“Bırakın ölüleri, kendi ölülerini gömsünler!” [2] Sanırım uzatacak zamanımız yok, öyleyse söze hemen bir saptamayla başlaya...
“Bırakın ölüleri,
kendi ölülerini gömsünler!”[2]
Sanırım uzatacak zamanımız yok, öyleyse söze hemen bir saptamayla başlayayım.
Kapitalist sistemin 1970’li yıllarda içine düştüğü derin buhrandan çıkmak üzere yürürlüğe sokulan neoliberal politikaların küresel ölçekli iflasını yaşıyoruz.
Neoliberalizm iflas etti, çünkü bir avuç kapitalistin çıkarları için yeryüzünün, yaşamın son katresine dek talanına, emeğin sınır tanımaz sömürüsüne, insanı insan yapan tüm değerlerin tersyüz edilmesine dayalı bir sistem inşa etmişti.
Kapitalizm, küresel neoliberalizm ile birlikte, sürdürülebilirliğinin sınırlarına erişti. Bugün yeryüzünün onun sömürü ve talanından kaçınabilmiş tek bir bucağı kalmadı.
Bu yüzden, kapitalizmin mevcut krizi, devrî değil, nihaî… Sömürü sisteminin sürdürümünü sağlayabilmek için yapabileceği bir hamle ya da gidebileceği bir yön kalmadı.
Tarihsel olarak devreye girmesinin önünü açtığı “burjuva demokrasisi”nin suretlerini dahi devredışı bırakan açık gerici ve baskıcı rejimlere küresel ölçekte çağrı çıkarmasının nedeni bu… ABD’de Donald Trump, Macaristan’da Victor Orban, Brezilya’da Jair Bolsonaro, Hindistan’da Narendra Modi, Türkiye’de Erdoğan… birer tesadüf değil, “Zamanın ruhu”nun tecessüm etmiş hâlleri…
Yalnız onlar mı? Sarı Yelekliler’in direnişi, faşist Ulusal Cephe lideri Marine Le Pen’in cumhurbaşkanı seçilmesi riski karşısında “Avrupa değerlerine bağlılık yeminleri”yle liberallerin, solcuların, demokratların vb. desteğini kazanan Fransa’nın “liberal” Cumhurbaşkanı Macron’un cilasının dökülerek içindeki otokratın zincirlerinden boşanmasına yol açmadı mı? Barışçıl göstericilerin üzerine özel timlerini süren, liselileri ters kelepçeyle yerlerde süründüren Macron… Günümüzde her “liberal” liderin zoru gördü mü nasıl bir halk düşmanına dönüşeceğini gözlerimizle görmemize olanak verdi.
Evet, neoliberalizmin hesaplarında şirket kârlılığı var, üretim artışı var, enerji kaynakları konusunda rekabet var, borsanın değer kazanması var, konvertibilite var, ticaret serbestîsi var, faiz oranları, pariteler vb. var, ama insan yok. Doğasını talan ederek, kamusal yaşamına el koyarak, emeğini son katresine dek sömürerek, istihdam alanlarını, dolayısıyla da geçim olanaklarını durmaksızın daraltarak, sosyal kazanımlarını bir bir elinden alarak köşeye sıkıştırdığı, yaşamını cehenneme çevirdiği, iliğine, kemiğine kadar sömürdüğü insanların, neoliberalizmin gündeminde bir dirhem yeri yok.
Yoksullaşan, yoksunlaşan, geçim ve yaşam olanaklarını yitiren insanların tepkisi, sistem için öngörülebilir, hesaplanabilir gibi değil. Öfke patlamaları kimi zaman anayolları bloke ediyor, banka şubelerini, süpermarketleri yağmalıyor, arabaları yakıyor; kimi zaman sokakları zapt ediyor; kimi zaman göçmenleri, etnik ve dinsel azınlıkları hedef alıyor; kimi zaman ırkçı, faşist, fundamentalist, Neonazi hareketlerin ardında diziliyor.
Son söylediğim, kuşkusuz sermaye için en tercih edilir olanı: çokkültürcü, “diyalog ve uzlaşıya dayalı”, “yönetişimsel” modellerin iflas ettiği noktada orta ve alt orta sınıfların otarşizmine, korunmacı-tekbenciliğine, bir başka deyişle “yerli ve millî” söylencesine sarılmak.
Trump’ın ABD’de, Orban’ın Macaristan’da, Modi’nin Hindistan’da yaptığı bu… Erdoğan’ın AKP’sinin Türkiye’de yaptığı da öyle…
“Gericileşme” süreçlerini imleyen tüm göstergeler bu ülkede de yaşanıyor: milliyetçi reaksiyon, dine dayalı muhafazakârlığın yaygınlaşması; “yerli ve milli kültür” söylemleri; insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü, kadın özgürlüğü, farklı cinsel yönelimlerin tanınması, hümanizm gibi değerlerin kozmopolit-liberal-Batı merkezci ve/veya siyonizmin komplosu olarak damgalanarak reddi; “geleneklerin” ve “geleneksel değerlerin” yüceltilmesi…
Ancak Türkiye’deki gelişmelerin bir artısı var: 2002’den bu yana iktidarda olan AKP iktidarı bu “elverişli” uluslararası iklimden, ülkede Tanzimat’tan bu yana yürürlükte olan “modernleşme=Batılılaşma” denklemini bozarak, bu denklemin bedenlenmiş hâli olan Kemalist ideolojiyle bir hesaplaşmaya girmek üzere yararlandı.
Bu bakımdan AKP iktidarı Türkiye için bir yandan tüm varlık ve potansiyellerin kapitalist talana açılması, bir yandan da ülkenin tepeden tabana bir İslâmîleşme sürecine tabi tutulması anlamına gelmekte. Bir başka deyişle, AKP, ekonomik hoyratlığının yarattığı tepkileri bir yandan siyasal zorbalık, ama bir yandan da kültürel hegemonya aracılığıyla dengelemenin peşinde.
Kültürel hegemonya, AKP’nin siyasal arenadaki temsilcisi olduğu ve Türkiye kapitalizminin başat unsuru derkesine yükseltmeye çalıştığı (öyle ya, Cengiz, Limak, Mapa, Kolin’in adlarını bundan 8-10 yıl öncesine dek kim duymuştu?) “Anadolu sermayesi”nin “öz” değerlerini hâkim kılmanın yanısıra, onların “yerli ve millî”lik görüntüsüyle “popüler değerler/halkın değerleri” arasındaki “rezonans”ı kendi iktidarını destekleyecek bir kültürel iklime dönüştürme girişimine denk düşer.
Ve eğitim, her ikisinin de, yani hem sınır tanımaz neoliberal talan, hem de AKP’nin kültürel iklimi yeniden biçimlendirme çabasının kesiştiği alandır.
EĞİTİMDE NEOLİBERALİZM
Önce eğitimde neoliberal uygulamalara bir göz atalım.
Millî Eğitim Bakanlığı, Eğitim-Bir-Sen[3] ve cemaat vakıfları elinde cılkı çıkan eğitim sisteminde devlet okullarına hanginiz güvenirsiniz? AKP seçmenleri dahi çocuklarını ya bir avuç nitelikli okulda ya da özel okullarda okutabilmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar mı?
İktidar da bu sürecin farkında ve eğitim yükünü (ya da “pastasını” mı demeli?) özel sektöre devretme kararlılığını sık sık ortaya koyuyor. Örneğin Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) 2015-2019 Stratejik Planı ve 10. Kalkınma Planı’nda özel sektörün eğitim ve öğretimdeki payının arttırılmasının hedeflendiği açıkça belirtilmektedir. MEB’e göre, eğitim bir kamu hizmeti değil, ‘sektör’dür. MEB verilerine göre 2017-18 öğrenim yılında özel okullara giden öğrencilere destek ödemesi adı altında yapılan harcamaların toplamı, 2 milyar 512 milyon 745 bin 221 TL’ye ulaştı, özel mesleki ve teknik liselere ise 234 milyon 33 bin 451 TL ödeme yapıldı. Böylelikle, 92 milyar TL’lik MEB bütçesinin eğitime ayrılan 19.2 milyar TL’nin yüzde 15’i, özel okullara tahsis edilmiş durumdadır.[4] Buna aynı bütçenin imam-hatiplere ayrılan yaklaşık yüzde 42’yi de eklediğimizde, devlet okullarının tümüne (ilköğretim + genel + meslek) ayrılan bütçenin zavallılığı ortaya çıkacaktır: yüzde 43!
Özellikle Fethullah Gülen Cemaatiyle mücadele seferberliği kapsamında özel dershanelerin kapatılarak bazılarının “market” okullara dönüştürülmesi biçiminde yürütülen bu süreç, özel ortaöğretim kurumlarının pıtrak gibi çoğalmasına yol açmıştır.[5]
Özel okullara arazi tahsis eden, kira desteğinde bulunan devlet, bunlarla da yetinmeyerek kayıtlı öğrenci başına belirli bir teşvik ödemekte, kamu okullarındaki öğretmenlerin özel okullarda ders vermesinin önünü açmakta, bu yolla özel okullara ciddi miktarda kamu kaynağı aktarımı yapılmaktadır. Bir özel okul sahibinin Erdoğan tarafından MEB’e getirilmesi, AKP iktidarı ve “Reis”inin eğitimde de özel sektöre sevdasının nişanesidir. Kuşkusuz, “yerli ve millî” bir “eş-dost kapitalizmi” çerçevesinde…
Kuşku yok ki ortaöğretimde özelleştirme, yalnızca özel okullara sağlanan destek ve teşviklerden ibaret değil. Kamu okullarındaki hizmetlerin taşeronlara devredilerek eğitim sisteminden her türlü denetimden azade korsan sektörlerin (okul servisleri, temizlik hizmetleri, kantin işletmeciliği, yurtlar: okul servisinde unutularak yaşamını yitiren üç yaşındaki Alperen’i anımsayın!) nemalanmasının önünün açılması; okul bahçelerinin tatil günleri otoparka dönüştürülmesi, rantı yüksek bölgelerde okulların tahliye edilerek arsalarına el konulması, meslek liselerinin öğrencilerinin “staj” adı altında boğaz tokluğuna çalıştırılması, “Fatih projesi” gibi “dahiyane” girişimlerle “her sınıfa bir akıllı tahta, her öğrenciye bir tablet” diye okulların teknoloji çöplüğüne dönüştürülmesi, daha neler neler[6]…
Aynı süreçler yüksek öğrenim için de söz konusu… Kamu üniversiteleri bilimsel açıdan çürümeye terk edilirken, Vakıf üniversitelerine teşvik yağdırılması, kamu arazisi tahsisleri, kamu üniversitelerinden öğretim elemanı desteği, vergi muafiyetleri, öğrenci başına uygulanan teşvikler, üniversite hizmetlerinin taşeronlaştırılması: yemek, kantin, yurt, temizlik hizmetlerinin özel ellere terk edilmesi, yasal değişikliklerle özel üniversitelerin önünün açılması, vb.
Ama “özelleştirme”nin üniversiteler için farklı bir anlamı daha var. Yükseköğretimin üretimlerinin piyasa talepleri doğrultusunda yapılandırılması, “üniversite sanayi işbirliği” adı altında üniversitelerin kamusal yarara yönelik olmaktan çıkartılarak, özel sektörün ihtiyaçlarına koşulması…
Malûm, Ar-Ge tekil şirketler için pahalı bir faaliyet. Laboratuvarlar kuracaksınız, donatacaksınız, alanınızdaki literatürü takip edeceksiniz, araştırmacılar istihdam edecek, onların eğitimini sağlayacaksınız ve sonuca “belki” ulaşacaksınız.
Oysa aynı işi, çok daha düşük maliyetlerle üniversitelere yaptırabilir, maaşlarını kurumlarından alan araştırmacılardan, kamusal fonlarla kurulmuş üniversite laboratuvarlarından yararlanabilir, emeğinden yararlanacağınız teknik elemanların eğitimi, kendilerini geliştirmeleri için tek kuruş harcamadan araştırma sonuçlarının kucağınıza düşmesini bekleyebilirsiniz…
Bunun ne mahzuru mu var? Bu halkın vergileriyle finanse ettiği üniversitelerde üretilen bilgi ve araştırma sonuçlarından yararlanamaması, üniversitelerin bilimsel faaliyetlerinin kamu yararına değil, şirketlerin kârlılık kaygılarına yanıt verecek şekilde örgütlenmesi anlamına gelmektedir.
Piyasalaşmanın öğretim elemanları üzerindeki etkisi -KHK’lar bahsine ileride değinmek üzere- bir yandan “proje kapmak” için şirketlerin kapısını aşındırmak, bilimsel bulgularını “pazarlamak”, “döner”deki payını arttırmak, meslektaşlarını “atlatmak” için her gün bin türlü dolap çevirmek zorunda kalmak ise, diğer yandan akademik atama ve yükselme kriterlerini karşılamak için bilim “çöplüğü”nün çapını her gün daha büyüten yayınları yapma çabasına mahkûm olmaktır. Durumun vahametini gösterebilmek için, araştırmacılar Marc A. Edwards ve Siddhartha Roy’un “Academic Research in the 21st Century: Maintaining Scientific Integrity in a Climate of Perverse Incentives and Hypercompetition (21. Yüzyılda Akademik Araştırma: Ahlâksız Teklifler ve Hiper-Rekabet Çağında Bilimsel Bütünlüğü Korumak)” başlıklı makalesinden kimi aktarmalar yapmak istiyorum:
“Kamu yatırımı olmadan üniversiteler özel sektörün kurallarıyla oynamaya, yani işletme gibi çalışmaya mecbur. İşletmeler elbette ki kâr-zarar hesabına göre çalışıyor ve bu hesabın artıda olması kâr maksimizasyonuna, o da girdi ve çıktıların dikkatle ve sürekli biçimde değerlendirilmesine dayanıyor. (…) Sözkonusu makalede belirtildiği gibi, akademik bilim açısından bunun sonucu ise, bilimsel araştırmacıların yaptığı neredeyse her şeyi belirleyen ve çalışma pratikleri üzerinde gözlemlenebilir etkilere sahip yeni bir niceliksel performans ölçümü rejiminin ortaya çıkması oldu.
Bu ölçüm ve değerlendirmeler “yayın sayısı, atıflar, birleşik atıf-yayın sayısı (yani ‘h-indeksi’), dergi etki faktörleri (JIF), toplam araştırma bütçesi ve toplam patenti” içeriyor. Edwards ve Roy, ‘fakültelerde işe alım, terfi ve kadro, ödül ve fon konusunda karar sürecini artık bu niceliksel ölçümler belirliyor’ diyorlar. Sonuç olarak, akademideki bilim insanları, araştırmalarının fonlanması, yayınlanma ve atıf yapılma konusunda giderek artan çılgınca bir arzunun güdümündeler. ‘Atıf yapılan çalışma ile ölçülen bilimsel çıktı, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana her 9 yılda bir ikiye katlandı’ diyor Edwards ve Roy. Ancak nicelik niteliğe tercüme olmuyor. Edwards ve Roy, niceliksel performans ölçümlerinin bilimsel araştırmaların niteliği üzerindeki etkisini izlemişler ve bu etkinin olumsuz olduğunu bulmuşlar. Yayın sayısını teşvik eden ödül sistemlerinin sonucu olarak, bilimsel makaleler daha kısa ve daha az derinlikli, ‘metot açısından zayıf ve hatalı bulgu oranı daha yüksek.’ Mesleki değerlendirmelerde çalışmalara yapılan atıf sayısına artan vurgu sebebiyle, referans listeleri kariyer ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde şişirilmiş ve yayınlamanın bir koşulu olarak kendi çalışmalarına atıf yapılmasını isteyen akran değerlendirmeci sayısı artmış.
Daha fazla fon almayı daha fazla mesleki fırsatla ödüllendiren sistem, bilim insanlarının hibe teklifi yazmaya ölçüsüzce uzun vakitler harcamasına ve fon verenlerin dikkatini çekebilmek için araştırmalarının pozitif sonuçlarını öne çıkarmasına sebep oluyor. Benzer şekilde, üniversitelerin departmanları sıralamada yükseldikleri için ödüllendirmesi, ‘sıralamalarda tersine mühendislik, oynama ve hile yapmaya’ teşvik ediyor ve bu da bilimsel kurumların kendisinin bütünlüğünü erozyona uğratıyor.
Akademik bilim üzerindeki artan piyasa baskısının sistemsel sonuçları muhtemelen çok yıkıcı. Edwards ve Roy’un yazdığı gibi, ‘ahlâksız tekliflerin artması ve fonların azalması birleşince, bilim insanlarını etik dışı davranışa itebilecek basınçlar yoğunlaşıyor. Bilim insanlarının kayda değer bir kesimi güvenilmez hâle gelirse, bilim yuvalarının kendisi özü itibariyle yozlaşmış hâle gelebilir ve kamuoyunun güveninin kaybedileceği bir taşma noktası aşılabilir. İnsanlık açısından yıkıcı sonuçları olabilecek yeni bir karanlık çağın başlangıcı olabilir bu.’ Güvenilirliği muhafaza etmek için, bilim insanlarının bütünlüklerini koruması gerekiyor-ve hiper-rekabet bu bütünlüğü erozyona uğratarak potansiyel olarak tüm bir akademinin altını oyuyor. (…)
Edwards ve Roy, performans ölçümlerinin yaygınlaşmasının yol açtığı hiper-rekabetin akademideki bilim insanlarının niceliği niteliğin önüne koymasına yol açtığını, onları kestirme yollara sevk ettiğini ve en bilim odaklılardan ziyade en kariyer odaklıları kayırdığını gözlemliyorlar. Kısacası, kapitalist piyasanın diktası (‘rekabet, birikim, kâr maksimizasyonu ve artan emek üretkenliği’), bilimsel bütünlüğe ve kolektif bilgi arayışına zarar veriyor. Edwards ve Roy, ana olarak niceliksel ölçümleri gevşetip araştırmalardaki suiistimalleri önlemeye odaklanan sayısız reform öneriyorlar. Ama büyük ihtimalle sorunlar asıl sebebe inilmedikçe devam edecek - yani, kapitalizmin üniversitedeki ve üniversiteyi ayakta tutan toplumdaki hâkimiyeti son bulmadıkça.”[7]
Bu koşullar altında, 1964’te Higgs parçacığının varlığını öngören Britanyalı teorik fizikçi Peter Higgs’in 2013’te Nobel Ödülü alması üzerine The Guardian gazetesine verdiği demeçte, “Şu anki akademik ortamda olsaydım bu çığır açıcı buluşu asla yapamazdım… Bugün olsa akademide iş bulamazdım. Bu kadar basit. Yeterince üretken bulunmazdım diye düşünüyorum,”[8] demesi şaşırtıcı mı?
Bu tepkiler bilimsel ethos’a yönelik duyarlılığın göreli yüksek olduğunu bildiğimiz ABD’den yükseliyor. Varın, bilimsel etik gibi değerlerin pek de “takılmadığı” Türkiye üniversitelerindeki durumu siz tahayyül edin. Ya da ben tahayyül etmenize yardımcı olayım:
ODTÜ’den Prof. Metin Balcı, 2010 yılında Türkiye adresli bilimsel makalelerin yayınladığı ilk 10 dergi üzerine yaptığı incelemede, birkaç prestijli üniversite dışında Türkiye üniversitelerinden yapılan yayınların büyük bölümünün Afrika, Güneydoğu Asya, Türkî cumhuriyetler vb. mahreçli, paralı yayın yapan, yayın kurulunda Türklerin çoğunluğu oluşturduğu, adı-sanı duyulmadık dergilerde yer aldığını saptamıştı.[9]
ÖZELLEŞTİRMENİN ÖTESİNDE: DİNDAR VE KİNDAR NESİL NASIL YETİŞTİRİLİR?
Ne ki, eğitim sisteminin karşı karşıya olduğu tek açmaz, (hem de gayet “alaturka” bir biçimde, “eş-dost kapitalizmi” biçiminde yürütülen) özelleştirme yağması değil. Eğitim sistemi, aynı zamanda okul-öncesinden üniversitelere, “dindar ve kindar nesiller” isteyen rövanşist bir saplantının güdümünde İslâmcılaştırılmaktadır. Millî Eğitim Bakanlığı bu alanda adeta Diyanet İşleri’nin bir alt birimi gibi, üstelik de tarikatlarla, cemaatlerle (tabii günün meşrebine uygun olanlarıyla) kol kola, iç içe çalışıyor.
Örnekler sayısız… Anaokullarından başlayalım mı? Buyurun:
- “Okuma-yazma bilmeden Kur’an öğrenenlerin sayısı yüzde 50 arttı. 131 bin çocuk hayata Kur’an’la başladı. (…) 2018 yılına yurt genelinde 14 bin 597 Kur’an kursunda eğitim vererek başlayan Diyanet İşleri Başkanlığı, 7 ayda bin 427 kurs daha açarak, kurs sayısını yüzde 10 artırdı. 2016-2017 öğretim yılında okuma yazma bilmeyen 4-6 yaş grubunda 87 bin 790 çocuğa Kur’an eğitimi veren Diyanet, yılın ilk 7 ayında bu sayıyı yüzde 49.24 arttırarak 131 bin 26’ya çıkardı.”[10]
- “Diyanet İşleri Başkanlığı, okuma yazma dahi bilmeyen 4-6 yaş grubundaki çocuklar için düzenlenen Kur’an Kursu eğitim programlarını yeniledi. (…) Programda çocuklara ‘camiyi seviyorum’ şarkısı ezberletilecek, performans ödevi olarak ‘cami maketi’ yaptırılacak, ‘Besmele, Kelime-i Tevhid, Kelime-i Şehadet’ kavramları öğretilecek. Çocuklar, ‘sabır’ ünitesi kapsamında ‘İsteklerini erteleme’, ‘Gerektiğinde sırasını bekleme’yi öğrenecek, ‘dinin direği namaz’ şiirini okuyacak, ‘Taha’nın İlk Cuma Namazı Hikâyesi’ ve ‘Merve Oruç Tutmayı Öğreniyor’ etkinlikleri yapılacak.[11]
“Canım bunda ne var, çocuklar dinlerini öğreniyorlar işte,” diyebilirsiniz. O zaman siz Mersin’in Yenişehir ilçesinde müftülük ile ilçe eğitim müdürlüğü arasında imzalanan protokol gereği “değerler eğitimi” çerçevesinde verilen konferansı izleyen anaokulu öğrencisinin eve dönünce annesine “Anne ben ölmek istiyorum, günah işlemeden ölünce cennete gidiliyormuş, cennet çok güzelmiş” dediğini duymamış olmalısınız[12]…
Peki ya İstanbul Kartal’da Özel Çınar Anaokulu’ndaki müsamerede 3-6 yaş arası kız çocuklarına türban takılarak, erkek çocuklarının ayaklarının yıkatıldığından da mı haberiniz olmadı?[13]
İktidarın “dindar/kindar projesi” 3 yaş grubuna geldi dayandı… Ekmeğe “mama” demesini henüz öğrenmiş bebelere ayetler, sureler ezberletiliyor; cennet salık veriliyor, namaz-oruç belletiliyor. Ağaçlar “yaş iken eğiliyorlar”: çevrenizde muhtemeldir ki sıkça karşılaştığınız takkeli ya da çarşaflı, şalvarlı, donuk bakışlı, suskun, beyni teslim alınmış, yaşam sevinci damarlarından emilip çekilmiş “cemaat ehli” yapılmak üzere …
Millî Eğitim Bakanlığı, hiçbir kurumla Diyanet’le olduğu kadar iç içe değil. Ve hiçbir alana din öğretimi kadar önem vermiyor. Bu durum sayılara vurulduğunda daha belirgin biçimde ortaya çıkıyor: Örneğin MEB’nın 92 milyar TL’lik 2018-19 yılı bütçesinde eğitim yatırımlarına ayrılan kısmın üçte biri din öğretimine tahsis edilmiş durumda. Bakanlık bünyesindeki Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün payı bir önceki yıla oranla yüzde 68 arttırılmış. Bütçenin yüzde 7’sine denk gelen 7,7 milyar lira, neredeyse tümüyle İmam Hatip’lere ayrılmış durumda.
Ülkede öğrenci başına ayrılan ortalama yıllık harcama daha da çarpıcı: 2017/2018 eğitim öğretim yılında okul öncesi eğitimde öğrenci başına 1673 TL, ilköğretime (ilkokul+ortaokul) öğrenci başına 4 bin 326 TL, genel ortaöğretimde öğrenci başına 6 bin 153 TL, mesleki ve teknik ortaöğretimde öğrenci başına 7 bin 504 TL ayrılırken, imam hatip liselerinde okuyan öğrenci başına 12 bin 707 TL ayrılmış. Bir başka deyişle, bir imam hatip liseliye harcanan para, genel lisede okuyan bir öğrencinin iki katı, meslek liselinin ise bir buçuk katından fazlası[14]…
Ortaöğretimin dinselleştirilmesi / imam-hatipleştirilmesi, TEOG’un bir gecede bir “ferman-ı şahane” ile kaldırılmasının ardından alel-acele imal edilen “tercih” sistemiyle daha ileri bir boyuta taşındı.
Yeni getirilen adrese dayalı kayıt “sistemi”ne (???) göre öğrencilerden devam etmek istedikleri beş okulun adını sıralamaları isteniyor. Ancak öğrenciler tercih sıralamasında aynı türden sadece üç okulu yerleştirebilmekteler. Ortaöğretimde hem veli hem de öğrencilerin öncelikli tercihi olan Anadolu ya da fen liselerinin, hele ki bunlardan kaliteli olanların sayısı son derece az. Büyük kentler dışındaki yerleşimlerde ise bir-iki Anadolu, fen, sosyal bilimler ya da meslek lisesine karşılık düzinelerle İHL bulunuyor.[15] Böylelikle öğrenciler, “cebren ve hile ile” imam-hatiplere yönelmek zorunda bırakılıyorlar. Ya da, tabii ebeveynleri her yıl katlanan masrafları karşılayabilecek güçteyse, özel liselere kaçıyorlar.
Peki, İmam-Hatipler bunca kayırılmanın karşılığını verebiliyorlar mı? Sonucun “fiyasko” olduğunu hem aileler ilan ediyor[16] hem de bizzat MEB bunu kabul ediyor.[17] Devlet durmadan yeni imam-hatipler açıyor, mevcut okulları imam-hatip’e dönüştürüyor, halk imam-hatiplerden kaçıyor! Ha, tabii bir de Nasreddin Hoca’nın “kendim yaptım, kendim beğenmedim” dediği kar helvası misali, “ulema”nın İmam Hatip’lilerin “deizme kaydığı” yolundaki yakınmaları var![18]
Ancak eğitimin dinselleştirilmesi/İslâmcılaştırılması teşebbüsü yalnızca imam-hatiplerle sınırlı değil. Zorunlu ve adı “seçmeli” olsa da fiilen “zorunlu” din derslerinin yanısıra, ahlâk, değerler eğitimi gibi “seküler” alanların da “dinselleştirilmesi”, biyolojiden evrimin, sosyolojiden Marx’ın çıkartılması, felsefenin Tanrı inancını sorgulayan alanlarının “yasak bölge” ilan edilmesi, milli eğitim kadrolarının diyanet mensuplarıyla doldurulması[19]… işin tedrisatla ilgili yönü. Millî Eğitim, genç kuşakların “İslâmcılaştırılması” konusunda gedik bırakmamaya kararlı. Kız öğrencilerin kılık-kıyafetinden[20] karma eğitimin tasfiyesine[21] adım adım uygulamaya sokulan İslâmi pratiklerle öğrenciler fiilen dine göre ayarlanmış bir düzene taşınıyor. Dahası, Diyanet ve cemaatlerle kol kola, onların “boş zamanları”na da göz dikmiş durumda. Örneğin orta öğretim okullarında laboratuvar, spor salonu, kütüphane bulunması zorunlu değil, ama mescid, zorunlu. Hâl böyle olunca, spor salonları mescide dönüştürülüyor,[22] öğrenciler “toplu namaz”a davet ediliyor,[23] Kur’an kursu olmayan ilçe kalmayacağı, bizzat dönemin başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ tarafından ilan ediliyor[24]… Okulların kapıları konferans vb. etkinliklerin yanısıra, “değerler eğitimi” dersleri vermeleri ve diğer etkinlikler için ardına kadar ne idüğü belirsiz tarikat ve cemaatlere açılıyor, öğrencilerin okul dışı zamanları da cemaat ve tarikatlar tarafından parselleniyor, tarikat yurtları destekleniyor. Nasıl mı? Şöyle:
- “Ne idüğü belirsiz, başında AKP’li bir belediye başkanının bulunduğu Medeniyet Yolcuları Vakfı adında bir kuruluşun sağladığı materyallerle, okul saatleri dışında evlerde dini sohbetler yapması planlanmaktaymış. (…) Bu dini sohbetler açıkça bir parti propagandası da içeriyor ve bunu devletin memurları eliyle yapıyor. Mesela şöyle bir sohbet konusu var: ‘AKP’nin kuruluşuyla birlikte Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın milletimiz, İslâm dünyası ve tüm gönül coğrafyamız için ortaya koymuş olduğu destansı mücadele’…”[25]
- “MEB okulları ‘yeni nesil’ Nurculara açınca, tarikatçı fenomenler ‘ilim ve kültür derneği’ adı altında okullara giriyor.(…) Çocukları çeşitli etkinlik ve panellerle Nurcu propagandaya maruz bırakan MEB’in, kendisine farklı isimlerle başvuran ve aynı temelden hareket eden gruplara gerekli formasyon belgelerini bile sormadan kolaylıklar sağladığı belirlendi. MEB Yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü’nün, Bursa merkezli ‘Çay House’, İzmir merkezli ‘Sözler Köşkü’, Ankara merkezli ‘Çınaraltı’ gruplarına ‘İlim ve Kültür Derneği’ sıfatıyla okullarda etkinlik yapmasına izin verdiği tespit edildi. Bakanlığın gençlere Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi propagandası yapmasına izin verdiği grupların ortak noktasını sosyal medya oluşturuyor. Nur cemaati öğretilerini yeni nesil teknolojileri kullanarak ‘eğlenceli’ videolarla gençlere anlatmayı ve aşılamayı hedefleyen grup temsilcilerinin sosyal medyada on binlerce takipçisi bulunuyor. (…) Temsilcilerini sosyal medya fenomenlerine dönüştüren gruplar, ‘yat gezileri, piknikler, geziler, paintball organizasyonları, go-cart, halı saha, playstation’ gibi etkinliklerle gençlerden kendilerine taraftar yaratırken, dini gençlik üzerinden yorumlayarak onlara satır aralarında ‘eğlenirken’ Nursi öğretilerini anlatıyor.”[26]
- “MEB, okulları Nurcu Cemaat yapılanmalarına açmayı sürdürüyor. (…) Bakanlık, Gaziantep ve Kilis’i de Nurcular’a bıraktı. ‘Ümid Eğitim Kültür Sağlık ve Yardımlaşma Derneği’ adı altında bakanlığa başvuran gruplara verilen iznin perde arkasından Nur Cemaati’nin bölgedeki temsilcilerinden Anadolu Tevhid Vakfı ve Nazım Gökçek Külliyesi çıktı. ‘Geleneksel ödüllü kitap okuma yarışmaları’ denilerek verilen izinle dinci vakıf, 10-13 yaş aralığında ortaokula giden çocuklara Said Nursi’nin Risalei Nur kitaplarını okutarak tarikat propagandası yapma imkânı buldu.”[27]
- “MEB, ‘Nurcu’ Hizmet Vakfı ile imzaladığı ‘Değerler Eğitimi’ protokolünün kapsamını 3 yıl sonra genişletti. (…) Protokol kapsamında ‘gönüllü öğretici’ adı altında yeterli donanımı olmayan imamların okullarda ders saatleri dışında dini seminerler vermesine göz yuman bakanlık, cemaatçi vakıf ve derneklerin yeni dönemde gözdesi hâline gelen ‘değerler eğitimi’ için Hizmet Vakfı’nın 5 yıllık uzatma talebine 3 yıllık izin ile karşılık verdi. Bu kapsamda dinci vakfın sadece ders saatleri dışında değil ders saatleri içerisinde de seminerler verilmesine olanak sağlandı. Ayrıca çocukları her yönüyle bu vakıflara emanet eden MEB, il içi ve il dışı gezi, ziyaret, piknik programı, öğrenci velilerinin katılacağı eğitim ve seminerler ve mesleki tanıtım seminerleri yapma imkânı yarattı. Ayrıca (…) bakanlık, çocukların meslek seçimine ilişkin yönlendirmeler yapabilmesinin de önünü açtı.”[28]
ÜNİVERSİTE HÂLLERİ
İlk ve ortaöğretimde bunlar oluyor. Peki ya üniversiteler?
Tabii bugün Türkiye’de “üniversite” diye bir şeyden bahsedilebilecekse…
Türkiye’de bugün “galiba” 206 üniversite var. Tabii ben bu yazıyı yazarken mevcut sayıya siz okuyana dek yenileri eklenmediyse! İktidar biraz daha böbürlensin diye ekleyeyim: Fransa’da üniversite sayısı 75; İngiltere’de ise 125. Yani, Özdemir İnce’nin deyişiyle “Türkiye, şu anda üniversite sayısı bakımından Avrupa birincisi ve bütün öğrenciler okuma-yazma bilip adlarını yazabiliyorlar.”[29]
“Peki ya gerisi,” mi? Gerisi yok. Türkiye üniversiteleri geçenlerde bir “hazret”in de öfkeyle dile getirdiği gibi, uluslararası sıralamalarda nal topluyor. İlk 500 üniversite sıralaması arasında şu günlerde Cumhurbaşkanı ve iktidarın müdahaleleri sonucu dağılmanın eşiğine gelmiş birkaç köklü kurumun dışında Türkiye üniversitelerinin esamisi okunmuyor.
Nasıl okunsun ki? Bu ülkede üniversiteler tarihleri boyunca siyasi iktidarların müdahale alanı içerisinde telakki edilegelmişlerdir. Ancak bugüne dek, 12 Eylül rejimi dışında hiçbir iktidar, yükseköğrenim üzerindeki müdahalelerini bu denli pervasızca gerçekleştirmemiştir. Erdoğan’ın “Başkanlık” sistemiyle birlikte üniversite rektörlerinin atanması doğrudan cumhurbaşkanına bağlanarak, “özerklik” söylencesinin son kırıntıları da berhava edilmiştir.
Günümüzde üniversite yöneticileri akademik camia içinde teamül yoklamasına dahi gerek duyulmadan ve tüm temayüller çiğnenerek Erdoğan tarafından yapılıyor. Üstelik Cumhurbaşkanı’nın kimi nasıl atayacağına dair doğru dürüst bir yönerge de yok: örneğin “rektör atanmak için üç yıl profesörlük yapmış olma” koşulu geçenlerde bir kararname ile değiştirilmiş, böylelikle MEB eski müsteşarı, bir aylık profesör Yusuf Tekin, Ankara Hacı Bayram Üniversitesi’ne rektör olarak atanmıştı.[30] Ama beteri var: bir önceki kararname ile rektör atanmak için profesör olma koşulu kaldırıldığında, damat Berat Albayrak’ın yakın arkadaşı Nuri Aydın, Cerrahpaşa rektörlüğüne getirildi. Sonra bu kararname iptal edildi, ama Nuri Aydın rektörlükte kaldı.[31]
Profesör olmak ya da olmamak, liyakat, temayül yoklaması, “raporlama” filan bunların tümü, Cumhurbaşkanı’nın atamalarda başvurduğu tek kriterin yanında “kenar süsü” vazifesi görmekte: biat ve sadakat. Bunu, şu mahut “üniversite diploması”nın “tek tanığı”, “üniversiteden arkadaşım” dediği Marmara Üniversitesi eski rektörü Prof. Mehmet Emin Arat’ı Ayvansaray Üniversitesi rektörlüğüne atayarak da kanıtladı.[32]
Rektör atamalarının hemen tümüyle ve kayıtsız şartsız cumhurbaşkanının eline geçmesi, üniversitedeki tüm tasarrufların (öğretim elemanlarının atanmasından taşeron işçi alımına, üniversite ihalelerinden öğrenciler üzerindeki disiplin uygulamalarına…) siyasi iktidarın denetimine girmesi anlamına gelir. Nitekim doktora öğretim elemanı ve doçent atamalarındaki yönetmelikler, jüriler kaldırılarak tümüyle rektörün keyfine bırakılmıştır. CHP Eskişehir milletvekili Gaye Usluer’in, “siyasetin üniversite temsilcileri” dediği rektörlerin[33]… Tabii üniversitedeki görevden atma, hatta kamu görevinden çıkarma yetkisi de öyle.[34] HDP Gaziantep Milletvekili Mahmut Toğrul’un “Maalesef şu andaki yasayla kadrolaşmanın önünü daha çok açarsınız. Üniversitelerin en temel problemlerinden bir tanesi liyakate göre değil, benim adamım, benim cemaatim, benim tarikatım şeklindeki atamalar. Şimdi siz bunu rektöre bağlarsanız, AKP’li olmayanların yükseköğretimde yer bulamaması anlamına gelir” diye çırpınması boşuna değil…[35]
Peki, nasıl kişiler bu rektörler?
Hemen birkaç örnek:
- “Kendini İslâm alimi olarak tanıtan Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü Profesör Ahmet Ağırakça, sosyal medya hesabından paylaştığı yorumda ‘Rektör ve akademisyenler için kep değil, sarık daha uygundur, sayın rektör arkadaşlarıma arz ederim’ dedi.”[36]
- “Geçenlerde, lise düzeyine düşürülmüş üniversitelerden birinde ‘Rektör’ koltuğuna oturtulmuş biri, gıda ve ilaç sanayinde kullanılan maddelerin karışımından söz ederek, ‘Helal olmayan katkılar içeren ilaç ve tıbbi cihazların, Müslümanlarca tüketilmesi endişe verici olup, bu durum genlerimizi, geleneklerimizi, inancımızı tehdit etmektedir. Bu hayati meseleyi zaruret kavramıyla geçiştirmemeli ve bir an önce ‘helal ilaç-helal tıbbi malzeme’ konusunda kendi alternatiflerimizi geliştirmeliyiz’ şeklinde, bilim ve akıl düşmanı bir açıklama yaptı.”[37]
- “Adıyaman Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Talha Gönüllü, sosyal medya hesaplarından fetva paylaşarak, skandal açıklamalara imzalara attı. Yabancı bir kadın ile tokalaşmanın ateş tutmaktan daha korkunç olduğunu iddia eden Gönüllü, bunun haram olduğunu söyledi.”[38]
“Ben bu ülkede cahil, okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum, ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, cahil halktır, profesörden başlayarak en tehlikeli olanlar üniversite mensuplarıdır, en güvenilir olanlar, ilkokul bile okumamış olanlardır, okuma oranı arttıkça beni hafakanlar basıyor” diyen birinin YÖK Denetleme Kurulu üyeliğine atanabildiği[39] bir ülkede, “Bunlar taşra üniversiteleri” deyip geçemezsiniz.
Ve “böyle” yöneticilerin göreve getirildiği üniversitelerde “Nuh Peygamber oğlunu ikna etmek için onu cep telefonuyla aradı,”[40] diyen, rüyasında şeyhini görüp onun YÖK’e ilişkin şikâyetlerini dilekçeye döken[41]; İslâm’a uygun “helal bisiklet” projeleri hazırlayan[42], şizofreniye “cinlerin” neden olduğunu söyleyen[43], ya da trenlere mescit yapmak için proje hazırlamaya koyulup virajlarda kıbleyi denk getirmek zor olacağından bundan vazgeçen[44]… akademisyenlerin cirit atmasında yadırganacak bir şey yok.
Bugün Türkiye üniversitelerinde kötü, iyiyi kovmaktadır: Barış bildirisi imzacısı, Eğitim Sen’li, muhalif, hatta salt HDP’li yakını olduğu için[45] binlerce akademisyen ekmeğinden edilir, açlığa mahkûm kılınırken yerini dolduranlar, bunlardır.
Ama bitmedi! Bugün Türkiye üniversiteleri, akademik hırsızlığın, yani intihalin cirit attığı, mobbing’in[46], jurnalciliğin kol gezdiği, aynı danışmanla biri yüksek lisans, diğeri doktora olmak üzere iki farklı kişinin sunduğu aynı tezin kabul edildiği[47], parayla ödev/tez yazan “şirketler”in internete ilan verecek kadar pervasızlaştığı bir hâle dönüşmüştür. Okuyalım:
“Gazete Habertürk’ten Yusuf Doğan’nı haberine göre kayıt dışı olduğu için büyüklüğü tam olarak bilinmese de sürekli artan özel üniversite sayısı ve mezuniyet için tez yazma zorunluluğu, sektörü günden güne büyütüyor. Özellikle özel üniversitelerin etrafındaki kırtasiyeler ve fotokopi merkezleri bu işin merkeziyken, sektör artık internet ortamına kaymış durumda.
Habertürk, üniversitelerde tez yazımı, ödev ve proje hazırlanması konusunda hizmet verdiğini duyuran yüzlerce siteden 3’üyle bağlantıya geçerek sektörü araştırdı. (…)
Görüştüğümüz kişiler ve internet sitelerine göre tezlerin sayfa fiyatı konusuna ve kapsamına göre değişmekle birlikte lisans için 15 TL, yüksek lisans için 30 TL’den başlıyor. Lisans tezleri ortalama 2-3 bin TL. Yüksek lisansta fiyat 3-101 bin TL arasında değişebiliyor. Doktora ve doçentlik tezlerinde ise 5-20 bin TL’ye kadar çıkabiliyor.”[48]
Peki bu “tefessüh” karşısında YÖK ne mi yapıyor? Bir çürüme etkeni olarak işlemeye devam ediyor. Örneğin durmadan yeni ilahiyat fakülteleri açtırıyor: 2002 yılına kadar Türkiye genelindeki üniversitelerde sadece 20 ilahiyat fakültesi bulunurken, bu sayı 15 yılda 60’a ulaştı. 2002 öncesinde üniversitelerde bulunmayan ve sonrasında açılan ilahiyat bilimleri fakültesi, uluslararası İslâm ve din bilimleri fakültesi, dini ilimler fakültesi ile İslâmi ilimler fakülteleri ile yükseköğretimde dini eğitim veren fakülte sayısı 94’e yükseldi.[49] Çok çözümleyici!
Hâl böyle olunca, Türkiye’de üniversitelerin ilk 500’e giremeyişine değil, hâlâ açık kalmalarına şaşırmak gerekir…
ÇÜRÜYOR VE ÇÖKÜYOR…
Evet, Türkiye eğitim sistemi çürüyor ve çöküyor. Hepimizin tepesine… Ama en çok da gençlerin...
Neoliberal, özelleştirmeci, kalite yoksunu ve de İslâmcı eğitim sistemi, gençleri geleceğe hazırlamak bir yana, bir “ifrazat” hâline getirmektedir. Bizzat Milli Eğitim’in itiraf ettiği üzere, derslik yetersizliği nedeniyle farklı sınıf düzeyindeki çocukların birlikte okumak zorunda kaldığı birleştirilmiş sınıflarda 2, 3 ve 4’üncü sınıfa kadar gelmiş çocuklar okuma yazma bilmiyor![50] Gençler orta öğretimde de başarı ölçümlerinde dökülmekteler. Üstelik de salt PISA gibi “gayrımillî” ölçümlerde değil, bizzat Milli Eğitim’in yaptırdığı, “yerli ve millî” ABİ-DE araştırmasında da.
Belki duymuşsunuzdur, MEB, PİSA’ya inat, kendi araştırmasını yaptırdı geçenlerde. Sonuç mu? Tam bir hüsran: 81 il ve 495 ilçede 1299 okuldan 38 bin 8. sınıf öğrencisinin katılımıyla yapılan değerlendirmede, binlerce öğrenci en alt düzeyde kaldı. Çocukların yüzde 70’i, orta ve alt düzeyi geçememişti. Bu oran matematikte yüzde 90’ı buldu; araştırmaya katılan 10 bin öğrenci, matematikte dört işlemin ötesine geçemiyordu. Türkçe sınavında çocuklar karşılaştırma, açıklama yaparak zıtlıklar ve olumsuzluklardan çıkarımda bulunamıyor, metinleri günlük hayatla ilişkilendiremiyor, neden-sonuç ve amaç-sonuç ilişkisi kuramıyor, soyut kavramları fark edemiyor; matematikte birden fazla işlem gerektiren problemleri çözemiyor, fen bilgisinde günlük yaşamdaki bazı olgu ve doğa olaylarından elde ettiği kanıtları karşılaştıramıyorlardı[51]… “Ankebut suresi”ni ezbere biliyorlar mıydı? Bilmiyorum!
Sorun sadece başarısızlık olsa, neyse ne… Zaten öyle gözüküyor ki, “cehaletsever” muktedirlerin eğitimden, vasat, uysal, itaatkâr, fazla sorgulamayan, “akademik” seviyesi okuma yazma ve dört işlemi bilmekle sınırlı, ucuza çalıştırılabilecek eleman yetiştirmekten öte bir beklentisi yok. Tabii bir de dinine, örfüne bağlı kuşaklar” yetiştirmekten. Ancak sorun şu ki, gençler “bu” eğitimi dahi tamamlayamıyorlar. Türkiye okul terki konusunda Avrupa’daki 35 ülke arasında ilk sırada yer alıyor.[52] Orta öğrenimin bir noktasında okulu terk oranı erkekler için yüzde 31, kadınlar için ise yüzde 34.
Okusun-okumasın, gençleri bekleyen en büyük bela, işsizlik: 15-29 yaş arası gençlerin yüzde 27.2’si ne okuyor ne de çalışıyor.[53] “Gizli okulsuzluk” diyebileceğimiz 14-17 yaş arası 333 bine yakın açık öğrenim öğrencisi ise bu orana dahil değil… “Ortaokul ve lise mezunu işsiz sayısı 651 bin 142 olarak açıklandı. 257 bin meslek yüksek okulu mezunu iş arıyor. Lisans ve üstü iş arayanların sayısı ise 320 bin 108. Üniversite mezunu olup da iş aramayan ya da farklı işlere yönelenlerle birlikte 1 milyonun üzerinde üniversite mezunu işsizimiz var.”[54] Gerçekten de resmi rakamlara göre 3 milyon 275 bin işsizden 828 bini üniversiteli. Bu ülkedeki 26’ncı en büyük kent, işsiz üniversiteliler.[55] Sadece “ataması yapılmayan öğretmen” sayısı 500 bini aştı.[56]
Çürüme, gençliğin dokularına nüfuz ediyor. Altınbaş Üniversitesi Çocuk Koruma ve Bakım Hizmetleri Programı Öğretim Görevlisi Barış Tuncer, madde bağımlılığıyla ilgili güncel verileri paylaşırken “Türkiye’de madde kullanımının 5-14 yaş arasındaki çocuklarda arttığı”na dikkat çekiyor, örneğin.[57]
Ya da gençler silahlanıyorlar.[58] İzmir Ödemiş’te 16 yaşındaki iki öğrenci, tüfekle okul müdürü öldürüyor, örneğin. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde bir araştırma görevlisi dört üniversite görevlisini öldürüp, üç kişiyi yaralıyor ya da. Veya Ankara Çankaya Üniversitesi’nden bir öğrenci, kopya tartışmasında araştırma görevlisini bıçaklayıp, ardından silahla vuruyor…
Kız çocuklarının payına ise, en çok “çocuk gelinlik” düşüyor. Eğitim Sen, Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’ın performansını değerlendirdiği raporda, “10 yılda 482 bin 908 kız çocuğunun devletin izniyle evlendirildiğini, 6 yılda 142 bin 298 çocuğun anne olduğunu ve bu çocukların büyük kısmı dini nikâh ile evlendirildiğini” belirtiyor. Rapora göre 1 yılda en az 400 çocuk istismara uğradı. Çocuğa yönelik cinsel saldırıların sadece yüzde 5’i ortaya çıkıyor, yüzde 95’i ise gizli kalıyor[59]… Bir başka deyişle, kız çocukların imam-hatiplere doldurulması[60] bir işe yaramıyor!
“Ya itiraz edenler, başkaldıranlar” mı dediniz? Onların çoğu “içeride”. Şaka değil, Adalet Bakanlığı verilerine göre şu an cezaevlerindeki (tutuklu + hükümlü) üniversite öğrencisi sayısı 70 000’i buldu.[61] Bu cezaevlerini Türkiye’nin “en büyük üniversitesi” kılıyor. (Bilgi için: Ankara Üniversitesi’ndeki öğrenci sayısı: 11 872; Dokuz Eylül Üniversitesi: 14 008; İstanbul Üniversitesi 56 557; Marmara Üniversitesi: 15 384…[62]) Ya da şöyle söyleyeyim; bu yıl sayıları 7,5 milyonu bulduğu söylenen üniversitelilerin yüzde biri, her yüz öğrenciden biri tutuklu ya da hükümlü… Bu, Türkiye genelinde 350:1 olan tutuklu-mahkûm oranının 3.5 katı: hele ki gençlerin çoğunun sosyal medya paylaşımları, protesto gösterileri, öğrenci eylemleri vb. nedenlerle cezaevinde olduğu düşünüldüğünde!
“Peki, yoksullar, emekçiler, dar gelirliler için bir cendereye dönüşen eğitim sistemi, toplumun “ayrıcalıklıları”nı, seçkinleri mutlu ediyor mu?” diye soracak olursanız, asla! Ülkenin Amerikan, Fransız, Alman liselerinde, kolejlerde okutulan “kaymak tabakası”, bırakın yüksek öğrenimi, daha liseden yurtdışına kapağı atmak için sıraya girmiş durumdalar. İngiltere’de Brockenhurst College’in yabancı öğrenci kayıtlarından sorumlu yetkilisi Melissa Murphy, Türkiye’den İngiltere’ye eğitime giden öğrencilerin yaş ortalaması düştüğünü ve üniversite eğitimine ek olarak ortaöğretimde eğitime de talebin arttığını söylüyor, örneğin.[63] Robert Kolej mezunlarının yüzde 40’ının, Avusturya Lisesi mezunlarının yüzde 73’ünün, Alman Lisesi mezunlarının yüzde 80’inin 2017 yılında yurtdışına gitmiş olması da bu gerçeği teyit ediyor.[64]
* * *
Öyleyse adını koyalım: Türkiye eğitim sistemi, bugün neoliberalizm ile ve İslâmcılığın kesişmesinin katmerlendirdiği çaplı ve kapsamlı bir çürüme içerisindedir. Ve başta söylediğimi bir kez daha tekrarlayayım: bu “kesişme” bir rastlantı değildir. “Sürdürülemez” neoliberal kapitalizm batağa saplandıkça, insanî değerlerin birer “atığa” dönüş(türül)düğü bir değersizleşme yaşatıyor insanlığa. Kendini sürdürebilmek adına topyekûn bir gericileşmeyi devreye sokuyor. Tecavüzün, insan ticaretinin, çocuk gebeliklerinin, pornografinin, uyuşturucu kullanımının zirve yaptığı, sınır boylarında kaçak göçmen “av partileri”nin düzenlendiği, süper zenginlerin davetlerinde şişesi 1 milyon dolarlık şampanyaların servis edildiği, dünyanın en zengin sekiz kişisinin servetinin 3,7 milyar yoksulun gelirinin toplamına eşitlendiği ve milyarderlerin servetinin bir yılda 762 milyar dolar arttığı[65] bir dünyada, “kutsal değerler”, “ahlâk”, “dindarlık”, “milli çıkar” nutukları, efendiler’in oyalansınlar diye alttakilerin önüne attıkları kemikten ibarettir, acı bir istihzadır!
Evet, her şey çürüyor. Ama çürümenin işlevi ikilidir; çürüyen şey zehir de olabilir, yeni bir hayatın fışkırmasını sağlayan gübre de…
O hâlde çürümeyi yararlı bir işleve çevirmek de bizlerin; biz onuruyla, insanca yaşamak, gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakmak isteyen sıradan insanların elinde…
O zaman pes etmeden, umutsuzluğa kapılmadan Spartaküs’den Büyük Ekim’e Seattle’dan Arap Baharı’na, Gezi’den Sarı Yelekliler’e, “Ya Basta!/ Edi Bese!/ Yeter Artık!”ı sürdürmek, büyütmek, örgütlemek gerek…
3 Ocak 2019 14:12:44
N O T L A R
[1] Üniversitenin Sesi’nin 5 Ocak 2019 tarihinde İstanbul’da düzenlediği “Kriz Var” başlıklı etkinlikte yapılan sunum… Kaldıraç, No: 211, Şubat 2019…
[2] Karl Marx’ın İsa’ya atfen söylediği söz.
[3] Ekşi Sözlük’teki “Eğitim Bir Sen başlığının altındaki maddeler ilginç: “1. Bkz. Sarı sendika; 2. Bkz.Yeşil sendika, 3. a ke pe hükümetinden sonra müdür olmak isteyenlerin hemen üyesi olduğu sendika.” (https://eksisozluk.com/egitim-bir-sen--1289727)
[5] “AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllarda özel okul oranı genele göre oldukça düşükken, son yıllardaki artışla birlikte yüzde 20’yi buldu.
AKP 2002 Kasımı’nda tek başına iktidara geldiğinde 41 bin 999 okulun yalnızca bin 246’sı özel sermayeye aitti. Bu oran da okulların sadece yüzde 2,97’sinin özel okul olduğunu gösteriyor. AKP döneminde her yıl yavaş yavaş artan özel okul oranı 2012- 2013 yılında yüzde 7,18’e yükseldi. Daha sonra ise AKP’nin iktidara geldiği günden beri kader ortaklığı ettiği Gülen Cemaati’yle yaşadığı anlaşmazlık en çok etkisini eğitimde gösterdi. Dershanelerin Gülen Cemaati için önemli bir örgütlenme aracı olduğunu düşünen AKP, dershaneleri kapatma kararı aldı. Dershanelerin kapanması kararına gelen tepkiler üzerine hükümet teşvikiyle eskiden dershane olan işletmeler artık ‘temel lise’ ismiyle özel okul formatına dönüştü.
2013-2014 ve 2014-2015 eğitim öğretim yıllarında muhteşem bir artış yaşandı. Temel liselerdeki artışla birlikte bu iki yılda özel okul oranındaki artış iki yılda yüzde 42,69 oldu. Milli Eğitim Bakanlığı’nın da bu yöndeki teşvikiyle birlikte büyük bir yükselme olduğu gözlemleniyor. Bu durum kamusal ve parasız eğitimin yerini yüksek fiyatların konuşulduğu eğitimin metalaştırıldığı bir sisteme işaret ediyor. Devlet okullarının içinin boşaltılması ve kamusal niteliğinin yerini hurafelerin alması bilimsel eğitime duyarlı yurttaşlar için sorun teşkil ediyor. Bundan dolayı yurttaşlar çocuklarını özel okullara göndermek zorunda kalıyor. Orta gelirli yurttaşların birçoğu yüksek ücret ödeyerek çocuklarını bu okullara gönderiyor.” (Mustafa Kömüş, “Halk Paralı Eğitime Mecbur Bırakılıyor”, Birgün, 1 Ekim 2018, s.4.)
[6] İlk ve orta öğretimdeki özelleştirme girişimlerinin derli toplu bir değerlendirmesi için bkz. Hüseyin Canerik, “Milli Eğitim Bakanlığında Özelleştirmeler ve Çözüm Önerileri”… http://huseyincanerik.com/index.php/172-milli-egitim-bakanliginda-ozellestirmeler-ve-cozum-onerileri
[8] A.y..
[9] Metin Balcı, “Yüksek Sayıda Makalenin Sırrı ve Etik”… https://www.akademikpersonel.org/anasayfa/ yuksek-sayida-makalenin-sirri -ve-etik.html
[10] Sinan Tartanoğlu, “Sayı Yüzde 50 Arttı: Çocuklara Önce Kur’an, Sonra Okuma-Yazma”, Cumhuriyet, 24 Ağustos 2017, s.7.
[12] Ramazan Şimşek, “Anne Ben Ölmek İstiyorum, Ölüm Çok Güzelmiş”, Hürriyet Aile, 11 Mayıs 2016, http://www.hurriyetaile.com/cocuk/cocuk-psikolojisi/anne-ben-olmek-istiyorum-olum-cok-guzelmis_22069.html
[15] Eğitim Sen’in il bazında okul türleri üzerine yaptığı çalışma şöyle: BATMAN: 1 Fen Lisesi, 1 Sosyal Bilimler Lisesi, 9 Anadolu İmam Hatip Lisesi (Güzel Sanatlar Lisesi ve Spor Lisesi yok); DİYARBAKIR: 1 Spor Lisesi, 1 Güzel Sanatlar Lisesi, 2 Sosyal Bilimler Lisesi, 6 Fen Lisesi, 18 Anadolu İmam Hatip Lisesi (Tüm lise binalarının içerisine imam hatip sınıfları açılması için uygulama başlatıldı. İmam hatip liselerinde karma eğitim yapılmıyor); YOZGAT: 2 Fen Lisesi, 1 Sosyal Bilimler Lisesi, 7 Anadolu İmam Hatip Lisesi (Güzel Sanatlar Lisesi ve Spor Lisesi bulunmuyor); TRABZON: 1 Sosyal Bilimler Lisesi, 6 Fen Lisesi, 23 İmam Hatip Lisesi (Güzel Sanatlar Lisesi ve Spor Lisesi yok); SAKARYA: 1 Sosyal Bilimler Lisesi, 6 Fen Lisesi, 23 İmam Hatip Lisesi (Güzel Sanatlar Lisesi ve Spor Lisesi yok); RİZE: 1 Sosyal Bilimler Lisesi, 5 Fen Lisesi, 13 İmam Hatip Lisesi (Güzel Sanatlar Lisesi ve Spor Lisesi yok); BURSA: 1 Güzel Sanatlar Lisesi, 1 Spor Lisesi, 2 Sosyal Bilimler Lisesi, 6 Fen Lisesi. 54 İmam Hatip Lisesi; AYDIN: 1 Spor Lisesi, 2 Güzel Sanatlar Lisesi, 2 Sosyal Bilimler Lisesi, 3 Fen Lisesi, 16 İmam Hatip Lisesi. (Figen Atalay, “Gidecek Okul Yok”, Cumhuriyet, 18 Kasım 2017, s.3.)
[16] “MEB 2017-2018 istatistiklerine göre öğrencilerin tercih etmek zorunda bırakıldıkları imam hatip okulları sayısında yine artış yaşandı. Anadolu imam hatip lisesi sayısı 253, imam hatip ortaokulu sayısı 557 arttı. Genel ortaokul sayısı ve öğrencisi azaldı. Özel okul öğrenci sayısı da artış gösterdi. Liselere geçiş sisteminde 4. nakil dönemi sona erdi. Anadolu liselerinin tamamına yakını doldu. İmam hatip ve meslek liseleri ise kontenjanlarını dolduramadı. İmam hatip yazmak zorunda kalan öğrenciler, kontenjan artırımlarında Anadolu liselerini tercih etti.” (Figen Atalay, “İHL’den Anadolu’ya Akın: MEB Açıyor Veli Kaçıyor”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2018, s.6.) Ve bir de şu: “Toplumun yüzde 75’i eğitim sisteminin kalitesinden memnun değil. En çok tercih edilen okullar arasında fen ve anadolu liseleri öne plana çıkıyor. İmam Hatip liseleri ise sadece yüzde 18’lik bir kesimin tercihi olarak görülüyor.” (Figen Atalay, “Bütçe İmam Hatiplere”, Cumhuriyet, 28 Aralık 2017, s.2.)
[17] “Milli Eğitim Bakanlığı 2017 raporunu yayınladı. AKP’nin “gözbebeği” imam hatip ortaokul ve liselerindeki başarı oranı, bütçeden aktarılan yüz milyonlarca liraya karşın yukarı çıkarılamıyor, İHL mezunu her 5 kişiden sadece biri üniversiteye girebiliyor ancak takdir ve teşekkür belgesi imam hatip ortaokullarında hedefin çok üzerinde artmış görünüyor. İmam hatip ortaokullarında öğrenim gören 657 bin 20 öğrenciden 435 bin 670’i, 2017 yılında takdir ya da teşekkür belgesi almış. … 222 bin 925 imam hatip lisesi mezunundan sadece 40 bini lisans tercihlerine yerleşebildi.” (“İHL’de Takdir Var Ama Başarı Yok”, Cumhuriyet, 2 Mart 2018, s.3.)
[18] Konya İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün şehirdeki dinci vakıflarla düzenlediği “gençlik ve inanç” konulu çalıştayda imam hatiplilerin deizme yöneldiğinden yakınılmış! (Ozan Çepni, “İmam Hatipliler Deizme Kayıyor”, Cumhuriyet, 3 Nisan 2018, s.2.)
[19] İklim Öngel, “16 Yılda 3771 Kişi Diyanet’ten MEB’e ‘Atladı’…”, Cumhuriyet, 22 Ocak 2018, s.2.
[20] “Urfa Viranşehir’deki İbni Sina Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nde okul müdürü, başı açık öğrencileri çağırıp kıyafet ‘uyarısı’ yaptı. Olaya tanık olan bir öğrenci, ‘Müdürümüz mezuniyet törenimizden önce tüm başı açık kızları toplayıp tehdit etti. ‘Açık ve kısa giyinirseniz sizi sınıfta bırakırım. Burnunuzdan getiririm. Kapalıysan sınıfı geçersin, açıksan kalırsın’ dedi. (Zehra Özdilek, “Okul Müdüründen Skandal Tehdit: Açık Giyinen Sınıf Geçemez”, Cumhuriyet, 11 Mayıs 2018, s.3.)
[21] “İzmir’deki bir okulda karma eğitimin kaldırıldığı resmi yazışmaya yansıdı. Buca’daki Evliya Çelebi İmam Hatip Ortaokulu yönetimi, kendilerinden etkinlik için kullanılmayan boş derslikleri isteyen Kozağaç Ortaokulu’na yazdığı yazıda ‘Belirtilen saatlerde kullanmadığımız dersliklerin bulunduğu katta 3 kız sınıfımızın bulunmasından dolayı karma eğitime uygun olmadığı görülmüştür’ görüşünü bildirdi. Öğrenci velileri ve eğitimciler, karma eğitimin kaldırıldığının resmi yazışmayla itiraf edildiğini kaydederek uygulamaya tepki gösterdi. (Hakan Dirik, “Karma Eğitimi Kaldırdılar!”, Cumhuriyet, 4 Ekim 2018, s.12.) Üstelik uygulama ne “münferit”, ne de salt imam-hatiplerle sınırlı. MEB, yayınladığı Kurum Açma, Kapatma ve Ad Verme Yönetmeliği’nde eski yönetmelikteki “Çok programlı Anadolu lisesi, mesleki ve teknik eğitim merkezi ve mesleki eğitim merkezinde karma eğitim yapılır” maddesini yürürlükten kaldırdı. Düzenlemeyle ortaöğretime geçiş sisteminde bu yıl kontenjanları büyük ölçüde artırılan çok programlı Anadolu liselerinde, Kız ve Erkek okulları olarak ayrı eğitim verilmesine olanak sağlandı. (Mustafa Mert Bildircin, “Harem Selamlık Okullar!”, Birgün, 11 Eylül 2018, s.6.)
[22] “AKP iktidarının ‘dindar nesil yetiştirme’ uygulamaları tam gaz devam ediyor. İstanbul’daki bir lisenin binası, dini referanslara göre düzenlendi, spor salonu cuma namazı için mescit olarak kullanılmaya başlandı. Spor salonunda cuma namazı kılınan Bahçelievler Kocasinan Şehit Samet Kırbaş Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nin internet sitesine, ‘Cuma namazlarımızı okulumuzda kılıyoruz’ başlığıyla fotoğraflar da konuldu. Okulun internet sitesinde yapılan açıklamada da ‘6 Kasım 2017 tarihinden itibaren öğrencilerimizin güvenliğini de düşünerek cuma namazlarımızı okulumuzda kılmaya başladık’ denildi.” (Figen Atalay, “Okullar Camiye Dönüştürülüyor”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2017, s.2.)
[23] “Okullardaki herhangi bir düzenlemeyi hayata geçirirken velilere, sendikalara ve eğitimcilere kulağını kapatan MEB, İstanbul’un Fatih ilçesinde ise tezat bir uygulamaya geçti. Bir öğrencinin ‘toplu namaz’ önerisi, ilginç bir bürokratik yazışma ağına yol açtı. Fatih İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden ilçe kaymakamlığına gönderilen yazıda ise ilçedeki tüm öğrencilerin toplu sabah namazı kılınmasına davet edilmesi isteğinin uygun olduğu belirtildi. Yazı şöyle: ‘İstanbul Recep Tayyip Erdoğan Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencisi ve Fatih İlçe Öğrenci Meclisi Başkanı .......’nın l, 15 Aralık 2017 Cuma günü Pertevniyal Valide Sultan Camii’nde, Fatih ilçesinde eğitim öğretim gören tüm öğrencilerle beraber sabah namazı programı yapmak istemekte ve programın müdürlüğümüze bağlı tüm okullara duyurulmasını talep etmektedir. Talepleri müdürlüğümüzce uygun görülmektedir.’” (Figen Atalay, “Okullar Camiye Dönüştürülüyor”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2017, s.2.) Ya da: “Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın “daveti” sonucu; KYK Ankara İl Müdürlüğü’ne bağlı yurtlarda kalan 600 öğrenci, yurt müdürleri eşliğinde önceki akşam Ahmet Hamdi Akseki Camii’ne getirildi. Programda, Kur’an tilaveti ve ilahilerle birlikte namaz kılındı. Erbaş, “peygamber ve gençlik” hakkında konuştu. Programa Ankara İl Müftüsü Mehmet Sönmezoğlu, KYK Ankara İl Müdürü Ferhat Türkoğlu, yurt müdürleri, şube müdürleri katıldı.” (“600 Öğrenci Yurtlardan Camiye”, Cumhuriyet, 24 Kasım 2018, s.10.)
[24] Sinan Tartanoğlu, “Talimat Bekir Bozdağ’dan: Her Köşede Kur’an Kursu”, Cumhuriyet, 16 Mart 2018, s.12... Öyle görünüyor ki ne diyanet ne de hükümet Kur’an kurslarına doyuyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2017 faaliyet raporuna göre, 2017 yılında 15 bin 91 Kur’an kursu açıldı. 2016-2017 eğitim-öğretim yılında Kur’an kurslarında 37 bin 617 öğretici görev yaparken,1 milyon 31 bin 675 öğrenci de eğitim gördü. 2017 yılı yaz Kur’an kurslarını takip eden öğrenci sayısı ise 2 milyon 850 bini buldu… (a.y.)
[29] Özdemir İnce, “İlk 500’e Girmek”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2018, s.3
[30] Bu arada, bu zatın müsteşarken PISA direktörüne “Ezber mantığı ve yöntemi bizim geleneğimiz için önemli bir öğrenme yöntemidir. Buna Batılı bir normda yaklaşıp ‘tu kaka’ hâle getirmemek gerekir,” buyurduğunu da geçerken hatırlatalım… (Orhan Bursalı, “Eğitimde çağdaşlığa ‘tövbe tövbe’ yaklaşımındalar”, Cumhuriyet, 27 Kasım 2017, s.6)
[34] Siyasal iktidar tasfiyeleri sürekli kılmak ve üniversiteleri siyasal izdüşümünde tutmak için -Türk üniversite tarihinde ilk- kalıcı yasal düzenleme yaptı. Yükseköğretim Kurulu siyasal iktidarın üniversitelerde sürekli kıldığı ihraç uygulamasını yayımladığı genelge ile sübjektif kurallara bağladı. Genelgeye göre, kamu görevinden çıkarma önerme dosyası, üniversite rektörlüğünce görevlendirilecek bir komisyon tarafından hazırlanacak. Dosyanın hazırlanmasında 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 53/A maddesindeki usule ilişkin hükümler esas alınacağı ve rektörün, ilgili personelin çıkarılması yönündeki öngörüsü “açıkça” belirtilerek, ihraç dosyasının YÖK’e gönderilmesiyle süreç tamamlanacak.” (İrfan Hatipoğlu, “Akademi Nereye Koşuyor?”, Cumhuriyet, 9 Ağustos 2018, s.12.)
[37] A. Cihan Soylu, “Genleri Bozuk Bir Rektörün Açıklamaları”, Evrensel, 30 Kasım 2018, s.10.
[39] Profesör Bülent Arı, YÖK Denetleme Kurulu üyesi.
[40] Dr. Yavuz Örnek, İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri Fakültesi.
[41] Prof. İsmail Tuncay Uslu, İTÜ.
[42] Prof. Alpaslan Akgenç, YTÜ.
[43] Prof. M. Kemal Irmak, Sultan Abdülhamid Han Eğitim ve Araştırma Hastanesi (Eski GATA)
[44] Prof. Alpaslan Özyazıcı, Hacettepe Üniversitesi.
[45] “HDP’li Beştaş: Profesör Kardeşimi, ‘Kardeşim’ Diye İhraç Ettiler”, Birgün, 12 Mayıs 2018, s.6.
[46] Mobbingin en sık görüldüğü iş kollarından biri, akademisyenliktir.
[47] “Van Yüzüncü Yüzyıl Üniversitesi’nde, 2 yıl arayla, birbirinin neredeyse aynısı olan tezler, yüksek lisans ve doktora tezi olarak kabul edildi. Tezlerin danışmanlığını da aynı profesörün yaptığı dikkat çekti.” (Anıl Karaca, “Kopyala-Yapıştır akademi”, Birgün, 14 Nisan 2018, s.6.)
[50] Bu okulların Kürt coğrafyasında yoğunlaştığını belirtmeye gerek var mı? Bkz. Ozan Çepni, “MEB’den Köy Okulları İtirafı”, Cumhuriyet, 16 Mart 2018, s.12.
[56] “Ataması yapılmayan öğretmen sayısı yarım milyona ulaştı. Sorun, 11 yılda 33 eğitimcinin yaşamına mal oldu. 28 öğretmen intihar ederken, beş öğretmen de iş cinayetlerine kurban gitti.” (Mustafa Mert Bildircin, “11 Yılda 33 Eğitimci Canından Oldu”, Birgün, 28 Nisan 2018, s.6.)
[57] “Uyuşturucu Yaşı 5’e Düştü”, Birgün, 3 Ocak 2019… https://www.birgun.net/haber-detay/uyusturucu-yasi-5e-dustu.html
[58] “Okul çağındaki çocukların silah taşıma oranları her geçen gün artıyor.” (Figen Atalay, “Okulda Silah Korkutuyor: Öğretmen Hedefte”, Cumhuriyet, 18 Aralık 2017, s.6.)
[60] 2002’den bugüne imam hatip liselerindeki kız öğrenci sayısı 10’a katlandı. Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre, imam hatip liselerinde 2002 yılında 25 bin olan kız öğrenci sayısı 2017’ye gelindiğinde 277 bine ulaştı. Eğitimde 4+4+4 düzenlemesinin ardından 2012- 2013 eğitim-öğrenim döneminde açılan imam hatip ortaokullarındaki 34 bin olan kız öğrenci sayısı da 2017’de 344 bini geride bıraktı. (Ozan Çepni, “Gelecekleri Çalınıyor”, Cumhuriyet, 21 Mart 2018, s.2.)
[61] “Adalet Bakanlığı verilerine göre hâlen hapiste 70 bine yakın öğrenci var. Hüküm giydiği için okuldan atılmış, kaydını dondurmuş, tutuksuz yargılanan, zaten cezaevinde kalmış, uzun tutukluluktan serbest bırakılan ama yine her an cezaevine konulma riski bulunan binlerce öğrenciyi de bu sayıya eklediğimizde rakam 100 bini geçiyor. Hapisteki öğrenciler, OHAL nedeniyle ders kitaplarına ulaşamıyor, sınavlara giremiyor, üniversiteyi kazananlar kayıt yaptıramıyor. Eğitim hakları ellerinden alınan bu öğrenciler, eğitim yaşamlarına devam etmek istiyor.” (Mustafa Mert Bildircin, “Rektör İbiş’in İhraç Bilançosu”, Birgün, 13 Nisan 2018, s.13.)
[62] Veriler Habertürk sitesinden alınmıştır, 2017 yılına aittir. https://www.haberturk.com/galeri/diger/472779-universitelerde-okuyan-ogrenci-sayisi-2017/1/
[65] “Dünyadaki Gelir Dağılımı: Para Zenginlerin Cebinde”, En Son Haber, 24 Ocak 2018… https://www.ensonhaber.com/dunyadaki-gelir-dagilimi-para-zenginlerin-cebinde.html
Yorum Ekle