SIBEL ÖZBUDUN “Bilimin sürdürülmesi, bana özel bir yürekliliği gerektirir gibi gözüküyor.” [2] Sevgili dostlar, sıcak bir Hazira...
SIBEL ÖZBUDUN
“Bilimin sürdürülmesi,
“Bilimin sürdürülmesi,
bana özel bir yürekliliği
gerektirir gibi gözüküyor.”[2]
Sevgili dostlar, sıcak bir Haziran’ın ardından, meydanların ardından yeniden burada, birlikteyiz.
Buraya gelirken arkadaşlar bana Melih Gökçek’in “teröristler kamplara çekildiler, sonbaharda daha büyük bir ayaklanma çıkartacaklar,” mealinde bir şeyler söylediğini aktardılar.
İlk defa Melih Gökçek’le aynı fikirdeyim.
Evet, Haziran 2013 sıcak geçti. Ama emin olun önümüzdeki güz ayları daha da sıcak geçecek.
Çünkü bütün iktisadî göstergeler, krizin derinleşerek yaygınlaştığını gösteriyor. “Haziran kalkışması”, sıcak parayı Türkiye’de tutan “istikrar söylenceleri”nin bir kocaman yalan olduğunu gösterdi.
Türkiye, bundan böyle, egemenler için yönetilmesi çok daha zor bir ülke… Geniş yığınlar uzun süredir ilk defa meydanların, meydanlarda hak aramanın tadını aldılar.
Önümüzdeki günlerde ekmek ve özgürlük mücadelelerinin birleştiğini göreceğiz.
Gezi direnişini “AKP’nin dayattığı hayat tarzına bir ayaklanma” olarak yorumlayanlar çok oldu. Bu kısmî bir doğru.
Ve her eksik doğru gibi, yanıltıcı tahlil ve stratejilere kapı açıyor.
Örneğin, büyük Haziran Kalkışmasını AKP karşıtı bir harekete, baskılardan sıkılan genç kuşağın başkaldırısına ya da bir laiklik talebine indirgiyor.
Oysa Haziran kalkışması ne bir çevre isyanından ne de toplumsal yaşamın muhafazakârlaştırılmasına karşı bir özgürlük talebinden ibaret.
Bunları içeriyor, kuşkusuz; ama Haziran kalkışmasının önemli bir boyutu, toplumsal/kamusalı ortadan kaldıran ve yaşamın tüm alanlarını -buna parklar, bahçeler, ırmaklar, kıyılar, ormanlar, sağlık hizmetleri, eğitim kurumları dahil- özel sektörün talanına açan neo-liberalizme karşı bir Anadolu “Ya Basta!”sı özelliğini taşıması.
Bu yönü fazla vurgulu değildi belki.
Belki de direnişte yer alan politik aktörlerin bir bölümü, tıpkı anaakım medya ve anaakım muhalefet gibi, hareketteki anti-neo-liberal damarı gündeme taşımamayı seçti - hiç kuşku yok ki ideolojik bir seçim…
Ancak tüm yerel farklılıklara karşın, Seattle’dan Tahrir’e, Zapatistalardan Cenova’ya, XXI. yüzyıl başlarını sarsan tüm ayaklanmalar, kendilerini besleyen antineo-liberal damar anlamadan anlaşılamazlar.
Milyonları harekete geçiren büyük Haziran kalkışması, anaakım medyanın ideologları tarafından bir “orta sınıf” hareketi olarak okundu.
Bunda hareketin özellikle vitrininde yer alan gençlerin iyi eğitim görmüş, hâli-vakti yerinde insanlar olması ve kalkışmanın Bağdat caddesi, Tunalı gibi “mutena” semtlerde gördüğü desteğin payı var, kuşkusuz.
Buna karşılık anaakım medya, harekete geçen (ve hâlâ durulmayan) varoşların katılımını, her akşam kentin saçaklarından inip otoyolları kapatan kent yoksullarını ısrarla görmezden geldi.
Görmezden geldikleri bir şey daha var; AKP’nin en gözükara temsilcisi olduğu neo-liberal kapitalizmin, toplumun mimar, mühendis, öğretim elemanı gibi göreli “refah” içerisinde yaşadığı varsayılan kesimleri arasında yarattığı yerinden edilmişlik duygusu.
Evet, kapitalist talan, yeryüzü ölçeğinde giderek daralan bir oligarşinin elinde, giderek büyüyen bir servetin yoğunlaşmasına olanak sağlarken, çapı giderek genişleyen bir hoşnutsuzluğa yol açıyor.
Üniversiteler neo-liberal politikaların hedef tahtasında yer alan kurumlar arasında, bilindiği üzere önemli bir yer tutmakta.
Bu nedenle, gelin, 1970’lerden günümüze uzanan “serbest piyasa” serüvenini yükseköğretim üzerinden izleyelim.
Neo-liberalizm, bilindiği üzere, Batı kapitalizminin 1970’li yıllarda içine düştüğü krizi aşmak üzere, II. Dünya Savaşı’ndan beri sürdürülen Keynesyen politikalardan vaz geçişe denk düşmektedir.
Keynescilik ise, bildiğiniz gibi, özünde kamu ile özel sektör arasında bir dengenin sürdürümü, kalkınma/sanayileşme girişimlerinde kamu sektörünün öncelik üstlenmesi, alt sınıfların hoşnutsuzluğunun sosyal politikalarla giderilmesi gibi yönelimlerle biçimlenir.
Bu politika, II. Dünya Savaşı sonrası güçlenen sosyalist blokun da basıncıyla, çeşitli kurum ve sektörlerin, piyasanın baskısından, arz-talep yasalarından görece özerk bir varoluş sürdürmesine olanak sağlamaktaydı. Bu alanlardan biri, üniversitelerdi.
Türkiye için geçerliliği sınırlı ve kuşkulu da olsa, üniversite özerkliği o dönemde bugün olduğu üzere “malî özerkliğe” indirgenecek tarzda budanmış değildi. Üniversitelerin, yönetimin merkezî müdahalelerinden uzak, kendilerini kendi seçilmiş organları eliyle yönetmeleri anlamına gelmekteydi. Bu yönetim yetisi, eğitim ve araştırma faaliyetlerini de kapsamaktaydı.
Malî özerklik ise, bugün anlaşıldığı üzere üniversitelerin “kendi kaynaklarını yaratması” değil, tersine, kamudan tahsis edilen bütçelerini kendilerinin -şeffaflık ve hesap verebilirlik ölçütleri doğrultusunda- kullanması anlamına gelmekteydi.
Dahası, yalnızca özerkliğin değil, aynı zamanda dönemin örgütlü emek hareketinin de basıncıyla, Türkiye’nin 1960-70’li yıllarında eğitim ve sağlık birer “kamu hizmeti” olarak görülmekteydi.
Kuşkusuz XX. yüzyılın ikinci yarısı kapitalizmin başat paradigmasını oluşturan Keynesciliği fazla estetize etmenin âlemi yok; II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist ülkelerde eğitim her aşamasında kapitalizmin gereksindiği vasıflı işgünü biçimlendirme misyonuyla yüklenmişti. Özellikle de, kalkınma iktisadı çerçevesinde üniversiteler, kalkınma/planlama çalışmalarının aslî unsuru olarak görülüyordu.
Yine de, piyasa ekonomisi o dönemlerde üniversite alanının her bir milimetre karesine nüfuz edebilmiş değildi. Öğrenci ya da öğretim elemanı, bireylerin piyasanın dışında, mütevazı da olsa bir varoluşu seçme olasılığı mevcuttu. Üniversitenin nihaî ürününden -uzman, bilgi, buluş- dileyen herkesin (kamu ya da özel, iktidar ya da muhalif) yararlanma olasılığı mevcuttu.
Kapitalizmi her türlü kamusal vasıftan arındırarak tümüyle piyasa güçlerinin denetimine terk eden ve piyasa güçleri üzerindeki her türlü kamusal denetimi kaldıran neo-liberal girişim, yerkürenin her bir köşesinin, her kurum ve alanın serbest piyasa mantığı çerçevesinde yeniden yapılandırılmasını öngörmektedir. ABD başkanı Ronald Reagan ve İngiltere başbakanı Margaret Thatcher eliyle yürürlüğe sokulduğu 1970’lerin sonlarından itibaren, XIX. ve XX. yüzyıl sınıf mücadeleleri çerçevesinde biçimlenen kamusallığı berhava edecek tarzda işlemeye koyulmuştur.
Piyasanın bu her şeyi yiyip yutan iştahından üniversiteler masun kalamazdı. Yükseköğrenim, sermaye için birkaç bakımdan “ballı” bir alan oluşturmaktadır:
1950-60’lı yılların refah devleti/sosyal devlet modeli orta sınıfın tabanını genişletirken, yükseköğrenime yönelik talepte de bir patlamaya yol açmıştı. Yükseköğrenim kurumlarına yığılan öğrencilerin, yalnızca öğrenim değil, aynı zamanda beslenme, barınma, boş zaman, kitap-kırtasiye, giyim, ulaşım vb. ihtiyaçlar açısından da muazzam bir “müşteri potansiyeli” oluşturduğu, kısa sürede fark edilecekti.
Yani kâr amaçlı “özel üniversiteler” açmak, işin yalnızca bir yönüydü. Bunun yanı sıra, kamu üniversitelerinde de yurtlar, ulaşım, kafeterya, bilişim, vb. hizmetleri özel sektöre terk etmek, özel teşebbüse yepyeni kâr olanakları “ikram etmek” anlamına gelecekti.
Yanı sıra, sermayenin gözünde üniversiteler, özel kesime yönlendirilebilecek pek çok kamusal kaynağı tüketen “atıl” işletmeler konumundaydı; daha az kaynakla daha “profesyonel” yönetimlerle çok daha etkin (= kârlı) hâle getirilebilecek işletmeler…
Bitmedi: XX. yüzyıl sonları kapitalizminin krizini aşmak üzere gereksindiği yüksek teknolojiye değgin “know-how”ın potansiyel üreticisi de üniversiteydi. Bilişim, genetik, nanoteknoloji, nükleer, biyoteknoloji vb. kullanımına yönelik araştırmaların yürütülebileceği en uygun mekânlardı üniversiteler.
Daha doğru bir deyişle, bu know-how’ı, binaları, laboratuarları, teknik personeli, diğer hizmetlileri ve araştırmacıları kamu tarafından karşılanan üniversiteler eliyle üretip çıkan sonuçları temellük etmek, şirketler açısından çok daha kârlı bir girişim olacaktı.
● Böylelikle neo-liberal sistemde üniversiteler, kapitalist üretimin vasıflı işgücünü üreten kurumlar olmanın yanı sıra, ya da bundan çok, özel şirketlerin AR-GE kurumlarına dönüştürülmektedir - hazır bina, donanım, personel ve diğer gereçleriyle birlikte.
Bu amaçla devasa bir propaganda mekanizması devreye sokuldu: birden bire tüm kamuoyu oluşturucular, gazete köşelerinde, TV ekranlarında devlet üniversitelerinin ne kadar atıl, “çağdışı”, hantal, verimsiz olduğundan, kaynak sıkıntısı içinde bunaldıklarından; oysa yükseköğrenimin paralı olması, ve/veya özel üniversitelerin önünün açılması durumunda yüksek öğrenimin kalitesinin tavan yapacağından, müşterilerin (burada öğrenciler) ihtiyaçlarına çok daha esnek biçimlerde yanıt verebileceğinden, üniversitelerin hantallıktan kurtulabileceğinden dem vurmaya başladılar. Kamuoyu bu propaganda aracılığıyla tedrici bir dönüşüme uğratıldı.
● Üniversitelerin serbest piyasa ekonomisi tarafından teslim alınmasının bir yönü verimlilik/atıllık propagandası idiyse, başka bir yönü de bütçeden ayrılan payların daraltılarak üniversitelerin kendi kaynaklarını yaratmaya yönlendirilmeleri olacaktı.
Öyle ki, 2000’li yılların başlarından bu yana (bu süre içerisinde hem kamu hem de vakıf üniversitelerinin sayısı ikiye katlanmış olsa da: 2013 yılı itibariyle Türkiye’de 62’si vakıf, 104’ü devlet olmak üzere 166 üniversite faaliyette. Bu sayı 2002 yılında 76 idi!) bütçeden yükseköğrenime ayrılan pay, yüzde 2.5-3.5 bandında seyretmektedir.
Bugün bu payın parasal karşılığı, yaklaşık 10 milyar lira dolaylarındadır.[3] Bu para 166 üniversite arasında pay edildiğinde ve bu miktarın yarısının personel gideri olduğu düşünüldüğünde, geriye kalan 5 milyarın çay-çorba parasına yetmeyeceği açıktır.
Yeri gelmişken, bütçedeki payının neredeyse sabitlenmiş olmasına karşın, AKP iktidarının her köşe başına bir üniversite açma/açtırma hevesinin, Türkiye’deki yükseköğrenim profilini iyileştirmek bir yana, büsbütün içinden çıkılmaz bir hâle getirdiğini vurgulamalı. Bakın Mustafa Sönmez ne diyor:
Vatandaş, ‘eğitim şart!’ diyor, anayasa da eğitimi, yurttaş için temel bir hak ve kamunun sosyal yükümlülüğü olarak görüyor. Ama, devlet, ancak ilköğrenim çağındakilere ite kaka bu eğitimi sağlıyor. Liseden itibaren eleme başlıyor. Lise çağında bu hakkı kullanması gerekenlerin ancak yüzde 52’si; yükseköğretim çağında da, bu hakkı kullanması gereken gençlerin ancak yüzde 38’i bu haklarını kullanabilir hâlde... Ama talep dinmiyor. Her yıl yüzbinler sınavlara koşturuyor... Hoş, yükseköğretim diploması alanlardan şu anda 500 bini (yani işsizlerin beşte biri) işsizler ordusunda ya...
İnsan gücü kaynağını doğru kullanma politikası olmayan AKP rejimi, uzayan kuyrukları eritebilmek için, birçok alanda olduğu gibi, kaliteyi boşverip açılan onlarca üniversite ve yaratılan kontenjanla ‘gaz almaya’ soyundu. Sadece son 3 yılda yükseköğretimli öğrenci sayısı yılda 300-400 bin artırılarak 2 milyona yaklaştı. Bir anda yükseköğrenim çağındaki nüfustan okullaşanların oranı yüzde 38’e çıktı. Oysa birkaç yıl öncesinde bu oran yüzde 10-15 dolayındaydı. ‘Gaz almanın’ nasıl gerçekleştiği malum; 2006-2011 döneminde 50 yeni devlet üniversitesi, 2007-2011 dönemindeyse 37 yeni vakıf üniversitesi kuruldu. Yanı sıra 2006-2010 yılları arasında okul kontenjanları yüzde 66 oranında artırıldı...
2006 sonrası 50 yeni üniversite açıldı Hakkâri’den Kars’a, Kilis’ten Giresun’a kadar... Tabelalar asıldı. Ne hoca var, ne doğru düzgün fiziki mekân, ama üniversite mi üniversite... Rektörü var mı, var... Öğrenci alıyor mu alıyor... Tut kelin perçeminden...
Onca neo-liberal tufandan, yağmadan yükseköğretim eksik kalır mıydı? Kalmazdı elbette; vakıf üniversiteleri mantar gibi türedi. Sayıları kısa sürede 60’ı aşan bu üniversitelerde öğrencilerin şimdilik yüzde 10’una yakını (200 bin) eğitim alıyor. Vakıf üniversiteleri, yükseköğretim pazarından daha çok pay alabilmek için öğretim üyesi, elemanı kadrolarını genişleterek cazibe yaratıyorlar. Öğrenci payı yüzde 10 dolayında, ama hocaların yüzde 12-13’ü bu üniversitelerde. Mekânlar gıcır, ‘havalı’... Ana hedef ‘markalaşmak’... Böylelikle, cazibe yaratmak ve parayı veren düdüğü çalar kuralı hayata geçirilmek isteniyor. Yıllık ortalama öğrenci ücretleri ise 20-25 bin TL’leri buluyor (kemiksiz).
Vakıf üniversitelerinin bir hedefi de uluslararası pazardan öğrenci almak. Bu pazarın büyüklüğü 3 milyon öğrenci ve dörtte biri ABD üniversitelerinin. Türkiye’nin payı ise DPT’ye göre yüzde 0.7, yani 20 bin dolayında. Türkiye’yi, “bölgesinin eğitim üssü” yapmak hedefi de var vakıf ticarethanelerinin... Mide küçük, iştah büyük!..
AKP rejimi, 2012 programında (s. 208), yükseköğrenimi ‘yarı kamusal hizmet’ sayıyor. Böyle nitelemesinin nedeni tamamen ‘parasal’. Ve devam ediyor; ‘2010 yılı itibarıyla üniversite gelirlerinin yaklaşık yüzde 56’sını merkezi yönetim bütçesinden aldıkları ödenek, yüzde 33’ünü döner sermaye gelirleri ve yüzde 11’ini özel gelirler oluşturmaktadır’ diyen program, çözümü de kamu dışına atıyor; ‘Bu nedenle, üniversitelerin özel sektörle işbirliği kurmaları, katma değere dönüşecek projeler üretmeleri gerekmektedir... Öğrenci katkı paylarının yükseköğretimin finansmanındaki payının artırılması ihtiyacı devam etmektedir.’ Tercümesi şu: Haydi veliler, öğrenciler, pamuk eller cebe, paran kadar yükseköğretim devri bu... Paran yoksa, eğitim de yok.[4]
Akademik yaşamda yol açtığı çürüme ve yozlaşma bir yana,[5] bu politika(lar), kasıtlıdır: devlet üniversitelere, “başınızın çağrısına bakın,” demektedir.
● Üniversitelerin başlarının çaresine bakma, yani kendi kaynaklarını yaratma yollarından biri, ellerindeki gayrımenkulleri özel kullanıma açmaktır: kendilerine kamudan tahsis edilmiş olan araziler, binalar, tesisler… Üniversite arazilerine “kongre merkezi” adı altında otel, “lojman” adı altında konut yapılması, sosyal tesislerin personel ve öğrenci kullanımından çıkartılarak özel işletmecilere devredilmesi, üniversite arazilerinde faaliyet gösteren şirketlere “serbest bölge” avantajları ve “staj” adı altında boğaz tokluğuna çalıştırabilecekleri vasıflı eleman sağlayıp dolar bazında astronomik kiralar tahsil etmeleri bu meyandadır.
● Yanı sıra, üniversite içi hizmetler de üniversiteler için bir “gelir kapısı”dır: ulaşım, barınma, yemekhane hizmetlerinin özel sektöre devri, üniversitelerin AVM’leştirilmesi, öğrencilerin tüketim eğilimlerinin çeşitlendirilmesi: kampus içerisinde McDonalds, KFC standları, marka satış noktaları, cep telefonu bayileri, bilardo salonları… ya da aynı zamanda öğrenci kimliği yerine geçen bankamatik kartları...Personel maaşlarının yatırıldığı bankanın her yıl yeniden ihaleye çıkartılarak devasa komisyon ücretlerinin devşirilmesi…
● Bir başka yol, eğitim hizmetlerinin tedricen paralılaştırılmasıdır.
Bu konuda anaakım medyada şiddetli bir propaganda furyası sürdürülmektedir bildiğiniz üzere: Baskın Oran, Murat belge gibi isimlerin de dahil olduğu bu kavgada liberal cenahın ana argümanı, yükseköğretimin parasız olmasının eşitliği sağlamak bir yana, sosyal sınıflar arasındaki eşitsizliği derinleştirdiğidir: Yoksullardan alınan vergilerle zengin çocuklarının bedava okuduğu, dershanelere çocuklarını gönderme olanağı olmayan dargelirlilerin böylelikle üst gelir grubunun çocuklarının eğitimini finanse ettiği eşitsiz bir sistem. Özetle, “parasız eğitim zenginlerin çıkarınadır,” ya da tersinden bir deyişle “paralı eğitim yoksullara yarar” diyen bir demogojiyle karşı karşıyayız…
Bu demogojinin üzerini örttüğü birkaç veçhe var: Öncelikle yükseköğretimin mevcut durumunu veri (ve doğru) kabul etmekten malûldür. Yani gençlerin ilköğretimin hemen ardından LGS’ye hazırlanmaya başladığı, öğrencilerin sınavlardan başını alamadığı, sınav sırasında bir saniyelik bir dalgınlığın bir gencin tüm öğrenim yaşamını kararttığı, dershanelere dayalı yüksek öğrenim sistemini...
Yanı sıra, aynı demogoji, bütçe payları giderek daralan, mali darboğaza mahkûm kılınmış üniversitelerin, öğrenciler tarafından finanse edilmesini de olağan ve olması gereken bir durum olarak görüyorlar. Kamu tarafından finanse edilen, dolayısıyla da hizmetlerini kamu yararına yöneltmiş bir üniversite fikri, tüylerini diken diken etmeye yetiyor. Bunun doğal sonucu olarak, “piyasanın bir aparatı olarak işleyen üniversite” fikrine bir itirazları yok!
Oysa bizim yükseköğrenim tasarımımız, katılımcılarına tüm basamaklarında diledikleri an hayata atılabilecekleri donanımı sağlayan, yanı sıra her basamağında üretken olabilecekleri, bütüncü bir öğrenim sürecinin bir parçası olmasıdır. Gençler yüksek öğrenime, birbirleriyle kıran kırana bir rekabet içinde yaşatıldıkları bir geçim dünyasında, suyun üzerinde tutunabilmelerini sağlayabilecek bir gelir elde etmelerinin tek kapısı olduğu için değil, bir mesleğe olan tutkularının, akademik ilgilerinin ve yeteneklerinin ve kendilerini geliştirme isteklerinin itimiyle yönelmeli ve ona sınavsız ve hiçbir alanına bedel ödemeksizin erişebilmelidirler.
Bir başka deyişle, “Büyüyünce doktor olacağım,” diyen çocuksu istek, “Puanım tutar mı?”, “Mezun olduktan sonra iş bulabilir miyim?” “Ne kadar kazanabilirim?” vb. sorularıyla kirlenmeden, salt doktor olma isteğiyle gidilen bir yer olmalıdır üniversite - bu ise, mesleklerin bir gelir ve prestij hiyerarşisine tabi olmadığı bir “herkesin yeteneği-herkesin ihtiyacı” toplumunu tahayyül etmeyi (yeniden) öğrenebilmeyi gerektirir.
Beri yandan, mevcut hâliyle dahi yükseköğrenim, liberal kalemşörlerin öne süregeldiği gibi salt kullanıcısına fayda sağlamaz. Yani özel (ya da yarı-özel) bir yarar değildir sözkonusu olan.
Çünkü herkesin çoğu zaman ihtiyaç duyduğu hizmetlerin bilgisinin üretilip dağıtıldığı bir kurumdur yükseköğrenim: Doktorluk, avukatlık, mühendislik, iletişim, öğretmenlik, bilim insanlığı, sosyologlug vb.
Kişi bu meslekleri para ödeyerek edindiği takdirde, onları bir “sermaye” olarak görme olasılığı yükselecektir. Onbinlerce dolar ödeyerek mezun olmuş bir doktor, uzmanlık ve yetilerini dargelirliler yararına kullanmaktansa, yüksek ücretli özel hastaneleri tercih edecektir büyük olasılıkla. Paralı öğrenimden geçmiş bir hukukçu, getirisi yüksek “iş”leri tercih ederken, yoksulların davalarına bakmaya tenezzül etmeyecektir, vb.
Herkesin erişebileceği, kaliteli bir yükseköğrenim nasıl sağlanır mı diyeceksiniz?
Gayet basit, iyi bir planlama ve bütçeden eğitime ayrılan payı arttırarak. Bunun için tabii özele yönlendirdiğiniz kaynakları yeniden kamuya kanalize etmeniz, “kayırdıklarınız” dahil sermaye gruplarına yüksek vergiler uygulamanız, diyanet, silahlanma, güvenlik vb. için ayırdığınız bütçe payını sınırlandırıp eğitimin payını büyütmeniz, kamu üzerindeki özel talana son vermeniz, örneğin doğal kaynakların denetimini kamuya iade edip büyük çaplı kamulaştırmalara girmeniz gerekecektir. Bir başka deyişle, kapitalizmden vazgeçmeniz…
“Paralı yükseköğrenim”e yönelen liberal “sol”cu övgülerin gerisinde, bu tahayyüllerden “vazgeçmişlik” yatmaktadır.
Her neyse, devam edelim:
● Neo-liberal kapitalizmde üniversitelerin piyasaya teslim edilmesinin bir yolu da, özel üniversitelerin önünü açmaktır. Gökhan Çetinsaya başkanlığındaki YÖK’ün 2012 yılında hazırlayıp kamuoyuna sunduğu yeni YÖK yasa tasarısının önemli bir başlığını oluşturan bu kalem, “yükseköğrenim “kalitesi”nin yükselmesini sağlayacak bir “rekabet” girdisi olarak yaldızlanıyor.
Oysa Türkiye’de “özel” üniversiteler, nicedir var: 12 Eylül cuntasının topluma “armağan”ı YÖK ile birlikte önleri açıldı. Sadece, cunta hazırlattığı anayasada “kâr amaçlı” yükseköğrenim kuruluşlarını öngörmediği içindir ki, bir “hile-i şeriyye” adları “vakıf üniversitesi” oldu. AKP’nin YÖK’ü, bu engeli de aşabilmek için, daha Anaysa değişikliği yapılmadan “özel üniversiteler” kurulmasını öngören bir yasa taslağı hazırladı![6]
Dediğim gibi, “vakıf” üniversiteleri, gerçekte özel üniversitelerdir - üstelik de kağıt üzerinde “kâr amaçlı” gözükmedikleri için, vakıf statüsünün kendilerine sağladığı kolaylıklardan (vergi bağışıklığı; devlet desteği vb.) yararlanabilmektedirler.
Buna karşılık, vakıf üniversiteleri, ancak kâr edebileceklerini düşündükleri illerde kurulmaktadır. Prof. Onur Hamzaoğlu’nun deyişiyle,
“(…)Bütün illerimizde en az bir devlet üniversitesi bulunuyor. Altmış dokuz ilimizde vakıf üniversitesi yok. Vakıf üniversitesi bulunan 12 ilden birisi olan İstanbul’da vakıf üniversitelerinin yarısından fazlası (yüzde 53.0’ü) yer alıyor. Vakıf üniversitelerinin bulunduğu iller; İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Trabzon, Bursa, Samsun, Mersin, Gaziantep, Konya, Diyarbakır ve Kayseri. Bu illerin tümünde büyükşehir belediyesi bulunuyor. Başka bir ifadeyle, diğer illerimize göre gayri safi yurt içi geliri(GSYİG) en yüksek illerimiz. Böyle bir durum son 10 yıla kadar özel hastaneler için de söz konusuydu. İki bin bir yılı itibariyle 48 ilimizde özel hastane yoktu ve bunların tümünün GSYİG’i ülke genelinin ancak yüzde 13.8’ ini oluşturabiliyordu.”[7]
Peki ya kalite? Yani vakıf üniversiteleri, yarattıkları “rekabet ortamı”yla kamu üniversitelerinin kalitesini “yukarı” çekebilmekteler midir? 2013 yılı kayıtlarında 61 vakıf üniversitesinden sadece 8’i kontenjanını yüzde 100 oranında doldurduğuna[8] göre, “müşteri”ler bu konuda bir hayli kuşkulu.[9] Yalnız “müşteriler” mi? Öğretim elemanları da “yüksek maaşlarla” transfer oldukları bu “gıcır gıcır” üniversitelerde kendilerini pek rahat hissetmiyorlar. A.Ü. Eğitim Fakültesinde yapılan bir doktora çalışmasına göre, kamu üniversitelerinde çalışan öğretim elemanları kurumlarının özerklik ölçeğini 100 üzerinden 70-90 puan arasında değerlendirirken, vakıf üniversitelerinin akademik personeli, kurumlarına aynı ölçekte ancak 50 ila 70 puan vermekte, örneğin.[10] Dahası var: ODTÜ, Hacettepe, Ankara, Ege, İstanbul gibi kamu üniversiteleri dünyanın en iyi üniversiteleri listesinde sürekli yer alırken, ilki kurulalı otuz yıla yakın bir zaman olmasına karşın, vakıf üniversitelerinden bir tanesi, sonuncu olarak dahi bu listelere dahil olmuyor…[11]
Ama “vakıf” üniversiteleri, yeni YÖK yasa tasarısı ve olası bir Anayasa değişikliğiyle kurulmasının önü açılacak olan özel üniversitelerin “ne” olacağına dair bir fikir veriyor: Akademik özgürlükler alanından söz ediyorum…
Vakıf üniversiteleri, parlak “misyon/vizyon” bildirimleriyle akademik personelin araştırma ve yayın özgürlüğünü kayıtız-şartsız güvence altında olduğunu ilan ededursun (Sanki Koç’un üniversitesinde görev yapıp örneğin beyaz eşya sanayinin sera gazı salınımındaki olumsuz etkileri üzerine, ya da Sabancı Üniversitesi’nde çalışıp da diyelim ki GDO’lu ürünlerin insan ve çevre sağlığı açısından taşıdığı riskler üzerine araştırma yapmak[12] mümkünmüş gibi…), bu kurumlar yıllık sözleşmeler temelinde istihdam edilen öğretim elemanlarının hoyratça “harcandığı” kurumlar olarak çalışmaktadırlar. Rektörün dahi haberi olmadan 17 öğretim elemanını bir imzayla işten çıkartan, bununla da yetinmeyip rektörlük odasının anahtarını değiştiren Yeni Yüzyıl Üniversitesi,[13] haklarını aramak üzere örgütlenme çabalarına girişen “burslu asistanlarını” hiçbir gerekçe göstermeksizin işten atan ” hiçbir gerekçe göstermeksizin işten atan Yeditepe Üniversitesi, kurulduklarında “özel üniversiteler”in nasıl işleyeceği konusunda yeterli fikir vermektedir…[14]
● Ancak neo-liberalizmin üniversite alanına tasallutu bundan ibaret değildir. Piyasa ekonomisinin akademik alana nüfuzunun bir yolu daha vardır ki, galiba en öldürücü olanı da budur…
Biliyorsunuz, üniversitelerde iki tip ürün üretilir: öğretim ve araştırma. Bir başka deyişle üniversiteler hem bilimin üretildiği, hem de bilimsel bilgi birikiminin genç kuşaklara aktarıldığı mekânlardır. Üniversitelerin piyasaya entegre edilmesini öngören neo-liberal projenin en sakıncalı yönü, bilimin piyasanın bir unsuruna dönüştürülmesidir. Çoğunlukla “bilimin metalaşması” olarak ifade edilse de burada sözkonusu olan, bunun çok ötesinde bir şeydir. Bütçesi siyasal iktidarlar tarafından küçültülerek malî darboğaza sürüklenen üniversiteler, böylelikle “Üniversite-sanayi işbirliği” yaftası altında, bilimsel üretimlerini şirketlerin talepleri doğrultusunda yapılandırarak piyasa gereksinimleri uyarınca işleyen AR-GE kurumlarına dönüştürülmektedir.
Yani artık laboratuar ya da alanda, kendi belirlediği bir sorunsal dahilinde araştırmalarını yürütüp buluşlarını bağımsız olarak “patentleyen” bilim insanları değildir söz konusu olan. Bölümler, fakülteler, enstitüler piyasadan kendilerine gelen istekler doğrultusunda projeler hazırlamakta, öğretim elemanları, öğrenci ve araştırmacılarını bu projelerde istihdam etmektedirler. Böylelikle, akademisyen/bilim insanı, şirketlerin siparişleri doğrultusunda istihdam edilen bir ekibin (ücretli) bir elemanına dönüşmüştür.
Böylelikle üniversitelerde bağımsız araştırmaların önü kapanmaktradır: ilaç firmalarının, enerji şirketlerinin, yüksek teknolojinin, iletişim sektörünün, biyogenetik endüstrinin vb. talepleri, halk sağlığı, sürdürülebilire çevre, emek hakları gibi kamu yararı yüksek sorunların önüne geçmiştir. Çünkü yönetimler, bölümlerine döner sermayedeki paylarını yükseltecek projelere öncelik vermeleri konusunda baskı yapmaktadırlar.
Böyle bir düzenlemede üniversite “özerkliği” sadece üniversitenin kendine malî kaynak sağlamasıyla sınırlı bir “malî özerklik” olarak yorumlandığında, diğer bütün özerklikler anlamını yitirir: idarî, akademik, bilimsel vb… Çünkü üniversite kendisini bağımsız bilim ve öğretim kurumu olarak var eden mantıktan vaz geçerek piyasanın mantığına boyun eğmiş olur.
Bu durumda üniversiteyi kimin (akademisyenler, profesyonel yöneticiler, bürokratlar… hangisi becerebiliyorsa) yönettiğinin piyasa açısından fazla bir önemi yoktur.[15] Dahası, dönüşüme uğramış, piyasanın mantığına teslim olmuş üniversitede, akademisyen “fiktif” olarak bilimsel “özgürlüğe” sahiptir: kaynak bulabiliyorsa, kapı önüne konulma riskini göze alıyorsa, “mobbing”e karşı dayanıklıysa, dilediği araştırmayı yapması önünde MGK yasakları yoktur artık… Tabii “bedel”ini ödemek kaydıyla: Tıpkı Dilovası’nda bebek gaitalarında ağır metaller tesbit edip bu buluşu kamuoyuyla paylaştığı için hakkında soruşturma açılan, Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Onur Hamzaoğlu Hoca gibi…
Çoğu akademisyen, bu “fiktif” özgürlüğü kullanmaya kalkışanların başına gelenlere bakıp, bindikleri aracın borusunu öttürmek zorunda olduklarının bilincine varmıştır - Akademik evrende hâkim olan “kuzuların sessizliği”nin nedeni de budur.
Tekrar ediyorum, neo-liberal üniversite rejiminde akademisyenlerin ilgi alanlarını denetim altına almak için despotik bir YÖK baskısına ya da MGK baskısına ihtiyaç yoktur. Öğretim elemanlarının biatı rafine bir “liyakat” sistemiyle sağlanmaktadır.
Öncelikle, araştırma görevlilerinden başlayıp tüm akademik kademelerin tedricen sözleşmelileştirilmesi aracılığıyla… Sözleşmenin yenilenmemesi olasılığı, böylelikle akademisyen üzerinde yeterli bir baskı oluşturmaktadır.
Bunun yanı sıra, atama ve yükseltme kriterleri ile ücretler artan ölçüde “performans”a bağlanmaktadır: yeni YÖK yasa tasarısında, her üniversitenin (mütevelli heyet karşılığı kullanılan) “konsey”ince ayrı ayrı belirlenmesi öngörülen kriterlerdir bunlar: Bu tasarımda akademik “başarı” öğrenci değerlendirmesi, proje yönetimi, akademik yayın vb. ile belirlenen bir puanlama sistemiyle ölçülmektedir. Hâl-i hazırdaki uygulamada, ABD merkezli, anaakım, piyasa yönelimli endeksli dergilerin, örneğin anadilde yazılmış bir kitaptan daha fazla puan kazandırdığı öylesi bir “değerlendirme” sistemi, akademisyenin ilgi alanlarını kendiliğinden yönlendirmektedir - bilimsel bir merkez-çevre ilişkisini yeniden üretmenin yanı sıra… Bir başka deyişle, akademisyen açısından olumlu, geliştirici bir unsur olabilecek “yayın zorunluluğu”, böylelikle, onun “marjinal” addedilen konu ve yönelişlere itibar etmemesini sağlayan, standartlaştırıcı bir otosansür mekanizması işlevi görmektedir.
Üniversitelerin piyasa tarafından massedilmesinin bir başka yönü ise, üniversite öğreniminin standart bir teknikle hesaplanabilir bir girdiye dönüştürülmesidir: AKTS (Avrupa Kredi Transfer Sistemi’nden söz ediyorum.) Türkiye’nin 2000’de dahil olduğu Bologna sürecinin bir zorunluluğu…
12 Eylül günlerinde Genelkurmay Başkanı ile ODTÜ Profesörü Cahit Arf arasında geçen bir konuşmada Genelkurmay Başkanı’nın ‘Bizim de üniversitemiz var. Harp Okulu. Disiplinsizlik yok. Çıt çıkmıyor. Sizde boyuna sorun çıkıyor. Bunu anlamakta güçlük çekiyorum.’ sorusuna Arf’ın şöyle yanıt verdiği aktarılmaktadır: ‘Harp Okulu’nda öğrencilere ne öğretilmesi gerektiğini biliyor musunuz?’
Genel Kurmay Başkanı: ‘Elbette biliyoruz.’
Cahit Arf: ‘Biz tam olarak bilmiyoruz... Öğreteceğimiz şeyden emin olsaydık orası üniversite olmazdı. Üniversite, tartışarak gerçeklerin arandığı kurumdur. Tartışma olan yerde sorun çıkması doğaldır’.[16]
Üniversiteye bir darbe de böylelikle öğrenimi standartlaştırıcı özelliğiyle Bologna sürecinden gelmektedir. AKTS, bir öğrencinin öğrenim girdilerinin eğitim yaşamının her aşamasında milimetrik olarak hesaplanıp birbirine dönüştürülebileceği bir “konvertibilite” sistemidir. Sistemden öğrencinin yüksek öğrenimini farklı ülkelerde tamamlama olanağının sağlanması amaçlandığı belirtilse de, daha az telaffuz edilen bir husus, nihaî ürün ya da “çıktı”nın (yani mezunun) tüm evsafını içeren bir “barkod” oluşturabilmektir “müşteri” (burada mezunu istihdam edecek şirketler) için. Böylece “müşteri” satın alacağı ürüne ilişkin bir çeşit “garanti”ye kavuşmaktadır! Bütün üniversitelerin “misyon-vizyon” amentülerine “dünya ekonomisiyle bütünleşebileceği bilgi ve becerilere sahip öğrenciler yetiştirmek” maddesini koymaları boşuna mı?
* * *
Biliyorsunuz, YÖK yasası bir kez daha değiştirilmenin eşiğinde.
Aslında TÜSİAD’ın “piyasaya entegre olmuş üniversite” modelini öngördüğü 1994 tarihli raporundan bu yana, YÖK’ü yeniden yapılandırmaya yönelik reformlar gündemdedir: TÜSİAD raporundan bu yana, her YÖK başkanı yeni bir YÖK tasarısıyla çıktı karşımıza: Kemal Gürüz tasarısı, Erkan Mumcu’nun YEK’i, 2007 tasarısı, 2010 “mütevelli heyetler” tasarısı ve nihayet Gökhan Çetinsaya’nın TYK’sı…
Aslına bakarsanız, hepsinin muradı bir: Türkiye üniversitelerini neo-liberal modelle uyumlu kılmak, piyasa-üniversite entegrasyonunun önündeki son direnç noktalarını da tasfiye edecek yasal çerçeveyi hazırlamak. Bu bakımdan Çetinsaya tasarısının bir özgünlüğü yok.
Tasarı’nın “ruhu”nu ise, en iyi, metin içerisinde geçen kavramlara dair istatistikler gösteriyor. Örneğin, “bilim özgürlüğü” kavramı, 34 sayfalık taslak metinde yalnızca 3 kez geçmekte. Tasarıda “özerklik” tanımlanmıyor; ancak “kurumsal özerklik” tamamlaması içinde (her seferinde malî özerkliğe gönderme yapacak şekilde) 6 kez geçmekte.
Peki, en fazla zikredilen kavram mı? İnanmayacaksınız ama, ilk beş sayfada 12 kez olmak üzere 13 kez anılan “rekabet” sözcüğü!
Akademik üretim ve paylaşım bir işbirliği ve dayanışma sorunudur: akademisyenler geçmiş kuşakların birikiminden yararlanarak yaparlar çalışmalarını. Fikir, görüş, bulgu ve tezlerini, bilimsel sempozyum ve yayınlarda birbirleriyle, popüler dergilerde kamuoyuyla, dersliklerde öğrencileriyle paylaşırlar. Bir başka deyişle, bilimsel üretim, kolektif bir süreçtir. Bu kolektif süreci, “rekabet” terimi çerçevesinde yeniden örgütlemeye kalkışmak, tasarının niyetini açığa çıkartmaktadır: Üniversiteyi üniversite yapan mantıktan vaz geçerek onu piyasaya eklemlemek…
Evet, günümüzde AKP’nin YÖK’ü eliyle dayatılan yükseköğrenim modeli, üniversitenin sermaye talepleri doğrultusunda yapılandırılmasından ibarettir. Bir başka deyişle, 1990’lı yıllarda TÜSİAD eliyle başlatılan bir girişimin, MÜSİAD eliyle tamamlanmasıdır.
Gerçi, “atandıktan sonra gezdiği üniversitesinin birimlerinden veya fakültelerinden birine giderek ‘burası günah mabedi, burada içkili toplantılar, kokteyller veriliyor’ diyebilen, bir fakültede kadın akademisyenlerin sayıca fazla olmasından gocunan rektörlerin,[17] “Fizik ve kimya derslerinde sık sık, ‘Var olan şey yok, yok olan da var edilemez’ denir. Ancak Allah (c.c.) bu hükmün dışındadır,”[18] “Evrim teorisi, ateist ve din karşıtlarının bilimsel bir kılıfla insanlara sundukları bir safsatanın adıdır,”[19] buyuran[20](?) profesörlerin cirit attığı, kadro ilanlarında alınacak kişilerin adının not düşüldüğü[21] üniversiteler “sermaye talepleri doğrultusunda” nasıl yeniden yapılandırılacak, piyasa ekonomisine nasıl entegre olacak, o ayrı bir soru… ama niyet ortada! Sanırım en azından YÖK’ün denklik verdiği El-Ezher Üniversitesi, Malezya’daki Uluslararası İslâm Üniversitesi, Sudan’daki Omdurman İslâm Üniversitesi, Medine İslâm Üniversitesi, İran’daki İmam Muhammet Bin Suud ve İslâmi Azad Üniversitesi[22] kadar yapabilirler bunu…
Üniversite bileşenlerine düşen ise, topluma, emeğe, hayata karşı olan bu “proje” karşısında direnmektir. “Haziran kalkışması” sırasında üzerlerindeki ölü toprağından silkinerek öğrencilerinin yanında alana çıkan yüzlerce akademisyen ve üniversite personeli, ve elbette yüzbinlerce üniversite öğrencisi üniversitede hâlâ hayat ve umut olduğunun canlı kanıtıdır.
Zaten “üniversite” sözcüğünün kendisi de başlı başına bir direniş, bir isyan çağrısı değil midir?[23]
N O T L A R
[1] Ekim Gençliği’nin Özdere’de gerçekleştirilen yaz kampı çerçevesinde, 23 Temmuz 2013 tarihinde düzenlenen “Eğitimin Ticarîleşmesi” başlıklı söyleşi metni… Newroz, Yıl:7, No:241, 27 Eylül 2013; Newroz, Yıl:7, No:242, 23 Ekim 2013…
[2] Bertolt Brecht’in 1955/1956 yıllarında kaleme aldığı ‘Galilei’nin Yaşamı’nın 14. sahnesinden.
[3] Mustafa Sönmez’in verilerine göre, Türkiye’de toplam eğitim harcamalarının üçte ikisi bütçeden karşılanırken, üçte biri ailelere ciro edilmektedir. (Mustafa Sönmez, “Harçları Kaldırmak Neyi Değiştirir ki?”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2012, s.11.) Bir başka deyişle, hâlen bir Anayasa gereği olan “parasız eğitim”, çoktan bir “söylence”den ibaret hâle gelmiştir – Başbakanın popülist bir hamleyle üniversitede gündüz/birinci öğrenimdeki harçları “kaldırmış” olmasına karşın!
[4] Mustafa Sönmez, “Paran Kadar Yükseköğretim…”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 2012, s.10.
[5] Çürüme: “AKP iktidarının 5 yıldır ‘Her ile bir üniversite’ söylemiyle art arda açtığı devlet üniversiteleri yetersiz akademisyen kadrosu ve altyapı eksiklikleriyle ‘tabela üniversitesi’ olmaktan öteye gidemiyor. 5 yılda 50’ye yakın üniversite açılırken söz konusu yükseköğretim kurumlarının 23’ünün akademisyen kadrosunda 10’dan az profesör bulunuyor. Bazı üniversitelerde 6 fakülte bulunmasına karşın akademisyen kadrosunda bir tane bile profesör olmaması dikkat çekiyor. Yeni kurulan pek çok üniversiteye, yakın çevredeki üniversitelerin profesörleri haftada bir-iki saat ders vermek için gidip geliyor. (…) Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) Haziran 2012 tarihli verilerine göre 105 devlet üniversitesinin 23’ünde görev yapan profesör sayısı 10’u bulmuyor. Söz konusu 23 üniversitenin tamamı 5 yıl içinde açılan üniversiteler arasında yer alıyor. Ağrı İbrahim Çeçen, Erzurum Teknik üniversitelerinde hiç profesör bulunmazken, Siirt, Türk-Alman, Bitlis Eren ve Gümüşhane üniversitelerinde ise yalnızca bir tane profesör görev yapıyor. (Mahmut Lıcalı, “Üniversite çok, akademisyen yok, Cumhuriyet, 7 Ağustos 2012, s.9).
Ya da şuna ne buyurulur? “Türkiye’nin öğrenci ve öğretim üyesi açısından en büyük üniversitelerinden olan Gazi’de sular durulmuyor. Üniversite bu kez Tıp Fakültesi’nde imamların da katılarak Kur’an okumasının öngörüldüğü mezuniyet töreniyle gündeme geldi. Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Sacit Turanlı, kendi inisiyatifi dışında Fakülte Sekreterliği’nden alınan onayla gerçekleştirilmek istenen programı, haberdar olur olmaz iptal ettirmesine karşın ‘sorun yaşadıkları’ Rektör Prof. Dr. Süleyman Büyükberber’in talimatıyla hakkında inceleme başlatıldığını söyledi. Dekan Turanlı, yaşananlardan Rektör Büyükberber’in de sorumlu olduğuna işaret etti.” (Can Güleryüzlü, “Gazi Tıp’ta sular durulmuyor”, Radikal, 28 Haziran 2013, s.14)
Ve de şu haber: “Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakütesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Seydi Çelik Çelik, güz döneminde verdiği Anayasa Hukuku’na Giriş dersinde öğrencilere Komünist Manifesto’yu okuttuğu ve Michael Moore’un “Sicko” ve “Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi” belgesellerini izlettiği için bir öğrencisi tarafından Başbakanlık İletişim Merkezi’ne (BİMER) şikâyet edildi. BİMER de bu şikâyeti Yükseköğretim Kurulu’na (YÖK) yönlendirdi. YÖK de şikâyeti üniversite yönetimine iletti ve 21 Şubat 2013 tarihinde Çelik’in savunması istendi.” (Samet Akten, YÖK’ten Marx’a soruşturma”, Milliyet, 26 Şubat 2013, s.5.)
Ve yozlaşma: “YÖK’te yaşanan skandallar ve üniversitelerde yapılan yolsuzluklar RedHack’in siber saldırılarıyla açığa çıkarken, bir skandal da Tunceli Üniversitesi’nde ortaya çıktı. Tunceli Üniversitesi’ndeki skandal RedHack’in siber saldırısı sonucu değil, Üniversitenin Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Ali Batu’nun “torpil” mailini yanlış mail adresine göndermesiyle ortaya çıktı. (“Akademik Torpil Skandalı”, Gündem, 12 Ocak 2013, s.3.). “YÖK’ün elektronik paylaşım sistemini çökerten muhalif hacker grubu RedHack, üniversitelerdeki yolsuzluk iddialarına dair yazışmaları yayımlamayı sürdürüyor. Yayımlanan belgelere göre, Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi’nde sahte belgelerle doçent ataması gerçekleştirildi, dönemin YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, Çukurova Üniversitesi’ndeki 4.5 milyon dolarlık kamu zararı ile ilgili olarak soruşturma başlatmadı.” (Sinan Tartanoğlu, “Sahte Belgeyle Doçent Atamışlar”, Cumhuriyet, 10 Ocak 2013, s.8.) “Hacker’ların önceki gün yayımladığı belgede ise Sakarya Üniversitesi’nde 1.6 milyon TL’lik promosyon gelirinin ortadan kaybolduğu iddia edildi. Konuyla ilgili açılan davada üniversitenin ambar memuru Rasim U. 13 yıl hapis ile cezalandırıldı. Savcılık, YÖK’ten “1.6 milyon TL ile ilgili ‘kasten’ idari soruşturma açmayarak zamanaşımına neden olan rektör hakkında görevi kötüye kullanmaktan işlem yapmasını” istedi. RedHack yayımladığı ihbar mektubundaki iddiaya göre İstanbul’da özel bir hastanede ayda 100 bin TL maaşla çalışan Doç. E.A. Kars Üniversitesi rektörüne ayda 30 bin TL vererek üniversiteye hiç gitmeden profesör oldu.” (“1.6 Milyon TL Gelir Kayıp!”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2013, s.8.)
[6] Bunda Başbakan Erdoğan’ın “Vakıf üniversitelerine ne gerek var, şirketler de üniversite kurabilir,” sözünün payı, büyüktür kuşkusuz… (“YÖK Bildiğini Okudu”, Evrensel, 16 Ocak 2013, s.6.)
[7] Onur Hamzaoğlu, “AKP’nin Üniversiteleri”, Evrensel, 2 Temmuz 2013, s.9.
[8] Abbas Güçlü, “Üniversite Hayal Olmaktan Çıktı mı?”, Milliyet, 27 Temmuz 2013, s.23.
[9] Vakıf üniversiteleri, adı üzerinde, kâr amacı gütmemeli. Ama bazısında durum hiç böyle değil. Çok ciddi para tuzakları. Bu nedenle seçim yapılırken üniversite denen şeyin para ile diploma satın alınan bir dükkân olup olmadığını araştırmak gerekiyor. Siz bakmayın bu okulların mezunlarımız iş buluyor diye reklam yapmalarına. Verdikleri eğitimin daha iyi iş bulmada bir faydası olmadığı pek yakın bir gelecekte iyice ortaya çıkacak. Ama asıl ürkütücü olan kalitesiz eğitimin lisansüstünde de devam ediyor olması. Bir süre sonra ortalık, bir değer taşımayan master, doktora derecelerine sahip polisler, öğretmenler, kamu görevlileri, belediyeciler ve benzerlerinden geçilmeyecek. Lisansüstü derecelere sahip olanların çoğalmasının tek faydası uluslararası istatistiklerde şıklık olacak. Tam mostralık. (Ümit İzmen, “Eğitim Sistemi ve Üniversiteler”, Radikal, 30 Temmuz 2012, s.19.)
[10] Sevim Öztürk. Türkiye’de Üniversite Özerkliğinin Mali, Akademik ve Yönetsel Boyutlarıyla Devlet ve Vakıf Üniversiteleri İçin Betimlenmesi, Doktora Tezi, A.Ü. Eğitim Fakültesi, Danışman: Prof. Dr. L. Işıl Ünal. XXV-243.
[11] “Dünyanın En İyilerinden Altısı Türkiye’de”, http://www.ntvmsnbc.com/id/25305887/
[12] Sabancı Üniversitesi Doğa ve Mühendislik Fakültesi’nden Selim Çetiner “GDO’lar, sağlığa ve çevreye zararı olmayan, verimde artış sağlayan, daha aza kimyasal gübre ve tarım ilacı gerektiren ve kurak-tuzlu arazilerde tarım olanağı sağlayacak modern tarım teknolojisinin ürünleri. Konuya bilimsel bakan akademi, enstitü, dernek ve kurullar GDO’ların güvenli olduğunu söylüyor. Zaten pazarlama öncesinde yapılan titiz ve dikkatli denetimler sonucunda riskli ürünlerin insanlara sunulması diye bir durum söz konusu olamaz,” diyor. (“GDO Karşıtları ve Taraftarları”, http://www.ntvmsnbc.com/id/25017773/)
[13] “Bu yıl, üçü dekan 17 öğretim üyesini işten çıkaran ve rektörün de işine son vermek isteyen Yeni Yüzyıl Üniversitesi ile ilgili hâlâ YÖK’ten yanıt gelmedi. Üniversiteden bir yetkili, ‘üniversitede kamusal suç işleniyor ancak YÖK üzerindeki baskılar nedeniyle görevini yapamıyor’ dedi.
Makam aracı alınan, makam odasının kapısının kilidi değiştirilen Rektör Prof. Dr. İzzet Bozkurt, yıllık iznini kullanmak zorunda çünkü fiilen üniversiteye giremiyor.
Üniversitede ağustos ayında rektörün onayı olmadan hukuk dışı bir şekilde Mütevelli Heyeti Başkan Vekili eski gazeteci Ekrem Çalkılıç’ın imzasıyla 17 öğretim üyesinin işine son verilmişti. YÖK konuyla ilgili denetime geldi ancak hâlâ yanıt yok.” (“Biat et ya da kovul”, http://www.bianet.org/bianet/toplum/141618-biat-et-ya-da-kovul)
[14] Umarım bu söylediklerimden kamu üniversitelerinin “özgürlükçü” olduğuna dair bir sonuç çıkartılmaz. Geçmişin “askerî vesayet” aygıtı YÖK, “AKP’nin üniversiteler üzerindeki demir yumruğu”na dönüşümünü başarıyla tamamlarken, AKP rektörleri de devlet üniversitelerinde ne öğrencilere ne de öğretim elemanlarına göz açtırmıyorlar. Örnek mi? Binlerce. [“Eğitim Sen’de aktif rol alan ve Marmara Üniversitesi’nin ticarileşmesine karşı verdiği hukuki mücadeleyi kazanan akademisyen Meryem Kurtulmuş’un sözleşmesi rektör tarafından Akademik Kurul kararına aykırı ve keyfi bir şekilde 6 aylık olarak yenilendi.” (“Üniversitenin ticarileştirmesine karşı çıktı, sözleşmesi kısaltıldı”, Birgün, 28 Haziran 2013, s.3), Uludağ Üniversitesi’nin #diren yazılı tişörtle yaptığı konuşma nedeniyle Yrd. Doç. Dr. Timuçin Köprülü’ye soruşturma açıldı. (“Timuçin Köprülü’ye destek”, Özgür Gündem, http://www.ozgur-gundem.com/?haberID=78941&haberBaslik =Timu%C3%A7in%20K%C3%B6pr%C3%BCl%C3%BC’ye%20destek&action=haber_detay&module=nuce). Ya da, Akademi ve Bilimsel Topluluklar Uluslar arası İnsan Hakları Ağı’nın, Türkiye’de akademik özgürlüklerin ihlâli konusunda, 85 sayfalık bir rapor hazırladığını söylemek yetmez mi? Bkz. Carol Corillon, Peter Diamond, ve Hans-Peter Zenner, “Scientists, Engineers, and Medical Doctors in Turkey, A Human Rights Mission. A Report to the International Human Rights Network of Academies and Scholarly Societies”.
[15] Yine de neo-liberaller, üniversitelerin akademisyenler eliyle yönetilmesine alerji duyan pratik adamlardır. İşte bunlardan biri, Prof. Dr. Kpt. Esen Faruk Özsan, üniversite “proje”sinde “akademisyenler”in yönetme konusundaki “beceriksizliği”ne olan inancını şöyle dile getiriyor: “Bir profesörün oradaki öğretim üyelerinin oyuyla rektör seçilmesi bu kurumlara politika ve huzursuzluk getirmiştir. Bazı üniversiteler, idarecilerine oy verecek öğretim üyeleriyle doldurulmaya başlanmıştır. Sonuçta sağ/sol, ilerici/gerici, mason/nurcu, devrimci/faşist ve laik/şeriatçı gibi çekişmelerle günlük siyasete girilmiştir. ‘Demokratik ve lâik üniversite’, ‘akademik, mâli ve idarî özerklik’, ‘ilmî özgürlük’, ‘sakal ve kılık-kıyafet yasakları’ gibi yeni kavramlar yaratılmış, bilâhare bunlar üzerinden sonsuz tartışmalara girişilmiştir.” “Pratik adam”ımızın “üniversiteyi kim yönetmeli?” sorusuna yanıtı da çarpıcı: “İdarî ve akademik kadroları atayacak olan mütevelli heyetleri şu kişilerden oluşabilir: Yörenin (i) valisi veya yardımcısı, (ii) il veya ilçe belediye başkanı, (iii) en çok ihracat yapan işletmecisi, (iv) en çok işçi çalıştıran sanayicisi, (v) en çok vergi veren iş adamı, (vi) askerî komutanı, hastane başhekimi, AR-GE merkezi temsilcisi, takım lideri olarak çalışmış âlim, mucit veya mühendis.” (Esen Faruk Özsan, “Teknoloji Çağında Üniversite Eğitimi”, Milliyet, 7 Ağustos 2013, s.22.) Gökhan Çetinsaya’nın süresi bittiğinde, YÖK başkanlığına uygun bir aday, değil mi?
[16] Mustafa Kemal Coşkun, “Üniversite Reformu!”, Radikal İki, 21 Ekim 2012, s.10.
[17] Orhan Bursalı, “Bir Üniversitede Rektör”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2012, s.6.
[18] Bu sözler Prof. Dr. Eşref Edip Keha’ya aittir.
[19] Bu sözler Prof. Dr. Turan Güven’e aittir.
[20] Ezgi Başaran, “Evrim Karşıtı Sempozyum Üniversitede Olur mu?”, Radikal, 9 Mayıs 2012, s.6.
[21] “Öğretim üyesi alımı için gazetede yayımladığı ilanda alacağı öğretim üyelerinin de adını yayımlayan Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, isimlerin “sehven” yayınlandığı gerekçesine sığındı.” (“Üniversitede Torpil ‘Sehven’ Açığa Çıkmış”, Cumhuriyet, 3 Ağustos 2013, s.4.)
[22] Sinan Tartanoğlu, “El-Ezher’e Denklik”, Cumhuriyet, 7 Ağustos 2013, s.10.
[23] “Ortaçağ zamanlarında Paris kenti, Seine ırmağının oluşturduğu adacıkta yer alan iki büyük otoritenin yönetimindedir. Birisi Notre Dame katedralidir, ötekisi ise onun tam karşısında yer alan Krallık Sarayı’dır. Başpiskopos Notre Dame katedralinde oturmaktadır. Notre Dame katedrali, Paris kilise okullarında yetişen din adamlarına yeterlik/yetki belgeleri verir. Bu belgeleri başpiskopos yerine, yardımcısı rektör dağıtır. O nedenle, rektörün kilise okulları üzerinde ağır baskısı vardır. Katedralin karşısındaki krallık sarayında kentin emniyet müdürü oturmaktadır. Rektör ve emniyet müdürü genellikle iyi geçinirler. Çok sayıda öğretmen ve öğrencinin yaşadığı kenti sorunsuz yönetirler.
1100’lü yıllarda, çok sayıda yabancı öğrenciyi de içine alan yüksek öğretim, henüz devlet güdümünde değildir. Öğrenciler okula ya da ders aldıkları öğretmene ücret öderler. Bir tür özel okul ya da özel öğretmen sistemi yürürlüktedir. Öğrenimden sonra rahiplik yetkisini dağıtan Notre Dame, sisteme egemendir.
Öğrenciler ve öğretmenler Latin Quarter denilen bölgeye yerleşmeye başladılar. Latin Quarter, Latincenin egemen olduğu yeni bir mahalle yeni bir yerleşke oldu. Öğrenci sayısı o zamanki Paris’in nüfusunu aştı. Nehrin batı yakasında birkaç tane manastır okulu vardır. En büyükleri St.Germain, Ste.Genevieve ve St.Victor’dur.
Bu okulların kendi başöğretmenleri vardır. Ama rektör, o okullarda mutlak yetki sahibidir ve başöğretmene sormadan okula öğretmen atayabilir, öğretim programını belirler ve öğretimi denetler, mezunlara rahiplik yetki belgesi verir. Bu durum doğal olarak, başöğretmenler arasında rektöre karşı bir hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Bu hoşnutsuzluk, birçok (baş)öğretmenin Notre Dame katedralinden uzaklaşmaları, Latin Quarter denilen bölgeye yerleşip, kendi fakültelerini kurmaları sonucunu doğurdu. Yabancı öğrencilerin de yoğun olarak toplandığı Latin Quarter, 1100’lü yıllarda büyük bir eğitim sitesi oldu.
1200 yılının sonbaharında Latin Quarter’da yaşayan bir Alman öğrenci evinde arkadaşlarına bir parti vermeye karar verir. On yaşındaki uşağını şarap almak için caddenin köşesindeki tavernaya yollar. Tavernadaki tezgâhtar, çocuğun damacanasına bozuk şarap doldurur. Bunu fark eden çocuk itiraz eder. Taverna görevlileri çocuğu dövüp ve sokağa atarlar. Bu arada damacana da kırılır. Çocuk gelip başına gelenleri anlatınca, partiye gelen öğrenciler topluca tavernaya giderler. Tavernayı darmadağın edip görevlilerini döverler ve dolu bir damacana ile dönüp partiye devam ederler.
Tavernacı emniyet müdürüne gider ve öğrencilerin yakalanıp cezalandırılmalarını ister. Emniyet müdürü yanına görevlileri ve bazı gönüllüleri alıp, Latin Quarter’da öğrenci avına çıkar. Arama sırasındaki hoyrat davranışları semt öğrencilerinin ve öğretmenlerinin tepkisini çeker. Aralarında şiddetli bir kavga başlar. Emniyet görevlileri püskürtülür. Ancak kavgada beş öğrenci ölür. Onlardan birisi tavernadan şarap aldıran Alman öğrencidir. Alman öğrencinin Liege piskoposluğuna seçilmiş biri olduğu anlaşılır. Olay büyümeye başlar.
Notre Dame’dan destek alamayınca, öğrenciler ve öğretmenler kendi aralarında örgütlenirler. Yabancıları da içine aldığını belirtmek için birliğe Universitas adını verirler. “Üniversite” adı buradan gelir. Kurdukları barikatlarla Latin Quarter’a polisin girmesine izin vermezler. Emniyet müdüründen ve rektörden uzlaşma işareti görmeyen Universitas, temsilcilerini Kral Philip’e gönderir. Temsilciler kraldan korunma ve bazı imtiyazlar isterler. Kral temsilcilere;
-İsteklerinizi kabul etmezsem ne yapacaksınız? diye sorar. Temsilciler yanıt verir:
-O zaman, cübbelerimizin eteğinden Paris sokaklarının tozunu silkeler gideriz!
Kral Philip bu sözün ne anlama geldiğini bilecek kadar akıllıdır. Latin Quarter’daki öğrenciler kenti terk edip başka ülkeye giderlerse, Paris’in çok şey kaybedeceğini bilir. O nedenle, öğrencilere istedikleri imtiyazları verir. Artık üniversitat kralın korumasındadır. Polis onlara karışamayacaktır. Daha önemlisi, Latin Quarter’daki okullar (fakülteler), rektörden bağımsız olarak kendi öğretim programlarını yapabilecek, öğretmenleri atayabilecek, dereceleri dağıtabileceklerdir. Bu olgu, Paris’te yükseköğrenimin kiliseden kopuşunun başladığı andır. O andan sonra, Üniversite kurulmuştur. (Dr. Lynn H. Nelson, Professor Emeritus, University of Kansas, Lectures in Medieval History, 1 January 2001. akt. Timur Karaçay, “Üniversite Adının Doğuşu”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1325, 10 Ağustos 2012, s.15.)
Yorum Ekle