“Bir sabahın üç kapısı var göğe Biri emek ellerinde ışıyan Işıt gitsin yol boyunca büyüsün Bir sabahın üç kapısı var göğe Biri korku al ko...
“Bir sabahın üç kapısı var göğe
Biri emek ellerinde ışıyan
Işıt gitsin yol boyunca büyüsün
Bir sabahın üç kapısı var göğe
Biri korku al korkuyu yüreğinden çal yere
Emek senin umut senin korku ne
Yeter ki ellerin ellere kavuşsun…”[2]
Sanayi, Osmanlı İmparatorluğu topraklarına geç girdi. Geleneksel tezgâhların yerini fabrikalara bırakması, ancak Tanzimat’tan sonra, ordunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan ve çoğunlukla askerleri istihdam eden çuha, deri, silah, barut vb. fabrikaları ile başlayan bir süreçtir. Öte yandan Tanzimat ile iş yaşamının da liberalleşmesi, özellikle ellerinde belirli miktarda sermaye birikimi olan gayrımüslimleri sınaî üretime teşvik ederek ücretli işçi çalıştırmaya yöneltir.
Biraz Tarih: Osmanlı’nın Son Yılları
Hiç kuşku yok ki bu işçiler belki Osmanlı’nın ilk sanayi proletaryası; ama ilk işçileri değil. Sanayi-öncesi üretimde işçiler ve özellikle dokuma ve gıda üretiminde kadın işçiler yoğun biçimde yer almaktadır:
“Gümüş ve altın işlemeler yapan kadın işçilere İstanbul’da, İzmir’de, Yanya’da ve Anadolu’nun birçok kentinde kalabalık kitleler hâlinde rastlanmaktaydı. Bu tür işlerde 17. ve 18. yüzyıldan beri yoğun bir biçimde kadınlar ve genç kızlar çalıştırılıyordu. Özellikle Ankara, Bursa, Edime, Amasya vb. dokuma merkezlerinde.”[3]
Bu sanayi-öncesi işçileri, (tohum hâlindeki proletarya mı demeli?) hiç de geçici, münferit, arızi değildir. Osmanlı kentlerinde 17-18. yüzyıldan itibaren ekmeğini sahibi olmadıkları üretim araçlarında ücret karşılığı çalışarak kazanan çok sayıda kadın ve erkek (ve tabii çocuk) işçiden söz edilebilir. Öyle ki, 19. yüzyıldan itibaren dokuma tezgâhlarının yerini makinelerin almaya başlaması, bu sınai-öncesi işçileri tedirgin edecek, işlerinden olma kaygısıyla Luddist hareketi çağrıştıran eylemlere girişeceklerdi. Böylelikle örneğin, 1839 yılında bugün Bulgaristan sınırları içerisinde olan Plevne’de fabrikada çalışan kadın işçiler, kendilerini işlerinden edeceği kaygısıyla fabrikada makinelerin kurulmasına karşı isyan edecekti. Aynı eylem, yine günümüzde Bulgaristan sınırları içinde bulunan Samarkov’daki bir tekstil fabrikasında 1851’de tekrarlanır.[4] Kadınlar makineleri kırmaktan, ancak getirilen mekanik tarağın kullanılmayacağına dair söz aldıklarında vaz geçerler.[5]
Ne ki, bu “Osmanlı Luddist kadınların” korktukları başlarına gelmeyecek, tersine, makinelerin üretime girmesi, kadın istihdamını arttıracaktır: iplik eğirme, dokumacılık, deri, ipek, halı, kilim, nakış, tütün, kimya işlerinde giderek daha çok kadın ve çocuk işçi çalıştırılmaya başlanacaktır. Çünkü kadın (ve çocuk) emeği, çok ucuzdur: “Kadın işçilerin ücretleri oldukça değişiktir ve her zaman çok düşüktür: 1867’de İzmir, Kula, Uşak ve Saruhan gibi yerlerde, çoğu Avrupalılarca çalıştırılan halı fabrikalarında kadın işçilerin gündelik ücreti 33 paradır.”[6] Yani 1 kuruşun altında. (1870 yılında 1 Lira = 5 mecidiye, 1 mecidiye= 20 kuruş, 1 kuruş= 40 para. Aynı dönemde 1 ekmek ise yaklaşık 20 paradır.[7] Bir başka deyişle iki ekmek almaya yetmeyecek bir yekûn… Aynı yıllarda en düşük memur maaşı 2 lira dolaylarındaydı… Yani 8000 para: halı dokuma işçisi bir kadının ücretinin 8 katından fazla).
Bu düşük ücretlerin ödenmediği de olmaktadır: o zaman kadınlar çareyi patırtı çıkarmakta bulurlar. Şehmus Güzel, 4 Ocak 1867 tarihli The Levant Herald gazetesinden aktarıyor:
“Maliyeden 20-30 parayı geçmeyen alacakları olan bir küme kadın, tekrar ücretlerinin ödenmesi isteğinde bulundular. Cevap olarak, alışılmış ‘para yok’ sözünü işiten kadınlar gittikçe daha fazla şamata yapmaya başladılar ve (ancak) dışarıdan müdahaleyle sustular. Çıkan kargaşalıkta, kadınlardan birçoğunun itilip kakıldığı söylenmektedir.”[8].
Özetle, tohum hâlindeki işçi sınıfı, ortaya çıktığı andan itibaren mücadeleci özelliklerini gözler önüne serecektir. Malûm, 19. yüzyıl sonu Osmanlı ekonomisinin iflas yılları. Genç Osmanlı burjuvazisi (ki şimdilik çoğunlukla gayrımüslimlerden oluşmakta) “ecnebi” akıl hocalarından krizin faturasının işçilere ciro edilmesi gerektiğini öğrenmiş; ücretler düştükçe düşüyor, zamanında ödenmiyor. İşçiler ise, gecikmeksizin direnişe geçiyorlar:
İlk grevler, 19. yüzyılın ikinci yarısında baş gösterir, bu coğrafyadaki grevler tarihini Zonguldak kömür madenleri ile İstanbul tersaneleri başlatacaktı. Giderek demiryolu işçileri, iskele hamalları, terzihane işçileri, duvarcılar ve daha nice emek erbabı, ödenmeyen ya da kuru ekmeğe yetmeyen ücretlere karşı tepkilerini sıklaşan grevlerle ortaya koyarlar.
Osmanlı proletaryasının ilk kadınları, tahmin edilebileceği üzere, gayrımüslimlerdi. Ve erkekler kadar mücadeleci olabileceklerini daha baştan açığa çıkardılar. Osmanlı coğrafyasında kadın işçilerin mücadelelerine ilişkin bilinen ilk kayıt, yukarıda sözünü ettiğim Plevne (1839) ve Samarkov’daki (1851) Luddist eylemlere ilişkin olanlardır.
İşçi olarak eyleme geçmediklerinde ise, işçi ailesi olarak direniştedirler. Erkek işçilerin ağırlıkta olduğu 1870’lerin grev dalgasında, eşlerinin, babalarının, evlatlarının yanlarında yer alırlar: Örneğin:
“Ocak 1873’te Tersane işçilerinin grevinde, Babıali’ye doğru yürüyüşlerinde ve oradaki toplantılarında eş ve anneleri de katılmıştır. 27 Ocak 1873 tarihli Hadika gazetesi yazıyor: Bazı grevcilerin ‘zevce ve valideleri dahi beraberlerinde oldukları hâlde yine Babıâli pişegâhına gelerek toplanmışlardır.’” Kadınlı-erkekli!
“İkinci örnek, Mayıs 1876’daki Tersane grevinden: Greve katılmak istemeyen işçilerin, grev kırıcıların başına gelenleri La Turquie gazetesinin 23 Mayıs 1876 tarihli nüshasından okuyalım: ‘Bu işçiler işten çıktıklarında grev yapan işçilerin saldırısına uğramışlar ve pek çok grev karşıtı işçi yaralanmıştır. Silahlı birlikler tarafları dağıtmıştır. Grevci işçilerin eşlerinin de en az grevciler kadar saldırgan oldukları ve sopalarla silahlanmış ‘hanum’ birliklerinin Tersane’in kapusunda durarak çalışmak isteyenlere sopa yağdırdıkları söylenmektedir.’
Tramvay grevlerinde de grevci eşlerinin tramvayların sefere çıkmasını engellemek amacıyla raylar üzerine yatması eylemine/olayına sıkça rastlanmıştır. Bu tür ‘dayanışma eylemleri’ kadınların toplumsal mücadelesinde gelenekselleşmiştir.”[9]
Ama yalnız “destekçi”likle yetinmezler. Krizin yükünü üstlenmeyeceklerini, kendi haklarını savunarak da gözler önüne sererler. Örneğin, 1876’da Feshane’de çalışan hemen tümü Rum ve Ermeni 50 kadın işçi işi bırakarak o dönemde hükümet merkezini barındıran Bab-ı Ali’ye bir yürüyüş düzenleyip ödenmemiş ücretlerinin ödenmesini talep eden bir dilekçe verdiler… Şehmus Güzel, 1872-1907 yılları arasında Osmanlı coğrafyasında 50 grevin örgütlendiği, bunlardan dokuzunun kadınların yoğun biçimde istihdam edildiği dokuma işkolunda gerçekleştiği saptamasını yapıyor. (a.y.)
İşçi hareketleri, özellikle Avrupa’daki sınıf kardeşleriyle daha yakın ilişki içerisinde olan Rumelili işçiler II. Meşrutiyet’in getirdiği göreli özgürlük ikliminde sosyalist yapılanmalarla da daha yakın ilişki kurmaya başladılar.
Sosyalist nitelikli tüm işçi örgütleri arasında en fazla ön plana çıkan ve faaliyetleriyle dikkat çeken örgüt, 1909’da kurulan Selanik Sosyalist İşçiler Federasyonu olmuştur. Federasyon, kadın üyeleri de içermektedir; örneğin 28 Ağustos 1909’da düzenlediği ve 6000’i aşkın işçinin katıldığı “uluslararası işçi eğlencesi”nde kadın konuşmacıların da söz aldığı bildirilir. Federasyon “işçi ailelerini bir bütün olarak 1 Mayıs kutlamalarına, sendikanın düzenlediği gezi, eğlence ve pikniklere katma faaliyetleri, grev yapan işçilerin aileleri için bağışlar ve yemek paketleri toplayarak dağıtması, spor takımları kurarak sendikalar arası müsabakalar düzenlemesi, halk kütüphaneleri açması, akşam sınıfları tertip ederek genç kızlar tarafından okuma yazma dersleri vermesi vb. faaliyetleri işçiler arasında dayanışmayı ve bir sınıf olabilme bilincini artırmayı hedeflemekteydi. Tüm bu hedef ve faaliyetleriyle Federasyon, Osmanlı işçi örgütlenmesinin geneli açısından oldukça üst bir konumda yer almakta ve farklı etnik-dini kimliklerden işçileri bir araya getirebilme çabalarıyla farklılığını ortaya koymaktaydı.”[10]
Bu dönemde grevlerin de hızlandığını ve grev ve işçi hareketlerine kadın katılımının yoğunlaştığını görüyoruz. Örneğin 1911’de Selanik’te 90’ı kadın 490 tütün işçisinin grevi… Kuşku yok ki özellikle Trakya’da yükselen işçi hareketi, “eril” özelliklerinden sıyrılabilmiş değildi, erkek işçilerin yerine kadın işçilerin istihdam edilmemesi talebini grevlerinde gündemleştiriyorlardı.
Kentlerde, özellikle de fabrikalarda kadınların yığınsal istihdamı, Osmanlı’nın uzun savaş yıllarında, yani 1912’den itibaren, genç erkeklerin cepheden cepheye sürülmesinin yarattığı emek açığını gidermek üzere gerçekleşecektir. Hane halkını geçindirmek zorunluluğuyla karşı karşıya kalan kadınlar, geleneksel iş kollarının yanısıra, erkek berberliğinden inşaat işçiliğine, sokakların temizlenmesinden mermi imaline her işte çalıştırılmaya başlanır. 1917 yılında kurulan kadın amele taburlarıyla kadınlar askere dahi alınacaktır.
Kadın emeğini cazip kılan bir etken erkek işçilerin savaşlarda kırılması ise eğer, bir diğeri de kadın ücretlerinin düşüklüğüdür. Bir örnekle: “The Oriental Carpet Manufacture Ltd. Şirketi’nin halı tezgâhlarında çalıştırılan kadın ve çocukların gündelik ücreti, 1,6 kuruştu. “1907-1908 yıllarında, günde 16 saat çalışıp 40 para veya 2 Kuruş alan Sivaslı bir kadın işçi, bir günlük ücretiyle fiyatı 5 Kuruş olan bir ekmek bile alamıyordu, 1913-1914 yıllarında ortalama gündelik ücret tarım kesiminde kadınlar için 2-6 Kuruş yani erkeklere verilen ücretin hemen, hemen yarısı kadar olmuştur.”[11] Kadın işçiliğine en düşük ücretler, bugün olduğu gibi Osmanlı’da da Kürt vilayetlerinde ödeniyordu; Urfa Sancağı’nda günde 1 kuruşa çalışan kadın sayısı az değildi. Her durumda, 1915 sanayi sayımları, kadın ücretlerinin, hiçbir yerde ve hiçbir sektörde erkek ücretlerinin yarısını aşmadığını göstermektedir.[12]
Ücretler düşüktür. Ya çalışma koşulları?
1908 İnkılabı’nın getirdiği söylenen “hürriyet” öyle gözüküyor ki işçi sınıfına uğramamış. Öyle ki,
“Kadın işçilerin çalışma ve yaşam koşulları içler acısıdır. İmparatorluğun bütün halklarını etkileyen bulaşıcı hastalıklar, kıtlık, yokluk vb. belalar yanında kadınların çalışma koşulları, yaşamı daha çekilmez hale getirmektedir. Adana’dan Fransa Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen bir konsolosluk raporunda aynen şunlar yazılı: ‘Dokuma fabrikalarında işgünü sabah saat dörtten önce başlıyor.’ Kadın işçiler günde on dört, on beş saat çalışmaktadırlar.
Bursa İpek Fabrikası’ndaki o dönemin çalışma koşullarını ‘Hakk-ı Sükut’ (Sus Payı) ile öyküleştiren Refik Halid (Karay), ‘böcekhane, kozahane ve iplikhanede üç dört kuruşa karşı on dört saat kaynar sular başında, pis kokular, hasta nefesler emerek zehirlenen’ genç kızlardan söz etmektedir. Karay’ın belirttiğine göre, ayda 90-120 kuruş kazanan kızların yanında ‘amele kâtibi’ ayda 8 lira almaktadır.”[13]
Düyun-u Umumi Osmanlı Devletinin, gırtlağına kadar borçlu Osmanlı (çoğu gayrımüslim ve levanten olan patronların, patronlar ise işçilerin boğazındadır. Sömürü, çekilmez ağırlıktadır. Birbiri ardı sıra grevler patlak verir:
“23 Temmuz’la 31 Ekim 1908 arasında İstanbul, Selanik, İzmir, Beyrut, Midilli, Samsun, Eskişehir, Konya, Bulgurlu, Edirne, Demirkapı, Gümülcine, Foça, Kavala, Drama, Ergani, Balya, Karaaydın, Adana, Gevgeli, Manastır, Üsküp, Varna ve Ereğli’de yüzü aşkın grev örgütlenmiştir. Üç aydan biraz fazla bir süre içinde bütün ülkede aniden ortaya çıkan bunca grev toplumsal bir patlamadır. (…)
Nitekim bu grevlerin işkollarına göre dağılımına baktığımızda 40’a yakınının gıda (tütün dahil) ve dokuma (kumaş, ipek, iplik, deri, halı, vb.) gibi kadınların yoğun olarak alın teri ve göz nuru döktüğü işkollarında düzenlenmiş olduğunu saptıyoruz. (…)
Kavala ve Drama’daki 14.000 tütün işçisinin katıldığı kitlesel grev Vera isimli bir önderin başı çekmesiyle, grevi başından sonuna yoldaşlarıyla birlikte örgütlemesiyle düzenlenmiştir... Kadınlar grev komitelerinde görev almışlardır. Grevcilerin istekleri arasında, “işgününün yazın dokuz, kışın sekiz saate indirilmesi, gündeliklerin 18 kuruşa çıkarılması, işyerlerinde tükürük kapları, içme suyu, havalandırma tesisatı bulundurulması” gibi bir işyerindeki en basit çalışma koşularına ilişkin olmaları da dikkatten kaçmamalı.
İzmir’de, İzmir-Aydın demiryolu grevinde olup-bitenler sırasında kadınlar kocalarıyla dayanışma içindedirler. İzmir’deki Fransız Konsolosu’nun 2 Ekim 1908 tarihli raporunda belirttiğine göre, 1 Ekim 1908’de grevcilerle güvenlik güçleri arasındaki çatışmaya kadınlar da katılmışlar. Silahlı çatışmadan sonra grevciler geri çekilmiş, ‘eşleri/kadınları gelip askerlere küfür etmiş, demiryolu yönetimine karşı tehditler savurmuşlardır’…”[14]
Yalnız büyük kentler, ya da Rumeli değil; eylem dalgası, Anadolu kadınlarını da alacaktır içine. 16 saatlik işgünü sonunda aldıkları yevmiyenin bir ekmek almaya yetmediği Sivas’ta dokumacı kadınlar 1908 yılında Sivas Belediyesi’ne doğru yürüyüşe geçip belediye başkanının evini taşlayacak, buğday depolarına el koyacaklardır.[15]
Kadın işçilerin grevlerdeki etkinlikleri daha sonraki yıllarda da sürmüştür. Bu bağlamda 1910’da çoğu kadın olan Bursa’da 3.000, Bilecik’te 1.000 ipek işçisinin grevlerini anımsayabiliriz.
Öte yandan feminizm, özellikle reform çabalarının yoğunlaştığı 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı topraklarına giriş yapacak ve “kadın hakları” sorununu Osmanlı’daki yenileşme çabalarının ayrılmaz bir parçası hâline getirecekti. 20. yüzyıl başlarında pıtrak gibi biten ve özellikle de İttihat ve Terakki çevresinden kadınları seferber eden kadın dernekleri, kadınların mesleklere girebilme hakkını savunurken, işçi kadınların istihdamını da savunmuş, (ancak düşük ücretleri “pek” sorun etmemişlerdir.)
Peki, ya Cumhuriyet Dönemi?
Sermayenin “milli”leştirilmesini, bir başka deyişle yerli kapitalizm yaratmayı temel hedef olarak gören erken Cumhuriyet’in İmparatorluk’tan devraldığı çalışma koşulları tablosu, hiç de parlak değildir. Dahası, sendikal örgütlenme, grev gibi temel işçi hakları “milli sanayiyi geliştirmek” adına, yasaklanmıştır. “Sermaye birikimi”, dış borçların ödenmesi, onyıllar boyu süren savaşlardan tarumar olmuş bir ülkenin kalkındırılması, hep kır ve kent emekçilerinin sırtına yıkılmış durumdadır. Bu emekçilerin, özellikle de kadın emekçilerin yaşam koşullarını daha da çekilmez kılmaktadır. Erken Cumhuriyet yıllarında feminist hareketin sönümlen(diril)mesi sonucunda kadınların, özellikle de emekçi kadınların insanca bir yaşam ve özgürleşme mücadelesi, ağır baskılar altında gizli faaliyet göstermek durumunda kalan sosyalist hareket tarafından üstlenilmiştir. Bu anlamda, Şefik Hüsnü (Değmer)’nün yönettiği Aydınlık dergisinde şiirleri yayınlanan Yaşar Nezihe (Bükülmez)’i, kadın sendikacı Zehra Kosova’yı, sosyalist militan Fatma Nudiye Yalçı’yı, çeşitli yayın organlarında (bu meyanda Cumhuriyet gazetesinde) kadınların iktisadî-siyasal-toplumsal ve cinsel kurtuluşu konusunda yazılar yazan, ikiyüzlü burjuva ahlâkını eleştiren iki sosyalist kadını, Sabiha Sertel ve Suat Derviş’i özel olarak anmak gerekir.
Erken Cumhuriyet yıllarında emekçi sınıfların durumunu gözler önünde canlandırmak için, 1921’de Meclis’de Ereğli’de çalışan kömür işçilerinin durumunu dile getiren dönemin İktisat Bakanı’nın sözlerine kulak vermek yetecektir: “Bizimkilerin hâlini arz edeyim. Hepsi çıplak, hepsi açtır. Hatta üzerlerinde bir mintan bile yoktur. Karadeniz sahillerinden gelen, ameleliği kendilerine sanat ittihaz eden Müslüman biçarelerin orada yatacak yerleri yoktur. Bunlara 80 kuruş gündelik verilir. Fakat 40 kuruşu ekmek parası olarak kesiliyor ...”[16] Kadın işçilerin durumunun daha iyi olduğunu söylemek için hiçbir dayanak yok. Hatta tersine…
Erken Cumhuriyet döneminde sanayide kadın istihdamının (başta dokumacılık ve gıda sanayii olmak üzere) yüzde 25 dolaylarında olduğu belirtiliyor.[17] Kadın emeği başta İstanbul ve İzmir olmak üzere birkaç büyük kentte yoğunlaşmıştı, 1930’lu yıllarda uygulanan devletçi iktisat politikaları doğrultusunda kurulan İktisadi Devlet Teşekkülleri de kadın işçi sayısını arttıran bir etken olmuştur.
Sınai kapitalizmin beşiği Batı Avrupa ülkeleri ve ABD’nde olduğu gibi Osmanlı-Türkiye coğrafyasında da kadın (ve oldukça yüksek bir oran oluşturan çocuk) emeğinin tercih nedeni, yetişkin erkek işçilere göre çok daha düşük ücretlerle çalıştırılmalarıydı. Aynı eğilim, Cumhuriyet döneminde de süre gidecektir. Örneğin (1936 tarihli İş Kanunu sonrasına ait bir veri, Türkiye’de kibrit ve çakmak tekeline sahip bir Amerikan şirketinde 19 yaşından büyük erkek işçilerin saat ücreti 8 kuruş iken aynı yaştaki kadın işçilerde bu miktar 7 kuruşa düşmektedir. Bu salt özel sektör ya da küçük işletmelere özgü bir durum da değildir üstelik. Örneğin, “1940’lı yılların sonunda, 1.475 işçi çalıştıran ve bunların 1.000’i kadınlardan oluşan Samsun Tekel Tütün Bakım ve İşleme Evi’nde kadınların ortalama saat ücreti 15-16 kuruş iken, erkekler için bu rakam 24-25 kuruştu. Aylık ücret ise kadınlar için 35-40, erkekler için 50-60 lira arasındaydı. 1947 yılı itibariyle, 1.200 işçi çalıştıran Sümerbank Bakırköy Bez Fabrikası’nda paçal kısmında çalışanlar ayda 80, iplikteki ustalar 180, kadınlar 75, çocuklar 25 lira ücret almaktaydılar.”[18]
İzmir İktisat Kongresi’ne (1923) katılan işçi heyetlerinin ısrarıyla işçileri, bu arada kadın işçileri de koruyacak kimi ilkeler üzerinde anlaşmaya varılır. Kadın işçilere yönelik belirlenen ilkeler, kadınların madencilik sektöründe çalışmasının yasaklanması, kadın emekçilere her ay üç gün izin ve doğumdan önce ve sonra sekiz haftalık ücretli izindi.[19]
Ne ki, İzmir İktisat Kongresi kararları “tavsiye” niteliğindeydi, hayata geçirilmeleri, ancak bir yasal çerçeveye oturduktan sonra mümkün olabilecekti. Söz konusu olan “işçi hakları” olduğundaysa, bu yasal çerçeveler bir türlü biçimlenemiyordu. Böylelikle, örneğin, “Kongrede amele yerine işçi kavramının kullanılması ve işçi sendikalarının kurulması kararı alınmasına rağmen hükümetler bu kararı uygulamadıkları gibi, 1930’lardan itibaren işçi sendikalarının kurulması engellenmiştir.”[20]
1936’da çıkartılan İş Kanunu ise kadınların çalışması yasak ya da kısıtlı olan tehlikeli işler ile gebe ve emzikli kadınlara yönelik izin ve kreş/ emzirme odası gibi düzenlemeleri ilgili bakanlıklarca hazırlanacak tüzüklere bırakır. 1960 yılına gelindiğinde kadın işçiler için genel manzara, şudur: “Tüm ülkede sadece 33 emzirme odası ile 32 kreşin kayıtlı olduğu, bu tesislerdeki çocuk sayısının ise sadece 2 898 olduğu görülmektedir. Bunun öncesindeki dönemde ise durum çok daha kötü olup, bu olanaklar yok denecek düzeydedir.”[21]
Sorun keşke yalnızca “eşit işe eşit ücret” alamama ya da “kreş ve emzirme odaları yokluğu olsa...
Örneğin çalışma süreleri…
“1936 tarihli İş Kanunu, haftalık çalışma süresini 48 saat, minimum çalışma yaşını ise 12 olarak saptamıştı. TBMM Çalışma Komisyonu üyelerinin 1947 yılına ait raporları, kadın işçilerin diğer çalışma sorunları yanında, çalışma yaşı ile çalışma sürelerine ilişkin olarak da İş Kanunu’nun sınırlamalarına uyulmadığına ilişkin gözlemler sunmaktadır. Buna göre, İstanbul Hasköy’de Tel Çivi ve Şakir Zümre fabrikalarında bir taraftan küçük yaşta çocuklar çalıştırılırken, diğer taraftan ‘Kadın amelelerin 10 saat çalıştırıldığı söylenmektedir’. 3 000-3 500 işçi çalıştıran Pamuk Mensucat Fabrikası’nda ‘15 yaşında bir kız üç senedir bu fabrikada çalışmakta, 13 yaşında bir kız çocuğu da makaralarda 8 saat çalıştırılmaktadır’ İstanbul’da 300 kadar işçisi olan Malta Oğulları Mensucat fabrikasında işçilerin çoğu kadın. Mesainin 8-11 saat olduğu fabrikada, 9-12 yaşında küçük çocuklar da çalıştırılıyor ve bu ‘yavrucukların hafif işlerde çalıştırılması ustaların insafına kalmış oluyor’ Raporda, tesisteki sağlık koşulları da ‘berbat’ sözcüğüyle niteleniyor. 400 işçinin çalıştığı Bursa Romenkal İpek Fabrikası’nda 9-13 yaş arasında küçük yavrular çok görülmekte ve bunların çoğu yaş tashihi suretiyle işe girmiş durumdalar. Mesai, çocuklar da dahil, 12 saat devam etmektedir. Aynı şey, İzmir Amerikan tütün fabrikasında da geçerli. Rapor, zaten kötü olan durumun, küçük sanayide daha da kötü olduğunu da ortaya koyuyor…”[22]
Ya çalışma koşulları?
“Tek parti döneminde, iktidar partisi CHP milletvekilleri tarafından parti genel sekreterliğine hitaben hazırlanan pek çok belge, kadınların işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunlarına ilişkin bilgiler sunmaktadır. Örneğin, 1936 yılına ait bir belgede, ‘Isparta’da sabahtan akşama kadar çalıştırılan ve hemen hepsi kadın ve çocuktan ibaret olan yüzlerce işçilerin sihhat ve gündelik bakımından durumlarının eyi olmadığı’ belirtilmektedir. Yukarıda söz ettiğimiz Samsun Tekel Tütün Bakım ve İşleme Evi’nde tütün bakım ve işleme işleri ‘sağlık şartları hiç de elverişli olmayan depolarda yapılmaktadır. Havasız karanlık Aspirateur ve kalorifer tesisatı bulunmayan bu salonlarda 300-400 işçi kadın fena şartlar altında çalışmaktadır. ...Hâlen altı işleme salonunda 1.000’den fazla genç kız ve kadın Fransızlardan kalma bu depolarda günlerinin büyük bir kısmını geçirmektedirler.’ 400 işçi çalıştıran Tekel Sigara Fabrikası’nda da ‘alt katta tefrik kısmında çalışan kadınların sağlık durumları iyi değildir.’ (…) Küçük işletmelerin neredeyse tamamı da her türlü sağlık olanaklarından uzak bir görünüm sergiliyor. ‘Bursa’da ipek ve tütün işlerinde bilhassa çok küçük yaşlarda işlere giren ve ekseriyeti kadın ve kız teşkil eden iş yerleri ciğer hastalıklarına fazla meydan vermekte olduğundan burada da dinlenme yerleri ve sanatoryum tesisi ve işçi hastahane ve pavyonlarının kurulması bir zarurettir’.”[23]
Böylelikle kadın işçiler, Cumhuriyet’in yaklaşık 40 yılı boyunca, neredeyse hiçbir yasal güvenceye sahip olmadan, düşük ücretlerle, son derece sağlıksız koşullarda, uzun çalışma süreleriyle çalıştırılmıştır.
Kadın işçiler (ve tüm işçiler) Cumhuriyet tarihinin büyük bölümünde yoğun sömürü koşullarında çalıştırılmıştır, çünkü Cumhuriyet rejimi, İttihat ve Terakki’nin 1909 tarihli Tatil-i Eşgal” kanununu model alarak işçilerin sendika kurmasını ve grev yapmasını yasaklamıştır.[24]
Ama görmezden gelinmeleri, yasaklar, baskılar, onları engellememişe benziyor. The Globe gazetesinin 4 Kasım 1929 tarihli nüshasının 1. sayfasında şöyle bir haber yer alıyor:
“Kastamonu/ Ankara, 3 Kasım. Türk kadın işçiler tarihte ilk kez greve gittiler. Kazandılar. Grevi 2000 başörtülü köylü kadın işçi başlattı. Patronları Türkiye Orman İşletmeleri Şirketiydi. Greve gittiler çünkü günde sadece 25 kuruş alıyorlardı, erkeklere ödenen ücretin yarısı. Erkeklerinkine eşit ücret istediler, patronları da gelecekte cinsiyetler arasındaki ekonomik ayırımcılığı sonlandırma sözü verdi.”[25]
Kastamonulu kadın işçiler, böylelikle Osmanlı coğrafyasında 1839 ve 1851’de günümüz Bulgaristan topraklarında makinelerin kendilerini işlerinden edeceği kaygısıyla eyleme geçen, 1876’da Feshane’de iş bırakıp ödenmemiş ücretlerini alabilmek için Babıali’ye yürüyen, 1910’da düşük ücretlere ve uzun mesai saatlerine, sağlıksız çalışma koşullarına karşı Bursa’nın ipek fabrikalarında binlerle greve çıkan kız kardeşlerinin izinden gitmişlerdi…
1960 “Açılımı”
Siyasal iktidar 1950’lerden itibaren özel sektör eliyle sanayileşmeye ağırlık verecek, bu ise kentlerde hatırı sayılır bir sanayi proletaryasının oluşmasını tetikleyecektir. 50’lerde korporatist ve kliyentalist bir sendikacılık ile denetim altında tutulan işçi sınıfı, 27 Mayıs Anayasası’nın getirdiği göreli özgürlük ortamında, işçilerin örgütlenmesi ve işçi eylemleri büyük bir ivme kazanacaktı. Yanlış anlaşılmasın, işçiler bir “gül bahçesi” bulmadılar hazırda. 27 Mayıs Anayasası onlara sendika kurma, örgütlenme hakkını tanımış olabilirdi, ama iktidar ve patronlar, yöneticilerini yüksek maaşlar ve ballı pozisyonlarla devşirdikleri sarı sendikacılığın bir adım ötesine geçmelerine razı değildi. Örgütlenme haklarını, kendi sendikalarını, dişleri-tırnaklarıyla kazıyarak, gövdelerini ortaya koyarak kazanmak durumundaydılar. O sendikanın adı, DİSK’ti…
DİSK’in kuruluşuna giden yol, Saraçhane Mitingi’yle (1961) başlar[26], Kavel greviyle ivme kazanır; 15-16 Haziran’la taçlanır.
15-16 Haziran’a geçmeden önce, Kavel’den söz etmeli.
Kavel… İstinye’de bir kablo fabrikası. Patronun ikramiyelerden kesinti yapmak istemesi üzerine, zaten ağır koşullarda çalışıp zar zor geçinen işçiler, aralarından üç temsilciyi yönetime gönderirler. Temsilcilerin işten çıkartılması üzerine, 170 işçi beş günlük oturma eylemi kararı alır (28 Ocak 1963) Patronun buna tepkisi, 10 işçiyi daha işten çıkartıp lokavt ilan etmek olur. Oturma eylemi, greve dönüşecektir. Oysa grev dönemin yasalarına göre yasadışıdır. Eylem boyunca işçilerle polis sık sık karşı karşıya gelir. Grev ise, semt sakinleri ve civar fabrikalardaki işçilerin desteğiyle devam etmektedir.
En büyük destek ise işçi ailelerindendir. Erkekler polis saldırısına uğrayıp gözaltına alındıkça yerlerini kadınlar alır ve sık sık polisle karşı karşıya gelirler.
Kavel direnişini polis şiddeti ve sıkıyönetimle kıramayan iktidar, sonunda grev ve toplu sözleşme yasasını mecliste kabul etmek zorunda kalacaktır.[27] Grev hakkı kazanılmıştır!
Kavel’in ardından grev ve işgaller birbiri peşisıra sökün eder: Çoğunluğu kadın 1100 Petrol-İş üyesi işçinin 41 gün süren ve kazanımla sonuçlanan Berec grevi (1964-65), Kozlu (1965), Paşabahçe (1966), ilk fabrika işgalinin gerçekleştirildiği Derby (1968), Türk Demirdöküm ve Singer grev ve işgali (1969), Alpagut işgal ve özyönetimi (1969)…
Ve 15-16 Haziran!
Yükselen işçi mücadelesi karşısında hareket alanları giderek daralan patronların tek sığınağı, Türk-İş’te şahsında somutlanan sarı sendikacılıktır: İşçiden kaçak görüşme masasına oturup patronların verebileceğinin minimumunu kabul eden ve bunu işçilere “ne yapalım, ekonomi zor durumda; alabileceğimizin en fazlasını aldık,” diye pazarlayan, karşılığında da iktidar partisinden ballı pozisyonlar (milletvekilliği vb.), patronlardan da yüksek ücretler kapan sendikal bürokrasi.
İşçi sınıfı, bu handikapı sezmekte gecikmez ve yığınlar hâlinde TİP’li sendikacılar öncülüğünde kurulan (1967) DİSK’e geçişler başlar. Patronlar iktidarıyla-muhalefetiyle düzen partileri için işler çığırından çıkmak üzeredir; tabii yükselen DİSK karşısında hızla konum yitiren Türk-İş yönetimi de.[28] İktidar (AP) ve ana muhalefet partisi (CHP) sendikaların faaliyet ve yetkilerini düzenlemeye yönelik birer tasarı hazırlarlar. AP’nin tasarısı, Çalışma Bakanlığı, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) ve Türk-İş’in ortak çalışmasıyla hazırlanmıştır.[29] TİP’in tüm çabalarına karşın, birkaç denemenin sonunda bunu meclisten geçirirler. Yasa değişikliği, bir sendikanın ülke çapında faaliyet gösterebilmesi için o işkolundaki işçilerin en az üçte birini üye yapmış olması, Konfederasyonların kurulabilmesi için de ülke çapındaki sendikalı işçilerin en az üçte birini üye kaydetmiş olmaları koşulunu getiriyordu ve hedefi, açıktır ki DİSK’i tasfiye etmekti. Dahası, öneri sahipleri bu niyetlerini gizlemeye gerek dahi duymamışlardır. Nitekim, Çalışma eski bakanı ve Meclis Çalışma Komisyonu başkanı Turgut Toker, 1 Mayıs 1970’de Erzurum’da toplanan Türk-İş Genel Kurulu’ndaki konuşmasında, “274 ve 275 sayılı kanunlarda yapılacak değişiklikten sonra, Türk-İş’ten başka konfederasyon kalmayacağı, DİSK’in yasanın öngördüğü şartları yerine getiremeyeceği için tasfiye olacağı” müjde”sini veriyordu delegasyonun alkışları arasında![30]
Ama bu, patronların, düzen partilerinin ve sendika bürokratlarının sandığı kadar kolay olmayacaktı. İşçi sınıfı, beklenmedik bir biçimde kabından taştı; 12 Haziran günü Meclis’ten geçen yasaya karşı, DİSK yönetiminin 17 Haziran (1970) günü Taksim için çağrı yaptığı mitingi beklemeden, 15 Haziran günü dört koldan yollara döküldü: “14 Mayıs akşamı, Silahtarağa’daki Sungurlar ve Demirdöküm fabrikalarının gece vardiyalarında direniş başladı, işçiler üretimi durdurdu. 15 Haziran 1970 sabahı ise protesto eylemleri yayıldı. Eylemlere hem DİSK’e ve Türk-İş’e üye işçiler hem de sendikasız işçiler katıldı. İlk gün 115 işyeri ve 80 bin işçiyle başlayan, 16 Haziran günü ise 168 fabrika ve 150 binden fazla işçiyle devam eden eylemlerde kimi fabrikalar işgal ve iş durdurma, kimi fabrikalar ise yürüyüşe geçme kararı aldı.”[31] Gebze-Kartal, Eyüp, Bakırköy, Levent’teki sanayi bölgelerinden harekete geçen yürüyüş kolları, kentin yüreğine, Taksim’e doğru akıyordu. İktidar panikteydi; işçilerin buluşmasını engellemek için polis barikatları kuruldu, tanklar yollara dizildi, vapur seferleri durduruldu, köprüler açıldı…
Onlar ise engel tanımadılar. Hatta olayların kontrol dışına taşmasından kaygılanarak kendilerine “itidal” çağrısı yapan DİSK başkanı Kemal Türkler’i bile…[32] Polis barikatlarını ezip geçtiler, tankların üzerinden aştılar. Bazen de dişleri, tırnaklarıyla. Ve kadın işçiler, bu direnişte ön saflardaydı.[33] İşte 16 Haziran günü eyleme Beyazıt’tan katılan öğrenci Kemal Yalçın’ın tanıklığı:
“Şehzadebaşı’ndan Beyazıt’a doğru giden cadde ağzına kadar dolu. Günlerden 16 Haziran 1970.
Siyah önlüklü kadınlar, mavi tulumlu işçiler... Kiminin elinde daha yenile kırılmış, yeşil yapraklı kocaman dallar; kiminin elinde büyük anahtarlar, demir çubuklar, levyeler... Bazıları ayakkabılarını bağcıklarından boyunlarına asmış, yalınayak yürüyor cayır cayır yanan asfaltın üstünde... ‘Hükümet istifa, gençler buraya!’
Daha 16 Haziran 1970 gününde bile okula gidecek kadar derslerine sadık, okulcu bir gencim. Ama o an düşünmeye vakit yok. Sel beni, ben seli kucaklıyorum. Yürüyen, haykıran insanlar olduklarından daha büyük geliyor gözüme. Yanı başımda pankart taşıyan mavi tulumlu işçinin eli yüzü ter içinde. Edebiyat fakültesinin mermer merdivenleri üstünde bekleşen gençlere doğru haykırıyor: ‘Gençler buraya, hükümet istifa!’
İnsan seli önüne çıkanı, kıyılarda duranları da içine alarak akıyor. Arkalardan insan seslerini de bastıran acayip iniltiler, motor gürültüleri geliyor. Yanı başımda yürüyen, sağ elinde kocaman yıldız anahtar bulunan işçiye soruyorum: ‘Ne sesi bunlar?’
Yüzünde büyük bir ciddiyet var. Korkusuz bir ses tonuyla yanıtlıyor: ‘Tankların sesi! Topkapı’dan bu yana iki sefer aştık asker barikatını!’ (…)
Tankla burun burunayız! Yüzlerce el çelik paleti tutuyor. Tankın üstünde askerler! Ellerinde silah! Parmakları tetikte!. Palet kayıyor elimizin, tırnaklarımızın altından... Yol kapanmak üzere... Kara önlüklü bir işçi kadın attı kendini tankın önüne!
Bir an duraksıyor tank. Saliselik bir süre. İşçiler uçtu mu, sıçradı mı, şahlandı mı? Elleri tetikteki askerlere sarılıveriyorlar. Kara önlüklü genç kadın paletin önünde. Şimşek gibi bir kadın sesi: ‘ÇİĞNE BENİ, ÇİĞNEEEEE!’ (…)
Tankı aştı işçiler! Tank, selin ortasında kalan karataş gibi zavallı!
Geri geri gitmeye başlıyor. Önümüzdeki tanktan duvar yıkılıyor.”[34]
Kadınların (eylemin organizasyonunda sınırlı ölçüde yer almakla birlikte) 15-16 Haziran direnişine yoğun katılımı ve üstlendikleri öncü roller, başka tanıklıklarca da desteklenir: İşte o dönemde Dev Genç ve TİP üyesi bir üniversite öğrencisi olan Jülide Aral’ın direnişin ilk gününe dair tanıklığı:
“15 Haziran’da hiç gözümün önünden gitmeyen şey, o tankları aşan kadın işçilerdir. Mesela Mecidiyeköy-Levent tarafında Eczacıbaşı fabrikaları var. Ve orada beyaz önlükleriyle işçi kadınlar çıktılar, barikatları aştılar. Gerçekten kadınlar önünü açtı, kadınların gücünü gördük.”
Maden-İş üyesi ECA işçisi Yunus Uysal ise o gün Anadolu Yakası’nda yaşananları aktarıyor. Saat 08.30’da şalterleri indirip fabrikadan çıkıyorlar. Yanlarındaki kauçuk fabrikasından Lastik-İş üyesi işçiler, Cevizli’deki Singer ve Tesaş işçilerini de alarak Ankara Asfaltı’na yürüyorlar. Ardından Tekel sigara fabrikasından Türk-İş’e üye işçiler de katılıyor yürüyüşe. Ankara Asfaltı’nda oturma eylemi yapıyorlar.
“Ankara Asfaltı trafiğe kapalıydı. Bir de ne görelim, Ankara Asfaltı’nda tugayın tankları sıra sıra askerlerle dizili. Tekel’in dirençli kadın işçileri tankların üzerindeler, subaylarla tartışıyorlar…”
O dönem Cevizli Tekel fabrikasında çalışan 6 bin işçi var, çoğu kadın. Kadınların büyük bölümü 20 yaşında bile değil. Tekel işçisi Ahmet Sarıcan, yürüyüş kolu Tekel fabrikasına vardığında DİSK’le hareket eden iki öncü erkek işçinin araçların üstüne çıkıp konuşmaya başladığını anlatıyor:
“Bu arkadaşlar fabrikada tanınan, işçi üzerinde etkili kişilerdi. Konuşmalar sonrası bir potansiyel oluştu ve alkışlarla yürüme kararı alındı. İşçiler sanki hazırmışçasına birden yola çıktı. Müthiş bir görünüm vardı. Kadın işçiler önlükleriyle yürümeye başlamıştı. Bir süre sonra ayakkabılarını ellerine alarak çıplak ayakla yürüdüler.”[35]
Ama belki daha da önemlisi, polis telsizinin tanıklığı: 1970 yılının 16 Haziran sabahı, günlerden Salı. Polis telsizlerinden şu bilgiler veriliyor: “Levent ve çevresindeki bütün fabrikalardaki çalışan işçiler işi bıraktı, efendim. Hepsi kapılardan çıkıyor, efendim... Bazılarının ellerinde sopalara takılmış kartonlar var... Yazıları okuyamıyorum... Şimdi birisini seçebildim, efendim. ‘Sendikamız anamız, feda olsun canımız’ yazıyor... Evet, anaları sendikaymış efendim. Birisinde ‘Demirel istifa’ yazılı... Hepsi Tekfen Fabrikasına doğru yürüyor efendim… Hayır ellerinde bir şey yok. Bazılarının elinde sopa var, pankart astıkları sopa gibi şeyler efendim. Kadın işçiler öne geçti, efendim.”[36]
Öne geçmişlerdi… Sendikalarda, grev komitelerinde…
* * *
Bugün de öndeler… En bilinenleri Novamed, Greif ve Flormar olsa da, Gebze Çayırova’da ve Esenyurt’ta Migros depo işçileri, Gebze Mitsuba işçileri, Gebze Alba Plastik, Farplas, Mitsuba, Çerkesköy’de Pas South, Tuzla/ Orhanlı’da ETF Tekstil, Zonguldak/ Çaycuma OSB’de Nersoy Tekstil[37], Lezita, Amazon Depo, Bursa’da Acarsoy ve Barutçu Tekstil, Esenyurt’ta Alpin Çorap, Agrobay Seracılık, Burda Bebek, Özak Tekstil… de çalışan kadınlar, pandemiden bu yana beterleşen çalışma koşullarına, kimi zaman günde 12 saati bulan ve fazla mesaisi ödenmeyen çalışma sürelerine, enflasyon karşısında her gün biraz daha eriyen sefalet ücretlerine, işyerinde uğradıkları mobbing ve tacize, patronların sendikalaşma çabaları karşısında gösterdiği tavizsiz tutuma, tazminatsız işten çıkartmalara karşı, kimi zaman sendika yönetimlerindeki eril ve bürokratik kireçlenmeyle de mücadele etmek zorunda kalarak direniyorlar: “Hepsinin bazı özgünlükleri ve kimi farkları olsa da bu direnişleri kadın işçilerin eşdeğerde iş yapmasına rağmen eşit ücret alamayışı, üzerlerindeki mobbing ve baskı, meslek hastalıklarına daha fazla yakalanmaları, iş kazalarında cinsiyet ayrımı yapılarak iş dağılımı yapılması, şiddet ve hakarete karşı açığa çıkan bir itiraz olarak da görmek gerekiyor.”[38]
İşçi sınıfının bu coğrafyadaki 200 yıla yaklaşan mücadele tarihi, bize şu gerçekleri gösteriyor tekrar tekrar: Sistem insan değil de kâr odaklı olduğu sürece, işçi sınıfı ve emekçiler, en basit, en temel hakları için sürekli mücadele vermek durumundadır. İktidarı ellerinde tutan patronlar sınıfı ise, emekçilerin sınıf kazanımlarını geriletmek, sıfırlamak için elindeki tüm olanakları kullanmaktan çekinmez: Asker ve polis zoru dâhil. Nitekim, 1960’lı yıllardaki görkemli mücadeleleriyle sendikal özgürlüğü kazanan ve ücretlerle çalışma koşullarında belirgin iyileştirmeler sağlayan işçi sınıfı, 1980 darbesi ve yol açtığı neoliberal karşıdevrimle bu kazanımlarını neredeyse tümüyle yitirmiş durumdadır. Bugün işyerlerinde verilen mücadelelerin sendikal örgütlenme hakkı üzerinde yoğunlaşması, bir rastlantı değil. Kapitalizm koşullarında işçi sınıfının mücadeleleri, Sisyphos olmayı gerektirir; bir kayayı, her seferinde geri yuvarlanmasını göze alarak dağın tepesine taşıma gayreti.
Bu, kadın-erkek tüm işçiler için geçerli. 12 Eylül darbesi ve izleyen gelişmeler, 1960-1970’li yılların mücadelelerinin kazanımlarının çoğunu ya yok etti, ya da kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm etti. [39] Direniş yoksa uzadıkça uzayan iş saatleri, havasız, rutubetli çalışma mekânları, iş hastalıkları, kimi zaman ödenmeyen sefalet ücretleri, örgütsüzlük, parça başı çalışma, çocukları sokağa emanet etme, sigortasızlık, tazminatsız kapı önüne konulma, mobbing, taciz bekliyor kadın işçileri.
Bu nedenledir ki günümüzün genç kadın işçilerinin geçmiş işçi kadın kuşaklarının mücadelelerini öğrenip bunlardan ders çıkarması, son derece önemli…
25 Mayıs 2025 14:02:59, Muğla.
N O T L A R
[1] 22 Haziran 2025 tarihinde Ankara’da ‘İlmek Kadın Dayanışması’nın örgütlediği ‘15-16 Haziran ve Kadınlar’ başlıklı etkinlikte yapılan konuşma… Kaldıraç Dergisi, No:288, Temmuz 2025…
[2] Sennur Sezer.
[3] Şehmus Güzel, “Osmanlı Döneminde Kadın İşçiler”, Gerçek Edebiyat, https://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/osmanli-doneminde-kadin-isciler-prof--dr--sehmus-guzel/8395
[4] Merve Küçüksarp, “Osmanlı’da Kadın Emeğinin Kısa Tarihi”, Bianet, 8 Mart 2018… https://m.bianet.org/bianet/tarih/194967-osmanli-da-kadin-emeginin-kisa-tarihi.
[5] Şehmus Güzel, a.y.
[6] Şehmus Güzel, a.y.
[7] “Yıkılma Dönemi Osmanlı’sında Halkın Alım Gücü”, Gündem Tarih, https://gundemtarih.blogspot.com/2015/06/yklma-donemi-osmanlsnda-halkn-alm-gucu.html
[8] Şehmus Güzel, a.y.
[9] Şehmus Güzel, a.y.
[10] Kadir Yıldırım, “Balkan Savaşları’nın Osmanlı’da İşçi Hareketleri Üzerindeki Etkileri”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, XII/2 (Kış 2012), s.213-234.
[11] Mehmet Ali Gürol, “Osmanlı Devleti’nde XIX. Yüzyılda Çalışma Yaşamı ve Girişimcilikte Kadın”, Osmanlı Ansiklopedisi, s.595.
[12] “Bu konuda somut örnekler vermek gerekirse, en fazla ücretin ödendiği sanayi dalı olan konservecilikte erkek işçilerin 25-30 Kuruş arası günlük ücret almalarına karşın, kadınlara ödenen günlük ücret tutan 8-10 Kuruş olmuş, yine benzer şekilde, sırasıyla en fazla ödeme yapılan sektöre göre olmak kaydıyla erkek ve kadın işçilere yapılan günlük ödemeler, şekercilik dalında 17-25 Kuruş’a karşın 8-10 Kuruş, dokuma dalında 10-13 Kuruş’a karşın 4-6 Kuruş, sabunculuk dalında 12-15 Kuruşa karşın 2-6 Kuruş olmuştur.” (Mehmet Ali Gürol, a.y.)
[13] Şehmus Güzel, a.y.
[14] Şehmus Güzel, a.y.
[15] Ç. İnci, “15-16 Haziran Direnişi’nin Mirasına Sahip Çıkalım! Kadın İşçi Mücadelesini Güçlendirelim!”, Kızıl Bayrak, 16 Haziran 2019, https://kizilbayrak84.net/ana-sayfa/kizil-bayrak-yazilari/kadin/1516-haziran-direnisinin-mirasina-sahip-cikalim-kadin-isci-mucadelesini-guclendirelim-c-inci
[16] Akt.: Sait Dilik, “Atatürk Döneminde Sosyal Politika”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 40 / 01 (Ocak 1985), s.94.
[17] Ahmet Makal, “Türkiye’de Erken Cumhuriyet Döneminde Kadın Emeği”, Çalışma ve Toplum, 2010/2, s.21.
[18] Ahmet Makal, agy. s.29.
[19] Evren Cevri, Cumhuriyet Döneminde Kadının Çalışma Hayatındaki Konumu, İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri ABD, Y. Lisans Tezi, 2020, s.17.
[20] Mehmet Kayıran, Selami Saygın, “İzmir İktisat Kongresi”, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Yakın Tarih Dergisi 2019 Cilt 2 Sayı 5, s.53.
[21] Ahmet Makal, agy. s.33.
[22] Ahmet Makal, agy. s.30.
[23] Ahmet Makal, agy. s.31.
[24] 1936’da kabul edilen 3008 sayılı İş Kanunu grev ve lokavtı yasaklar. 1938’de Cemiyetler Kanunu’nda yapılan bir değişiklik ile de “sosyal sınıfa göre” cemiyet (dolayısıyla sendika) kurmak yasaklanır.
[25] Gürhan Yellice, “Erken Cumhuriyet Döneminde Türk Kadınını Modernleştirme Girişimleri, Türk ve Dünya Basını (1926-1934)” Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, Bahar 2018, sayı 24, s.336.
[26] İstanbul İşçi Sendikaları Birliği tarafından 31 Aralık 1961 günü, TİP’li sendikacıların yoğun çabalarıyla Saraçhane meydanında düzenlenen miting, coğrafyamızdaki işçi hareketinde bir dönüm noktası kabul edilir. Temel talebi, “hükümet programında kesin bir takvime bağlanmamış olan grev ve toplu sözleşme yasalarının bir an önce ve sınırlandırılmadan çıkartılması” olan mitinge 100 bin kadar işçinin katıldığı belirtilmekte, ancak “kadın işçi katılımının düşük olduğu kaydedilmektedir. (Bkz. M. Hakan Koçak, Aziz Çelik, “Türkiye İşçi Sınıfının Ayağa Kalktığı Gün: Saraçhane Mitingi””, Çalışma ve Toplum Dergisi, 2016/2.)
[27] “Tarihten Bir Yaprak: Kavel Destanı”, https://uidder.org/kavel_destani.htm; “İşçi Sınıfı Tarihinde Kadınlar, https://ekmekvegul.net/file/isci-sinifi-tarihinde-kadinlar
[28] “Türk-İş’te DİSK’ten duyulan rahatsızlığı Çimse-İş genel başkanı ve Adalet Partisi Ankara milletvekili Hasan Turkay, ‘Çok kötü ve müşkül durumdayız. Devrimci sendikalar bize nazaran daha mükemmel sözleşme imzalamaktalar. Biz patronlara baskı yapamıyor, binaenaleyh de ucuz sözleşme imzalamak zorunda kalıyoruz,’ diye itiraf niteliğindeki cümlelerle dile getirmişti.” (Zafer Aydın, “15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi”, DİSK Tarihi, Kuruluş, Direniş, Varoluş, c. I, DİSK Yayınları, 2020, s.378.
[29] Süreyya Algül, “Türk-İş ve AP’nin Sendikal Yasaları Değiştirme Girişimi”, DİSK Tarihi, Kuruluş, Direniş, Varoluş, c. I, DİSK Yayınları, 2020, s.379.
[30] Zafer Aydın, a.y.
[31] Buse Vurdu, “Kadınların 15-16 Haziran’ı: Tankın Önünde Bir İşçi Kadın ‘Çiğne Beni, Çiğne’…”, Ekmek ve Gül, Haziran 2023, https://ekmekvegul.net/dergi/kadinlarin-15-16-hazirani-tankin-onunde-bir-isci-kadin-cigne-beni-cigne
[32] “16 Haziran günü -daha büyük bir kalkışmanın yaşandığı gün- radyodan DİSK Başkanı Kemal Türkler işçilere şöyle sesleniyordu: “İşçi kardeşlerim! İşçi sınıfının bilinçli temsilcileri! Sizlere sesleniyorum. (…) Bizler anayasaya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuzdan hiçbir hareketimiz Anayasa’ya aykırı olamaz. (…) hatta kötüsü, gözbebeğimiz şerefli Türk ordusunun bir mensubuna kötü maksatla taş atabilir, tahrikler yapabilirler. DİSK Genel Başkanı olarak sizi uyarıyorum.” (Akt. Temel Demirer, “Geçm(em)işin İmkânı: 15-16 Haziran 1970”, Kaldıraç, Temmuz 2024, Sayı: 276, s.79)
[33] O zamanlar genç bir takım komutanı olan Atilla Özsever’in, işçileri durdurmak için görevlendirildiği Kadıköy’den gözlemleri: “…Ertesi gün dediler ki: ‘İşçiler Maltepe’den Ankara asfaltından Bağdat Caddesine girmişler, Bağdat Caddesinden Fenerbahçe Stadının orada bekleşiyorlar, Fenerbahçe Stadının oradan Kadıköy’e inecekler, Kadıköy’den vapurlara binip, karşı tarafta Levent’te Topkapı’da Eminönü’ndeki gruplarla birleşecekler dolayısıyla işçileri engelleyeceğiz. Nerede engelleyeceğiz, işte Fenerbahçe Stadının biraz ilerisinde Kurbağalıdere Köprüsü var, Yoğurtçu Parkı var, Kurbağalıdere Köprüsünde engelleyeceğiz. 14 tane kariyerle Fenerbahçe’ye intikal ettik. 3 tane kariyeri köprüye yerleştirdim. Zaten 3 kariyer bütün köprüyü kapattı. Tam Fenerbahçe Stadının önünde de işçiler bekleşiyor, net hatırlıyorum Otosan fabrikasının pankartı var. Bizim erkek işçilerimiz mücadeleci insanlar ama ön tarafa da kadınları koymuşlar, kadın işçiler önde, erkekler geride yavaş yavaş Fenerbahçe stadının oradan Kurbağalıdere Köprüsüne doğru geliyorlar…” (“Geçmişten Geleceğe 15-16 Haziran”, Teori ve Eylem, https://teoriveeylem.net/tr/2019/07/01/gecmisten-gelecegi-15-16-haziran/)
[34] Akt. Temel Demirer, “Tanktan Duvarları Yıkan 15-16 Haziran’ın Hatırlattığı”, Kaldıraç, Temmuz 2014, Sayı:157
[35] “15-16 Haziran, Tanklar ve Kadınlar”, Kadın İşçi, https://www.kadinisci.org/15-16-haziran-tanklar-ve-kadinlar/
[36] “15-16 Haziran’da Emekçi Kadınlar”, Uluslararası İşçi Dayanışma Derneği, 23 Haziran 2017… http://uidder.org/15_16_haziranda_emekci_kadinlar.htm.
[37] Ki bu fabrikada grev, Hak-İş’e bağlı Öz İplik-İş’e üye olmaya kalkışan işçilerin işten atılması üzerine patlak vermişti.
[38] Bahar Gök, “Son Yıllarda Kadın İşçi Eylemlerine İçeriden Bakmak”, Rapor, https://cinsiyetesitligipolitikalari.org/son-yillarin-kadin-isci-eylemlerine-iceriden-bakmak/
[39] Bir kişisel anıyla destekleyeyim. 1970’lerin ortalarında kurulan İKD’nin kreş talebini dile getiren bildirilerini Cevizli Tekel fabrikasının önünde dağıtırken, bir kadın işçi bildiriye bir göz atıp, şöyle demişti bana: “Kızım, bizim fabrikada zaten kreş var, hiç boşuna yorma kendini!” Utanmıştım… 2020’lere gelindiğinde ise ne Tekel fabrikası kaldı ortada, ne de kreş!
Yorum Ekle