SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER “Dünyamızı sorularımızın cesareti ve yanıtlarımızın derinliğiyle önemli kılarız.” [1] B...
SİBEL
ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“Dünyamızı
sorularımızın cesareti ve
yanıtlarımızın derinliğiyle
önemli kılarız.”[1]
Bir aydın, bir insan olarak Fikret Başkaya, önemlidir.
“Entelektüellere
ihtiyaç duyan bir toplum değiliz”;[2]
“Aydın kavramı raf ömrünü tamamladı. Günümüzde entelektüelin yeri filin
sırtında sivrisinek olmaktan öte değil,”[3]
türünden “ucuz” saptamalara karşın bundan dostun da, düşmanın da asla kuşkusu
olmadı; olamaz da…
Güç
odaklarının ezberlettiklerini tekrarlayanların kendine “aydın” sıfatını layık
gördüğü “piyasa”da; kim ne derse desin, entelektüele olan ihtiyaç büyürken; onun
ne olması gerektiğinin yanıtıdır Başkaya…
Kolay mı?
“Kürt halkının
onur savaşı verdiğini söyleyen ve ‘bölgesel ayaklanma kışkırtıcılığının
değirmenine su taşıyan’ aydınlarımız, bilmem ki bu kıyaslanmaya bakıp
utanacaklar mı?
En azından
bugün üstlendikleri ‘yıkıcı pozisyonu’ gözden geçirecekler mi?”[4] işmarıyla iktidarın gölgeliğini
üstenen Ahmet Kekeç veya “Türkiye’nin çok ciddî bir ‘aydın’ sorunu vardır…
Bizim ‘yabancılaşmış aydınlar’ın çoğunluğu, çok yönlü bilgi ve kültüre sahip
değillerdir ve körü körüne aynı yanlışları savunurlar.
Efendim, hep
aynı kişilerden oluşan mâhut aydın bozuntularının, hiçbir millî meselede bir
araya gelmezken, Ermenici ve Kürtçü hayranlıkları devam ediyor. Bize göre
‘aydın ihaneti’ içinde olan bu grup, Türkiye’nin ve Türk Milleti’nin
menfaatleriyle hiç ilgilenmemekteler,”[5]
diyen Hasan Celal Güzel gibiler, İdris Naim Şahin ile aynı çizgide buluşup; “kalem”
ile “kitap”ı “suç aleti” ilan ederken; neyin nasıl yapılması konusunda dik
duran, diklenen Başkaya’yı hatırlamamak, ondan öğrenmemek mümkün mü?
Tarih ne
kekeme Kekeç’leri, ne de “Mussolini’yle ruh ikizi” olarak anılanları hayırla
anmadı, anmayacaktır…
Ama Başkaya,
İsmail Beşikçi ve Miguel de Unamuno’ları (29 Eylül 1864, Bilbao - 31 Aralık
1936) hiç unutmadı, unutmayacaktır…
Unamuno dedik,
bir kez daha anımsayalım mı?
XX. ilk
yarısında ilgilendiği hemen her alanda damgasını vurmuş bir İspanyol romancısı,
şairi, dilbilimcisi, tiyatrocusu, eleştirmeni ve düşünürü olan Unamuno,
İspanyol kültürünü özümsemekle yetinmemiş, “anadili gibi” 14 dili bilmekteydi.
Yaşadığı çağı
seçemese de o çağın içinde kendisini seçmiş ve konumunu belirlemiş, iki büyük
savaş arasının büyük kavgasında, güçlülerin yanında değil, özgürlüklerin ve
demokrasinin Cumhuriyetçi cephesinde yerini almıştır.
Cumhuriyete ve
onun değerlerine öylesine içten, öylesine kararlılıkla bağlıdır ki,
Falanjistlerin katlettiği Frederico Garcia Lorca’nın akıbeti bile onu
caydırmamış, tam tersine, rektörü olduğu Salamanca Üniversitesi’ni özgürlüğün
ve demokrasinin kalesi olarak algılamak istemişti.
Unamuno,
1936’da başını General Franco’nun çektiği faşist hareket, Cumhuriyet’e baş
kaldırınca, kendini üç yıl sürecek olan İç Savaş’ın içinde ve bilim-kültür
cephesinin en ön saflarında bulur.
1936’da Miguel
de Unamuno, Avrupa’nın en eski ve köklü üniversitelerinden biri olan Salamanca
Üniversitesi’nin rektörlüğünü yaparken; her fırsatta taciz edilmekte, kışkırtılmaktadır.
Cumhuriyet
karşıtları orduda ve Falanjist örgütlenmeler içinde yuvalanmışlardır ve
Cumhuriyeti devirmek için bin bir komplo, bin bir entrika tezgâhlamaktadırlar.
Franco yanlılarının etki alanı içinde yer alan ve Miguel de Unamuno’nun rektörü
olduğu Salamanca Üniversitesi’nin büyük amfisinde 12 Ekim 1936’da rektörün izni
olmaksızın bir ‘Irk Şenliği’ düzenlenmiştir. Şenliğin onur konukları arasında,
daha sonra iyice ünlenecek olan o mahut Caudillo’nun karısı Dona Carmen Franco
da vardır. Bütün o davetli resmî erkânın ve bindirilmiş kalabalığın önünde
kürsüye çıkan Francocu General Millan-Astray, Cumhuriyetin ilanı ile
“İspanya’nın maruz kaldığı büyük iç ve dış tehlikeleri” sayıp döken ve faşizmi
öven bir konuşma yapar ve konuşmasını, coşturulmuş kalabalık tarafından sık sık
tekrarlanan “Viva la muerta! - Yaşasın ölüm!” nidaları ile bitirir.
Kendi
üniversitesinin çatısı altında böylesi bir baskına uğrayan Miguel de Unamuno,
kendinden emin, kararlı adımlarla ve söz almaksızın, generalin ardından kürsüye
çıkar, oluşan bir ölüm sessizliği içinde ve “işgalciler”in şaşkın bakışları
altında, şu tarihsel konuşmayı yapar:
“Şimdi benim burada ne söyleyeceğimi büyük
bir merakla beklediğinizi biliyorum. Beni tanıyorsunuz, beni biliyorsunuz.
Hepiniz, benim, susmadığımı ve susmayacağımı biliyorsunuz. Yetmiş üç yıllık
ömrümde susmayı, suskun kalmayı bir türlü öğrenemedim. Ve bugün de öğrenmek
istemiyorum suskun ve sessiz kalmayı. Bazı durumlar vardır ki, orada susmak,
yalan söylemektir. Zira sükût, ikrar olarak yorumlanabilir. Bugüne kadar içimde
daima birbiri ile tutarlı bir uyum içinde yaşaya gelen sözüm ile vicdanım
arasında bir boşanmaya asla izin veremem. Kısa konuşacağım. Süslemesiz ve
dolambaçlı cümleler olmaksızın dile geldiğinde gerçek, daha bir gerçektir. Bu
çerçevede, biraz önce dinlediğimiz ve şu an aramızda bulunan General
Millan-Astray’in konuşmasına, - eğer buna bir söylev denebilirse- birkaç şey
eklemek istiyorum.
Basklara ve Katalanlara ilişkin iftira ve
aşağılamalar yığını içinde kişiliğime yönelik olanları bir yana koyalım...
Marazi ve anlamdan yoksun bir çığlık dinledim: ‘Yaşasın ölüm!’ Ben ki, ömrümü,
anlamını kavrayamayanların tüylerini diken diken eden paradoksları hâle yola
koyup aşmaya çalışmakla geçirdim, uzman kimliğimle, bu barbar paradoksun benim
için tiksindirici olduğunu söylemeliyim,” der…
General
Millan-Astray’in, oturduğu yerden, “Kahrolsun zekâ, Kahrolsun akıl!” nidaları
ile sık sık kestiği ve coşturulmuş amfiye yuhalattığı bu konuşmasının ardından,
Miguel de Unamuno kürsüden inerken faşist militanlar namlularını ona
doğrultmuş… Namlular ve şaşkınlık homurtuları arasında kürsüden indirilen
Unamuno, amfiden de yuhalamalarla çıkar, evinde göz hapsine alınır ve 31 Aralık
1936’da “ölür”... [6]
Ama geriye; “İnsan sadece uluorta yalan
söylemekten sakınmakla yetinmemeli, susarak yalan söylemekten de kaçınmalı,”
diyen Tolstoy’un sözü ile kekeme Kekeç’leri tekzip edip Firkat Hoca’ları,
İsmail Hoca’ları doğrulayan bir kalıt bırakmıştı…
ENTELEKTÜELİN “NE”LİĞİ: İKTİDARA HAKİKÂTİ
SÖYLEMEK!
“Bir çıplağı
bin zırhlı soyamaz.”[7]
“Bir kere ‘entelektüel’
ve ‘aydın’ kavramlarını karıştırmamak gerek. Aydın, çağının en doğru ve sağlam
bilgileriyle donanmış, dolayısıyla ‘aydınlanmış’ kişidir. Eskiden de yine aynı
mânâda ‘münevver’ deniliyordu. Tenevvür etmiş, aydınlanmış kimse. XVIII.
Yüzyıl’da ‘Aydınlanma Çağı’ dediğimiz zaman diliminin diğer dillerdeki
karşılıkları da hep aynı köklerden: Almancası ‘das Zeitalter der Aufklärung’,
Fransızcası ‘le Siècledes Lumières’, İspanyolcası ‘el Siglo de la Luz’ ve
İngilizcesi ‘the Age of Enlightenment’ gibi. Hepsi ışıkla, aydınlanmayla ilgili
kelimeler.
Ama her ‘aydınlanmış’
kişinin, her aydının illâ ‘entelektüel’ olması gerekmez. Yine eksik olduğunu
bile bile entelektüelin en kısa ve doğru tanımı şöyle: Entelektüel kendini
bütün dünyadan sorumlu hisseden kişidir...
Peygamber ‘Hiç
şüpheniz olmasın ki...’ diye başlar.
Entelektüel
ise ‘Şüphe bir nûra doğru koşmaktır!’ diye bitirir.”[8]
Bu bağlamda entelektüel
kavramının -belki ilk örneği-, Emile Zola ve arkadaşlarının, Fransa’da
anti-Semitizme karşı ‘Dreyfus Davası’nda, devlete ve kiliseye karşı koydukları
özgürlükçü tavırdır.
Zamanla bu
duruş, “Parçalanmış toplumların ürünü olan aydın, bu toplumların varlığının
kanıtıdır, çünkü onların parçalanmışlığını içselleştirmiştir. O hâlde aydın
tarihin bir ürünüdür,”[9]
diyen J. P Sartre öncülüğünde, entelektüelin toplum vicdanını temsil etmesi
gerekliliğine dönüşürken; E. Said, S. Amin, N. Chomsky de, bu geleneğin
anılmaya değer örneklerinden oldu.
Edward
Said’in, “Düzenin adamları belli çıkarları gözetirler, oysa entelektüeller
şovenist milliyetçiliği, şirketleşmiş düşünce müsveddelerini ve sınıfsal,
ırksal ve cinsel imtiyazları sorgulayan kişiler olmalıdırlar,” diye tanımladığı
entelektüel konusunda altı çizilmesi gereken hayati noktalar kabaca şunlardır:
i) “Ne
koruyacak makamları ne de başında nöbet tutup gücüne güç katacakları toprakları
olan entelektüellerde bazılarını çok rahatsız eden bir şeyler vardır; kendini
beğenenleri de yok değildir ama daha çok kendileriyle dalga geçerler mesela,
lâfı eveleyip gevelemektense dobra dobra konuşurlar. Ama şu gerçekten kaçış
yoktur: kendilerini böyle gören entelektüellerin ne yüksek mevkilerde eş
dostları, ne de resmî makamlarda itibarları olur. İnsan yalnız kalır, doğru;
ama her zaman sürüye uyup mevcut duruma hoşgörü göstermekten iyidir yalnızlık.”
ii) “Gerçek
entelektüeller en çok, metafizik tutkunun, çıkar gözetmeyen adalet ve hakikât
ilkelerinin etkisiyle yozlaşmayı mahkûm ettikleri, zayıfları savundukları,
hatalı ya da baskıcı otoriteye meydan okudukları zaman kendileri olurlar.
Benda’ya göre
bugünkü entelektüellerin sorunu, sahip oldukları ahlâkî otoriteyi, sekterlik,
kitle dalkavukluğu, milliyetçi çığırtkanlık, sınıf çıkarları gibi ‘kolektif
duygular’ın örgütlenmesi adını verdiği şeye (bu deyim Benda’nın ileri
görüşlülüğünün işaretidir) devretmiş olmalarıdır.”
iii)
“Benda’nın tanımına göre gerçek entelektüeller kazığa bağlanıp yakılma, sürgüne
gönderilme, çarmıha gerilme riskine girmek durumundadırlar.
Güçlü
kişiliklere sahip, su katılmadık bireyler olmak zorundadırlar; her şeyden önce
de statüko karşısında daimi bir muhalefet durumunda olmaları gerekir.”
iv)
“Entelektüelin görevi krizi evrenselleştirmek, belli bir ırkın ya da ulusun
çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının
acılarıyla ilişkilendirmektir.”
v)
“Entelektüel… kendine kişisel olarak nelere mal olacağını umursamadan bu tür
sürü davranışlarına açıkça karşı çıkmalıdır.”
vi) “Bir
entelektüel, gemisi battıktan sonra karada değil karayla birlikte yaşamayı
öğrenen birine benzer; amacı küçük adasını sömürgeleştirmek olan Robinson
Crusoe değil, olağanüstü şeyler yaşadığı duygusunu hiç kaybetmeyen ve bir
bedavacı, fatih ya da yağmacı değil de her zaman bir gezgin, geçici bir misafir
olan Marko Polo’dur.”
vii)
“Yerleşmenin, evet-demenin, uyum sağlamanın sunduğu ödüller tarafından
ayartılan, hatta dört bir yandan kuşatılan entelektüel için bir modeldir
sürgün. Kişinin gerçek bir göçmen ya da sürgün olmasa bile, öyleymiş gibi
düşünmesi, her türlü engele rağmen hayal kurup sorgulaması ve merkezi
otoritelerden uzaklaşıp daima uçlara çekilmesi mümkündür hâlâ.
Bu uçlarda
alışılmış ve rahat olanın ötesine hiç bir zaman geçmemiş kafaların göremediği
şeyler görür insan.
Teknik
ehliyetini kiraya veren ve önüne gelene satan o sözde yüzer-gezer entelektüel
de değil kafamdaki. Dediğim şu: Bir entelektüel için gerçekten sürgün olan biri
kadar marjinal ve yabancı olmak, otorite ve güç sahibine değil gezgine,
alışkanlığa değil geçiciliğe ve rizikoya, otoritenin belirlediği statükoya
değil yeniliğe ve deneye duyarlı olmak demektir. Sürgün soylu entelektüel cüret
ve küstahlığa açıktır, alışılmışın mantığına değil, değişimi ve hareket hâlinde
olmayı temsil eder, olduğu yerde saymayı değil.”
viii)
“Entelektüelin tek dayanağı ödünsüz düşünce ve ifade özgürlüğüdür: Bu özgürlüğü
savunma hattını gevşetmek veya dayandığı temellerden herhangi birinin
kurcalanmasına göz yummak entelektüelin işine ihanet etmesi demektir.”
ix)
“Entelektüel bir dağa ya da kürsüye tırmanıp yücelerden atıp tutmaz. Tabii ki
söyleyeceklerinizi en iyi nereden duyulacaksa oradan söylemek istersiniz;
ayrıca söylediklerinizi süregelen, fiili bir süreci, sözgelimi barış ve adalet
davasını etkileyecek bir biçimde temsil etmek istersiniz. Evet, yalnız başına
konuşur entelektüel, ama ancak kendisini bir hareketin gerçekliğiyle, bir
halkın özlemleriyle, müşterek bir ideanın peşinde ortak olarak koşanlarla
birleştirdiğinde yankı bulur sesi.”[10]
Burada durup şu saptamayı yapmalıyız: Edward
Said’in, altını çizdiği özelliklerin tümü, -görüşlerine katılınsın/
katılınmasın!- Başkaya’ya mündemiçtir.
Hem de Onun,
‘Aydın mı Entelektüel mi?’ başlıklı yazısında haykırdığı gibi:
“Entelektüel…
gerçeğin çarpıtılmış versiyonunu teşhir eden biridir…
Entelektüel
‘bu gemi ne yöne doğru seyrediyor’ sorusunu sorandır…
Entelektüel,
tanımı ve doğası gereği muhaliftir, ‘marjinaldir’. Olayların, olguların,
süreçlerin ‘görünmeyen’ yanını bilince çıkarmak, entelektüelin ve gerçek bilim
insanının varlık nedenidir. Bu niteliğinden ötürü de o her zaman ‘sürüden
ayrılandır.’ Eğer öyleyse, ‘sürüden ayrılmış olmanın’ bedelini de ödemek
durumundadır...
Herkesin yalan
karşısında secde ettiği bir ortamda gerçeği haykırmak, ileri insanlığın vicdanı
olma basireti, cesareti ve yeteneği ancak az sayıda insana mahsus bir şeydir.
Bu özellikten ötürü de tarih boyunca benim entelektüel dediğim insanlar küçük
bir gurup olagelmişlerdir. Zira, gerçeği söylemenin her koşulda bir bedeli
vardır ve o bedeli göze almak sanıldığı kadar kolay değildir…”
FİKRET BAŞKAYA NEDEN ÖNEMLİDİR?
“Bir insanla göz göze gelmek
için insan olmak gerekir.”[11]
Dahammapada’nın, “Aklı ehlileştirmek
iyidir... Ehlileştirilmiş bir akıl mutluluk getirir,” uyarısına inat; göze alıp, bedelini ödediği görüşleriyle bir
entelektüel olarak Başkaya önemlidir; çünkü O hepimize, herkese:
Friedrich Nietzsche’nin, “Kendi alevinle
yakmaya hazır olmalısın kendini: Önce kül olmadan nasıl yeni olabilirsin ki?”
Aldous Huxley’in, “Dalın ucuna gitmekten
korkma, meyve oradadır”!
Antonio Gramsci’nin, “Devrimci olan sadece
gerçeğin kendisidir”!
Jean Baudrillard’ın, “Herkes Batılı
olduğunda, güneş nereden doğacak?”
Karl Marx’ın, “Cehalet, ayrıcalıklı sınıfın
ustaca kullandığı bir silahtır,” gerçeğini anımsatan düşünce ve davranışlarıyla
çağının vicdanı olmayı öğretir…
İnsan(lık)ı
sürüleştiren yabancılaş(tırıl)mayla, herkesin farksızlaştırıldığı “Çığırından
Çıkmış Dünya”nın orta yerinde insan olarak kalabilmenin önemi kanıtlayan Başkaya,
tüketilmesi mümkün olmayan bir savaşımın da sürdürücülerindendir…
Sürdürülemez
kapitalist çılgınlığın kendine düşmanlaştırdığı insan(lık)ın cehaletine,
soru(lar) sordurtmaya gayret ederken; herkese William Shakespeare’in,
“Cahillik, insanlığın ortak lanetidir,” uyarısını anımsatır…
Acı da olsa
doğruyu söyler; insan(lık) için umudun, ancak, eleştirel itirazın başkaldırıyla
ulaşılan gerçekte olduğunu söyler.
Söz konusu
gerçeğe ihtiyacı olanlar “dünyanın lanetlileri”dir; Onlar bunu devrimci bir
eleştiriyle elde edebilirler.
Evet, sözünü
ettiğimiz gerçeğe, söylencelerle ve söylencelerin eleştirisiyle başlanırken;
hem sorun hem de çözüm olan, hem geliştiren hem tökezleten, hem değer
kazandıran hem de kaybettiren bir ifade biçimi olan eleştiri; yalnızca yermek
veya yalnızca övmenin ötesindeki bir gereksinimdir.
Eleştirel
düşünme, alışılmışın dışında düşünmeyi içerirken; o, sadece bu da değildir.
Dayatılanın dışında farklı açılardan bakabilmek ve yeni yorumlar, yönelimler
getirmektir.
Başkaya, bunu
layığı ile yaptı, yapıyor da…
ONA DAİR
“Gerçek, çıplak dolaşır.”[12]
Başkaya’ya
biçtiğim(iz) ilk sıfat, “Buz Kıran”dır.
Donan suyun
yolunu açar O… Donmuş, katılaşmış, akışkanlığını yitirmişin yolunu açar,
-sarsıntılar içinde- buzları kırarak…
Başkaya’ya biçtiğim(iz)
ikinci sıfat, “Kılavuz”dur.
Bilirsiniz;
Türkçe kökenli ‘Kılavuz’ kelimesi rehber, yol gösteren anlamındadır…
Vefakâr,
cefakâr, cüretkâr özellikleriyle O, “Buz Kıran” bir “Kılavuz”dur.
Tam da bunun
için Başkaya, dünyanın ve Türkiye’nin yakın tarihine eleştirel bir perspektif
ile bakar.
Herkesin
malumu: ‘Paradigmanın İflası’yla ile resmî ideolojiyi yerden yere vurmuş, bu
cesaretinin bedelini yıllarca hapis yatarak ödemiştir.
Devletin en
çok uğraştıklarından birisi olarak, yazıları, yapıtları, hasılı duruşuyla resmî
ideolojinin afyonuyla uyuşmuş beyinleri sarsmıştır…
Aslında “devleti
kutsallaştırma”nın yani militarizmin ve otokrasinin karşısındaki uslanmayan,
mağlup edilemeyen bir Don Kişot’tur…
Örneğin
askerliğini yaptığı Yedek Subay Okulu’nda “sakıncalı er” sayılarak Erzurum’a
(Oltu) sürgün edilen Başkaya, ‘Paradigmanın İflası’nı kaleme almaktan ötürü
TMY’ye muhalefetten 20 ay hapis cezasına çarptırıldı.
İflas eden, iflası sürekli tekrarlanan
sürdürülemez paradigma ile cebelleşen O; “Paradigmayı değiştirmenin zamanı
gelmiştir,” diye ilk haykıran olmuştur…
“İyi ki
var”lardan birisi olarak; resmî tarihi tersinden okuyan Başkaya; fikir namusu,
vicdan, cesaret gibi herkeste bulunmayan erdemlere haizdir.
Karanlığa
karşı bir ışık yakanlardandır; taşlanma pahasına meyve veren ağaçtır; dokuz
köyden kovulmak pahasına doğru söyleyendir.
Ufuk açıcıdır.
Batı merkezci
bakış açısına karşı çıkan bir eleştirisi ustasıdır.
Görüşlerini beğenin veya beğenmeyin ilkeli,
dürüst, sessiz, mütevazı bir duruşu vardır Hoca’nın.Türkiye’de pek az bulunan,
yalnızca gerçek bilim insanlarında rastlanan türden…
Hasılı
“dünyaya sömürgecinin gözüyle bakmak”tan muzdarip olanlara,[13]
dogma üreten sapkınlıklara karşı tüm manalarıyla bir yanıttır Başkaya.
Yazılarını
okumak “ben bunu düşünmemiştim” dedirtir insana…
Örneğin,
Tanzimat’tan beri toplumun başına çöreklenmiş yönetici elitin aslında çok fazla
değişmediğini Cumhuriyet ile değişenin sadece devletin adı olduğunu
vurguladığı, ‘Yediyüz: Osmanlı Beyliği’nden 28 Şubat’a Bir Devlet Geleneğinin
Anatomisi’nde, Osmanlı-T.“C”nin bir “değişmeyeni” olan “devletperestliğin”,
devlet dogmasının, “devleti kutsamanın-fetişleştirmenin” karşısına dikilerek;
askeri geleneğin ya da “kışla bilinci”nin, toplumun kendisi hakkında düşünme
geleneğini dumura uğrattığını; Türkiye’nin bu durumunun da, emperyalist
dünyanın işine geldiğinin altını çizer.
Hem de Kemalizm’in din katına çıkarıldığı,
devletin “kutsal” sayıldığı bir polis-asker devletinde, başına gelecekleri bile
bile, doğruları yazmaktan çekinmeyerek, resmî ideolojiyi eleştirir.
Şunu da vurgulamalı, Başkaya resmî
ideolojiyi, pek az kişinin bu konuda cesaret edebildiği bir dönemde en ağır
dille eleştirmiş ve bunun bedelini cezaevinde geçirdiği yıllarla ödemiştir.
Yani AKP iktidarının gölgesine sığınıp
“Ergenekon”a cenk açanlardan olmamıştır. Ve daha da önemlisi, Başkaya’nın “resmî
ideoloji” eleştirisi, asla ve asla sözünü ettiğimiz zevatın ucuz
kahramanlıkları gibi liberalizmin yüceltilmesine yönelmez.
“Buz kırıcı”dır; “kılavuz”dur dedik ya, Onun
resmî ideoloji eleştirisi pek çok kişiye yolu açmıştır; bu yoldan geçenler
arasında bu ülkenin devrimci mirasını Kemalist kalıntılardan arındırmayı
öğrenenler de vardır; omuzlarındaki boyunduruğun ideolojik niteliğini kavrayan
Kürt devrimcileri de… AKP’nin liberal epigonluğunun dayanılmaz cazibesine
kapılıp “resmî ideoloji eleştirmenliği”ni meslek edinenler de çıkmıştır
sonraları…
Kolay mı?
Milli
mücadelenin niteliği,[14]
onun bir anti-emperyalist mücadele olmadığı, millî mücadelenin ulusallığı
sorunu, Kemalist rejimin niteliği gibi kilit eleştirilerin sahibidir O;
‘Paradigmanın İflası’nda “Aydınlar ve Resmî İdeoloji”; “Millî Mücadele’nin
Niteliği”; “Millî Mücadelenin Ulusallığı Sorunu!”; “Komintern ve Milli
Mücadele’nin Antiemperyalistliği Sorunu”; “Mustafa Kemal ve Tarihte Bireyin
Rolü” soru(n)larına net yanıtlar verirken…
Bunları yaparken,
“Bir fotoğrafa kimin nasıl baktığı, bir tarihsel-toplumsal olayı kimin hikâye
ettiği, ‘nereye değil nereden bakıldığı’ büyük öneme sahiptir,”[15] deyip, “Kavramlara yüklenen
anlamlar her zaman herkes için aynı olmayabilir,” notunun altını çizen O; “Uygarlaşma”,
“modernleşme” veya aşağı yukarı aynı anlama gelen “çağdaşlaşma”, “batılılaşma”
vb. gibi kavramları sorgular
Özel
mülkiyete, rekabete, ücretli emek sömürüsüne, ileri teknolojiye sermayenin
genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesine dayalı kapitalist üretim tarzının
sahneye çıkıp egemen olmasıyla, insanla toplum, doğayla toplum, insanla doğa
arasındaki ilişki radikal bir değişikliğe uğradığından söz eden O, “vahşileri
uygarlaştırmaktan yoksulları kalkındırmaya” (!) kapitalizmin kör mantı(ksızlı)ğını
anlatır ve ekler: “Kalkınma sürdürülemez, zira, öyle bir şey yok!”
Bu devrimci tutumu ile O; sadece insan(lık)ı değil,
onun bilincini de sömürgeleştiren Avrupa merkezli “ideolojik model”in din
mertebesine yükseltilmesi, fetişleştirilmesi bir yıkım tablosundan başka bir
şey üretmediğini ortaya koyarken; “Azgelişmişliğin Sürekliliği”yle kapitalist
üretim tarzı küçük bir azınlığı zenginleştirirken dünya nüfusunun giderek artan
bir bölümünü yoksullaştırıp, insanlığın geleceğini de tehlikeye attığının da
altını çizer![16]
Kolay mı?
Yüzlerce yıldır “modernleşme” “çağdaşlaşma” daha sonra “kalkınma” retoriğiyle,
hem kitleyi oyalayıp, aldatmaya çalışanlar için piyasa ekonomisi her derde
devadır. Alternatifi de yoktur... “Tek yol piyasa”dır…[17]
Bu akıl almaz
karmaşa ve yalanın “kurtarıcı”, “kurtarılmışlık” söyleminin suratındaki maskeyi
indiren Başkaya, kapitalist küreselleşmenin “Karanlık Bilançosu”nu[18] çıkarır.
Eşitsizlik
temeli üzerine oturtulmuş çevre-merkez ilişkileri ortaya koyar;[19] “Paradigmanın İflası”nın altını
çizer.
Her sınıflı
toplumda iktidardaki sınıfların, sömürüyü gizlemek, sömürü ve baskıyı
meşrulaştırmak, mevcut düzenin değişmezliğini kabullendirmek amacıyla
“efsaneler”, “hurafeler” ürettiğine dikkat çekerek, egemen yalanın karşısındaki
hakikâti savunmanın ne olduğu, nasıl olduğunu gösterir dost ve düşmana…
Toparlarsak:
Entelektüel ahlâkın bedelini yıllarca hapis yatarak ödeyen; “İçerde iken en çok
neyi özlediniz?” sorusunu büyük bir içtenlikle “kırmızı şarap içmeyi” diye
yanıtlayan; “Çok sevdiğim bir söz vardır; ‘utanma duygumuzun kaybı,
insanlığımızın da kaybıdır,’ diye,”[20]
notunu düşen ve nihayet şu çocuksu içtenliğin insanıdır O:[21]
“Entelektüel
planda iki yazar ve iki yazar olmayan insandan çok etkilendiğimi
söyleyebilirim. Ders kitabı dışında ilk okuduğum kitap ‘Kelile ve Dimne’ oldu.
Bu kitap
Hintli bir yazar tarafından yazılmıştır. Kitapta Beydaba adında bir filozof
prense masallar anlatıyor ama masalların kahramanları hayvanlar. İkinci
okuduğum yazar Panait İstirati’ydi.
Bu ikisi beni çok
etkiledi. Yazar olmayan iki kişiden de çok etkilendiğimi söyleyebilirim. Dedem
ve babam. Dedem mollaydı. Birinci Dünya Savaşı’na katılmış. Bilgi birikimi
tecrübesi ve sorunları ele alış tarzı beni çok etkilemiştir. Bir çeşit
filozoftu. Babam eğitmendi. Okumaya ve öğrenmeye müthiş eğilimli biriydi.”[22]
DEDİKLERİ, ÖĞRETTİKLERİ
“Gerçeğin yarısını söylemek,
hiçbir şey söylememektir.”[23]
i) “Ben
kendimce doğru olanı söylerim sonucunu hiç düşünmem,”[24]
derken; dik durup, diklenmek; diz çökmemek “nedir”, “nasıldır”, anlatır!
ii)
“Rektörlerin Anıtkabir şikâyetleriyle, Oruç Baba Türbesinde uygun koca dileyen
genç kadın arasında fark yok. Kara cübbelerini giyip hükümeti atalarına
şikâyete giden adam ve kadınların üniversiteyle, bilimle, bilimsellikle bir ilgisi
yoktur, olamaz,”[25] deyip; “Bilim,
şeylerin gerçeğini ortaya çıkarıyorsa, görüntüyle gerçek arasındaki uyumsuzluğu
teşhir ediyorsa bilimdir. Şimdilerde bilim denilen bilim tanımına denk düşmek
bir yana, bilimin inkârına dönüşmüş durumda. Küresel kapitalizm çağında bilim
ve teknoloji, mülksüzleştirmenin, kâr etmenin, yıkımın, manipülasyonun,
alıklaştırmanın hizmetinde,”[26]
uyarısını dillendirir Başkaya, keskin bir netlikle…
Çünkü
“Geleceğin üniversitelerinin, akademilerinin egemenlik üreten, sömürüyü ve
baskıyı meşrulaştıran kurumlar olmayacakları kesin,”[27]
şüphesizliğiyle Onun için “Entelektüelin ayırt edici niteliği, onun siyasal
iktidardan ve siyasal iktidarın gerisindeki egemen sınıflardan bağımsızlığı,
siyasal iktidar karşısında eleştirel bir tavır içinde olmasıdır. Bu
niteliklerden ötürü entelektüel, siyasal iktidarla da iyi geçinemeyen biridir.
Burada önemli olan zihinsel ve moral (ahlâkî) bir eğilimdir. Ve bu eğilime
uygun davranabilme, tavır alabilme yeteneğidir.”[28]
“Entelektüel,
egemen olan sınıfların, gizli kalmasını istediklerini açığa çıkarmaya çalışan,
gerçeğin saptırılmış bir versiyonunu kabullenmeye razı olmayan,
iktidardakilerin empoze etmekten çıkarı olduğu ‘bir toplumsal değerler
sistemi’ne başkaldıran, örneğin egemen ideolojiye, resmî tarihe karşı çıkarak,
gerçekten yaşanmış olanla, yaşandığı varsayılan, gerçeğin çarpıtılmış ya da
‘resmî versiyonu’ arasındaki uyumsuzluğu ortaya çıkarmayı kendine iş edinen
kişidir... Egemen sınıfların ve devletin her türlü politika ve uygulamalarını eleştirebilen,
bu alanda hiçbir yasağa ve tabuya, inkârcılığa itibar etmeyen, sorunları sadece
ulusal planda değil, evrensel planda ele alıp tartışmaya çalışan kişidir...”[29]
iii) 17 Eylül
2011 tarihli ‘Uluslararası İsmail Beşikçi Sempozyumu’nun açılış konuşmasında Başkaya,
“Özgürlük mücadelesinde bir şey kazanılmaz, mücadelenin kendisi bir
kazanımdır,” diyerek özgürlük mücadelesinin ne anlama geldiğini hatırlatır!
iv) 29 Mayıs
2003 tarihinde ‘Türkiye Yayıncılar Birliği’ tarafından kendisine verilen ‘Düşünce
ve İfade Özgürlüğü Ödülü’ törenindeki konuşmasında, “Eğer düşünce ‘gerçek
düşünceyse onu altetmek, etkisizleştirmek, engellemek mümkün değildir. Zira,
düşünce ifade edilip muhâtabına ulaştığında, insanlar tarafından
duyulup-içselleştirildiğinde artık ‘gerçekleşmiştir’!”[30]
derken de; Rosa Luxemburg gibi, “Özgürlük başkasının özgürlüdür,” haykırışıyla
ifade ve eleştiri özgürlüğünü “ama”sız, “fakat”sız savunur.
Ankara 2.
Asliye Ceza Mahkemesi’ndeki 30 Aralık 2004 tarihli duruşmasında O, “Düşünce
özgürlüğü bir düşünceyi eleştirmek maksadıyla yapılır. Suç işlediğime
inanmıyorum,” diye eklerken; özgürlüğün “suçlanıp”, “yargılanamayacağı”nı
öğretir cümle cihana!
v) ‘Duyduk
Duymayın Demeyin Skandal Var’ başlığıyla yayınladığı açıklamasında, “Düşünceyi
yasaklayan bir rejim kısa vadede ‘durumu kurtarsa da’ orta ve uzun vadede
çürümekten ve yıkılmaktan kurtulamaz. Zira toplumsal dinamik eninde sonunda
bağnaz yasal-kurumsal-siyasal-ideolojik yasakçı çerçeveyi çatlatma, parçalama
ve yıkma istidadına sahiptir.
Düşünce
özgürlüğü tüm özgürlüklerin anasıdır. Eğer düşünce (ifade) özgürlüğü yoksa,
başka özgürlükler de gerçekleşemez. Dolayısıyla özgürlükler bir bütündür.
Özgürlüklerin bazılarına karşı olmak, bazılarından yana olmak mümkün değildir,”[31] notunu düşen Ona, 20 ay hapis
cezası aldıran ‘Paradigmanın İflası’ kitabının Kültür Bakanlığı listesine
alınmasını, “ironik” diye niteleyip ekler: “T.C’nin zihniyeti aynı”!
vi) Gerçekten
de “T.C’nin zihniyeti hep aynı”dır; “resmî tarihi ve ideolojisi”yle…
Kolay mı?
“Resmî tarih,
hâkim sınıfların bilinmesini istediği tarihtir. Tarihin, geçmişte yaşanmış
olanın iktidar sahiplerinin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur.
Bu amaçla toplumsal bellek [hafıza-ı enâm] yok edilmek, toplum hafıza kaybına
uğratılmak istenir. Fakat, resmî tarih oluşturmak bir başına amaç değildir.
Asıl amaç
‘resmî ideoloji’ oluşturmaktır. Velhasıl, resmî ideoloji oluşturmak için resmî
tarih oluşturmak, resmî tarih oluşturmak için de toplumun hafıza kaybına
uğratılması, toplumsal belleğin [kolektif hafızanın] yok edilmesi, bozulması,
tahrif edilmesi, bu günün egemenlerinin ihtiyacına uygun bir bellek imâl
edilmesiyle mümkün oluyor.
Resmi tarih,
yalan, tahrifat, yok saymaya [occultation], adıyla çağırmamaya, sansür ve
otosansüre dayanan bir tarih versiyonudur. Toplumsal bellek, egemen sınıfların
ihtiyacına cevap verecek şekilde yeniden kurgulanır. Dolayısıyla genç nesillere
öğretilen tarih ‘gerçek tarih’ değil ısmarlama üzerine üretilmiş bir tarih
versiyonudur.
Bu ‘uydurulmuş
tarih’ başta genç nesiller olmak üzere, kitleler tarafından
‘içselleştirildiğinde’ amaç gerçekleşmiş sayılır…”[32]
vii) “Resmî
ideoloji üretmeye koşulmuş ya da resmî ideolojiyle çatışmaya girmekten kaçınan
bilim insanları, yazar ve düşünürler, soruna dokunmaktan özenle kaçınmışlardır.
Sorunu bilimsel olarak ele alıp tartışmak isteyen az sayıdaki bilim adamı da
şiddetle cezalandırılıyor. ‘Ayıbı açığa vurmanın daha büyük ayıp olduğu’nu
biliyorlar! Elbette bu vesileyle bilim-egemen ideoloji ilişkisinin niteliği bir
defa daha ortaya çıkıyor. Napoleon da, üniversite rektörlerine yolladığı bir
talimatta, ‘Monarşiye uygun ve müspet şeyler okutacaksınız; metafizik,
ideolojik gevezelikler yok,’ dememiş miydi?”[33]
vurgusuyla bakın ne der Başkaya: “Yurt dışında yaptığım konferanslarda ve özel
görüşmelerde şöyle bir soruyla karşılaştığım olurdu: ‘… ‘Ermeni sorunu’ Osmanlı
İmparatorluğu dönemine [1915] ait bir sorun olduğuna ve Cumhuriyetle Osmanlı
İmparatorluğu tasfiye edildiğine göre, Cumhuriyet Rejimi neden 1915’deki
katliamı inkâr ederek başına iş açıyor? Bu talihsiz olay bizim yıktığımız ‘Eski
Rejim’ zamanında olmuştur ve Cumhuriyet rejiminin bu işte bir dahili söz konusu
değildir demeye yanaşmıyor?’...
Rejim inkârda
ısrar ediyordu çünkü 1923’de ‘Eski Rejimden’ bir kopuş söz konusu değildi,
Cumhuriyet yeni bir şey değildi, söz konusu olan eni-sonu bir hükümet
darbesiydi [coup d’état], 1915 katliamının failleri birkaç eksiği-fazlasıyla
adı cumhuriyet olarak değiştirilen devletin üst düzey yöneticileri olmaya devam
ettiler... Dolayısıyla, süreklilik yok sayılarak neden inkâr yoluna gittikleri
ve inkârda ısrarcı oldukları anlaşılamazdı.
Biz yapmadık
demesi gerekenlerin biz yapmadık, öyle bir şey olmadı diyebilmeleri mümkün
değildi. O zaman geriye inkâr yoluna gitmekten, yalan söylemekten başka yol
kalmıyordu. Fakat bir kere yalan söylendi mi, ilk yalanı sürdürmek için yeni
yalanlar söylemek kaçınılmazdır ve çelişik olarak yalan yalancıyı rehin alır…
Yalan, rejimin
yalanıysa ve toplum yaşamını angaje ediyorsa, yalanın sürdürülmesi, inkârın
devamı, inkârcıların ve yalancıların seferber edilmesini gerektirir. İşte resmî
tarihçi ve resmî ideoloji üreticisi tam da bu iş için gereklidir ve asıl
misyonu ve varlık nedeni yalan üretmek ve üretilen yalanı büyütmektir.”[34]
viii) Buraya kadar aktardıklarımız çerçevesinde;
“Kim güçlüyse, Atatürkçü odur ve onun yorumu gerçek Atatürkçülüktür,”[35] diyerek ekler O:
“Cumhuriyetin
kuruluşundan bu yana [1923] takip edilmekte olan ırkçı inkâr politikası,
Türkiye’deki ırkçı hareketin gelişiminde önemli bir etkeni teşkil etmiştir.”[36]
“Türkiye
tarihinde “Tanzimat ile başlayan dışardan ‘düşünce’ ve ‘kurum’ ithal etme
süreci, 1920 ve 1930’lu yıllarda fanatik bir inkârcılıkla sürdürüldü. Merkezî
otoritenin güçlendirilmesinin sağladığı imkânların da yardımıyla Kemalist
iktidar, tarihte eşine az rastlanır bir inkârcılığı dayattı.”[37]
ix) Erol Metin’le söyleşisinde, “Türkiye’yi 1908’den
beridir devlet partisi yönetiyor,” der ve “Reel Atatürkçülük” hakkında ekler:
“Amerikancılıktır, Amerikan üsleridir, NATO’culuktur, Kore’ye, Somali’ye,
Afganistan’a asker göndermektir.
Bağnaz
milliyetçiliktir, devleti kutsayıp fetişleştirmektir, IMF’ciliktir, ülkenin
geleceğini çokuluslu şirketlerin insafına terk etmektir.
Cuntacılıktır,
militarizmdir, yurt dışındaki imamların maaşlarını Suudi rabıta örgütüne
ödetmektir.
Aydınlanmanın,
demokratikleşmenin, sosyalizmin önünü kesmek üzere devlet desteği ve
olanaklarıyla dinci gericiliği besleyip, sonra da irtica ile mücadele adı
altında ‘postmodern darbe’ yapmaktır.
Sosyalizm
düşmanlığıdır, özgürlük ve demokrasi fobisidir, iç ve dış düşmansız
yaşayamamaktır.
Farklı
düşünmenin hain, muhalifin düşman sayılmasıdır.
Toplumun
rantiyeler ve spekülatörler tarafından rehin alınmasıdır.
Ülkenin varını
yoğunu özelleştirme adı altında yağmalamaktır, Kürt varlığının inkârıdır.
Muvazaa (danışık) partileriyle halkı oyalayıp demokrasi oyunu oynamaktır.
Susurluk’tur, Şemdinli’dir.”[38]
x) Ve nihayet: “Geçerli devlet anlayışı ve siyasi
kültürde devlet için cinayet işlemek, suç sayılmak bir yana, özendirilen bir
şey. Devlet kutsalsa neden olmasın? Yeter ki cinayet devletimizi korumak ve
kollamak için yapılsın. Aslında ortada bir derin devlet yok,”[39] der…
xi) Başkaya, “11. Tez”e, değişime/ değiştirmeye
müthiş önem verdiği için şunların altını çizer:
“Şeyleri,
toplumsal olguları ve süreçleri adlandırmak, tanımlamak, anlamak üzere
kullandığımız kelimelerin de bir tarihi var. Doğuyorlar, varoluyorlar, eskiyip
ölüyorlar. Zira şeyler, sosyal olgular ve süreçler, sürekli değişen dinamik bir
süreç olarak varoluyorlar.
Oysa, onları
adlandırmak, anlamak, bilince çıkarmak üzere kullandığımız kelimeler zamanla
eskiyor ve kullanmaya devam ettiğimiz kelimelerle gerçeklik arasında bir
uyumsuzluk ortaya çıkıyor.
Velhasıl ölü
bilgilerle dışımızdaki gerçekliği düşündüğümüzü, anladığımızı sanıyoruz Güneş
varken ve güneş karşıdan geliyorken güneş gözlüğü takmak daha iyi bir görüş
sağlar ama güneş battıktan sonra da gözlük takmaya devam ederseniz, gözlük
sadece işe yaramaz hâle gelmekle kalmaz görüşü daha da zorlaştırır. Zira güneş
gözlüğü takmayı gerektiren durum değişmiştir.”[40]
xii) Böylesine
bir değişim diyalektiğiyle O; “Quo Vadis?” sorusuna şu yanıt(lar)ı verir:
“Geçerli
eğilimler ve süreçler insanlığı ve uygarlığı hızla ‘geri dönüşü olmayan’ bir
eşiğe doğru sürüklüyor ve bu durum, oligarşik kapitalist yağma ve talandan
kaynaklanıyor. Dolayısıyla geçerli kapitalist üretim ve tüketim sürecinden
çıkmadan insanlığın ve uygarlığın geleceği kararmaya devam edecektir.”[41]
“Önümüzdeki
dönem, ya anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadelenin yükseldiği bir dönem
olacak, ya da büyük insanlığın geleceği kararmaya devam edecek... Büyük
insanlık saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalabilir mi?”[42]
“Önümüzdeki
dönem emperyalizmle yeni bir kapışma dönemi olacak. Emperyalizm saldırmaya
mecbur, zira başka türlü yapamaz. Üç kıtanın doğal kaynakları üzerinde denetim
kurmadan varlığını sürdürebilmesi mümkün değil. Ve Üçüncü Dünya halklarının,
ezilen-sömürülen halkların buna izin vermesi, saldırılar karşısında sessiz ve
tepkisiz kalması da mümkün değil. Şimdilerde XX. yüzyılın ilk on yılları ve
sonrasına benzer bir döneme giriliyor. Bu sefer radikal bir anti-emperyalizmi,
radikal bir anti-kapitalizmi ve kavramın jenerik anlamında üniversalist/
komünist perspektifi, eşitlikçi, özgürlükçü, paylaşımcı, bölüşümcü,
dayanışmacı, çevre duyarlılığı yüksek yeni bir kültürü içselleştirmiş halk
hareketlerinin, politik hareketlerin, olayların seyrini sürekli ve kalıcı
olarak değiştirmesi mümkündür.
Emperyalist
hesapları ve planları boşa çıkarmak, saldırının muhatabı olan kitlelerin
iradesi dahilindedir ve ellerinin armut toplamadığını göstermeleri de imkânsız
değildir... Son bir şey daha, Libya’ya emperyalist saldırı, Tunus ve Mısır
halklarının yaktığı ateşi söndüremeyecek...”[43]
Tam da bu
noktada “Ancak” der ve ekler Başkaya: “Kapitalizm,
emperyalizm üretmeden var olamaz. Dolayısıyla emperyalizm, kapitalizmin bir
aşaması değildir; kapitalizm başından beri emperyalisttir. Bu sebeplerle, bugün
kapitalizmi dert etmeyen ulusalcı ve İslâmcı muhalefetlerin anti-emperyalizm
savunuları, yabancı düşmanlığının ötesine geçememektedir”![44]
Devamla da; “verili duruma” ilişkin olarak çok
önemli bir noktanın altını şöyle çizer:
“Doğrusu
insanlığın önünü göremediği bir dönemden geçiyoruz. Toplumlarda bir idealsizlik,
ütopyasızlık, sembolsüzlük durumu egemen! İnsanlık tarihinde bu tür dönemler de
olabiliyor ama bunlar geçici dönemlerdir. Bu bir dibe vurma tablosu ama dalga
mutlaka dönecektir. Eğer dalga vakitlice dönmezse zaten insanlığın bir
geleceğinden söz etmek de artık mümkün olmayabilir.”[45]
“Bu gidiş
vakitlice durdurulamazsa, insanlığı bekleyen gelecek umut verici değil. Daha
geç olmadan üç şeyi, treni, kondüktörü ve personeli ve trenin istikametini
değiştirmek gerekiyor... Ve bu mümkün!”[46]
xiii) Evet, bu uğurda
tek “olmazsa olmaz” insan(lık)ın kendini acilen sürdürülemez kapitalizmden
kurtarmasına kilitlenmiştir.
xiv) Başkaya’nın işaret ettiği gibi, “Kapitalizm,
ücretli emek sömürüsüne dayanan, yegâne ereği kâr etmek ve kârı artırmak olan,
canlı olan her şeyi ölü nesnelere, metalara dönüştüren, kullanım değerinin
yerini değişim değerinin aldığı, var olabilmek ve varlığını sürdürebilmek için
sürekli büyümek zorunda olan, toplumun temel üretici güçlerinin ve yaşam
araçlarının dar bir sermaye sınıfının elinde olduğu, her türlü ahlâki değere
yabancılaşmış [ahlâk dışı değil, ahlâksız], parasal ve maddi olan,
hesaplanabilir-ölçülebilir olan dışında hiçbir insani değere itibar etmeyen,
eşyanın onu üreten insandan daha değerli sayıldığı, ekonomik olanın, politik, sosyal
ve kültürel olanın önüne geçtiği, araçlarla amaçların ters-yüz olduğu, öküzün
arabanın arkasına koşulduğu… tuhaf bir uygarlıktır.”[47]
Bu çarpıklıkta
“Kalkınma diye bir şey yoktur... Kapitalizm geçerliyken ‘kalkınma’ olarak
sunulan son tahlilde sermayenin büyümesidir ki, sermayenin büyümesinin orta ve
uzun adede kalkınma üretmesi asla mümkün değildir ama yıkım üretmesi
kaçınılmazdır...”[48]
Kaldı ki, “Söz
konusu olan kapitalist büyümeyse, bunun doğal çevre tahribatı yapmadan yol
alması asla mümkün değildir. Zira, kapitalizm her seferinde daha fazla
üretmeye, daha fazla yok etmeye, daha fazla kirletmeye mahkûmdur.
Eğer
kapitalizm koşullarında kalkınma diye bir şey mümkün değilse, o zaman
sürdürülebilir kalkınma da tam bir ‘oxymore’dur.”[49]
Ortada bir
sürdüremezlik tablosu söz konusudur![50]
xv) Buna
çarpıcı kanıtı küreselleşmedir!
“Kapitalizm
emperyalizm üretmeden, emperyalizm de militarizme ve savaşa başvurmadan
varolamaz… Şimdilerde [özellikle 1980’ler 1990’lar sonrasında] küreselleşme
denilen neo-liberal emperyalist saldırı söz konusu, henüz yeteri kadar
kristalize olup netleşmemekle, olgunlaşmamakla birlikte, bu kapsamlı saldırıya
dünyanın her yanında tepkilerin yükseldiğini rahatlıkla söylemek mümkündür ve
bu anlaşılır bir şeydir. Zira saldırının olduğu her yerde karşı saldırı da
vardır ve saldırı/karşı saldırı diyalektiği eşyanın tabiatına içkin [mündemiç]
bir şeydir,”[51] diyen Başkaya ekler:
“Zenginlik ve
yoksulluk üretiliyor… Yoksulların sayısı artıyor… İnsanlar neden açlıktan
ölüyor? Zenginlerin sayısı artarken yoksulların sayısı da artmak zorunda,
nitekim artıyor. Bir insanın değerinin sahip olduğu tüketim malları miktarıyla,
sadece maddi zenginlikle ölçüldüğü bir insanlık toplumu mümkün ve
sürdürülebilir değildir.”[52]
xvi) Bunların
yanında “kapitalist ahlâk(sızlık)” insan(lık) düşmanıdır!
“Kapitalizmin
doğası, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin zorunlu bir sonucu olarak,
kendine özgü bir ahlâka sahip olamazdı ama geçmiş uygarlıklardan miras kalanı
aşındırabilirdi,’ diyen Onun işaret ettiği üzere:
‘Şeyleri
adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir. Kapitalizm denmiyor da
‘ekonomi’ veya ‘piyasa ekonomisi’ deniyor. Dolayısıyla söze yalanla başlanıyor.
Eğer kapitalizm denirse, sömürü, yağma, talan, kolonyalizm ve emperyalizm,
ekolojik yıkım gibi kelimelerin ve kavramların imâ edilme riski vardır.
Dolayısıyla işin tadını kaçırmanın âlemi yok. Böylece kapitalizm denilen
musîbetin insanlığın normal hâli olarak görülmesi, öyle algılanması
amaçlanıyor...
Oysa,
kapitalizm netâmeli, tehlikeli bir sapmadır ve insanlığın normal hâli değildir.
Karl Polanyi, kapitalizmin insanlığın normal hâli olmadığını, yıkıcı tehlikeli
bir sapma olduğunu şöyle ifade eder…
Hâlâ
alınıp-satılmayan bir şey kaldı mı? Para, silah, uyuşturucu, kadın, çocuk, su
hava, insan vücüdunu oluşturan tüm organlar, sanat eserleri,
eğitim/sağlık/iletişim hizmetleri... Peki neden böyle oldu, oluyor? Eğer bir
toplumsal düzende, doğa, toprak, su ve insan emeği, meta kategorisine
indirgenmişse, her şeyin metalaşması, paralı hâle gelmesi, soysuzlaşması,
çürümesi neden şaşırtıcı olsun? Bir yanda canlı yaşamı yok eden kör gidiş hızla
yol alıyor, öte yanda bu kepazelik, ilerleme, modernleşme, çağdaşlaşma, ‘muasır
medeniyeti yakalama’, ‘kalkınma’ sayılıp matah bir şey olarak sunuluyor...
Kapitalizmin
doğası, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin zorunlu bir sonucu olarak,
kendine özgü bir ahlâka sahip olamazdı ama geçmiş uygarlıklardan miras kalanı
aşındırabilirdi… Değer ölçüsü sahneden çekiliyor, nîrengi noktası [point de
repère] yok oluyor... İnsanın bunca değersizleştiği, anlam kaybının artık kural
hâline geldiği bir toplum düzeni sürdürülebilir mi? Ya da daha ne zamana
kadar?”[53]
xvii) “Şeyleri
adıyla çağırmadığınız zaman yalan söylemiş olursunuz ve insanların yalandan
başka şeylere ihtiyacı var.
Eğer sorunun
kaynağına inilmiş, gerektiği gibi tartışılmış, vaktiyle adıyla çağrılmış
olsaydı, bu felaketin öncekilerin daha büyük ölçekte tekrarı olduğu
anlaşılırdı.
Kapitalizm
öldürüyor... Kapitalizm başka türlü yapamaz…
Kapitalizm
koşullarında üretim, insan ihtiyaçlarını karşılamak için değil kâr etmek, kârı
büyütmek için yapılıyor. İnsan ihtiyaçlarının tahmin edilmesi, kâr etmenin bir
türevidir sadece. Her kapitalist daha çok kâr etmek ve her seferinde daha çok
üretmek, elde ettiği artı-değeri [kârı] yeniden yatırmak, sermayeye
dönüştürmek, sermayesini büyütmek, ileriye doğru kaçmak zorundadır. Canlı olanı
ölü şeyler, nesneler hâline getirmek zorundadır...
Ekonomik,
sosyal, ekolojik, etik velhasıl insanlık krizi bu rotada devam ederse,
vakitlice aracın yönü değiştirilmezse, insanlığın da bir geleceği olmayabilir.
Kapitalizmin beş yüzyıllık tarihi insanlığı uçurumun eşiğine getirmiş durumda.
İlerlemeci, modernleşmeci, kalkınmacı paradigma iflas etmiş bulunuyor. Bu
aşamadan sonra ölüyü, giydirip-kuşandırıp koltuğa oturtarak diriymiş gibi
göstermenin bir alemi ve kıymet-i harbiyesi yok. Dünyanın yoksullarına,
yeryüzünün lanetlilerine gösterilen yolun sonu yok. Dünyanın geri kalanının da
emperyalist ülkeler gibi ‘zengin’ olması mümkün değil. Kaldı ki, insanlığın
yeni bir zenginlik tanımına, daha doğrusu zenginlik diye bir kelimenin
sözlüklerde yer almadığı bir dünya yaratmaya ihtiyacı var.
Sürekli
toplumsal sorunlar yaratan, doğa tahribatını derinleştiren, yaşamı
anlamsızlaştıran kapitalist barbarlığın artık ‘büyük insanlığa’ teklif edeceği
bir şeyi yok. Öyleyse ve vakitlice aracı, aracın direksiyonundakini ve aracın
istikametini değiştirmekten başka seçenek yok ve bu imkânsız değil... Velhasıl
sorun kapitalizmi kurtarmakla değil, kapitalizmden kurtulmakla ilgilidir...”[54]
“Kapitalizmi
aşmak, yeni bir şey yapmak, mümkün ve gereklidir. Gereklidir zira, bütün bu
olup-bitenler, insan iradesini aşan insan üstü güçlerin marifeti değildir...
Eğer yüzyüze geldiğimiz insâni ve sosyal kötülükler, ekolojik riskler, birilerinin
verdiği kararların, tercihlerin, politikaların sonucuysa ki, öyledir... O zaman
başka insanların, başka tercihleri, başka politik pratikleriyle de pekâlâ başka
şey yapmanın, başka türlü yapmanın da yolu açık demektir...”[55]
xviii) Öyleyse söz konusu tabloda “Kapitalizmi ve
emperyalizmi aşmaya yönelik mücadelenin başarısı sadece barbarlığa son vermek
için değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmanın da güvencesidir.
Elbette bu süreçte en kritik sorun ütopyanın yeniden inşasıdır...”[56]
“İnsanlık
içine sürüklendiği kepazeliğe razı olmayacak, olmaması gerekiyor. Kepazelikten
kurtulmanın yolu da radikal eleştiriden geçiyor. Solun kitlelerin gözünde bir
çekim merkezi olamamasının asıl nedeni yeteri kadar radikal olamamakla, farklı
olduğuna kitleleri ikna edememekle ilgili,”[57]
diyor Başkaya…
xiv) Ve
bunları demekle de kalmıyor: Kurucuları arasında yer aldığı, bugün hâlâ büyük
bir ısrar ve dirençle sürdürdüğü Türkiye Orta Doğu Forumu Vakfı (TOFV) ve Özgür
Üniversite, Onsuz düşünülemez.
Türkiye’de
bilimsel-entelektüel alanın, “Avrupa merkezli ideolojinin ve onun öz-çocuğu
olan resmi ideolojinin hegemonyası altında” olduğu saptamasından yola çıkarak
Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmaya karşı bir mücadele odağı olarak
kurulan TOFV ve Özgür Üniversite, üniversitelerin
bilgi ticareti yapılan birer ticari merkezine dönüşmesine bir tepki, bir
alternatiftir.
Özgür
Üniversite’nin katılımcılarından diploma istenmez, diploma verilmez. Öğrencileri
“kredi” doldurmaz, “sınıfta kalmaz”, “mezun olmaz”. Öğreticilerin sahip
olabilecekleri akademik “titr”ler Özgür Üniversite’nin kapısından içeri
girdiklerinde, geçersizleşir. Ne
“öğrenciler” ne de “hocalar” güvenlik soruşturmasından geçirilmez,
düşüncelerini ifade etme, sorgulama, itiraz etme özgürlükleri kısıtlanmaz.
Öğrenim ve tartışma faaliyetlerinin bütünü, “hizipçilik” anlayışı üzerine
değil, eksiksiz bir düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde, toplumun
eşitlikçi/özgürlükçü dönüşümü iradesi üzerine yerleşir.
Öğreticilerle
öğrenenlerin bilgiyi toplumsallaştırıp kuram ile pratiği kaynaştırdıkları bir
“praksis” mekânı olagelmiştir özgür üniversite. Öğreticileri ve öğrencileri
eylemlerde omuz omuza direnir “güvenlik güçleri”ne…
Ve benzeri
nice muhalif kurumun ancak iki-üç yıl ayakta kalabildiği zor yıllarda O,
TOFV/Özgür Üniversite’nin temel direği olagelmiştir.
NİHAYET
“Ölsem ayıptır, sussam tehlikeli
Çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli.”[58]
Nihayet tüm bunlar ve daha fazlasıyla bir
entelektüel, bir insan olarak Başkaya, önemlidir.
Bu nedenle
Ülkü Tamer’in, “Bu topraklarda kalır adın, tohumların arasında/ Yeşilinde
tarlaların, başakların sarısında,” dizeleriyle anılmaya layıktır O…
Çünkü Orhan
Veli Kanık’ın, “Bedava yaşıyoruz, bedava;/ Hava bedava, bulut bedava;/ Dere
tepe bedava;/ Yağmur çamur bedava;/ Otomobillerin dışı,/ Sinemaların kapısı,/
Camekânlar bedava;/ Peynir ekmek değil ama,/ Acı su bedava;/ Kelle fiyatına
hürriyet,/ Esirlik bedava;/ Bedava yaşıyoruz, bedava,” dizelerinde yansıtılan
gerçeğin hâlâ geçerli olduğu bir dünyanın ve coğrafyanın entelektüel vicdanı,
sesi, iradesi olan O; hepimize, herkese V. Mayakovski’nin şu dizelerini
anımsatır hep: “Ellerim kelepçelidir ama/ evrenin tahtıdır yerim!/ Siz ürkek
çocukları hüznün ve siz/ gökyüzünün mavi olduğunu unutanlar.../ Dinleyin
artık.../ Susun da!/ Belki son aşkıdır/ bu gökyüzünün...”
Ya da “Öyle
duracaksın ki/ İnsanlığın orta yerinde/ Gelip geçen bakacak/ Vicdanı
hatırlayacaksın,”[59] dizelerini…
Veya Melih
Cevdet Anday’ın “Uyumayacaksın/ Memleketinin hâli/ Seni seslerle uyandıracak/
Oturup yazacaksın/ Çünkü sen artık o sen değilsin/ Sen şimdi ıssız bir
telgrafhane gibisin/ Durmadan sesler alacak/ Sesler vereceksin/
Uyuyamayacaksın/ Düzelmeden memleketin hâli/ Düzelmeden dünyanın hâli/ Gözüne
uyku giremez ki.../ Uyumayacaksın/ Bir sis çanı gibi gecenin içinde/ Ta gün
ışıyıncaya kadar/ Vakur metin sade/ Çalacaksın,” dizelerini anımsatır yedi
iklim, dört coğrafyaya…
“Demokrasiden
halkın kendi kendini yönettiği, kendi kaderinin kendi elinde olduğu, hiçbir dış
iradenin söz konusu olmadığı, insanların özgür iradeleriyle yaşamlarını
düzenlediği, insan onurunu yaralayan, insan özgürlüğünün gerçekleşmesini
engelleyen, sömürü, bağımlılık, hâkimiyet, ilişkisinin söz konusu olmadığı,
velhasıl insanın insana kulluğunun sona erdiği bir insan ve dünya toplumu
anlaşılmalıdır,”[60] deyip; Nâzım
Hikmet’in, “Yaşamak! Bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine./
Bu davet bizim,” dizelerindeki ülküsünün altını devrimci praksisiyle çizerek, “Gerçeği
arayanlar, bütün insanlığın malı olur,” diyen Voltaire’i doğrular yaşadıkları
ve yaşattıklarıyla…
8 Eylül 2012
18:29:42, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Ulus,
Devlet, Entelektüel-Fikret Başkaya’ya Saygı I, Editörler: Hakan Mertcan-Aydın
Ördek, Nota Bene Yay., 2014, içinde (ss.91-111)…
[1] Carl
Sagan.
[2]
Kürşat Başar, “Nedir Bu Entelektüel”, Cumhuriyet, 14 Temmuz 2012, s.9.
[3]
Gündüz Vassaf, “Aydın Olmak”, Radikal, 15 Temmuz 2012, s.36.
[4]
Ahmet Kekeç, “Üç Günün Öyküsü”, Star, 9 Ağustos 2012.
[5]
Hasan Celal Güzel, “Aydınlar”, Sabah, 8 Temmuz 2012, s.7.
[6] Ercan
Eyüboğlu, “İspanya İç Savaşında Bir Rektörün Direnişi: Miguel de Unamuno”,
Cumhuriyet, 7 Haziran 2012, s.2.
[7]
Bulgar Atasözü.
[8]
Yağmur Atsız, “Şehir ve Entelektüel”, Star, 7 Eylül 2012, s.4.
[9] Jean
Paul Sartre, Aydınlar Üzerine, çev: Aysel Bora, Can Yay., 1997.
[10]
Edward Said, Entelektüel, çev: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay., 2004,
s.13-16-23-24-51-52-63-66-85-95.
[11]
Jerzy Lec.
[12]
Alman Atasözü.
[13] Fikret
Başkaya, Çığırından Çıkmış Bir Dünya: Sosyal Sefaletin, Ekolojik Felaketin,
Etik Yozlaşmanın Kökeni, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Nisan 2004, s.19-41.
[14]
“İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve
diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.” (İsmet
İnönü, Milliyet, 29 Ekim 1973.)
[15] Fikret
Başkaya, “Misak-ı Millî: Bir Efsaneyi Sorgulamak!”, www.sendika.org, 23 Kasım
2006.
[16] Fikret
Başkaya, Avrupa-Merkezcilik Resmî İdeoloji Bilim ve Sosyalizm, Ütopya Yayınevi,
Şubat 1999.
[17] Fikret
Başkaya, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, İmge Kitabevi Yayınları,
Ocak 1997.
[18] Fikret
Başkaya, Küreselleşmenin Karanlık Bilançosu, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı,
Haziran 2002.
[19] Fikret
Başkaya, Azgelişmişliğin Sürekliliği, İmge Kitabevi Yayınları, 1995; Fikret
Başkaya, Borç Krizi Üzerine Bir Deneme, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Mart
2004; Fikret Başkaya, Sömürgecilik, Emperyalizm, Küreselleşme, Öteki Yayınevi,
1997; Fikret Başkaya, Akıntıya Karşı Yazılar, Öteki Yayınevi, 1998:
[20] Fikret
Başkaya, “Sanatla Yaşanan Sınırsız ve Sınıfsız Bir Dünyaya, MERHABA”, BİA, 24
Temmuz 2009.
[21] “En
doğal, en açık görünen şeye şaşmak, düşünürü düşünür yapan yetidir.” (Jose
Ortega Y Gasset, Sevgi Üstüne, çev: Yurdanur Salman, Yapı Kredi Yay., 1995.)
[22] Fikret
Başkaya, “Ölümden Daha Koyu Yanlışları Bağışlamak”, BİA, 7 Haziran 2003.
[23] F.
Dostoyevski.
[24]
Kezban Bülbül, “Fikret Başkaya: Güçlü Olanın Yorumu Atatürkçülük Oluyor”, Yeni
Şafak, 12 Mart 2007.
[25] Fikret
Başkaya, “Tartışılması Gerekeni Tartışabilmek”, Ekim 2003.
[26] Fikret
Başkaya, “Küresel Kapitalizmi Meşrulaştıran Söylemler”, Nisan 2008
[27] Fikret
Başkaya, “Alternatif Bir Üniversiteye Dair Gözlemler”, Ağustos 2007.
[28] Fikret
Başkaya, Paradigmanın İflası Resmî İdeolojinin Eleştirisine Giriş, Türkiye ve
Ortadoğu Forumu Vakfı, Eylül 2006, s.19.
[29]
yage, s.20.
[30] Fikret
Başkaya, “Düşünceyi Engellemek Mümkün Değildir”, BİA, 29 Mayıs 2003.
[31] Fikret
Başkaya, “Utanca Ortak Olma Özgürlüğe Sahip Çık”, Mayıs 2003.
[32] Fikret
Başkaya, “Neden Resmî Tarih?”, Haziran 2009.
[33] Fikret
Başkaya, Paradigmanın İflası Resmî İdeolojinin Eleştirisine Giriş, Türkiye ve
Ortadoğu Forumu Vakfı, Eylül 2006, s.82.
[34] Fikret
Başkaya, “Doksanbeş Yıllık Yalan, Kadrolu Yalancılar ve Kirlenmiş Vicdanlar”,
Nisan 2010.
[35] Fikret
Başkaya, Reel Atatürkçülük, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Şubat 2007.
[36] Fikret
Başkaya, Paradigmanın İflası Resmî İdeolojinin Eleştirisine Giriş, Türkiye ve
Ortadoğu Forumu Vakfı, Eylül 2006, s.52.
[37]
yage, s.20.
[38] Fikret
Başkaya, Reel Atatürkçülük, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Şubat 2007.
[39] Fikret
Başkaya, “Devlet Derin Değil, Kutsal”, Şubat 2007.
[40] Fikret
Başkaya, “Devrimi Yeniden Düşünmek”, Mart 2011.
[41] Fikret
Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Şubat 2011.
[42] Fikret
Başkaya, “Bush Ortadoğu’yu Büyütmeyi Sürdürebilir mi?”, Ocak 2005.
[43] Fikret
Başkaya, “Libya’ya Emperyalist Saldırı: Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok...”,
Nisan 2011.
[44] Fikret
Başkaya, Doğudan Dergisi, Yıl:1, No:5, Mayıs-Haziran 2008, s.26
[45] Fikret
Başkaya, “Ölümden Daha Koyu Yanlışları Bağışlamak”, Haziran 2003.
[46] Fikret
Başkaya, “Kapitalizmin Krizi veya Otuz Yıllık Yalanın Sonu”, Kasım 2008.
[47] Fikret
Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Ortadoğu Forumu Vakfı, 2011, s.84.
[48] Fikret
Başkaya, “Nükleer Santrallere Dair Gerçeği Söylemek...”, Mart 2011.
[49] Fikret
Başkaya, “… ‘Zehirli’ Kavramlar Üzerine”, Ocak 2008.
[50] Fikret
Başkaya, “Modern Çağın Afyonu: Ekonomik Büyüme”, Temmuz 2011.
[51] Fikret
Başkaya, “Emperyalizm ve Anti-Emperyalizm Üzerine”, Ocak 2009.
[52] Fikret
Başkaya, “Zenginlerin Dünyası: Bütün Ülkelerin Kapitalistleri Birleşti...”,
Ekim 2008.
[53] Fikret
Başkaya, “Neden Kapitalizmde Ahlâk İstisna, Ahlâksızlık Kuraldır?”, Temmuz
2011.
[54] Fikret
Başkaya, “Kapitalizmi ‘Krizden’ Kurtarmak Değil, Kapitalizmden Kurtulmak...”,
Ekim 2009.
[55] Fikret
Başkaya, “Balıklar ve İnsanlar”, Haziran 2011.
[56] Fikret
Başkaya, “Kapitalizm Emperyalizmdir”, Nisan 2003.
[57] Fikret
Başkaya, “Liberalizm, Kapitalizm ve Sol”, Ağustos 2009.
[58]
Metin Altıok.
[59]
Ümit İlter, Anka Destanı, Tavır Yay., 2008.
[60] Fikret
Başkaya, “Demokrasiyi Nasıl Bilirsiniz?”, www.sendika.org, 17 Ağustos 2010.
Yorum Ekle