“Quidquid latet apparebit.” [1] Poz veriyorlar. Muzaffer bir ordunun komutanları gibi... Yok, daha iyisi... Afrika’nın balta girmemi...
“Quidquid latet apparebit.”[1]
Poz veriyorlar.
Muzaffer bir ordunun komutanları gibi... Yok, daha iyisi... Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında safariye çıkmış da, ayağını yere serdiği aslanın başına basıp kameraya sırıtan İngiliz asilzadeleri gibi... Öyle bir özgüven, öyle bir saadet.
Aslına bakarsanız, çulsuzoğlu çulsuzlar... Ve de tekinsiz...
Kimbilir hangi suçla tıkıldıkları zindanlardan, yağlı urganın boyunlarına geçmesini beklerken apansız “aff-ı şahane”ye mazhar olduklarını ilk öğrendiklerinde, sendelemiş olmalılar. Olasıdır ki, asesbaşı “haydi aslanım, serbestsin” diye omuzlarını okşayıp onları kapının dışına koyverdiğinde, ürkmüş, sıska bir it gibi, gözleri kırpış kırpış baktılar gökyüzüne... Ve kendilerini bekleyen zabitin peşinden, sorgusuz, sualsiz yola koyuldular.
Ya da köylerinde gün doğumundan günbatımına, yarı aç yarı tok saban süren, koyun güden gariban ırgatlardılar; beyleri, ağaları sırtlarını sıvazlayıp onları “vatan imdadı”na koştuğunda. Çoğu belki ilk kez ayrılıyordu doğduğu topraklardan.
Belki de bir cepheden diğerine sürüklenmekten bezmiş, savaş yorgunu askerlerdiler. Zabitleri terhis olduklarını, ama görevlerinin bitmediğini kulaklarına fısıldadığında, belki de kaçmayı kuruyorlardı gizli gizli...
Ama besbelli çabuk alışmışlar...
Uzun bir yol, geldikleri... Devlet-i Ali’nin bir gün apansız, haklarında “tehcir” kararı çıkarttığı Anadolu Ermeni kafilelerinin peşinden... Der Zor çölüne doğru. Altın dişlerini, “kara gün içindir” deyip giysilerinin arasına, mahrem yerlerine gizledikleri birkaç altını, küpelerini, hızmalarını sürgünlerden koparıp alacakları insan boğazlama şöleni için başlarındaki zabitlerden işaret bekleyerek...
Nazım Hikmet Memleketimden İnsan Manzaraları’nda “onları” anlatır:
“İsmail’i, seferberlikle, yaşı on altı olduğu hâlde, tutup askere gönderdiler. Domuzuna yiğitti. Yozgat taraflarına jandarma gitti. Ve Ermeniler kesilirken, kana battı göbeğine kadar.
Kaçtı, eşkiyalık etti. Seferberlik bitti, döndü köye, kemeri: küpe, bilezik ve gümüş mecidiye dolu.”
Ve devam eder Kemal Tahir, Büyük Mal’da, Çorum’un köylüsü Sülük’ün ağzından:
“İşte bu Yakup Cemil Bey akşam yemeğinden sonra beni çekti tenhaya… Beri bak Sülük Bey, seni sordum soruşturdum, gayet yiğit olduğunu öğrendim, kulağını aç iyi dinle, çünkü uyuklamanın sırası değildir, padişah fermanı ve de Enver Paşa’mızın emridir… Hükümatımız bunlara ‘sür emri’ çıkaracaktır. Hükümat kısmı hükümat olduğundan ancak ‘sür emri’ çıkarabilip ‘vur emri’ çıkaramamaktadır. Gerisi burada sizin gibi yiğit Türkler’e ve de dini bütün Müslümanlar’a kalmıştır. Bunlar Arabistan’a doğru sürülecektir. Hükümatımızın zaptiyesi savaş sebebiyle gayet azdır. Çoğu çaptan düşmüş kocalardır. Vatan düşmanlarının yolda şuraya buraya dağılması ihtimali vardır. Ayrıca dağdaki Ermeni’nin gelip vurup kurtarmaya çabalaması haritada yazılıdır. Milis gücü kursanız, yetersiz zaptiyeyi destekleseniz gerektir. Allah’a şükür Çorum’umuzda boğaz kıtlığına kıran girmemiştir. Sıklık Boğazı’mız, Hışır Boğazı’mız, Harami Boğazı’mız, hele de Kırkdilim Boğazı’mız gibi boğazlarımız vardır. Bunlar girilmesi kolay çıkılması zor boğazlardır. Hükümat kısmının sürgün zagonunu kendiniz bilmez değilsiniz. ‘Malı senin, canı senin, ırzı bile senin, bir kemiği benim, o da meydanda kalırsa’ hesabıdır. Ben seni gayet yiğit gördüm ve gayet temiz Türk oğlu Türk ve de dini bütün Müslüman oğlu Müslüman gördüm. Savaşa girmeyen ve de gavur kırmayan gaziliği elde edebilemez. Ne mutlu sizlere ki, hükümatımızın sürgün zagonu yetişmekle gaziliği cebe indirmektesiniz. Göreyim seni, dünyanın yüzünden Ermeni adını silesin. Bu dünyada padişahımızın gayret nişanını göğsüne takınıp salınasın ve de öte dünyada cennetin baş köşesindeki gaziler köşküne yanlayıp keyfine bakasın…”
Çorum’un çulsuz köylüsü Sülük, Yakup Cemil’in dediğini ikiletmez. İyi “iş” çıkartır. Öyle ki, otuz’lu yıllara gelindiğinde, dünyalığını doğrultmuş bir eşraf, Sülük Bey’dir artık. Ve de CHP’den milletvekili![2]
Peşinde oldukları, yalnızca Ermeni’nin altını, malı-mülkü değildir. Kulakları, “Gavur öldürenin cennete gideceği” söylenceleriyle doldurulmuştur, şeyhleri, şıhlarınca. Yaşar Kemal, Yağmurcuk Kuşu’nda betimler, cenneti garantileyecek “kota”yı doldurmak için çabalayan köylüleri:
“Ver Ermeni’yi bana, onu öldürmeliyim ben. Cennete gideceğim. Bu Ermeniyi de öldürürsem, benim sayım tamam olacak, cennete gideceğim, ver onu bana da sevaba gir. Ben onu Rıza’dan satın aldım...”
Yetmez, zaman zaman boğazladıkları Ermenilerin mülkleri konusunda birbirlerine dalarlar. Yaşar Kemal’in Demirciler Çarşısı Cinayeti’nde Süleyman, dokuz silahlı adamıyla basmıştır Mustafa Ağa’nın evini:
“Buradan çıkacaksın. Panosyan’ın mirası bana düştü. Panosyanın oğlu olduğumdan değil... Çünküleyin Panosyan’ı ben iteledim. Ol sebepten Panosyan’ın bütün malı mülkü, konağı, tarlası, çiftliği, dükkânları hep bana kaldı.”[3]
Katilin maktulün parasına puluna, malına mülküne konup makus talihini alt ettiği, şeytanın bacağını kırdığı yağma günleridir... “Millî sermaye”nin kanlı doğumu...
* * *
Poz veriyorlar... Kendilerinden emin, mağrurlar... Yaptıkları işin, Allah ve Devlet için olduğuna iman etmişler... Dünyalığı doğrultmak işin cabası...
O güne dek kendilerini itip kakan, adam yerine koymayan, yarı aç cepheden cepheye süren, vergi deyip sırtındaki çula göz koyan Devlet-i âlî indinde ilk defa “makbul teb’a” olarak görülmelerinis sağlayacak bir iş becermiş olmanın gururu... Öyle ya, en zaaflı anında Osmanlı’nın imdadına yetişmiş, küffarı hâl edivermişler.[4] Devlet’in ellerini kirletmesine gerek kalmadan... O “pis iş”i onun adına üstlenmişler. “Devletin katilleri” mertebesine erişmişler böylelikle. Artlarında bir rezil geleneği bıraktıklarının farkında olmadan. “Devlet için kurşun atanın da, kurşun yiyenin de şerefli” addedileceği bir uğursuz gelenek... Artlarından İpsiz Recep’lerin, Yahya Kahya’ların, Topal Osman’ların, Ali Ertekin’lerin (Sabahattin Ali’nin katili, assubay), Hüseyin Üzmez’lerin, Mehmet Ali Ağca’ların, Abdullah Çatlı’ların, Maraş, Çorum, Sivas katliamcılarının, Yeşil’lerin... geçeceği lanetli yolu açtıklarının ayırdında değiller henüz...
Poz veriyorlar...
Bulanık bir çayın dibindeki balçığa saplanmış Ermeni ölülerinin kimi bacağını kavramış, kimi kolunu. Belki de, Sargis Suvaryan’ın babasından dinlediği ana ait olan fotoğrafta, objektife gülümsüyorlar:
“Babam Avetis Suvaryan 1901 yılında Arapkir’de doğmuş. Katliam başladığında babasını, başka birçok insanla birlikte asker olarak toplayıp götürmüşler. Dedemi götürdükleri yerde öldürmüşler. Babam küçük kardeşiyle birlikte yalnız kalmış. Bir süre sonra kardeşini Amerikan yetimhanesine teslim etmişler. Babam anlatıyordu; insan gruplarını Fırat Nehri kıyısında toplayıp ellerini ve ayaklarını bağlayarak tekneyle nehrin ortasına götürüyor ve boğuyorlarmış. Babam, ‘ölümü bekleyen’ bu grupların birindeymiş. Orta hâlli bir Türk kıyıdaki grupa yaklaşıp birkaç genci kendisi için çalıştırmak, özellikle çobanlık yaptırmak için almak istemiş. 14-15 yaşlarında olan babam da seçilen gençlerden biriymiş. Böylece bu Türk 4-5 genci almış.”[5]
Avetis Suvaryan, bu fotoğrafta yer almayacak kadar şanslı birkaç bin Anadolu Ermenisinden biri... Balçığa saplanmış kolların, bacakların sahiplerinin adlarını ise, hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz... Onlar, ailesinin bütün fertleri öylesine, rastgele gömüldüğü için son demlerinde “Beni yıkamadan gömün!” vasiyetini veren Malatyalı Arop Teyze’nin, “yıkanmadan gömülen” ölüleri[6]...
* * *
Poz veriyorlar...
“Her köyde bir köpek vardır,” dermiş bir Ermeni atasözü. O köyün “köpekleri”, ne yazık ki çok fazla...
Ve hâlâ uluyorlar...
17 Mayıs 2015 23:42:27, Ankara
N O T L A R
[*]1915-2015 Kuyunun Dibindeki Taş-Fotoğraf Okumaları, Hazırlayan: Mehmet Özer, Nota Bene Yay., 2017… içinde.
[1] “Gizli olan her şey açığa çıkar.”
[2] Kemal Tahir, “Ustaya Haksızlık Ettik”, https://kemaltahir.wordpress.com/2011/06/16/ustaya-haksizlik-ettik/
[3] Serdar Koçak, “Edebiyatımızın Ustaları 1915’i Anlatıyor”, Radikal Kitap, 24 Nisan 2015, s.20-21. Yani, devlet ricalinin yıllardır başını kuma gömdüğü “soykırım” gerçeğini, çağın vicdanını temsil eden yazarlar çoktan görmüş, kaleme dökmüşlerdir...
[4] “Tehcirin soykırıma dönüşmesi sürecinde, Teşkilât-ı Mahsusa’nın milisleri, ordu birlikleri, kolluk kuvvetleri ve bunların yönlendirdiği eski Hamidiye Alayları, Türk, Çerkes, Laz, Gürcü, Çeçen, Arnavut, Kürt, Arap vb. çeteleri, başıbozuklar ve sivil halk değişik oranlarda üzerine düşeni yaptı,” diyor Ayşe Hür. “Örneğin tehcirin eylemci ekibinde, General Mahmud Kâmil Paşa, Genelkurmay İstihbarat Dairesi’nden Albay Seyfi, Halil Paşa ve Nuri Paşa, Musul’daki 6. Ordu Komutanı Ali İhsan Sabis Paşa gibi askerler, Teşkilât-ı Mahsusa’nın tetikçisi Yakup Cemil ve ‘Deli’ Halit (Karsıalan) gibi Harbiye mezunları, İTC Merkez Komitesi üyeleri Bahaeddin Şakir, Nazım ya da Diyarbakır Valisi Mehmet Reşit gibi esas görevi can kurtarmak olan doktorlar, Trabzon Valisi Cemal Azmi, önce Erzincan Bölge Valisi, daha sonra Bitlis, Bağdat ve Musul vilayetlerinin genel valisi olan Mehmet Memduh, Maarif Nazırı Ahmet Şükrü, Emniyet Müdürü İsmail Canbolat gibi bürokratlar, Giresunlu Topal Osman Ağa ve Trabzonlu Yahya Kahya gibi eşraftan olanlar, Kürt Alo, Şaftanlı Amero gibi Kürt çeteciler, Malatya Müftüsü Sagirzade gibi din adamları vardı. Elbette bunlara yardım eden ahali de.” (“Selin Ongun, “100 Yıllık Soru: 1915 Nedir?”, Cumhuriyet, 24 Nisan 2015)
[5] “Babam Ölümü Beklerken Kurtulmuş”, Taraf, 1 Ağustos 2014, s.26.
[6] Eylem Daş, “Beni Yıkamadan Gömün”, Gündem, 24 Nisan 2015, s.2.
Yorum Ekle