1 Haziran Kızılay direnişinde polis tarafından vurulan Ethem Sarısülük için, saygıyla, sevgiyle, öfkeyle… “Denemeyi bilene...
1 Haziran
Kızılay direnişinde
polis tarafından
vurulan
Ethem Sarısülük
için,
saygıyla,
sevgiyle, öfkeyle…
“Denemeyi bilene
imkânsız
yoktur.”[1]
Hâlâ “üç beş ağaç” deyip
efeleniyor…
Gezi parkı yetmedi, AKM’yi de
yıkacağını, oraya hem opera binası hem de cami yapacağını söylüyor. “Ben vizemi
seçimlerden aldım, seçmenim bana bunun için oy verdi,” diye höykürüyor… Ve
ilave ediyor: “Bunların iznini üç-beş çapulcudan almayacağız…”[2]
Bir anda, bir gün içerisinde tüm
yurtta yüzbinleri ayağa kaldıranın “üç-beş ağaç” değil, tam da bu “ben yaparım,
olur”culuğu olduğunu anlamadı, anlayamadı.
Ya da anlamak işine gelmiyor…
Tayyip Erdoğan, sadece iktidar
konumundan yararlanarak İslâmî referanslarını tüm topluma mal etmeye,
insanların yaşamına muhafazakâr-mukaddesatçı değerler doğrultusunda
nizam-intizam vermeye çalışan bir politikacı değil.
O, aynı zamanda serbest piyasa
ekonomisine, neo-liberal kapitalizme iman etmiş, 776 bin küsur kilometre kare
içinde piyasaya entegre olmadık bir karış alan bırakmamaya yeminli bir sermaye
adımı.
Haris fikir dünyasında cami ile
AVM, cemaat ile finans, ibadet ile kâr iç içe geçmiş durumda.
Bu nedenledir ki elinde cetvel,
yaşamlarımızı kutsal saydığı değerler doğrultusunda biçimlendirmeye çalışırken,
bir yandan da hayat alanlarımızı sermayenin talanına açıyor.
“Yaratılanı severim, yaratandan
ötürü,” derken “yaratılan”ların yoksullaşmasını, güvencesizleşmesini, üç
kuruşluk işlerde ölesiye çalıştırılmasını, geleceksizleştirilmesini, patronun
keyfine göre kapı dışarı edilmelerini sağlayan insafsız bir taşeron rejimini
yürürlüğe sokuyor.
Peygamberinin “ümmetinin
çokluğuyla övünme” arzusuna gönderme yapıp “en az üç çocuk doğurun” dediği
kadınları ve onların doğuracağı çocukları, hırslı Anadolu sermayesi için ucuz
işgücü deposuna dönüştürüyor.
“Yeşil nimettir,” deyip parkları,
bahçeleri, ormanları şirketlere peşkeş çekiyor; ardından da ithal ağaçlarla
beziyor kentleri.
Memleketin suyunu kendi eliyle
palazlandırdığı irili-ufaklı “yandaş” enerji firmalarına haraç mezat satıp
borulara tıkıştırıyor.
Muhammed Peygamberin “Allah
kulunu helal kazanç yolunda yorgun düşmüş görmeyi sever,” hadisinden esinlenmiş
olmalı, İslâmî sermayenin neo-liberal talandan payını arttırmak için var
gücüyle uğraşıyor.
Ve tüm bunları yaparken,
yoksullaşanların, yağmalananların, yaşam standartları sürekli gerileyenlerin,
ağızlarına çaldığı bir parmak bal için kendisine alkış tutmasını, olmadı
uyurgezer gözlerle izleyip omuz silkmesini bekliyor.
Bu kez tutmadı…
Bir sabah ezanında tepeden
tırnağa çeliğe belenmiş çevik kuvvetlerin Gezi Parkı’nda ağaç nöbeti tutan
çocukların üzerine saldırması, polislerin çocukları gaza boğup çadırlarını
sökerken kepçelerin de ağaçlara doğru hücuma kalkması mıydı?
Yani açgözlü sermayenin İstanbul
pleblerinin son sığınağı, mektep kaçkınlarının mekânı, acemi aşıkların buluşma
yeri, emeklilerin iki el tavla attıkları, evsizlerin yaz gecelerini bankları
üzerinde sabahladığı, berduşların sotadan ucuz şaraplarını yudumlayıp
dalgalarını geçtiği son parkı yutma hevesi miydi onlar ayağa kaldıran?
Kentin yüreğindeki bu son
betonsuz toprağın, üzerine ne yapılırsa yapılsın – ister kışla, ister AVM,
ister müze… artık kendilerinden sonsuza dek kopartılacağının, son mekânlarından
da sürgün edilmekte olduklarının farkındalığı mıydı?
Yoksa bütün suçu gece boyu gitar
çalıp şarkı söyleyerek mekânlarına sahip çıkmak olan o gencecik kadınların,
sakalları yeni terlemiş delikanlıların tazyikli suyla, gazla, copla
ezilmelerindeki hoyratlık mı?
Ya da yaşam alanlarının teker
teker uluslar arası sermayeye peşkeş çekilmesi, taşeronlaştırmalar, işsizlik,
yaşam tarzlarına yönelik müdahaleler, “Ben yaptım oldu”cu padişah mukallitliği,
“ileri demokrasi” riyakârlığı altında uygulanan polis rejimi, yolsuzluklar,
insanların sabaha karşı baskınlarla evlerinden alınıp yıllarca yargılanmaksızın
cezaevlerinde tutulmasındaki keyfîlik, ülkeyi adım adım Ortadoğu’da bir
bataklığa sürüklemedeki pervasızlık… karşısında damla damla biriken öfkenin
kolektif ve beklenmedik patlaması mı?
Olasılıkla hepsinin karışımı. Bir
Anadolu “Ya Basta!”sı…
Yurttaştan yurttaşa sosyal medya
aracılığıyla, cep telefonu mesajlarıyla, ayaküstü konuşmalarla, pencerelerden
tencere-tava çalarak iletilerek genelleşen bu tepkinin en önemli özelliği,
kendiliğindenliği…
Ve de çok-veçheli, çok-yönlü
oluşu. Bu nedenledir ki varoşlardan sökün edip kent merkezlerine akan umutsuz
genç kent yoksullarını; taşeronlaştırılma/örgütsüzleştirilmeye mahkûm kılınan,
iş cinayetlerinde bir bir kırılan emekçileri; hayatta zevk olarak elinde kala
kala köşedeki birahanede içeceği bir bardak ucuz bira bırakılmış olan futbol
fanatiklerini; “Her kürtaj bir Roboskî’dir”in ürperticiliğinde bedenleri
devlete zimmetlenen kadınları; çevik polisin her vesilede gaza boğup kafasını
kolunu kırmayı huy edindiği öğrencileri; yaratıcı etkinlikleri piyasanın ve
cemaatçi bürokrasinin nizam-intizam verme gayretkeşliği kıskacında sıkışmış
sanatçıları; hayat tarzlarının tehdit altında olduğu kaygısındaki sekülerleri,
ateistleri; kentsel ve çevresel talana karşı umarsızca savaşan çevrecileri; her
vesileyle ötekileştirilen, inançları aşağılanan ve Türkiye’nin Ortadoğu’ya
olası askerî müdahalesi tehdidi altında tedirgin bir varoluşa mahkûm kılınan
Alevîleri… Velhasıl hemen her kesimden geniş bir hoşnutsuzlar koalisyonunu
apansız harekete geçirebildi.
Bu kendiliğinden-örgütlenen kalkışmaya bakıp
da, bir 27 Mayıs hayali kuranlar varsa, boşa heveslenmesinler. Sokağa
dökülenler, üzerine boşaltılan tonlarca gaza rağmen polisle saatlerce, günlerce
çatışarak adım adım meydanları zaptedenler, caddeleri barikatlarla kapatanlar, birbirlerinin
yaralarını saranlar… ya da onlara destek vermek için pencerelerinden yarı
beline kadar sarkıp tava-tencere çalanlar… işyerlerinin kapısını gazdan
etkilenenlere, yaralılara açan, eylemcilere sandviç, simit, su, limon dağıtan
esnaf… veya seyyar sıhhiye ekipleri kurup gaz bombalarından etkilenenlerin,
rahatsızlananların yardımına koşan tıbbiyeliler, emniyet kapılarında göz
altıları geri almak için bekleşen avukatlar… hiç kimsenin “askeri” filan değil.
Hatta büyük çoğunluğunun belleğinde bizatihî “asker” sözcüğü, yakın, kanlı ve
karanlık geçmişimizin irkiltici anılarını kaşıdığı için antipati yaratıyor…
Onlar, hayat alanlarının adım
adım büyük sermaye tarafından temellük edilmesine tepki duyan, yaşamlarına ne
devlet ne de din, hiçbir kutsallık adına müdahale edilmediği, insan olmanın
onuruna yakışır, özgür ve kardeşçe bir yaşama özlem duyan, eşitlik isteyen,
sıradan insanlar…
Nereden mi biliyorum?
Karıştıkları devasa eylemi şenlikli bir özgürlük sahnesine dönüştürmedeki
becerilerinden… yaralanan arkadaşlarını revire dönüştürülmüş kafelere
yetiştirmelerindeki heyecanlarından… hiç tanışmadıkları eylem yoldaşlarıyla
ayaküstü oluşturuverdikleri teklifsiz kardeşlikten… polise taş fırlatırken ya
da gaz bulutunun önünden kaçarken bile çevreye yaydıkları hınzır muziplikten…
kırıp yıkarken dahi öfkelerinin seçmeciliğindeki bilinçten (mobese kameraları,
Büyükşehir belediyesine ait büfeler, bankomatlar… Ama örneğin kitabevleri,
bakkal dükkânları, kafeler, lokantalar değil…) Aralarında genç kadınların
çokluğundan ve bir adım geri atmamadaki kararlılıklarından… Hayır, kimsenin
askeri filan değiller.
Bu patlayan, sadece insanca
yaşamak isteyen o sıradan insanların öfkesi. Tarihî ve kavî… Spontanlığı ve
içtenliği hem gücünü, hem de zaafını oluşturuyor. Israrı, gözüpekliği ve
kendini dahi şaşırtan süregenliğiyle güçlü… Ama neye karşı olduğunu bilip de ne
istediğini formüle edemeyen örgütsüzlüğü nedeniyle zaaflı…
Devrimcilerin, sosyalistlerin
önünde, bir düşkırıklığıyla daha sonuçlanmaması için,
biçimlenişinde emekleri
fazlasıyla gömülü olan bu elle tutulur öfkenin özgürlükçü, eşitlikçi ve
kardeşlikten yana potansiyelini açığa çıkartmak gibi bir tarihsel görev
duruyor… Bunu, 1 Haziran direnişinde polis tarafından vurulan Ethem Sarısülük’e
borçluyuz…
Bir kez daha kendimizi
“Bakakalırım giden geminin ardından…” dizelerini terennüm eder bulmamak adına…
2 Haziran 2013 23:48:32, Ankara.
N O T L A R
[1] Büyük İskender.
[2]
http://www.sendika.org/2013/06/tayyip-erdogan-akmyi-yikacagiz-cami-yapacagiz-taksimi-uc-bes-capulcuya-birakmayacagiz/
Yorum Ekle