına dair” karşılıksız iyimserliklerin freninin patladığı “Yeni Türkiye”…
“Hiçbir şeyin değişmemesi”nden söz ettim; soykırım söz konusu olduğunda, “resmî Türkiye”de olan, tam da budur: T.C. devletinin, İttihat ve Terakki mirasını sahiplenmeyi ısrarla sürdürmesi. Bunun son örneği, “taziye”nin ertesi yılında, T.C. erkânının Çanakkale muharebesinin 18 Mart’a rastlayan yıldönümünü 24 Nisan’a taşıyarak dünya liderlerini soykırım gününde Çanakkale’nin 100. Yılı Anması’na çağırması!
Bu ısrar nedeniyledir ki, 2014’te Ermenilere “taziyelerini” ileten Recep Tayyip Erdoğan, bu kez Cumhurbaşkanı sıfatıyla Kolombiya’da Bogota Externado Üniversitesi’nde düzenlenen “1915: Osmanlı İmparatorluğu’nun En Uzun Yılı” başlıklı sempozyumda yaptığı konuşmada, Ermenistan’a “talkını” vererek aba altından sopa göstermektedir: “Kayıpları anmak, onların hatıralarını yaşatmak başka bir şeydir, bunun üzerinden siyasi ve diplomatik sonuçlar devşirmeye çalışmak başka bir şeydir. Biz, hatıralara saygı duyulmasına varız ama bunun üzerinden ülkemize ve milletimize yönelik bir düşmanlık kampanyası yürütülmesine asla izin veremeyiz.”[4]
Bu durumda Cumhurbaşkanı ile Aşkale Belediye başkanının söylemleri arasındaki uyarlık, neden şaşırtıcı olsun ki? Neticede ortada bir “imam-cemaat” ilişkisi var.
Ve bunların hiçbir, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Ermeni soykırımı karşısındaki –burada üç-dört başlık altında özetlemeye çalışacağım- klasik, resmî tavrından bir milim sapma sergilemiyor.
Şöyle bir düşünecek olursak, bu tavır, yani inkâr, birbiriyle bağlantılı birkaç varyasyon hâlinde tekrarlana gelmektedir onlarca yıldır. Kabadan inceye doğru sıralayalım:
1. “Biz kesmedik, onlar kesti” varyantı.
Örnek anlatı:
“Genelkurmay Başkanlığı arşivindeki 1915 tarihli belgeler, soykırım iddiaları peşinde koşan Ermenilerin Van çevresinde masum köylülere yaptıkları tüyler ürpertici vahşete tanıklık ediyor. Belgelerde, Van’ın Özalp ve Saray ilçelerinde Ermeniler tarafından bazı kadınların hamileyken karınlarının deşildiğini, bazılarının çocukları ile tandırda yakıldığı, genç kızların tecavüz edilip öldürüldüğü, erkeklerin ise kurşun ve süngü ile katledildiği gözler önüne seriliyor.
Genelkurmay Başkanlığı, Askeri Tarih ve Stratejik Etüt ve Denetleme Başkanlığı arşivlerinde bulunan 1914-1918 tarihleri arasındaki belgeleri, “Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri” adıyla yayınladı. Arşivde bulunan Özalp Kaymakamı Kemal’in imzasını taşıyan 4 Mart 1915 tarihli bir belge, Ermeni mezaliminin boyutlarını ortaya koyuyor.
Söz konusu belgede, Ermenilerin Van’ın Özalp ilçesindeki Sarıköy’de yaptıkları katliamda 41 erkeğin süngü ve kurşunla, bazılarının da ‘dövülerek, karnı yarılarak ve kesilerek’ öldürüldüğü belirtiliyor. Kayıtta, köydeki İso’nun kızı Güllü’nün ‘memesinin kesildiği’, İbo’nun eşi Silo’nun kızı Sülni’nin ‘karnı yarılarak çocuğunun çıkarıldığı ve tandıra atıldığı’ ve çok sayıda kadına tecavüz edildiği bildiriliyor.
Belgelerde ayrıca Saray ve Esedboyu camilerinin ahıra dönüştürüldüğü, birçok medrese öğrencilerinin Hıristiyanlığı kabul etmeye zorlandığı kaydediliyor.
Bir başka belgede ise Özalp’in Boyaldı köyünde yaşanan ‘insanlık dışı vahşet’e işaret ediliyor.
Söz konusu belgede, Nezu Hatun’un tandırda yakılan iki torununun etini babasına ve annesine yedirmek üzere zorlandığı, bunu yapmak istememeleri üzerine öldürüldükleri, Nezu Hatun’un ise gördükleri karşısında aklını kaybettiği bildiriliyor.”[5]
Kuşağımın Ömer Seyfettin’in İzmir’deki “Yunan mezalimi”ni anlatan Beyaz Lale’sinden aşina olduğu dehşet öyküleri, her ne hikmetse “ehl-i vatan”ı galeyana getirmek üzere kurgulandığını düşündürten, en ilkel duyguları kaşınmaya odaklı bir “şiddet pornografisi” sergilemektedir: ahıra dönüştürülen camiler, memesi kesilen genç kızlar, karnı yarılarak bebeleri çıkartılan gebe kadınlar, toplu tecavüzler, tandırda pişirilip anne-babalarına yedirilen çocuklar…
Bu klişeler, ilginçtir ki, çok sonraları, Maraş ve Çorum’da gerçekleştirilen Alevî katliamlarının “gerekçesi” olarak da kullanılacaktır: Alevîler camiyi ateşe verdi, bebekleri kesip yediler…
Doğru, savaş koşullarıdır; bazı Ermeniler cephe gerisinde ayaklanmışlardır… Çok sayıda Ermeni, İtilaf devletlerinin saflarında Osmanlı’ya karşı savaşmaktadır. Türk devlet ricalinin ve entelijensiyasının çok sevdiği deyimle, “mukateleler” yaşanmaktadır.[6] Peki ama, bu, Anadolu’nun ayaklanmayla ya da cepheyle hiç alâkâsı olmayan bölgelerinden, örneğin Çorum’dan, Kastamonu’ndan, Aydın’dan ve diğer vilayetleren kendi hâlinde yaşayıp giden yüz binlerce Ermeni’nin, kadın, çoluk-çocuk, yaşlı demeden topraklarından kopartılmasını, aç-biilaç Suriye çöllerine doğru yola çıkartılmasına, üstlerine zindanlardan salıverilmiş katil sürülerinin, başıbozukların ve kışkırtılmış insanların saldırtılmasını, çoğunun yollarda boğazlanmasını, kadınlara, çocuklara el konulmasını, geride kalan mallarının yağmalanmasını meşru kılar mı?[7] Öyle gözüküyor ki bu şiddet pornografisi, bu utancı meşrulaştırmak üzere imal edilmiş bir kurgudur.
Evet, “seçmeci” bir anlatıdır, T.C.’ninki. Bana Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nden fizik antropolog Metin Özbek’in öyküsünü anımsatır. Hani şu Kars’ın Subaten mevkiinde bulduğu katledilmiş Türklere ait iskeletlere ilişkin raporu dillere destan olan; ancak yine Kars yakınlarında iki çocuğuyla öldürülmüş bir Ermeni kadının kalıntılarını bulunca susturulan ve kazılara sessiz sedasız son vermek zorunda bırakılan.[8]
2. “Osmanlı yönetimi altında mamur-müreffeh yaşayan Ermeniler, Batılı güçlerin oyununa geldi” varyantı.
Örnek anlatı:
“Aslında asırlardır Osmanlı Devleti’nin yönetimi altında yasayan Ermeniler imparatorluğun her tarafına dağılmışlar, korkusuzca, asayiş içinde, mâl, cân, ırz ve namusları emniyet altında, mezhep açısından da tamamen serbest, huzurlu ve mesut, ekonomik açıdan ise Müslüman teb’adan daha rahat içinde yaşamışlardır. Ticaret ve sanatla uğraşmışlar, sarraflık ve kuyumculuk yapmışlar, öteden beri Osmanlı Devleti’nce özel hizmetlerde ve emniyet gerektirecek işlerde kullanılmışlardır.
Devletin Darphane ve Baruthane gibi önemli müesseselerinin basına geçmişler ve “millet-i sâdıka” olarak adlandırılmışlardır. Osmanlı Devleti Hıristiyan teb’asına karşı eşit muamele etmiş, bunlardan birini diğerine tercih etmemiş ve birbirlerinin işlerine karıştırmamıştır.
Ermeni sorunu Ermenilerin kendi içinden ve ihtiyaçlarından değil, büyük devletlerin bölge üzerindeki çıkar hesaplarından kaynaklanmıştır. Büyük devletlerin kendi hesaplarını gizlemek için sorunu bir insanlık ve Hıristiyanlık sorunuymuş gibi göstermeleri Ermeni kilisesini de etkilemiştir. Başta Ermeni Patrikhanesi olmak üzere bağımsızlık ve muhtariyet hayali peşinde koşan Ermeniler kendileri üzerinde oynanan oyunları görememişlerdir.”[9]
“Osmanlıcılık/Osmanlı özlemi”nden malûl bu söylem, aslına bakılırsa hem bir “altın çağ” mitosu, hem de bir mağduriyet öyküsü, hem de bir “kurt masalı”dır. Çeşitli milletler (kastedilen Osmanlı’nın gayrımüslim uyruklarıdır) Osmanlı’nın adil ve cömert yönetimi altında yaşarken, Osmanlı’yı parçalamak ve yok etmek üzere fırsat kollayan düvel-i muazzama, Ermenileri kışkırtarak adil ve merhametli “efendileri”ne karşı ayaklanmaya teşvik eder. O güne dek “millet-i sadıka” olarak görülen ve Osmanlı memaliki üzerinde özgür ve müreffeh bir yaşam sürdüren Ermeniler ne yazık ki bu iğvaya kapılarak, büyük devletlere karşı savaşmakta olan Osmanlı’yı arkadan vururlar, vb. vb.
Bu anlatı, Osmanlı topraklarında İslâm’ın tartışmasız üstünlüğü ve gayrımüslimlerin cizye ödeme, zaman zaman yeniden-iskâna tabi tutulma, askerlikten bağışık olma vb. zorunluluklarını görmezden gelen bir “Büyük Ağabey” anlatısıdır. İslâm’a dayanan yönetim anlayışı gereği, Osmanlı ülkesinde gayrımüslim azınlıklar, kendi dinsel yetkelerinin yönetiminde, iç işlerinde göreli bir özerklikten yararlanabildikleri milletler sistemine tabiydiler; Osmanlı padişahına ve yönetimine boyun eğdikleri sürece. Peki ya itiraz ettiklerinde? Bu sorunun yanıtını, 1894’den itibaren sık sık tekrarlanan Ermeni katliamları vermektedir. Örneğin, 1894’te Ermeni köylülerin Kürt aşiretlerin tacizine karşı direnişe geçtiği Sason’da, ordu birlikleri ve Hamidiye alayları marifetiyle 8000 kadar Ermeni’nin katledilmesi;[10] Hınçak Partisi’nin 30 Eylül 1895’te sadrazama Ermenilerin sorunlarına dikkat çeken bir dilekçe vermek üzere örgütlediği yürüyüşün ardından başlatılan ve kısa sürede Erzurum, Bitlis, Van, Harput, Sivas, Diyarbakır, Trabzon gibi vilayetlere yayılan katliamlar dizisi; Taşnak Partisi’ne bağlı militanların bu katliamları protesto etmek için 24 Ağustos 1896’da Osmanlı Bankası’nı işgal etmesi üzerine İstanbul’da 6000 Ermeni’nin katledilmesi…[11]
Evet, büyük devletlerin iğvasına kapılan “millet-i sadıka” söylemi, Osmanlı teb’ası Ermenilere durumlarından hoşnut olup efendilerine hizmet etmekten başka bir seçenek bırakmamaktadır. İşin korkuncu, Osmanlı yöneticileri tarafından değil, bugün, günümüz Türkiyesi’nin yöneticileri, akademisyenleri, enteligentsiyası vb. tarafından, hiç sorgulamasız dile getiriliyor oluşudur!
3. “Olay soykırım değil, savaş sırasında isyan eden Ermenilerin tehciriyle cephe gerisinin güvenlik altına alınmasıydı” varyantı.
Örnek anlatı(lar):
“Ermenilerin binlerce Türk’ün canına mal olan isyan ve katliamları karşısında bile, Osmanlı Hükümeti’nin ortaya koyduğu sakin ve sağduyulu tavır, belgeleriyle sabittir. Ancak, tedhiş hareketleri bir türlü durmak bilmeyince hükümet, ülkenin çeşitli bölgelerinde yaşayan Ermenileri, savaş bölgelerinden uzak yeni yerleşim merkezlerine götürmek zorunda kalmıştır. Kafkas, İran ve Sina cephelerinin güvenlik hattını oluşturan bölgelerdeki Ermenilerin yerlerinin değiştirilmesi, onları imha etmek değil, devlet güvenliğini sağlamak, onları korumak amacını gütmüştür ve dünyanın en başarılı yer değiştirme uygulamasıdır.”[12]
Ve de:
“Ermeni sorununa temel teşkil eden “tehcir-yer değiştirme” uygulaması; bazı çevrelerin iddia ettikleri gibi Ermenileri imha etmek için değil, bilakis savaş bölgesindeki Ermenileri korumak ve devletin güvenliğini sağlamak için yapılmıştır. Üstelik sadece gerçekleştirildiği 1915 şartları için değil, günümüz şartlarında bile dünyanın en başarılı sevk ve iskan uygulamalarından biridir.
Bu tespit kimilerine fazla iddialı gelebilir. Ancak, belgeler ve tarihi gerçekler bizi doğrulamaktadır. Son çeyrek asırda yaşanan benzer olaylar, iddiamızı daha da güçlendirmektedir. ABD’nin 1991’de Irak’a yönelik hava harekâtını hatırlayın; onbinlerce Peşmerge, Türkiye sınırına yığılmıştı. Yaşanan kaosun Türkiye’ye faturası çok ağır olmuştu. Aynı durum, 1980’lerin sonundaki Türklere yönelik Bulgar zulmü sırasında yaşanmıştı. Kapıkule’ye dayanan onbinlerce soydaşımızın iaşe ve konaklamaları büyük problem olmuştu. 2000’lerin başında Arnavutluk’ta benzer sahneler vardı. Gemilerden salkım saçak sarkan ve açlıkla burun buruna yaşayan onbinlerce mültecinin dramını televizyon ekranlarından tüm dünya ibretle takip etmişti. Saydığımız birkaç örnek bile, Osmanlı’nın 1915 şartlarında gerçekleştirdiği tehcirin, son derece düzenli, insani ve iyi niyetli bir sevk ve iskân uygulaması olduğunu ispata yeter de artar bile…
Yer değiştirme uygulaması için 255 milyon kuruş harcayan Osmanlı, göçe tabi tutulan Ermenilerin devlete ve şahıslara olan borçlarını ya ertelemiş ya da tamamen defterden silmiştir. O dönemde bir Osmanlı lirasının bugünkü ABD Dolarından çok daha değerli olduğu düşünüldüğünde, yapılan fedakârlığın ve masrafın cesameti ortaya çıkacaktır. Aynı gönderilen bir miktar para da, Amerikan misyonerleri ve konsolosları tarafından Hükümetin bilgisi dahilinde Ermenilere dağıtılmıştır. Osmanlı, yer değiştirme uygulamasını büyük bir titizlik içerisinde yapmış, dev bir mali külfetin altına girmiştir. (…) Katolik ve Protestan olan, Osmanlı ordusunda subay ve sağlık sınıflarında hizmet veren, Osmanlı Bankası şubelerinde ve bazı konsolosluklarda çalışan Ermeniler, devlete sadık kaldıkları sürece göçe tabi tutulmamışlardır. Hastalar, özürlüler, sakatlar, yaşlılar, yetim çocuklar ve dul kadınlar da göçe tabi tutulmamış, yetimhaneler ve köylerde koruma altına alınarak ihtiyaçları karşılanmıştır.
Geçimleri devlet tarafından Göçmen Ödeneği’nden sağlanmıştır. Bahsetmeden geçemeyeceğim; yer değiştirme uygulamasının bir başka ince noktası, göç ettirilen Ermenilerin geride bıraktıkları menkul ve gayr-ı menkullerin durumudur. Göçe tabi tutulan Ermenilerin bozulabilir malları, hayvanları ve işletilmesi zorunlu olan imalâthaneleri, oluşturulan komisyonlar tarafından açık arttırma ile satılmış ve paraları sahiplerine yollanmıştır. İşi bu denli incelikle ele alan ve attığı her adımı belgeleyen bir devletin, yerlerini değiştirdiği insanları soykırıma tabi tutmak gibi bir kastı olabilir mi?”[13]
Aslına bakılırsa, dünya kamuoyunun lanetlediği, yüzbinlerce Ermeni’nin canına mal olan, hayatta kalabilenlerin her şeylerini yitirdiği ve kuşaklar boyu süren bir acıyla yaşamak zorunda kaldığı tehciri “başarılı” ilan eden bu söylem, “devlet entelijensiya”sının en iyi savunma, saldırıdır” diyen bir yavuz hırsızlığa doğru dümen kırdığını gösteriyor. Ve işin gerçeği, bir ağız kalabalığının gerisinde, “suç”u itiraf ediyor: “Buna soykırım denemez, çünkü sadece erkekleri sürdük, ‘dul’ kalan kadınları (neden dul kaldılarsa? Oysa mantığa göre bu “başarılı” tehcir serüveninde sürülen erkeklerin büyük bölümünün, yeni ve güvenli “yuvaları”na varıp karılarını, çocuklarını yanlarına aldırmış olmaları gerekiyor!) ve çocukları yetimhanelerde ve köylerde koruma altına aldık. Hatta vergi borçlarını bile sildik! (Alicenaplık yapmışsınız. Oldu olacak vergileri de giderayak tahsil edip o savaş zamanı devleti zarara uğratmayaydınız!) Mallarını da satıp parasını kendilerine gönderdik. (Merak konusu, sağ kalabilenleri Der Zor çöllerindeki temerküz kamplarında toplanan, Kürt ya da Arap aşiretlerince kaçırılıp köle olarak satılan, ya da –şanslı iseler- misyonerlerin sağladığı barınaklara kapağı atan ‘hak sahipleri’ni nasıl teşhis edebildiniz acaba?)
“Kadınların ve çocukların köylerde koruma altına alınması?” Bunun Ermeni kadın ve çocukların Kürt ya da Türk, Müslüman erkeklere/ailelere teslim edilip kumalık, hizmetkârlık, cariyelik, fuhuş gibi alanlarda istihdam edilerek “Müslümanlaştırılması” olduğunu herkes biliyor. Anadolulu olup da ailesinde gasp edilmiş bir Ermeni büyük anne olmayan kaç aile vardır ki?[14]
4. “1915 ‘olaylarında’ yaşamını yitiren Ermenilerin sayısı abartılıyor. Ermenilerin çoğu selametle tehcir mahallerine vardılar, oradan da dünyaya yayıldılar. Bir kısmı ise Müslüman (çoğunlukla Alevî) nüfusa karışıp asimile oldu” varyantı.
“Halaçoğlu formülü” diyebileceğimiz, son derece ince logaritmik hesaplara dayalı bir varyant bu. Örnek anlatı:
“Diaspora Ermenileri, yer değiştirme uygulaması sırasında yüzbinlerce, hatta kimi kaynaklara göre 1.5 milyon Ermeni’nin soykırıma tabi tutulduğunu iddia etmektedirler. Oysa konuyla ilgili en teferruatlı bilgiler, belgeleriyle birlikte, Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun TTK Yayınları arasında 2001 yılında yayınlanan “Ermeni Tehcirine Dair Gerçekler (1915)” adlı kitabında mevcuttur. İddiaların mesnedini rakamlar oluşturduğu için ilgili kaynaktan bizzat aktarmak istiyorum: Osmanlı döneminde son nüfus sayımı 1914’te yapılmıştır. Orada Ermenilerin nüfusu 1.221.850’dir. Geriye doğru gidelim; 1906 nüfus sayımında bu rakam 1.120.748, 1893 sayımına göre de 1.001.465’tir. Osmanlı nüfus idaresi 1892 yılında kurulmuştur. Söz konusu nüfus sayımlarının yapıldığı dönemlerde Osmanlı’nın İstatistik Genel Müdürlüğü koltuğunda oturan 5 isimden ikisi Türk, biri Fethi Franco isimli bir Musevi, biri Robert isimli bir Amerikalı, diğeri de Mıgırdiç Şınabyan isimli bir Ermenidir. Osmanlı’nın Ermeni nüfusunu özellikle düşük göstermek gibi bir niyeti asla olmamıştır. Öte yandan, Fransız Sarı Kitabı’na göre aynı dönemde Osmanlı’daki Ermeni nüfusu 1.5 milyon, İngiliz Britannica’ya göre 1.5 milyon, İngiliz yıllığına göre ise 1 milyondur.
Tehcir sırasında yeni yerleşim bölgelerine sevk edilen nüfus 438.758, iskân sahasına varan nüfus ise 382.148’dir. Görüldüğü gibi, ikisi arasında 56.610 kişilik bir fark bulunmaktadır. Göç ettirilenlerle, yeni yerleşim bölgelerine varanlar arasındaki bu fark şuradan kaynaklanmaktadır: 500 kişi Erzurum - Erzincan arasında; 2.000 kişi Urfa - Halep arasındaki Meskene’de; 2.000 kişi Mardin havalisinde eşkıya ve Arap aşiretlerinin saldırısı sonucu katledilmiş, 5.000 civarında kişi de Dersim bölgesinden geçen kafilelere yapılan saldırılar sonucu öldürülmüştür. Sayın Halaçoğlu’nun kitabında bu konunun ayrıntıları belgeleriyle anlatılmaktadır.”
Bir “şecaat arz ederken” öyküsü daha… Haydi, sayıları gerçek kabul edelim. Bu rakamlara göre Osmanlı yönetimi, topraklarında yaşayan Ermeni nüfusun, üçte biri ile yarısı arasını “görülen lüzum üzerine” Suriye çöllerine sürmüştür. Daha önce örnek verdiğim açıklamalara göre, “yücegönüllü” devlet, kadın ve çocukları, yaşlıları-sakatları, Katolikleri, memurları vb. tehcir-dışı bıraktığına göre bu kabaca, ayaklanmalara katılsın katılmasın; Osmanlı’ya karşı savaşsın savaşmasın, Osmanlı topraklarında yaşayan tüm yetişkin Ermeni erkeklerin sürülmesi anlamına gelir! Şimdi gelin bir de “soykırım” tanımını, terimi ilk kez kullanan hukukçu Raphael Lemkin’in versiyonundan bir kez daha anımsayalım:
“… ‘Soykırım’ (terimiyle) bir etnik grubun yok edilmesini kast ediyoruz… Genel anlamında soykırım zorunlu olarak, bir ulusun tüm üyelerinin kitlesel olarak katledilmesi biçiminde gerçekleştirilmesi dışında, bir ulusun dolayımsız yok edilmesi anlamına gelmez. Daha çok, onları yok etmek amacıyla, ulusal grupların aslî yaşam temellerini tahrip etmeye yönelik farklı eylemlerin eşgüdümlü planı anlamında kullanılmaktadır. Böylesi bir plan, ulusal grupların siyasal ve toplumsal kurumlarının, kültürünün, dilinin, ulusal duygularının, dininin ve iktisadi varoluşunun parçalanmasını ve bu gruplara mensup bireylerin kişisel güvenliğinin, özgürlüğünün, sağlığının, saygınlığının ve dahi yaşamlarının tahrip edilmesini hedefleyecektir.”[15]
“Soykırım değil” mi dediniz?!!!
Dahası var: Anadolu’dan sürülen Ermenilerin sayılarını azaltma çabası, tiksinti verici bir küçük kurnazlık örneğidir. Katliamların sorumluluğunu “(Kürt) eşkıyalar ve Arap aşiretleri”ne yıkarak devleti ve görevlilerini aklama çabası da öyle…
Ama en mide bulandırıcısı, hiç kuşkusuz, dönemin TTK başkanı Yusuf Halaçoğlu tarafından dillendirilen, “Alevî Kürtler ihtida etmiş Ermenilerdir; Sünnî Kürtler ise Türkmendir” iddiasıydı.[16] Bir taşla birkaç kuş vurma peşindeki bu ucuz kurnazlık (böylelikle hem Kürtlerin “Türk” olduğu gösterilecek, hem tehcir hesaplarında ortaya çıkan “açığın” ölüler değil, Alevîliğe geçen Ermeniler olduğu gösterilecek, hem de PKK; TİKKO ve bilumum “terör” örgütlerinin bu milletin has Sünnî evlatları değil, “hem Alevî, hem de Ermeni dölü” olduğu kanıtlanacaktı!) bir soruya kılıf hazırlayamamıştı: Ermeniler, 1915’e doğru ne olmuştu da mamur-müreffeh yaşadıkları engin hoşgörülü Osmanlı topraklarında birden bire kitlesel olarak Alevîliğe geçmişti?
5. “Politikacılar olayı çözümleyemez; tarihçilere bırakalım” varyantı.
“Soykırım-karşıtı” argümanlar arasında en sık tekrarlananı, dolayısıyla da bir “galat-ı meşhur” hâline gelmiş olanıdır. Zaman zaman Türkiye’ye davet edilip konferans verdirilen yabancı uzmanlara da tekrar ettirilerek “haklılığı” pekiştirilir.[17]
Örnek söylem:
“(…) Ulusal hafızalar önemlidir, ancak tek başlarına gerçeği teşkil etmemektedir. Türkler ve Ermenilerin ulusal hafızaları birbirini desteklememektedir. Dolayısıyla, güven inşa etmek ve ortak, güvenilir bir bilgi temeline ulaşmak daha da önem arz etmektedir. Türk ve Ermeni tarihçilerinin oluşturacağı ortak bir komisyon aracılığıyla, Türkiye, Ermenistan ve ilgili diğer ülke arşivlerinde 1915 olaylarının araştırılması ve bulguların uluslararası kamuoyuyla paylaşılmasını Türkiye teklif etmiştir. Ayrıca, 2009 yılında imzalanan protokoller Türkiye ile Ermenistan’ın; ‘iki ulus arasında güvenin yeniden tesis edilmesine yönelik olarak, mevcut sorunların tanımlanması amacıyla tarihi kayıt ve arşivlerin tarafsız ve bilimsel şekilde incelenmesi ve öneriler oluşturulmasına yönelik, tarihsel boyuta ilişkin bir diyalog geliştirme’sini öngörmektedir. Bu, suçlayıcı ulusal inanç dili yerine tarafsız bilgi diline geçmek için bir fırsat sunmaktadır. Protokollerin Türkiye ve Ermenistan’da onaylanmasıyla yürürlüğe girdiği takdirde gerçekleşmesi öngörülen bu ortak çalışmada, Türkiye’deki durumdan farklı olarak, hâlâ yabancılara kapalı durumda bulunan bazı kritik Ermeni arşivlerinden de istifade edilebileceği ümit edilmektedir. Ermeni Diasporası’nın bu sürecin yürütülmesine ve ortak/ uluslararası bir araştırma gerçekleştirilmesine karşı gösterdiği güçlü tepki açıklayıcı olduğu kadar düşündürücüdür.
Meselenin, her iki tarafta saygın tarihçilerinin yer aldığı meşru bir akademik tartışmanın konusu olduğu aşikârdır. Geçmişinde acı yaşamış bir toplulukla dayanışma gösterme gibi iyi niyetli amaçlarla da olsa, Ermeni görüşlerine ayrıcalık tanınması ve ağırlık verilmesi, çok sayıda insanın yaşadığı vahamet için adalet sunmamaktadır. Merhamet duygusu, seçici olarak ortaya konduğunda sorunlu hâle gelmektedir.
Konunun insani yönü ağır basıyor olsa dahi, hukuki boyutu tartışmanın odağında yer almaktadır. Soykırım, tanımı açıkça yapılmış bir suçtur. Soykırım, herhangi bir vahşet olayını kabaca nitelendirmekte kullanılabilecek, jenerik bir kelime değildir. Suçların en ağırıdır. Böylesine bir suçlama siyasi hesapların insafına bırakılmamalıdır. Bu anlamda, Parlamentolar, mahkemelerin yerini almamalı ve konuya ilişkin hüküm vermemelidir. Aynı şekilde, Parlamentoların ve diğer siyasi kurumların tarih hakkında yargılarda bulunmak suretiyle tarihi siyasete alet etmemeleri gerekmektedir. Bu durum, konunun özü tarihçiler arasında hâlâ tartışılmakta iken bilhassa sorunlu bir yaklaşım teşkil etmektedir.”[18]
Ne kadar “suret-i haktan”, değil mi? Değil! Diplomatik dilin olanca inceliği, mantıktaki “çarpıtma”yı gizlemeye yetmiyor: “Soykırım hukuksal bir terimdir; böyle bir suçlamayı siyasal hesapların insafına bırakmayalım.” Peki, ne yapalım? “Tarihçilere bırakalım, onlar karar versin.” Sorulmaz mı: Neden uluslar arası hukuk (örneğin Russel Mahkemesi gibi uluslar arası bağımsız bir mahkeme) değil de tarihçiler?
Yanıt basit: “Tarih, geçmişin bohçasını dolduran olgulardan değil, asıl o olgulara yönelik yorumlardan oluşur,” Temel Demirer’in deyişiyle. Ve “Yorum işin içine karıştığında ise çeşitlilik kaçınılmazdır. Öte yandan, tarihin asıl öneminin kurucu öğesi de işte bu çeşitliliktir. Çünkü tarihi bilme yükümlülüğümüz, yalnızca geçmişte bir şeylerin olup bitmiş olması gerçeğinden değil, fakat o olup bitenlerin “bugün”ümüzü inşa etmiş olması gerçeğinden kaynaklanır.”[19] Bu nedenledir ki, “Bir ulusu ulus yapan geçmiştir, bir ulusu öteki uluslar karşısında haklı çıkaran geçmiştir; tarihi ortaya çıkaran da tarihçilerdir,” demektedir Eric Hobsbawm!
Bu nedenledir ki “1915’te ne olduğuna tarihçiler karar versin!” demek olayları olan ve olmayan milyonlarca belge, anlatı, yorum içerisinde bitmez tükenmez tartışmalara, yitip gitmeye, kısacası çözümsüzlüğe terk etmektir!
* * *
Oysa dedeleri Anadolu bozkırında, adı genellikle yerel bellekte “Kanlı” olarak geçen derelerin boylarında, Suriye çöllerinde yitip gitmiş, nineleri ise kim bilir hangi Türk ya da Kürt, Müslüman erkeğinin kapatması olarak “hak dinine” ihtida ettirilmiş Ermenilerin beklentisi son derece net: Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın “suç”unu kabul etmeli, Ermenilerden resmen özür dilemeli ve Ermenilerin gördüğü zararı tazmin yoluna gitmelidir.
Bu, Ermeniler için tarihsel travmalarının üstesinden gelmenin önkoşulu olduğu kadar, Türkiyeliler için de bir vicdan sorunu.
Ama bundan ibaret değil…
Bu ülke, Ermeni Soykırımı’ndan artakalan “nadanlık ve mağduriyet” psikolojisinin Cumhuriyet tarihi boyunca süregiden katliamlara zemin hazırlayışına sahne oldu. Soykırıma uğratılan Ermenilerin, Yahya Kahya’lar, Yüzbaşı Kör Nuri’ler, Serezli Çerkez Ahmet’ler, Saftanlı Amero’lar, Yakup Cemil’ler, İpsiz Recep’ler, Topal Osman’lar ve daha nice devlet çetecisi eliyle yıldırılıp kaçırılmış gayrımüslimlerin mal-mülklerini su fiyatına kapatan ya da yağmalayan halkın Devlet’ine verdiği pasif, kimi zaman da aktif destek ondan sonra da süregitti. İttihat ve Terakki yılları ya da Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında tesis eden “devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” ilkesi, devletin kendini “tehlikede” hissettiği her an, çete davranışına irca etmesine yol açacaktı… Cumhuriyet tarihi boyunca gayrımüslimlere uygulanan ve sonunda sayılarının bir avuca inmesine yol açan yıldırma politikaları (Trakya olayları, Varlık Vergisi, Aşkale sürgünü, 6-7 Eylül, Kıbrıs çıkartması…) İstiklal mahkemeleri, Dersim Tertelesi, Süryanî-Êzîdî kıyımları, 12 Mart ve 12 Eylül rejimleri, Maraş, Çorum Alevî katliamları; 1990’ların Kürtlere karşı “Özel Harb”i, Roboskî… Devletin hoyratlığı hiç bitmedi, gerisinde binlerce ölü ve onbinlerce sönmüş hayat bırakan bu olayların hiçbiri kovuşturulmadı, sorumluları yargılanıp cezalandırılmadı…
Bu “ben devletim, asarım-keserim”ciliğin; bu kendini hep mağdur ve hep haklı, farklı olan herkesi potansiyel düşman olarak algılayan paranoyanın bir noktada son bulması, Türkiye’nin “makbul” vatandaşlarının (Sünnî, Müslüman, Türk, erkek, sağcı…) devletin kendileri adına işlediği suçlarla yüzleşmesi gerekiyor. Yüzleşmek gerekiyor ki İpsiz Recep’lerin, Topal Osman’ların çağdaş versiyonu Ogün Samast’ları, Yasin Hayal’leri, (Malatya Zirve Kitabevi Katliamı sanığı) Salih Gürler’leri üreten bataklık kurutulabilsin. Yüzleşmek gerekiyor ki Kürt, Êzîdî, Alevî, gayrımüslim, solcu, ateist ya da farklı cinsel yönelimli… velhasıl “farklı” olan yurttaşlar, nefes alıp vermesine izin veren o engin “hoşgörü”sünü ne zaman yitireceği belli olmayan bir devletin -ve de “durumdan vazife çıkartan” para-militer tetikçilerinin- gazabının gölgesi altında ebedi bir rehine hayatı sürmek zorunda kalmasınlar…
19 Mart 2015 18:09:47, Ankara.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:166, Nisan 2015…
[1] “Kusurları laflarla süsleyebiliriz.”
[2] Engin Ardıç, “Madem ki Ermeni’sin”, Sabah, 5 Mart 2015, s.2.
[3] “Aşkale’nin Düşman İşgalinden Kurtuluşu Coşkuyla Kutlandı”, Milliyet, 3 Mart 2015.
[4] “Erdoğan: Ermenistan’a Uzattığımız El Havada Kaldı”, Sputnik, 11 Şubat 2015. http://tr.sputniknews.com/guney_amerika/20150211/1013898019.html#ixzz3UkAn1OfQ
[5] “Genelkurmay, Ermeni Mezalimi Belgelerini Açıkladı”, 15 Nisan 2005, http://www.habervakti.com
[6] Devletin ricali ve ‘entelijensiya’sı, “Esas onlar bizi kesti” söyleminden pek haz eder: Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürü Doç. Dr. Yusuf Sarınay, “Sorun bu tarihte başlamıyor. 1915 bir sonuçtur” vurgusuyla şöyle diyor, örneğin: “Başbakanlık Devlet Arşivleri, 1910-1922 yılları arasında Anadolu’da 523 bin 955 Türk’ün Ermeni çeteleri tarafından katledildiğini gösteriyor.” Hurşit Güneş ise ekliyor: “Birinci Dünya Savaşı’nda Anadolu’da Müslüman halkın kayıpları 3 milyona, yani halkın üçte birine yaklaşmaktaydı. Öte yandan, Balkanlar’da 1821-1925 arası yüzyıllık dönemde ise 5.5 milyon Müslüman tebaa öldürülürken, 5 milyonu da yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan koparılarak Anadolu’ya hicrete zorlanmışlardı. Bu ıstıraplar hiç konuşulmuyor da, Ermenilerin yaşadığı benzer koparılış hikâyesi soykırım olarak karşımıza çıkarılıyor.” (akt.: Temel Demirer, “Kapsayıcı Bağıntılarıyla Ermeni Soykırımı, Kaldıraç, Mayıs 2010, sayı 110.)
[7] Ankara büyük tehcirin ve katliamın yaşandığı 1915’e kadar Ermenilerin özellikle Katolik Ermenilerin yaşadığı en önemli merkezlerden biriydi. Bugünse şehirde sadece üç yüze yakın Ermeni aile kaldı.
Raymond H. Kévorkian, ‘Ankaralı Ermeniler Konuşuyor’ kitabı için kaleme aldığı giriş yazısında, Temmuz 1915’te, Ankara’da yaşayan Katolik olmayan Ermenilerin tutuklandığını anımsatarak, birkaç günde gözaltına alınanların bin 200 kişiyi bulduğunu hatırlatıp, bu grubun Ankaralı kasap ve dericilerin de yardımıyla beş-altı günde katledildiğini dile getiriyor. (“Ankara’nın Son Ermenileri”, Taraf, 1 Ocak 2014, s.4.)
[8] Tayfun Atay, “Bilim ve İktidar: Konuşan Kemikler, Susturulan Kemikler!”, Radikal, 2 Ocak 2014.
[9] Dr. Recep Karacakaya, “Sunuş”, Kaynakçalı Ermeni Meselesi Kronolojisi (1878-1923), T.C. Başbakanlık, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Yayın no. 52, İstanbul, 2001: XII.
[10] Katliamın birinci dereceden sorumluları, dönemin Muş valisi ile dördüncü ordu komutanı Zeki Paşa, hiç de yabancı olmadığımız bir tarzda, cezalandırılmak bir yana, terfi ettirilecektir!
[11] Robert Melson, Revolution and Genocide, University of Chicago Press, 1992: 43-48.
[13] Hayati Tek, “1915 Tehciri, bir soykırım harekâtı değil, dünyanın en başarılı sevk ve iskan uygulamalarından biridir”, (Anahtar, Mayıs 2010, ss.30-34). http://vizyon21yy.com/documan/genel_konular/ Milli%20Guvenlik/Erm_Sor_Dosy/1915_Tehciri_Bir_Soykirim_Harekati_Degil_Dunyanin_En_Basarili_Sevk_ve_Iskan_Uygulamalarindan_Biridir.pdf
[14] “30 Nisan 1916 tarihli bir talimatname var. Buna göre aile reisinden mahrum kadınlar ve çocuklar Ermeni ya da yabancının olmadığı köy ve kasabalara dağıtılacak. Bunun, ikinci maddesinde de genç ve dul kadınların, tezviçleri yani evlendirilmeleri emrediliyor. Bu arada Osmanlı arşiv belgelerinde benim rastladığım, 1915’te tehcir sırasında Ermenilerle evlenmek isteyen memurların ve diğer Müslümanların yazdığı çok sayıda talep dilekçesi var. Mesela, Kayseri’nin Gigi köyünde Maria’nin tehcir edilmesi gerekiyor. Ama Emval-i Metruke komisyonundaki bir memur, Maria’yla evlenmek istiyor. Başvuru yapıyor, Maria’nın ihtida ettiğini anlatıyor ve onunla ilgili tehcir kararının kaldırılması için dilekçeler yazıyor. Hatta tehcir edilmişse bile bulunmasını, kendisinin bulunduğu yere gönderilmesini istirham ediyor.
Ermeni kadınların o adamlarla evlendiklerinde hayatlarında o kadar dramatik olay var ki. Örneğin, kadının bütün ailesi, gözünün önünde öldürülmüş. Ve bir Müslüman adam onunla zorla evlendirilmiş. Evlendikten sonra Müslüman kocalarından şiddet görenler, kaçanlar, hamile kalınca çocuğunu düşürenler, çocuğa kıyamayıp doğurup sonra kaçanlar, çocuğunu bırakıp gidemeyenler...
Müslümanla evlenmiş ve hele bir de ondan çocuk yapmış kadınlar, soykırım sonrası Ermeni toplumunda fazla kabul görmüyor, ne yazık ki dışlanıyorlar. Onlar da mecburen Müslüman olarak yaşamaya devam ediyor ya da intihar ediyor. Bir olay var onu asla unutamam. Kilis’te tehcir sırasında jandarma ve zabitanlar için kurulan bir genelev var. Orada da Ermeni kadınlar var.” (Tuğba Tekerek, “Ümit Kurt: Yüzyıllık Tedirginlik”, Taraf, 21 Nisan 2014, s.7.)
[15] “Genocide definitions”, Wikipedia, http://en.wikipedia.org/wiki/Genocide_definitions
[16] “Müslümanlığı kabul etmiş ve kendisini Türk olarak kabul etmiş insanlar gelip Anadolu’ya yerleşmiştir. Dolayısıyla bunları bir mozayik olarak kabul etmek farkına varmadan ülke içerisinde de bir takım gruplaşmalara neden olmaktadır. Bu konuda özellikle siyasetçilerin çok dikkatli olması gerekir. Araştırmalarımızda Kürt diye bildiğimiz insanların aslında yapısal olarak ’Türkmen asıllı’ olduğunu, Kürt Alevi olarak bilinen vatandaşların ise ‘Ermeni kökenli’ olduğunu gördük. Ülkeyi bölmeye çalışan ‘TİKKO ve PKK’ terör örgütlerinin içinde yer alan insanların birçoğu Ermeni dönmesi Kürtlerden oluşuyor. TİKKO ve PKK hareketi bizim bildiğimiz gibi Kürt hareketi değildir. (…)Ermeniler’in bir kısmı sürgün edildi, bir kısmı da Türkiye’de kaldı. Sürgünden kurtulan ve kendini Kürt Alevi olarak tanıtan pek çok Ermeni kaldı Türkiye’de.” (“Kürtler Türkmen, Kürt Alevileri Ermeni”, Aktif Haber, 20 Ağustos 2007, http://www.aktifhaber.com/kurtler-turkmen-kurt-alevileri-ermeni-128303h.htm. )
[17] Örneğin bkz. “Michael Werz: Soykırım Tartışması Tarihçilere Bırakılmalı”, Ermeni Sorunu Web Sitesi, 17.02.2015, http://www.ermenisorunu.gen.tr/michael-werz-soykirim-tartismasi-tarihcilere-birakilmali-2/
[18] “1915 Olayları, Genel Bakış”, T.C. Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/1915-olaylari-ve-turk_ermeni-uyusmazligi-genel-bakis.tr.mfa.
[19] Temel Demirer, “Tarih Bilgisi ve Hatırlamak”, İpek Yolu Haber Gazetesi (Van), 19-21 Ocak 2012.
Yorum Ekle