“Tarihin her sayfasında avaz avaz haykıran bir gerçek.” [1] Devrimci/ sosyalist hareket içinde nicedir bir eğilim gözleniyor: çeşitli ha...
“Tarihin her sayfasında avaz
avaz haykıran bir gerçek.”[1]
Devrimci/ sosyalist hareket içinde nicedir bir eğilim gözleniyor: çeşitli hareketler oluşturdukları dernek ve vakıflar aracılığıyla kendi tarihlerini kendileri ve konuya ilgi duyabilecek kişiler için anlaşılabilir/ anlatılabilir kılma çabasına giriştiler. Yücel Demirer’in az ileride değineceğim makalesinde[2] yer alan sıralamayı izleyecek olursak, Devrimci Yol hareketinin Özgür Açılım Kolektif İnisiyatifi çatısı altında hazırladığı, ilki 2012’de olmak üzere şimdiye dek üç cildi yayınlanmış olan Tarihle Söyleşiler adlı yapıt, bu eğilimin ilk örneği oldu. Onu, Kurtuluş hareketinin SODİD (Sosyal Dayanışma ve İletişim Derneği) çatısı altında gerçekleştirilen ve hareketin 1975-1985 arasındaki tarihini kurucularının, önderlerinin ve militanlarının ağzından değerlendiren 9 ciltlik Kurtuluş Kendini Anlatıyor izledi.
Gülay Kayacan, Şükrü Aslan ve Yücel Demirer’in derlediği Türkiye Sosyalist Hareketinde Partizan Geleneği (1972-1980), Bir Sözlü Tarih Çalışması başlıklı, İbrahim Kaypakkaya’ya bağlanan Partizan hareketine “içeriden” bir bakış oluşturan yapıt, bu eğilimin üçüncü ve (şimdilik) son örneğini oluşturuyor.
Burada bir parantez açma ihtiyacı duyuyorum. Hiç kuşku yok ki, devrimci/ sosyalist hareketlerin kendi tarihlerini kendi ağızlarından anlama/ anlatma girişimleri, son onyıllarda hareketin çeşitli eğilimleri içinde yer almış akademisyenlerin 1970’li yılların siyasal-toplumsal-sınıfsal mücadelelerini akademik olarak da sorunsallaştırma-irdeleme girişimleri bağlamına yerleşiyor. Örneğin (kendisi de İKD’nin örgütlenmesinde bilfiil görev almış) Emel Akal’ın yüksek lisans tezi olarak hazırladığı, 2003 yılında TÜSTAV tarafından yayınlanan Kızıl Feministler, Biz Sözlü Tarih Çalışması, Zafer Aydın’ın İşçilerin Haziranı: 15-16 Haziran 1970 (2020), yine Zafer Aydın’ın Mektepten Sokağa Liseli Gençlik: İlerici Liseliler Derneği (İLD) 1977-1980 (2022), Kerem Morgül’ün 2007 yılında Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İnkılapları Enstitüsü’ne İngilizce olarak sunduğu yüksek lisans tezi Fatsa’da Toplumsal Mücadeleler (1960-1980), aklıma ilk gelenler.
Burada zikrettiğim çalışmaların ortak bir kaygısı var: Türkiye devrimci/ sosyalist hareketin ve o fırtınalı yıllarda yaşadığımız büyük toplumsal altüstlüklerin tarihini “resmi” anlatı çerçevesinden çıkartarak aktörlerine, yani hareket(ler)in “sıra neferleri”ne teslim etmek…
Bu, benim gibi, bağlandığı ideolojinin bu topraklardaki serüvenini öğrenmek için 1990’lara dek, Aclan Sayılgan, Fethi Tevetoğlu gibi namlı antikomünistlerin kitapları, en iyi ihtimalle Mete Tunçay’ın çalışması, İletişim’in ansiklopedileri (Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, c. 8) ya da hareketin önde gelenlerinin kaleme aldığı, çoğunlukla da kişisel hesaplaşma ağırlıklı otobiyografik yapıtlardan öte kaynak bulamayanlar için çok olumlu bir gelişme, kuşkusuz. Bu yapıtları okuduğunuzda yalnızca söz konusu siyasal hareketlerin hangi saiklerle, nasıl örgütlendiklerine, yapıp ettiklerine, maruz kaldıkları baskı ve işkencelere değgin bilgi edinmekle kalmıyorsunuz, “göğe hücuma kalkma” cüretini gösteren gencecik insanların duygu, düşünce ve eylemlerini biçimlendiren “zamanın ruhu”nu da etinizde-kemiğinizde hissediyorsunuz.
Ya da en azından benim Partizan Geleneği’ni okurken deneyimlediğim, tam da bu oldu.
Açımlayayım: Lise son sınıfta tanıştığım 73 sonrası sol siyasallaşmaya ilişkin, İstanbul/ Kadıköy yakası mamur-müreffeh orta-üst sınıf ortamında biçimlenmiş hafsalam, Dersim’in dağlarında, Malatya köylerinde, Adana varoşlarında bu siyasallaşmanın nasıl alımlandığını anlamaktan acizdi. Maocu hareket, kendimi yakın hissettiğim Sovyetik söylemle de uyarlı biçimde “goşizm, köylücülük, serüvencilik” klişeleri ve en kötüsü, Doğu Perinçek’in Halkın Sesi ve Aydınlık’ında karakterize olan kışkırtıcı saldırganlığın damgasını taşıyordu o zamanlar benim için. Uzak durulması, sakınılması gereken, yabancı bir diyar...
“Onları” çok sonraları, 90’lı yıllardan itibaren çeşitli vesilelerle gidip gelmeye başladığım Dersim’de yakından tanıma olanağını buldum. Kabul etmeli, epey bölünmüş, hayli yıpranmışlardı; ama gözlerindeki sönmeyen umut, hareketin sıra neferleri olmayı düstur edinmiş tevazu, karşısındakini ve dünyayı anlama yolundaki olağanüstü gayret ve sömürü sistemine, onun aygıtlarına duydukları sahici öfke, gençlik yıllarımdaki ham önyargılarımdan utandırdı beni.
Partizan Geleneği başlıklı çalışma, “onlar”ın kendilerini anlatmalarından oluşan kapsamlı bir sözlü tarih çalışması. Ama yalnızca Partizan çevresinin içinde yer almış militanların (ya da Partizan “sıra neferleri”nin mi desem?) döneme ilişkin anı ve değerlendirmelerinden oluşmuyor. Militanların anlatılarını önceleyen çerçeve yazılar hem 70’li yılların siyasal-toplumsal atmosferi, hem uluslararası iklim, hem Partizan geleneğinin tarihi, hem de kitabın hazırlanışında temel alınan “sözlü tarih” tekniği ve bunun çalışmada nasıl kullanıldığına dair bilgilendiriyor okuru. Kısaca aktarayım:
Onur Vakfı yönetim kurulu başkanı Kemal Yılmaz’ın projenin hazırlanış sürecini anlatan “Sunuş”unu (ss.13-17), “içeriden” birinin, TKP-ML/ TİKKO üyesi olma iddiasıyla 1981’de tutuklanıp Eylül 1985’te salıverilen ve kitabın hazırlanışına çok emeği geçen Ahmet Cihan’ın Partizan hareketinin kuruluşu ve 1980 öncesindeki tarihi ile kitabın hazırlık çalışmalarına ilişkin bilgiler içeren “Görünmeyen bir Tarihi Görünür Kılma Çabası” başlıklı yazısı (ss.19-40) yer alıyor. Cezaevinde tanıştığı pek çok devrimcinin Partizan geleneğinden habersiz olmasına şaşıran Cihan’a göre kitabın amacı tam da bu: “görünmeyeni görünür kılmak”…
Cihan’ın yazısını, Yücel Demirer’in, yukarıda da değindiğim, “sözlü tarih” ve özellikle de coğrafyamızdaki “sözlü tarih” pratiği üzerine titiz bir döküm içeren, kapsamlı, doyurucu bir makalesi yer alıyor: “Türkiye’de ‘Sol Sözlü Tarih’ Çalışmalarının Gelişim Dinamikleri Üzerine Düşünceler” yazısı (ss.41-81) “sözlü tarih”e ilgi duyan okurların kitaptan bağımsız olarak ele alıp irdeleyeceği bir makale… Son yıllarda “alttakiler”in (ezilenler, etnik gruplar, madunlar, kadınlar, emekçiler, “marjinaller”, sol hareketler…) tarihini onlara “ses vererek” kayıt altına alma girişimlerinde yoğun biçimde başvurulan bir araştırma tekniğine ilişkin literatüre önemli bir katkı oluşturuyor, Demirer’in yazısı…
Onu, Şükrü Aslan’ın “Partizan Geleneği’nin Doğuşunu Anlamak” (ss.83-132) başlıklı yazısı izliyor. Şükrü Aslan, yazısında TKP-ML TİKKO hareketinin Doğu Perinçek’in PDA’sından kopuşunu ve bağımsız bir hareket olarak biçimlenişini dönemin tarihsel-siyasal bağlamı içine yerleştirip, kişisel tanıklıklarla besleyerek aktarırken, Partizan hareketinin kurucuları, özellikle de efsanevî lideri İbrahim Kaypakkaya[3] hakkında doğrudan tanıklıklara dayalı bilgiler veriyor. [Kendi adıma, Doğu Perinçek’in PDA’dan ayrılan Kaypakkaya ile Muzaffer Oruçoğlu’nu öldürtme girişiminin bizzat Oruçoğlu’nun tanıklığına dayalı anlatısını (ss.107-108) çok çarpıcı buldum…]
Şükrü Aslan’dan sonra kitabın editörlerinden Gülay Kayacan alıyor sırayı. “Proje Sürecinin Öyküsü: Belleklerdeki Partizan (1972-1980) Sözlü Tarih Çalışması” (ss.133-150) başlıklı yazısında saha çalışması öncesi safha, saha çalışması ve yürütücü ekip, görüşülen kişilere ilişkin ayrıntılı bir demografik döküme yer veriyor. Bu yazıyı da genelde Vakıf gönüllülerinden oluşan proje yürütücülerinin (çoğu, aileleri itibariyle Partizan geleneğine bağlı gençler: Meral Nergis Şahin, Sedat Odabaş, Devrim Gece, Özer İnal) saha çalışması ve görüşme kayıtlarının çözümlenmesi gibi teknik süreçlerin kendilerini nasıl etkilediği, nasıl dönüştürdüğüne ilişkin duygu ve izlenimleri bizlerle paylaştığı “Sözlü Tarih Saha Deneyimlerinden Gözlemler, İzlenimler, Hissedişler” (ss.151-182) yazısı izliyor…
Sonra… Sonra hep birlikte sahaya iniyoruz. 1970’li yıllarda “Partizancılar”ın dernekler (yurtiçi-yurtdışı), gecekondu mahalleleri, fabrika ve sendikalar, yürüyüş ve mitingler, öğrenci hareketi, toprak işgalleri, cezaevlerinde yaşadıkları, deneyimledikleri, gözlemleri… “Sözlü Tarih”in “söz” kısmı tam da burada, 183. sayfada başlıyor. “Göğe hücuma kalkan”, hayatı eşitlikten, halkların kardeşliğinden yana dönüştürmeye kararlı, özgüvenli olduğu kadar özverili gececik insanların dünyayı değiştirme öyküleri… Yalnızca büyük kentlerde değil aynı zamanda ülkenin ücra köşelerinde… Kendi ağızlarından.
Derneklerde:
“…Örneğin Elazığ’da kurulan Fevzi Çakmak Güzelleştire ve Dayanışma Derneği’ni 12 Mart’ın o karanlık günlerinde devrimci demokratik bir örgütlenmenin imkânı biçiminde bir grup arkadaş öncülük ederek kurmuşlardı. (…) Orası kısa zamanda ilerici, devrimci gençlerin toplandığı bir yer oldu. Bayağı yoğunlaştık biz orada ve sonraki yönetimde yer aldık, örneğin tiyatro bölümünü kurduk…” (Mehmet Çetin, s.188)
“Örneğin, Kartal Derneği’nde de seminer veriyorlar (…) Biz de ihtiyacı olanların seminerlere katılmasını sağlıyorduk, böyle işçi kesiminden olan arkadaşları, işte inşaat işçileri olabilir, sıvacılar olabilir. Benim de tanıdığım dört-beş sıvacı arkadaş vardı, hatta onlarla beraber çalıştım inşaatta. Onları aldım derneğe götürdüm yani seminerleri dinlesinler diye. Toplumlar işlenecek, işte ilkel toplum, komünal toplum, köleci toplum, onların anlayacağı bir dilde.” (Hasan Deniztuttu, s.190)
“1974 Affı’ndan sonra bu tahliyelerle beraber İ.A. köye geldi, Karakoçan’a geldi (…) Bize ‘Sünnî köylerle çok yakın ilişkiler gerçekleştirmemiz gerekiyor, Alevî köylerle sınırlı kalmamak lazım,’ dedi. ‘Sünnî köylerde futbol takımı kuralım, maçlar, müsabakalar düzenleyelim’ dedi. Ve hakikâten de öyle oldu.” (Nuri Akyol, s.198).
“Ovacık’tayız 1977’nin sonlarıydı. (…) Amcaoğluyla benim bir lise grubumuz bardı. 30-40 kişilik. (…) Amcaoğluna dedik ki, ‘bir tiyatro yapalım,’ o da ‘iyi olur,’ dedi. Haşmet Zeybek’in Irgat adlı tiyatro oyununu sahneledik. (…) Sömestr tatilinde Nazımiye, Tunceli’nin merkezinde ve Pülümür’de oynadık… Tiyatro oyununu kostümüyle, sahne dekoruyla hazırladık, çok modern bir çalışma yaptık! (…)
Kendi köyümde ortaokul yapılmış, ama ortaokulun binası yok, köy evinde ortaokul dersi veriliyor. Hasan Ayata Hoca’nın çok büyük katkısı ve yardımıyla ‘oraya bir ortaokul yapalım’ dedik ama ortaokul nasıl yapılacak? (…) Bunun için Yeşilyazı’da (Zeranik’te) benim köyümde Ortaokul Yaptırma Derneği kurduk, tabii para lazım. Köylüler o kadar güvenmiş ve inanmış ki bize her evden bir teneke fasulye topladık. (…) Bu işi daha derli toplu yapmak için aynı zamanda Fasulye Üreticiler Kooperatifi kurduk.(…) Kadınından erkeğine, gencinden yaşlısına kadar tüm köy adeta seferberlik hâlinde bu okulun yapım işine dört elle sarıldı, yani dayanışmanın, kolektif çalışmanın en güzel, en somut örneklerini verdik.” (Zeynel Demirçivi, ss.200-202)
Gecekondu yapımı hakkında:
“İstanbul’da 1 Mayıs Mahallesi’nde yapılan toprak işgali, yapılan konutlar bizde heyecan yarattı. Buna bağlı olarak Ankara’da 18 Mayıs Mahallesi denilen yerde toprak işgali yapıldı. (…) İşte oraya gecekondular yapılmaya başlandı… Devlet de müdahale etti. Tabii oradaki arkadaşlarımız ve diğer siyasetlerden arkadaşlar karşı koyuyordu, yıkılan evler yeniden yapılıyordu. 18 Mayıs Mahallesi ‘Kaypakkaya’nın Mahallesi’ diye anılıyordu artık!” (Kasım Ayata, s.223)
İşçi sınıfı içinde:
“Tabii ki o sınıf mücadelesine müdahil olacaksınız, öyle bir hedef var ama bunun yolu önemli ölçüde sendikalardan geçiyordu. Mesela bu konuda hiç perspektifimiz yoktu, bunu yapamadık ama bunun ötesinde şunu yaptık.[Fabrikalarda örgütlenebilmek için] bazı kadınları işçi olarak fabrikalara gitmeleri şeklinde bir yol izledik, bu kadınların küçük bir kısmı lise mezunu kadınlardı… Mesela bir kadın arkadaş ilkokul mezunuydu kesim bölümüne girdi ve gerçek bir militan oldu!” (Feryal Sarıoğulları, s.240)
“… Zamanla çalışmalar ilerledikçe, diğer siyasi hareketlerle irtibatlarımız geliştikçe, özellikle Dev-Yol veya Halkın Kurtuluşu’nun vasıtasıyla, işletmelere eleman yerleştirmeye başladık. Böylece Çukobirlik’e, Paktaş’a, Bossa’ya, Teksa’ya, Temsa’ya, Sasa’ya pek çok arkadaşımızı yerleştirmiş olduk. Bu arkadaşları İşçi Komitelerinde topladık ve düzenli eğitime başladık. Hem siyasi seviyelerini yükseltirdik hem de sendikal alanda işçi sınıfı içinde nasıl çalışma yürüteceklerini, neler yapabileceklerini onlarla konuşurduk.” (Bayi Çağrı, s.241)
Öğrenci hareketi içinde:
“…Çapa’da Fikir Kulüpleri Federasyonu’nu kurduğumuz zaman kurucu üye olmak için 40 kişiyle konuştuk, daha çok İbrahim [Kaypakkaya] konuştu… Biz üyeyiz, yeni üye arıyoruz. O zaman İbo’ya şunu söyledim, verdiğim tek akıl da odur: ‘Sen bu insanlara başlarına neler geleceğini de söyledin mi?’ dedim. ‘Yok,’ dedi, ‘söylemedim.’ ‘O zaman söyle,’ dedim! Sonra İbo ‘başınıza şunlar gelebilir, karakola girebilirsiniz, hapse atılırsınız, o zaman şunu yaparsınız, bunu yaparsınız,’ diye hep anlattı… Fakir Baykurt’un kitaplarını yeni okuyan bir arkadaşımız vardı, Ş. K. İbo bunları anlatınca o şunu söyledi: ‘peki, bu arada canımı da isterler mi?’ dedi! İbo dedi ki ‘isteyebilirler!’ Ş. K. ‘iyi o zaman beni de yazın’ dedi.” (Mehmet Çobanoğlu s 273).
“Birileri bize Partizancı diyordu, biz de kendimize Partizancı diyorduk! O zaman Partizan dergisi çıkıyordu, yasal bir dergiydi… Biz onu okumaya, satmaya çalışıyorduk. Lise öğrencisiyiz, 10-15 kişiyiz, biraz da mahalleden gençler var, hepimiz bir araya gelip kitap okur, tartışırdık. Kahvelere gidip büyüklerimizin tartışmalarını dinlerdik. Öğrenciler olarak işçi grevlerini destekleme ziyaretleri yapıyorduk!” ( Hasan Şirin, s.305)
Toprak işgallerinde:
“Viranşehir’de bir toprak işgali yapıldı Hadişane denilen 110 hanelik bir köyde. 1979’un baharıydı. (…) Köyün nüfusu yarı Arap, yarı Kürt’tür. Köyün erkekleri genellikle Suriye’ye kaçakçılığa giderdi: Tütün, elektrik eşyaları falan alırlar, getirir satarlardı. O köyde üç tane toprak ağası vardı, biri MSP’li, biri AP’li, diğeri de CHP’liydi… Geniş bir araziydi, marabalar onların traktörlerini sürüyorlar, hasat zamanında da bir-iki çuval paylarını alıyorlardı. Köylüler bir-iki sefer tarlayı sürmeye direndi, ağaların adamlarını döverek traktörlerine el koydular ve kendileri ektiler… Ancak 12 Eylül’de cunta gelmesinden sonra arazi köylülerin elinden alındı, köylülere bayağı baskı yaptılar.” (Hasan Deniztuttu, s.309)
“Dersim’de Deşt denilen yer bir mezradır, Sin köyünün mezrası… Orada boş bir arazi vardı: yüzde 95’i dağlık, yüzde 5’i düzlüktü ama buradaki köylüler kendi un ihtiyaçlarını Elazığ’dan çuvallarla getirip ekmek ihtiyaçlarını temin ediyorlardı. O boş tarlanın etrafında beş-altı tane ev vardı. Köylülere ‘bu önünüzdeki tarlayı niye ekmiyorsunuz,’ diyoruz; köylüler diyor ki ‘orası bizim değil, devletin. Gücümüz yetmez biz burayı işgal edemeyiz!’
Neyse, aradan bir 10 gün falan geçti, bölge komitesinden işgale onay geldi, biz yerel komite toplandık durum değerlendirmesi yaptık. Köylerdeki kitleye ulaşmamız lazım, her köyden birer tane temsilci çağırdık. (…) Başladık konuşmaya, toprak işgalinin propagandasını yapıyoruz, her temsilci kendi köyünün örgütlenmesini yapacak, işgale katılacakların isim listesini alacak ve biz de Hareket olarak her köyde gece düzenleyeceğiz katılım olsun diye. (…) Bu şekilde iki ay köylerde çalıştım. Beş traktörle tarla sürümü yapılacağı kararı alındı. (…) 150 teneke buğday ekeceğiz, buğdayın parasını köylüler karşılayacak… Beş tane traktör, 150 teneke ve bölgedeki taraftarlarımızın katılımını da Orhan Bakır üstlendi.
İşgal günü geldi yaklaştı. Orhan Bakır (…) haber gönderdi: ‘150 teneke buğday bulamadım, 120 teneke arpa, Elazığ’dan o olur mu?’ ‘O da tahıl, buğday olmazsa arpa olsun,’ dedik. İşgal gününden önce 5 tane traktör 120 teneke arpayı Deşt’e getirdiler, traktör sürücülerini oradaki evlere misafir verdik ki sabahlasınlar. Traktör sahipleri kaldıkları evlerden işgalin kanunsuz, izinsiz olduğunu öğrenmişler… Gece traktörlerine binip kaçmışlar, sabah kalktık ki traktörler yok!”
[Sonuç olarak köyden bir traktör temin edilip tarla sürülmeye başlanıyor… Ve jandarma tarafından kuşatılıyorlar] “Kitle Deşt’te, tarlada halay çekerek tarla sürümüne devam etti. Askerler yere yattı gözdağı vermek için ama kitle çalışmaya devam etti, halay da devam ediyor! Kaç saat sürdü sürüm bilmiyorum ama tohumluk serptiğimiz alan bitti, arkadaşlar bildirdiler artık sürülecek yer kalmadı. (…) O arada bir piyade birliği geldi, tarlanın dört bir köşesine makineli tüfekleri kurdular ve onların da katılımıyla çemberi genişlettiler, bizi tamamıyla çember içine aldılar.
Başlarındaki komutan askere süngü taktırdı, halkın üzerine saldı, süngü taktılar ama süngüyü kullanmıyorlar. Silahların dipçikleriyle vuruyorlar… Köylüler de kendini savunmak için yerdeki toprak kesekleriyle müdahale ediyor… Oradaki evlerden bir kadın, kucağında bir bebek ciyak ciyak ağlıyor, hem biz etkileniyoruz hem de askerler etkileniyor. Sloganlarla bebeğin annesinin bırakılmasını istedik… Etrafımızda oluşturulan asker kordonunda koridor açıldı, kadın gitti çocuğunu bir eve bıraktı tekrar geldi, asker çemberine dayandı. Biz de hayret ettik, asker de hayret etti! Asker sordu, ‘niye geri geldin,’ dedi. ‘Ben arkadaşlarımın yanında yer almak istiyorum,’ dedi ve tekrar koridor açıldı, geldi bize katıldı ama bize bir moral oldu! Kadını hepimiz alkışa tuttuk.” (Sabri Koçyiğit, ss.310-314)
Ve hapishaneler:
“Biz kadınlar olarak direnişi başlattık, direniş başlatınca bizi ‘Mamak’a göndeririz’ diye tehdit ettiler, çünkü o dönem Mamak bayağı zulüm kalelerinden biriydi… O dönemlerde cezaevlerinde tekrar Şube’ye alıyorlardı, birileri yakalandığı zaman ya da üzerinde ifade olduğu zaman tekrar işkenceye alıyorlardı. Bir arkadaşımız böyle alınınca biz kadınlar itiraz ettik: ‘İşkenceye hayır, ölüme hayır, arkadaşımızı işkenceye götürüyorsunuz,’ diye isyan ettik. Tabii bu isyanı beklemiyordu cezaevi idaresi, bizi aşağıya indirdi, aşağıda kalorifer dairesi var, 60 kadar kadını. Orada bize gerçekten bir hafta, on gün yoğun işkence yaptılar. Dayak attılar, küfrettiler, ‘burada komutanım,’ diyeceksiniz diye dayattılar. Bayağı yoğun işkence yaptılar, gerçekten kadınlarımız iyi direndi. Oradan sonra bizi Mamak’a götürdüler. Mamak’ta da bir beş-altı ay kadar kaldım. Tabii Mamak’ta daha özel muameleler yaptılar, daha çok işkence yaptılar.
Mamak’a geçince biz kadınlar orada çok daha disiplinli olduk, daha ciddi politikalar üretmeye çalıştık, daha çok direniş göstermeye çalıştık. Mesela komutanım sözünü asla kabul etmedik… Komutanım diyene kadar işkence yapıyorlardı, dayak atıyorlardı. ‘Biz asker değiliz, siyasi tutukluyuz, tutsağız, onun için komutanım demeyeceğiz’ diyorduk ve dayağımızı yiyorduk.” (Seza Mis Horuz, ss.337-338)
“Daha sonra zamanla cezaevinde koordinasyon sağlanmaya başlandı. Bizim koordinasyonlarımız ya revirlerde buluşma ya avukat görüşlerinde ya da ziyaretlerde görüşme zamanı orada mesajlarımızı birbirine aktarıyorduk. Veya daha sonra geliştirdiğimiz mors alfabesi sayesinde haberleşmelerimizi sağlamaya başladık. Parmakla yazma olayı tabii genellikle bloktan bloğa, çapraz bloklarda ya da karşı bloğa görebildiğimiz yerlere parmakla yazıyorduk. Saatlerce… Bir haberleşme aracı olarak kedi de kullanıyorduk yeri geliyordu fare de kullanıyorduk. Örneğin kedinin ya da farenin ayağına ip bağlayıp, notu da ayağına bağlayıp sucuğu öbür tarafa gösterip ya da bir yem parçasını, fareyi oraya yönlendirip hücreden hücreye o notları getirip götürmesini sağlıyorduk…” (Yusuf Demir, s.343)
* * *
Bunlar ve bunlardan çok daha fazlası…
Türkiye Sosyalist Hareketinde Partizan Geleneği (1972-1980), Bir Sözlü Tarih Çalışması, bu coğrafyanın genç devrimcilerinin, sosyalistlerinin kendilerini var eden devrimci geleneğin içinde biçimlendiği zeitgeist’ı (= “zamanın ruhu”), ve dayandıkları, ama dayanmakla kalmayıp biçimlenmesine katkıda bulundukları ethos’u, duyumsayabilmek, kavrayabilmek için başvurabilecekleri önemli bir kaynak. Sınıf öfkesi, kararlılık, özveri ve yaratıcılık üzerine, bu niteliklerin taşıyıcısı sıra neferlerinin ağzından bir hikâye. İnsana “yeniden mümkün mü?” ve aynı zamanda “neden olmasın?” sorularını sorduran…
Sonlandırmadan önce bir izlenim eklemeden geçmemeli: kitap, adından başlamak üzere, “Sözlü tarih” vurgusuyla fazlasıyla yüklü. Kuşku yok ki “sözlü tarih” madunların, “egemen-olmayanlar”ın tarihini yazmada çok elverişli bir teknik. Ancak okur çalışmayı okurken “Partizancılar”ın belirli bir tarihsel kesitteki edim ve deneyimlerine ilişkin bir yapıt mı, yoksa “örnek olay” olarak Partizancılar’ı ele alan akademik bir “sözlü tarih” çalışması mı okuduğu konusunda tereddüde düşüyor. Bir başka deyişe, Partizan Geleneği akademik dünya ile (devrimci) pratik arasında bir ikircimi de taşıyor bünyesinde…
10 Haziran 2025 15:29:06, Muğla.
N O T L A R
[*] 14 Haziran 2025… https://www.evrensel.net/haber/557357/partizan-gelenegi-partizancilar-kendilerini-anlatiyor
[1] John Steinbeck, Gazap Üzümleri, çev: Ergün İlgin, Halk Yay., 1974.
[2] Yücel Demirer, “Türkiye’de ‘Sol Sözlü Tarih’ Çalışmalarının Gelişim Dinamikleri Üzerine Düşünceler”, Türkiye Sosyalist Hareketinde Partizan Geleneği (1972-1980). Bir Sözlü Tarih Çalışması. Der.: Gülay Kayacan, Şükrü Aslan, Yücel Demirer, Onur Toplumsal Tarih ve Kültür Vakfı Yayınları, 2025. ss.41-82.
[3] “Efsanevî” nitelemesini rastgele bir güzelleme olarak kullanmıyorum. Dersim köylerinde dolaşan herkes, özellikle yaşlıların İbrahim Kaypakkaya adı geçtiğinde sergilediği “neredeyse dinsel” (quasi-religious) tepkileri gözlemleyebilir.
Yorum Ekle