“Şiddetin avukatlığını yaptığım anlamına gelmesin, ama aynı zamanda, nefsi müdafaa için şiddet kullanılmasına karşı değili...
“Şiddetin
avukatlığını
yaptığım
anlamına gelmesin,
ama aynı
zamanda,
nefsi müdafaa
için şiddet
kullanılmasına
karşı değilim.
Nefsi müdafaada
olunca
ona şiddet
demem,
aklını kullanmak
derim.”[2]
Son 20 günün en çarpıcı
sahnelerinden biriydi kuşkusuz.
50’li yaşlarının üzerinde olmalı,
saçları kırlaşmış bir kadın.
Görünümünde hiçbir olağandışılık
yok. Orta boylu, tıknazca… Bir emekli banka çalışanı belki. Belki de eski bir
öğretmen. Belki yemek yapmaktan hoşlanıyor, belki de resim kurslarına devam
ediyor.
Belki şu sıralar en büyük zevki
yeni doğan torunuyla vakit geçirmek…
Vapurdan inerken gözünüze ilişse,
ikinci kez bakmanızı sağlayacak hiçbir özelliği yok, kısacası…
Oysa kahramanı olduğu fotoğraf
karesiyle belleklerimize kazındı, sonsuza dek.
İnsan bakmaya doyamıyor. O kadın…
yüzünde toz maskesi, elinde gerili bir sapan. Aleve, gaza-dumana belenmiş
meydanda taş atıyor belki TOMA’ya, belki tepeden tırnağa zırhlara bürünmüş
çeviklere… Taş atıyor… ta ki biber mi, portakal mı her ne ise çevresini saran
gaz bulutunda soluğu kesilip yere düşene, yorgun kalbi tekleyene dek…
Masum (egemenlerin lügatinde
“masum” her zaman bir kandırılmaya, kışkırtılmaya yatkınlık iması içerir ve
iktidarın dilinde her zaman üstü örtülü bir tehdidin göstergesidir), samimi,
çevreci gençlerle “marjinal/provokatör/ajan/teröristler”i birbirinden
ayıranlar; kendi meşreplerince “barışçı göstericiler”i göklere çıkartır ya
“kandırılmış” gençler için timsah gözyaşları dökerken, ikinci grubun başına
gelen her türlü belaya layık olduğunu [Ethem Saarısülük’ün içinde polis kurşunu
taşıyan beyni öldü… Ümraniye’de bir aracın çarpıp kaçtığı Mehmet Ayvalıtaş olay
yerinde yaşamını yitirdi… Antakyalı Abdullah Cömert başına aldığı darbeler
sonucu göçtü… polisin saldırıları sonucu 60’tan fazlası ağır, 5000’in üzerinde
yaralı var… TTB’nin raporuna göre 35 eylemcinin kafatası kırıldı, beyin
travması geçirdi… 12 kişi gözünü kaybetti… Filistinli-Türk Lobna Allani hâlen
hastanede komada…] utanmazca dile getirenler ya da ima edenler… bu kare
üzerinde uzun uzadıya düşünmeli.
50’li yaşlarını almış kadınlar
ellerinde tencere-tava ya da sapan, sokaklara dökülüyorsa; bu güne değin
sokaklarda görmeye alışkın olmadığımız üniversite hocaları “Direne direne
kazanacağız!” sloganlarıyla meydanları dolduruyorsa; karanlık basınca
mahalleler inip otoyollara barikat kuruyorsa; yüzlerce, binlerce genç eylemci
kasklı, çelik yelekli, kalkanlı, tomalı, akrepli, gaz bombalı, plastik, olmadı
gerçek mermili… polise karşı günler, geceler boyu çıplak el, toz maskesi, deniz
gözlüğü, taş-sapan, direniyorlarsa; anneler “yavrularınıza sahip çıkın” yollu
sahte vicdan gıdıklamalarına karşı elele direnişe katılıyorlarsa; Tıbbiye
öğrencileri amfileri bırakıp yaralılara yardım için barikatlara koşuyorlarsa;
avukatlar yaka paça sürüklenerek gözaltına alınmayı göze alarak Adliye’de polis
vahşetini protesto ediyorsa; BDP bayraklı Kürt Türk bayraklı göstericiyi
elinden tutup gaz bulutundan dışarı sürüklüyorsa…
Ortada “çevre duyarlılığına sahip
masum eylemci / olayları başka yere çekmeye çalışan, dış ya da iç güçlerin
maşası provokatör-terörist” ile açıklanması mümkün olmayan bir durum var,
demektir.
Ne midir o durum?
Bu, bir meşruiyet yitimi
sorunudur.
Olan bitenler, AKP iktidarının,
halkın önemli bir bölümü nezdinde meşruiyetini yitirdiğini/yitirmekte olduğunu
gösteriyor.
Bir başka deyişle, sorun,
iktidarı muhalefetiyle anaakım siyaset ve medyanın göstermek için debelendiği
üzere Gezi Parkı’nı Topçu Kışlası’na dönüştürme, Kışla içerisinde AVM-rezidans
ya da kent müzesi yapma-yapmama tartışmalarının çok ötesindedir.
İktidar partisi, yıllardır üç şey
yapıyor.
Bunlardan ilki, canla-başla
Türkiye’yi neo-liberal talan sistemine entegre etmek.
Kamu kurumlarının haraç-mezat satılması;
ülkede hava-su-ağaç-kıyı-meyve bahçesi dahil piyasa ekonomisine dahil edilmedik
bir karış alan bırakılmaması; çalışanların esnek,
deregülarize-örgütsüzleştirilmiş bir istihdam rejimiyle terbiye edilip tüm bir
ülkenin ucuz emek cennetine dönüştürülmesi… evet AKP iktidarı, 1980 darbesiyle
birlikte Turgut Özal’ın başlattığı neo-liberalizasyon maratonunun final etabını
büyük bir başarıyla koşuyor.
Uluslar arası finansal aktörlerce
piyasalara akıtılan sıcak ve de ılık parayla taltif edilmesi, yelkenlerini
kredi kuruluşlarının övgüleriyle şişirmesinin nedeni bu…
Üstelik bu rolü “Ilımlı İslâmcı,
liberal, sekülerimsi, demokrasi” görünümüyle “bölgesel aktör”lük, ya da daha
doğru bir deyişle ABD’nin Ortadoğu taşeronluğuna soyunmasıyla desteklemesi,
küresel kapitalizmden aldığı “pekiyi”lere yıldızlar eklenmesine neden oldu - en
azından aldığı alkışlardan başı dönüp tek başına işler kotarmaya kalkışana dek…
Bununla bağlantılı olarak AKP’nin
ikinci edimi ise, temsilciliğini üstlendiği muhafazakâr-İslâmî Anadolu
sermayesinin toplam sermaye içerisindeki payını arttırmak.
Son yıllarda MÜSİAD’a üye firma
sayısında yaşanan patlama (toplam 5503 şirket); “süper zenginler” listesine
eklenen ailelerin çoğunun İslâmî renkli yeni burjuvazi içinden çıkması bir
rastlantı mı?
AKP bunu bir yandan elinden
tuttuğu şirketlere ihale kolaylıkları, teşvikler vb. aracılığıyla, bir yandan
beğenmedikleri üzerinde malî denetim terörü estirerek, bir yandan da, özellikle
taşra illerinde tabanını İslâmî/ helal/ tesettür vb. etiketlerle üretim yapan
işyerlerinden alışveriş yapmaya yönlendirerek sağlamakta.
AKP’nin üçüncü işi ise, toplumu
İslâm referanslı bir muhafazakârlaş(tır)ma operasyonu içinde teslim alma
çabalarını yoğunlaştırması. Bunu bir yandan eğitim sistemi, medya, hukuk
sistemi üzerindeki kurumsal denetimini sıkılaştırarak gerçekleştiriyor. Tüm bir
ilk-orta öğrenimin imam-hatipleştirilmesi; üniversitelerde cemaat bağlantılı
rektörlerin göreve getirilmesi; hukuk camiasında Adalet Bakanlığı’nın yargı
üzerinde artan basıncına eşlik eden, “dindar” yargıç ve savcıların merkezî
görevlere taşınma süreci; polisin cemaatleştirilmesi, TMSF terörü altındaki TV
kanallarının yandaşlara devri; kanal-gazete sahiplerine gelen gece
telefonlarıyla program yapımcılarının, köşe yazarlarının görevden
uzaklaştırılması; vb. vb…
Öte yandan içki-sigara-kürtaj/sezaryen
gibi müdahalelerle, okulları, TV ekranını, gazeteleri, kitapları, beyaz
perdeyi, tiyatro sahnesini, sokakları, metroyu, otobüsü gözleyen gönüllü bir
“ahlâk bekçileri” güruhu yaratıp, yaygın ihbar ağları oluşturarak evrimden söz
eden öğretmenler, derslerinde Marx’ı işleyen üniversite hocaları, köşede bira
içen, sokaklarda öpüşen gençler, oruç yiyenler, kısa etekli kadınlar, hükümet
aleyhine konuşan yurttaşlar, Başbakan’ı karikatürize eden çizerler, park ve
bahçelerdeki “ahlâksız” heykeller, sergilerdeki “edebe aykırı” resimler…
üzerinde yoğun bir “mahalle baskısı” uygulanıyor.
Tüm bunlar, yurttaşların büyük
bölümünde “dinlenmekte olduğu” kuşkusuna yol açan bir gözetim ağı, “parasız,
bilimsel, anadilde eğitim” taleplerini dile getiren öğrenciler, haklarını
yitirmemek için mücadele veren emekçiler, yaşam ve üretim alanlarının
katledilmesine, HES’lere karşı direnen köylüler üzerine sürülen acımasız polis
terörü; Kafka’ya rahmet okutturan mesnetsiz ve bitmek bilmez gözaltılar; emniyet
fezlekelerini aynen savcılık iddianamelerine, ardından da mahkeme kararlarına
dönüştüren hukuk(suzluk) mantığı… kısacası polis devletini karakterize eden
baskılarla tamamlandığında…
Beklenen oldu… AKP iktidarı
tarafından dışlandığını, ötelendiğini hisseden geniş kesimlerin
hoşnutsuzluklarını dışa vurdukları ciddi, yaygın, kapsamlı bir sosyal patlama
yaşandı.
Evet, bu patlama, iktidar
partisinin geniş toplum kesimleri: gençler, işçiler, kamu emekçileri,
avukatlar, doktorlar, kadınlar, sekülerler, konumunu hizla yitirmekte olan,
borç batağındaki küçük ve orta boy esnaf, katliamcılarına biat etmeleri
beklenen kapıları çarpı işaretli Alevîler, kent yoksullarının “en alttakiler”i
olan Kürtler nezdinde kapsamlı bir meşruiyet aşınımına uğradığını kanıtlamakta…
Denilebilir ki “Evet ama iktidar
partisi hâlâ toplumun % 50’sinin desteğini elinde tutuyor…”
Tayyip Erdoğan’ın en büyük
yanılgısı da burada işte. Çoğunlukla rövanşist saiklerle, siyasal yönelişiyle
toplumsal-kültürel (ve son dönemlerde hatırı sayılır ölçüde iktisadî) bir
ünsiyeti olan oldukça homojen (Sünnî-İslâm-muhafazakâr orta sınıf) bir kitleye
yaslanıp nüfusun geri kalanı üzerinde zora ve ideolojik dayatmalara dayalı
denetim sağlama çabası.
Oysa AKP iktidarının unuttuğu bir
olgu var: rejimlere meşruiyetini veren, yandaşlarının desteği değil,
muhaliflerini içerebilme yetileridir. İnsanların büyük çoğunluğu hakkaniyetli
bir muamele gördüklerini, dışlanmadıklarını duyumsadıkları ölçüde, maliyeti
kendileri için de yüksek olabilecek tepkileri sergilemekten kaçınırlar.
Öte yandan, çapı giderek
genişleyen bir meşruiyet yitimine uğrayan yönetimler, genellikle baskıyı,
terörü arttırarak sürdürmeye çalışırlar hükümranlıklarını. AKP iktidarının bu
yöne yöneleceğine dair söylemler şimdiden dolaşımda. Yaşadığımız toplumsal
patlamayı “Faiz lobisinin/ dış mihrakların/ Türkiye’nin gelişmesini
istemeyenlerin /Ergenekoncuların/darbecilerin vb. vb. işi” olrak okuma
konusundaki ısrar da, olaylar göreli yatıştıktan sonra iktidar partisinin çaplı
bir bastırma/terör edimine müracaat edeceği yönündeki kuşkuları besliyor.
AKP’nin tercihini liberallerin ve sermaye kalemlerinin umutsuzca arzuladıkları
üzere “uzlaşı/empati/diyalog”dan mı, yoksa (bu vitrini ihmal etmemekle
birlikte), devlet terörünü tırmandırmaktan yana mı kullanacağını kısa bir süre
içinde göreceğiz.
Ancak, şunun altını bir kez daha
çizmek gerekiyor. Ülke çapında yüzbinler, rejimin meşruiyetine ilişkin ciddi
bir kuşku içerisinde oldukları için harekete geçtiler. Milyonlar da aynı ruh
hâliyle onları destekledi. ABD Bağımsızlık Bildirgesi, Fransız İnsan ve Yurttaş
Hakları Bildirgesi ya da Almanya ve Yunanistan Anayasaları’nda “meşruiyetini
yitirmiş yönetime karşı direnme hakkı” maddesiyle tescillenmiş böylesi
bağlamlarda “masum çevreci/ yıkıcı marjinal” ayırımları pek fazla işe yaramaz…
Kaldı ki, gitar çalma, topluca yoga yapma vb. hoşnutsuz orta sınıf gençlerinin
kendini “görünür” kılma tarzıysa eğer, şiddetin de neo-liberal talanın toplumun
dışına ittiği kent yoksullarının elindeki tek “görünür olma” aracı olduğunu unutmayalım…
[Buraya bir not
düşmeliyim: Ben protestocuların AKP erkanı ve beyazcamlardaki, gazete
köşelerindeki yardakçılarının şeytanlaştırdığı “şiddet”ini “ölçülü”
bulanlardanım. Kırılan camlar kamu yönetim binalarına, yakılan araçlar polisle,
tahrip edilen bankomatlar ise bankalara aitti büyük çoğunluğuyla. Yani
göstericilerin kendilerine yönelik şiddetin kaynağı olarak gördükleri
hedeflere. Tek bir sivil yurttaşın burnu göstericiler elinden kanamadığı gibi
(dolaşımdaki adı belirsiz bir AKP ileri gelenin gelininin göstericiler
tarafından tartaklanması söylentileri dışında.[2]
Doğruysa eğer, kuşkusuz ki yanlış bir olay. Ama el insaf; milletvekilleri
arasında çok sayıda Sıvas katliamı failinin avukatları bulunan bir partinin, bu
olayı “vahşet” olarak nitelemesi, ayıp olmuyor mu?) tüm gösteriler boyunca
polis şiddetinden zarar gören yüzlerce ilişkisiz yurttaşın yardımına yine
eylemciler koştu. Bitmedi: gönüllü veterinerler, polis gazından etkilenen
kedileri, köpekleri, kuşları kurtarmak için seferber oldu.[3] En kalabalık
gösteriler sırasında dahi seyyar satıcılar, işlerine gidenler, sokaktan
geçenler göstericiler arasında rahatlıkla dolaştı, gaz bombardımanı
başladığında kaçıştılar yalnızca. Bir de şöyle düşünün: Ya bu gösterileri
çeşitli sol eğilimliler değil de, örneğin İslâmcılar ya da faşistler düzenlemiş
olsaydı?]
Bu nedenle, son onbeş-yirmi gün
içerisinde oluşan hoşnutsuzlar cephesinin itirazlarını ifade ediş tarzlarını
karşı karşıya getirmemek büyük önem taşıyor.
Tabii iktidarın birilerini göz
boyayıcı taktiklerle oyalayıp berikileri devlet terörüne maruz bırakma oyununa
göz yummamak da öyle…
14 Haziran 2013 11:18:11, Ankara.
[1] 14 Haziran 2013 tarihinde Tuzluçayır’da (Ankara)
Taksim Gezi Parkı Eylemi’ne destek ve Ethem Sarısülük’ün katlini protesto için
yapılan konuşma…
[2] Malcolm X.
[3] Bir gösterici
“şiddet”i daha yaşandı, aslında. “Antalya Cumhuriyet
Meydanı’na Gezi Parkı eylemlerine destek için gelen 33 yaşındaki Mehmet
Kaparoğlu, yanında bulunan ve adı öğrenilemeyen eşini dövmeye kalkınca,
göstericiler tarafından feci şekilde dövüldü. (…) Kaparoğlu, ‘Karım değil mi?
Döverim de severim de’ deyince başka bir eylemci müdahale etti. Bu sırada
cebinden bıçak çıkartan Mehmet Kaparoğlu, kendisini uyaran eylemciyi hafif
şekilde yaraladı. Bu gelişme üzerine meydandaki kalabalık, Kaparoğlu'nu dövdü.”
(Radikal, 14 Haziran 2013.)
[4] “İstanbul
Veterinerler Odası Başkanı Prof. Dr. Murat Arslan, ilk günlerden itibaren Gezi
Parkı’nda çadır kurduklarını belirterek, hayvanlar için sağlık hizmeti
verdiklerini söyledi. Ölen kuşlarla ilgili kesin kayıtların tutulamadığını
açıklayan Arslan, ‘yüzlercesi öldü’ şeklinde konuştu. Olayların yaşandığı
bölgedeki 16 klinikte ücretsiz hizmet verdiklerine de dikkat
Yorum Ekle