“Karanlık karanlığı uzaklaştıramaz; bunu ancak ışık yapabilir.” [2] Dostlar, sevgili hekimler, sizleri sevgi ve saygı ile selamlı...
“Karanlık
karanlığı uzaklaştıramaz;
bunu ancak ışık yapabilir.”[2]
Dostlar, sevgili hekimler, sizleri sevgi ve saygı ile selamlıyorum.
Biliyorum, bu “selam” sakıncalı! Bir selamın bile, ülkedeki yarılmaya denk düştüğü, “tehlikeli” addedildiği günlerden geçiyoruz ne yazık ki…
Geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin Afrin’e düzenlediği askerî harekâta karşı, hekim ve aydın sorumluluğunuza sahip çıkan bir bildiri yayınladınız.
Barış özlemlerine karşı resmi, paramiliter ve sivil terör estirildiği, iktidar politikalarına en ufak itirazın “vatana ihanet”le damgalandığı bir ortamda, hekimlik onurunda direndiniz.
Ama bildiriniz yayınlanır yayınlanmaz, olanlar oldu: Devletin başındaki kişinin işareti üzerine, şoven bir reaksiyon birkaç koldan birden zincirinden boşandı. Yöneticileriniz gözaltına alındı; serbest bırakılmış olsalar bile, dava kapıda. Adınızdaki “Türk” ibaresinin çıkartılması için düğmeye basıldı. TTB’yi bir “dernek” konumuna indirme çalışmalarına girişildi.
Sosyal medyada hakkınızda bir linç kampanyası başlatıldı. İktidara payandalığı üstlenmiş bir siyasi partinin lideri sizi “vatan hainliği” ile suçladı, kimi tabip örgütleri hizada olduklarını belli eden bildirileri yayınlamakta gecikmediler; sosyal medyada hakkınızda bir linç kampanyası başlatıldı… Troll canavarları, bozuk Türkçeleri, sıfırlık imla bilgileriyle tehditler küfürler, tehditler yağdırdılar üzerinize…
Ama bunlardan bir tanesi vardı ki, bir “paralel evren”de, bir “zaytung” dünyasında yaşamakta olduğumuz hissini yaşattı bana. Sanki bir başka âleme geçmiştik bir anda: şeylerin çarpıtılmış imgelere, grotesk kendiliklere dönüştüğü bir âlem: Türkiye Hacamatçılar Federasyonu’nun protesto “miting”inden (!) söz ediyorum. “Miting” diyorum, kendi web sayfalarında o tuhaf “eylem”i böyle adlandırıyorlar.[3]
İzninizle, tam da konumuzla ilgili olduğu için, söze “Türkiye Hacamatçılar Federasyonu”ndan gireyim.
Federasyonun web sayfasında, kuruluşun amacı, tamı tamına şöyle tanımlanıyor (yazım hataları özgün metne aittir):
“Türkiyede, Hacamat Uygulaması 1930’lu Yıllarda Sebebi Bilinmeksizin Yasaklanmış, 2014 Yılında Saglık Bakanlıgı Geneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yasasıyla İtibarı İade Edilerek Serbest Bırakılmıştır.
Hacamat Uygulaması; 2014 Yılına Kadar Birçok İslâm Ülkesinde Oldugu Gibi Türkiyedede Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV)’in Biz Müslümanlara Özellikle Tavsiyede Bulundugu; SÜNNETİ Niyetiyle, İslâmı Kurallara, İslâmi Metodlara Göre, Ayın Belli Günlerinde, Yasak Olmasına Ragmen, HACCAM ve HACCAMELER Tarafından Gizli Bir Şekilde Yapılmıştır..
Hacamat Uygulaması, Yasak Olmasına Ragmen, Hertürlü Cezayı Göze Alarak, Sünnet Niyetiylede Olsa, Yaşatma Çabası ve Gayreti İçerisine Girerek, Dünya Genelinde Uygulanan Bu Yöntemi, Yasak Olmaktan Kurtarıp Saglık Sektörüne Kazandıran, HACCAM VE HACCAMELERİN Sagladıgı fayda Emekleri Bir Hiçmiş Gibi Silinmek İstenmektedir.
Bizler Yıllardır hacamat uygulamalarını yapmakta ve bilmekteyiz, Lakin 2015 Yılında Çıkan Hacamat Uygulamaları Yetki Yasasıyla, Türkiye Genelinde 15000 Yakın Haccam ve Haccameler Zor Durumda Bırakılmıştır.
Sünnet Niyetiylede Olsa, Çevresine Hacamat Yapan Haccam ve Haccameler Mahkemelik Olmuş ve Cezalar Almıştır.
Federasyonumuzun Amacı ve Görevi; Türkiye Genelinde Bulunan Tüm Haccam ve Haccameleri Bir Araya Getirerek, Güçlü Bir Birlik Olmak ve Yetki Yasasından Faydalanmaktır.”[4]
Görüldüğü üzere, “Hacamatçılar Federasyonu” kendi ifadelerine göre bugüne dek “gizli” faaliyet yürüten “haccam ve haccameler”in Sağlık Bakanlığı’nın 27 Ekim 2014 tarihli yönetmeliğinin önlerine açtığı yasallık ortamından yararlanma girişimlerinin bir ürünüdür. Ancak, öyle görülüyor ki “haccam ve haccameler” kendilerine “yarı-legalite” sağlayan yeni yönetmelikten pek memnun değiller. “Neden” mi?
Şu nedenle: Yönetmelik “haccam ve haccamelik” yapma yetkisini “sertifikalı tabip ve diş tabipleri”ne veriyor.[5] Bu durumda, çoğu, bırakın tıp ya da diş hekimliği diplomasını, ilkokul diploması bulunmayan “çekirdekten yetişme” hacamatçılar ne yapsın? Nitekim, diyorlar ki:
“2015 Yılında Çıkan Yetki Yasası Geregi Hacamat ve Tamamlayıcı Tıp Yasası İçerisine Bulunan ve Senelerdir Geleneksel Şekilde Yapılan Uygulamaları, Egitim Almış Hekim ve Diş Hekimi Yapabilir Denilmektedir… Bizlere Düşen Görev, Hekimi Anladıkta DİŞ HEKİMİ Ne Alaka Diyerek Bunu Kamuoyuna Duyurmak, 100/90 Hekimler Tarafından Kabul Edilmeyen Bu Uygulamaları, Hacamatcılar Olarak Bizlerin Geri Plana Atılmasıyla Büyük Bir Rant Kapısı Hâline Getirilmek İstedigini Duyurmaktır.”[6]
Trajik, dramatik ya da komik bulabilirsiniz; doğrudur. Ancak ben bu olayın iktidar partisinin ne’liği konusunda son derece aydınlatıcı olduğunu düşünüyorum.
İzninizle, açımlayayım:
AKP içeride ve dışarıda farklı hesap ve dengelerin ürünü olarak biçimlenmiş ve 2002 seçimlerinde, siyasal İslâm’ın Türkiye’deki yüzde 20’yi bulmayan geleneksel oy desteğini neredeyse üçe katlayıp -bugüne dek gitmemek üzere- iktidar olabilmişti.
Hesap ve dengelerin “dışarı”yla ilgili kısmı, bu sempozyumun konusu değil.
Ama “içeri”deki hesap ve dengeler, ya da başka bir deyişle AKP’yi ortaya çıkartan hevesler, oldukça farklı ve karmaşıktı: Kurucu ideoloji Kemalizm’le hesaplaşmak, 1980’li yıllarda neoliberalizme geçiş yapan ülkede “Anadolu Kaplanları”nın sermaye pastasındaki payını büyütmek, dinine, imanına sahip çıkan bir toplumu yeniden biçimlendirmek, Osmanlı’nın lebensraum’unu ihya ederek İslâm Dünyasının lideri olmak, o güne değin “laikçi” elitlerin yararlandığı ayrıcalıkları temellük etmek…
İktidarları toplumun kendini Batıcı-laik elitler karşısında “ezik” hisseden taşralı Sünnî, muhafazakâr kesimlerince kısa sürede benimsenip içselleştirildi: AKP’yi sevdiler, çünkü onlara kapalı duran bir evreni ilk defa önlerine açmıştı: o güne dek girmeyi tahayyül dahi edemedikleri “elit” mekânlar: İstanbul’un seçkin semtleri, otelleri, restoranları, spor salonları, saunaları ve lüks AVM’ler, TV haber/tartışma programlarının ekranları, üniversite ve mahkeme kürsüleri, anaakım medya köşeleri, TSK komuta kademeleri, Bodrum, Marmaris sahilleri, mavi yolculuklar, Bakanlıklar, Cumhurbaşkanlığı sarayı, kordiplomatik… Tüm toplumsal yaşam, tüm kurumlar onların “gereksinimler”ini karşılayacak şekilde yeniden tanzim edilmekteydi: eğitim sistemi dinselleşiyor, giderek Sünnî İslâm’ın gereklerine uyarlanıyor, diyanet ve cemaatler ticaretten yatak odasına, hangi elle yemek yemek gerektiğinden işçi grevlerine, evlenme yaşından hayvanlarla cinsel ilişkiye, nasıl davranılması, neyin helal, neyin haram olduğuna dair yurttaşlara yol gösteriyor, daha da vahimi herkesin kendilerine benzemesi için çalışıyor; ekranlar, sokaklar alkolden, sigaradan ve “farklı” olanlardan (uzun saçlı, küpeli erkekler, şortlu kadınlar, flört eden gençler, LGBTI bireyler, gayrımüslimler, marjinaller, Alevîler, Kürtçe konuşan Kürtler, alternatif yaşam tarzı sürdürenler…) arındırılıyor, “sivil toplum” dönüşüme uğratılarak cemaat ve tarikatlara bağlı derneklerle istila ediliyordu.
Özetle, mevcut iktidar, birbiriyle uyumlu görünse de alttan alta çelişen ikili bir “dışlanmışlık” duygusundan buluyor desteğini. Yukarıdan ve aşağıdan.
Yukarıdan: Marmara sermayesinin Cumhuriyet tarihi boyunca ayrıcalıklı konumu karşısında kendisini “dışlanmış” hisseden ve/fakat 1980’lerin neoliberal açılımıyla rüzgârı arkasına alarak küresel sermayeyle entegre olma yolunu açan, ama bu entegrasyonda “kimliği”ni yitirerek “Batılı” gibi olmak istemeyen Anadolu sermayesi. Ve aşağıdan: Kemalist modernizm anlayışının, özellikle de laiklik yorumunun marjlara ittiği, baskıladığı ve denetim altında tuttuğu, taşra kökenli küçük burjuvazi (esnaf, küçük ticaret erbabı, küçük imalathane sahipleri…) sınıf temelli tarikat ve cemaatler. Ve bunların “kliyantel ağlar” vasıtasıyla denetlediği “yoksullar mahallesi”: çocukları cemaat yurtlarında barındırılan kayıtdışı emekçiler, cebine zaman zaman harçlık konan işsizler, evine erzak taşınan, tekkede doyurulan açlar, veresiye defteri zaman zaman silinen asgari ücretliler, borçlandırılmış köylüler…
Hem “yukarısı”, hem de “aşağısı” de “elhamdülillah Müslüman”, buna şüphe yok. Ancak Ülker’lerin, Cengiz’lerin, Limak’ların “İslâm”ıyla, Perşembe akşamları dergâhta zikreden, Cuma’yı mahalle arası camide eda eden, kafası bozuldukça palasına sarılıp protestocu kovalayan esnafın İslâm’ı farklı. İkinci grup, toplumun konumunu yitirmekte olan, her krizde biraz daha dibe çekilen kesimlerinden oluşuyor. Ne ki tarikat/cemaatler onların ayakta kalabilme kaynaklarını oluşturuyor. Yalnızca “manevi destek” sağladığı için değil. İktidar, onlarda toplumun her köşe bucağına nüfuz edebilmenin aracını görüyor. Yani bugüne dek “laikçilerin” elinde “dinini-imanını yitirmiş” bir toplumu yeniden terbiye etmenin aygıtı olarak değerlendiriyor onları. Ve yollarını açıyor. Bakanlıkların kadroları, polis teşkilâtı, Milli Eğitim teşkilâtı önlerine seriliyor; kurdukları vakıflar aracılığıyla devlet olanaklarından nemalandırılıyorlar.
Böylelikle alt-orta sınıf olarak yitirdikleri konumu geri kazanırken, fırsatı ele geçirmişken bir yandan sermaye içindeki paylarını arttırmaya (yalnızca ekonomik değil, sosyal ve siyasal sermaye: yakın zaman öncesi Adıyaman’ın bir köyünde alkoliklerin bu “illetten” kurtulmak için gittiği bir önemsiz dergâh olan Menzil grubu, aniden başta Sağlık Bakanlığı olmak üzere devlet bürokrasisinde dal budak sarmasını nasıl açıklamalı?); bir yandan da topluma kendi bildikleri İslâm doğrultusunda şekil şemal vermeye çabalıyor. 9 yaşındaki kız çocukların evlendirilebildiği, tarikat yurtlarında erkek çocukların tecavüze uğradığı ve olayın sessizce geçiştirildiği,[7] kadınların dizlerinin, boyunlarının, saçlarının tellerinin görünmesinin cehennemlik sayıldığı, LGBTI’lerin mahallelerden kovalandığı, bira içen gençlerin darp edildiği, Ramazan’da sigara içenlerin linçe uğratıldığı, Alevîlerin evlerinin işaretlendiği, kentlerin mahalle mahalle, ev ev taranıp hane sakinlerinin etnik, dinsel, siyasal eğilimlerinin kayıt altına alındığı bir İslâm bu…
Kanımca Türkiye’de “muhafazakârlık” ya da ‘muhafazakârlaşma’dan söz etmek, öncelikle bu gerçekliği göz önünde bulundurmayı gerektirir: “Muhafazakârlık”ın taşıyıcısı olan kesimlerin siyasetle girdikleri “velût” ilişkileri…
Bunu birlikte irdeleyelim.
Ama bu irdelemeye geçmeden, bir parantez açıp bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Türkiye’de bir süredir “muhafazakârlık/muhafazakârlaşma” araştırması yapılmıyor. Oysa çok değil bundan 5 yıl öncesine dek bu araştırmalar farklı kurumlar tarafından neredeyse her yıl yapılırdı: Örneğin Prof. Binnaz Toprak ve Ali Çarkoğlu’nun 1999 ve 2006 yıllarında TESEV için yaptıkları Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset başlıklı araştırma; KONDA araştırma şirketinin 2007 yılında Tarhan Erdem başkanlığında gerçekleştirilen “Gündelik hayatta din, laiklik ve türban” araştırması; 2008 yılında yine Profesör Binnaz Toprak başkanlığında Boğaziçi Üniversitesi bünyesinde yürütülen “Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlıklı araştırma; 2009’da Prof. Yılmaz Esmer başkanlığında gerçekleştirilen, Bahçeşehir Üniversitesi’yle İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın ortak projesi “Radikalizm ve Aşırıcılık” başlıklı anket çalışması; yürütücülüğünü Hakan Yılmaz’ın üstlendiği, Açık Toplum Vakfı - Boğaziçi Üniversitesi tarafından yürütülen, 2010 tarihli “‘Biz’lik, ‘Öteki’lik ve Ayrımcılık: Kamuoyundaki Algılar ve Eğilimler” başlıklı araştırma[8]…
İlginçtir: Türkiye’deki “muhafazakârlaşma” ölçeği oluşturmaya yönelik araştırmalar bu noktada kesildi…
Nedeni belirsiz… Kim bilir, belki de bu araştırmaların sonuçlarının anaakım medyada büyük ölçüde “canım değişen bir şey yok, nihayetinde dindar olan dindarlığını sürdürüyor, diğerleri üzerinde de baskı filan yok, her şey olduğu gibi sürüyor” izlenimini yaratacak tarzda yorumlanmasından kaynaklanıyor bu ihmal. Çünkü nihayetinde son 15 yılda evet; ama özellikle son beş yılda Türkiye’de toplumsal-kültürel sahne siyasete koşut olarak hızla, fazlasıyla ve inkâra, ya da “hayırhah” yorumlara yer bırakmayacak tarzda değişti.
Bu değişimi dilerseniz, Kadir Has Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Merkezi’nin Ocak 2018 tarihli ve yıllara göre karşılaştırma olanağı veren “Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması’na müracaatla izleyelim.[9] Hemen belirteyim, siyasal tercihleri sosyo-kültürel köken temelinde anlamlandırmaya yönelik bu çalışma, doğrudan “muhafazakârlaşma”yı sorunsallaştırmamakla birlikte, özellikle muhafazakârlığın iki sacayağını oluşturan milliyetçilik ve dindarlık konusunda önemli ipuçları sağlıyor.
İşte bu araştırmadan önemli bulgular:
“Kendinizi etnik olarak nasıl tanımlarsınız?” sorusuna verilen yanıtların yıldan yıla önemli değişiklikler göstermesi, ilk çarpıcı veri.
Örneğin, kendini “Türk” olarak tanımlayanların oranı 2012’de yüzde 54.8 iken bu oran 2015’de yüzde 65.7, 2017’de ise yüzde 89.9’a fırlıyor.
Buna karşılık, “Kürt” olarak tanımlayanların oranı, 2012’de yüzde 6.2’den 2015’de yüzde 11.1’e çıkıyor, 2017’de, yani iki yıl içerisinde yarı yarıya, yeniden yüzde 6.2’ye düşüyor.
Etnik özalgının Türkiye’de sarsıcı iç çalkantıların yaşandığı son iki yıl içerisinde (Temmuz 2015 seçimlerde AKP’nin tek başına iktidar olmasına yetmeyecek bir oy oranıyla çıkmasını izleyen katliamlar dizisi, intihar bombaları, Kürt coğrafyasına yönelik askeri müdahaleler, darbe teşebbüsü, OHAL ilanı, ülkenin KHK’larla yönetilmeye başlanması, Başkanlık sistemi referandum süreci…) bu denli değişmesi dahi, bu ülkede kültürün en azından kimi alanlarının siyasal müdahaleler karşısında ne denli kırılgan olduğunu gösteriyor.
Yalnız etnik aidiyet algısı değil, dindarlığa ilişkin veriler de bu saptamayı doğrulamakta.
Örneğin, “kendinizi siyasal açıdan (dikkat! “siyasal açıdan”) nasıl tanımlarsınız?” sorusuna verilen yanıtlarda da yıldan yıla önemli değişiklikler kaydedilmekte.
Bu soruya 2015’de deneklerin yüzde 14.7’si “dindar” yanıtını vermiş. 2017’de “dindar”ların oranı neredeyse ikiye katlanarak yüzde 27.6’ya fırlıyor. Ancak yalnızca dindarlar değil. “Dindarlık” öztanımı, araştırmaya 2015’te dahil edilmiş. O yıldan önce yapılan anketlerde “muhafazkâr” şıkkı mevcut. Öyle anlaşılıyor ki o yıla kadar “dindar”lar kendilerini “muhafazakâr” başlığı altında tanımlayagelmişler. Çünkü 2014’de bu soruya “muhafazakâr” yanıtını verenlerin oranı yüzde 37.1 iken, 2015’te bu oran yüzde 20.7’ye düşüyor. Bir başka deyişle, 2015’de kendini dindar + muhafazakâr olarak tanımlayanların oranı (14.7 + 20.7= 35.4) 2014’te kendini “muhafazakâr” olarak tanımlayanlara göre (yüzde 37.1) fazla değişmiyor, hatta bir miktar düşük çıkıyor. Gelgelelim, 2017’ye gelindiğinde dindar + muhafazakârların oranında bir sıçrama yaşanıyor: yüzde 47.4. Buna “milliyetçiler”i de eklediğimizde (2017’de: yüzde 19.2) bu ülkede kendini “dindar + muhafazakâr + milliyetçi olarak tanımlayanlar yüzde 66.6’yı buluyor. Buna karşılık, kendilerini Cumhuriyetçi/Kemalist + sosyal demokrat + ulusalcı + sosyalist olarak tanımlayanların oranı ise sürekli düşüş kaydediyor: 2015’de yüzde 45’den, 2017’de yüzde 29.6’ya…
Bu noktada bir kez daha vurgulamak gerekiyor; “dindar”lar, kendilerini kültürel, gündelik hayatta, itikat olarak vb. değil, “siyasal açıdan” dindar olarak tanımlamaktalar. Bir başka deyişle, Cumhuriyet rejiminin “dini siyasete alet etmeme” kırmızı çizgisi, nüfusun yüzde 30’a yakınının zihninde, ilga edilmiş durumda.
Gelelim bu (siyasal) öztanımların gündelik yaşamımızda nasıl biçimlen(diril)diğine… Siyasetin önünü açtığı, desteklediği, çoğu zaman da dayattığı bir dindar (muafazakâr)laşma/ İslâmîleşme toplumsal dokuya nüfuz etmekte.
Bunun için gazete sayfalarında, internet sitelerinde, sosyal medyada bir gezinti yapmak, yeterli. Kuşbakışı ve rastgele…
Örneğin, Kültür ve Turizm Bakanı Numan Kurtulmuş, 2002-2017 yılları arası ülkede yapılan kütüphane sayısının 11 olduğunu açıkladı. 15 yılda yapılan kütüphane sayısı 11 iken, 10 yılda yapılan cami sayısı ise, 8 985 oldu.[10] 11 kütüphaneye 9 000 kadar cami! Ama ülkedeki cami sayısı yalnızca kütüphane sayısını geride bırakmıyor ki! Diyanet’e bağlı cami sayısı (90 bin) Milli Eğitim’e bağlı okul sayısını (61 201) da çoktan geride bırakmış durumda![11]
Ya da diyanetin yaşamın her alanında dal budak sarması: “Diyanet, 2018’de bakanlıklardan belediyelere, Emniyet’ten STK’lere, muhtarlardan apartman yöneticilerine kadar herkesle ‘işbirliği’ yaparak vaiz gönderecek.” Böylelikle etki alanını cami dışına taşıran Diyanet, müftülere apartmanlardan işyerlerine, kahvehanelerden öğrenci yurtlarına, okullardan fabrikalara, her mekânda aile yapısından medya okuryazarlığına, evliliğe hazırlık sürecinden kadınların çalışmasına, çocuk eğitiminden modern yalnızlığa… velhasıl kendisini ilgilendirmeyen, din ile uzaktan yakından hiçbir ilişkisi olmayan konularda sohbet toplantıları düzenlenmesi talimatı gönderdi.
Diyanet’in toplumun bütün kesimlerine ulaşma planında kapsamlı faaliyet alanları da belirlendi. Her alanda ayrı konu, hedef kitle ve faaliyet belirleyen Diyanet, müftülere ‘Çocuk-Cami buluşmaları, apartman sohbetleri, KYK programları, işyeri-fabrika sohbetleri, kahvehane ziyaretleri, aile okulu seminerleri, panel, ev sohbetleri, sabah namazı buluşmaları, köy sohbetleri, iftar programları, aile buluşmaları’ düzenlenmesi talimatı verdi. [12]
Her yer, ama özellikle okullar. 4+4+4 sistemine geçerek, öğrenime başlama yaşını (“hafızlık öğrenimine başlamanın ideal yaşı 9’dur diye!) 5.5’a çekerek, türlü manevralarla düz liseleri ortadan kaldırıp imam-hatiplerle dönüştürerek, çocukları tarikat yurtlarına mecbur bırakarak, zorunlu din derslerinin sayısını katlayıp seküler konuları müfredat dışı bırakarak, “dindar ve kindar” nesiller yetiştirme gayretleri yetmedi; diyanet M.E.B.’la imzaladığı protokoller aracılığıyla okul kapılarını vaizlerine, imamlarına, cemaatlere ardına dek açtı:
“Okullarda laik eğitimin yok edilmesinin yeni adımı olarak, Diyanet’in vaiz görevlendirme süreci başladı. Diyanet, 81 ile gönderdiği yazı ile Aile ve Dini Rehberlik Büroları’nın 2018 yılı için çalışma takvimini açıkladı. Vaizler, ‘Milli ve manevi değerler’i anlatacak. 10 yaşındaki çocuklara verilecek vaazın konuları arasında “ümmet bilinci, şehitlik, şehadet, felaket anında sabır, duanın kabul olması vb. bulunuyor.”[13]
Ancak Diyanet yalnızca müfredat ya da vaizler aracılığıyla değil, aynı zamanda doğrudan okul ve üniversitelere “temsilciler” atayarak işi sağlama alma kararlılığında: Gençlik ve Spor Bakanlığı ile imzalanan protokole dayanılarak hazırlanan Gençlik Çalışmaları Yönergesi”nde toplumun tüm kesimleri, ama özellikle de gençler ve kadınlar arasındaki çalışmalarını yoğunlaştırma niyeti açıkça belli oluyor: Yönergeye göre “gençlik koordinatörü” olarak atanan imamlar okul ve fakültelerde “okul temsilcileri” belirleyip öğrenci gençlik içinde yönlendirici faaliyetler yürütecek.[14]
Eğitime İslâmcı müdahale, ya da “dindar ve kindar nesiller” yetiştirme hevesi, Diyanetin okulları denetim altına alma çabalarıyla sınırlı değil. Milli Eğitim Bakanlığı da hem yerel hem de ulusal düzlemdeki karar ve uygulamalarıyla, geleceğin “İslâmcı” Türkiyesi’ni biçimlendirmek için elinden geleni ardına koymuyor: “Okul öncesi ve ilkokullar için Kur’anı Kerim Dersi Öğretim Programı” ile anaokullarına Kur’an dersleri konulmasından[15] “liselerde ‘umre’ ödüllü yarışmalara[16], imam hatiplere gönderilen “9 Şubat’a kadar 100 000 Fetih suresi okuma” talimatına[17]; sağcıları “Allah topluluğu”, solcuları “Şeytan topluluğu” ilan eden[18], Alevîlere hakaretler yağdıran, “Bizi Allah doktor olalım diye dünyaya göndermedi. Ziraatçi olalım diye de dünyaya göndermedi. Allah hepimizi kendi dinine hizmet etmekle vazifeli kıldı”[19], ifadeleri yer alan, kız çocukların okula gönderilmemesi gerektiğini söyleyen[20] kitapların Bakanlık onayıyla okullarda dağıtılmasından, ilk ve orta dereceli okullara atanan yöneticiler arasında ilahiyat çıkışlıların giderek ağırlık kazanmasına[21]…. ve tüm bu olayları, Milli Eğitim Bakanlığı’nın “Eğitim Dindarlaşıyor Lafları Haksız Eleştiri” sözleriyle savunmasına…[22]
Bütün bu örnekleri niye mi veriyorum?
Görüldüğü üzere, eğitim alanı başta olmak üzere toplumsal yaşamın tüm alanları üzerinde, devlet, daha doğrusu devletin kontrolünü ele geçirmiş olan siyasal İslâmcı parti dönüştürücü bir faaliyet yürütüyor. Toplumun deyim yerindeyse “de-sekülarize” edilmesi yönünde…
Bu hiç kuşku yok ki, sadece yukarıdan çıkartılan yasa ve yönetmeliklerle sürdürülmesine olanak olmayan, son derece çaplı bir girişim. Siyasal İslâmcı iktidarın, bu karar, yasa ve yönetmelikleri hayata geçirecek “volan kayışları”na gereksinim var. Bu volan kayışlarını ise, AKP iktidarının “sivil toplum”a ikame etmeye çalıştığı cemaat ve tarikatlar sağlıyor.
Bu nedenledir ki iktidar, (zaman zaman bazılarıyla takışsa da) cemaat ve tarikatlara mecburdur. Büyük “proje”sini gerçekleştirebilmek için onların önlerini açmak, desteklemek, kendi elleriyle toplumun her alanına yerleştirmek, her hücresine nüfuz ettirmek ve (aralarında daha derin ve özgül nizalar çıkmadığı sürece) her yaptıklarını sahiplenmek, savunmak zorundadır. Bu nedenledir ki cemaat ve tarikatlar resmî protokole dahil edilir[23]… Devletin her mercii cemaat ve tarikatlarla protokoller imzalar[24]… Cemaatler vakıf kurmaya teşvik edilir ve yoksul öğrenciler cemaatler ve tarikat vakıflarının kurduğu yurtlara teslim edilir, bu vakıfların yayınları okullara dağıtılır[25]… Tarikat/cemaat mensupları okullara “manevî rehber” olarak atanır[26]… Günde beş vakit namaz kılıp çevrelerine toplananlara abuk-subuk menkıbeler anlatmaktan, Perşembe akşamları dergahta toplaşıp zikir çekmekten, şeyhlerini eteklemekten, fırsat buldukça umreye gitmekten, Ramazanlarda yemek yiyenlere hayatı zehir etmekten, etrafta gördükleri kısa etekli, dar giysili kadınlara, ortalıkta dolaşan hamile kadınlara, uzun saçlı, küpeli erkeklere, LGBTİ’lere, bira içen gençlere, protesto gösterisi yapan solculara, çevrecilere bozuk atmaktan başka bir marifeti olmayan “imanlı” yurttaşlar, birden bire “herşey”le yetkilendirilmiş buldular kendilerini! Vakıfları/dernekleri aracılığıyla okullara, yurtlara nüfuz etmekten, muhtarlıklar aracılığıyla mahalleleri gözetlemeye; “muhbir vatandaşlar” olarak otobüste, sokakta, dersliklerde kulak kabarttıkları konuşmaları polise bildirmekten linç girişimlerine, kaymakamlıklarda, valiliklerde, hastanelerde, belediyelerde, devlet dairelerinde örgütlenerek “sivil” hayata “nizam” vermekten, sandık görevlileri, seçim kurulları üyeleri olarak oylar üzerinde oynamaya; cezaevlerinde yönetici, infaz memuru olarak tutuklu ve hükümlülere keyfî eziyetlerde bulunmaktan, polis, özel güvenlik, paramiliterler olarak yargısız infazlara; havuz medyasının kalemşörleri olarak gazete köşeleri, TV programlarında kahvehane sohbeti tadında bir bilgiçlikle kamuoyu oluşturmaktan, sosyal medya trolleri olarak ortalığı velveleye vermeye…
Bütün bunları yaparken de, iktidar tarafından bir dokunulmazlık halesiyle donatıldıklarını gördüler – tabii aralarında bir çıkar çatışması olmadığı sürece:
Karaman’da onlarca erkek çocuğun cinsel istismara uğradığı Ensar rezaletini unutmadınız, değil mi? Kim unutabilir ki?
Peki ya Aile ve Sosyal Güvenlik Bakanı’ndan Cumhurbaşkanı’na dek tüm ricalin vakfı savunmak için nasıl cansiperane uğraştığını anımsıyor musunuz?
Anımsatayım:
• “Büyük çoğunluğunu iktidara yakın vakıfların oluşturduğu Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı, Karaman’da 10 erkek çocuğun cinsel istismara uğraması olayıyla kamuoyunun gündemine oturan Ensar Vakfı’na destek verdi. Açıklamada, ‘Bir şahsın suçu dolayısıyla bir kurumun karalanması asla kabul edilemez’ denildi. Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nda toplam 150 kuruluş var. Vakfın üyeleri arasında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın yönetim kurulunda olduğu TÜRGEV ile AKP’li belediyeler tarafından ayrıcalık tanınarak bedelsiz yurt tahsisleri yapılan Aziz Mahmut Hüdai Vakfı, Bilim ve İnsan Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti, İlim Yayma Vakfı, Birlik Vakfı, Enderun Eğitim Vakfı ve Fatih İlim ve Kültür Vakfı da yer alıyor. Üyeler arasında en dikkat çeken derneklerden biri ise bir dönem Almanya’daki yolsuzluk davasıyla gündemden düşmeyen Deniz Feneri Derneği de bulunuyor…”[27]
• “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu, Karaman’da çocuk öğrencilere tecavüz skandalıyla ilgili ‘Karaman’da olan konuyla ilgili olarak ilk vaka ortaya çıkar çıkmaz hemen hukuki açıdan bakanlığımız müdahil oldu. Bu olay bizim hizmetleriyle her zaman gurur duyduğum0444uz vakıfla ilişkilendirilmek istendi ki bu vakfımızda bir süre görev yapmış onun da ne kadar olduğunu vakıf çalışanları açıkladı. Bu, bir kere rastlanmış olması, hizmetleriyle ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz,’ dedi.”[28]
• “Ensar Vakfı ile ilgili her gün bir destek açıklaması yaparken, sessizliğini koruyan Cumhurbaşkanlığı da ‘manevi’ bir adım için hazırlık yapıyor. Sarayda açılan Millet Camisi’nin imam hatibi Hafız Mehmet Bilir, Ensar Vakfının Marmaris Şubesi’nde Kur’an Ziyafeti verecek.[29]
• “Karaman’daki çocuklara yönelik tecavüz skandalının ardından AKP’nin kurulmasına “zoraki” razı olduğu Meclis Araştırma Komisyonu üç aylık çalışma süresinin sonuna yaklaştı. AKP, sayısal çoğunluğunu kullanarak etkin bir çalışmayı engelledi.”[30]
• Ensar skandalı üzerine Meclis’te kurulan Çocuklara Yönelik Cinsel İstismarı Araştırma Komisyonu’nun MHP’li Üyesi Deniz Depboylu, Karaman Valiliği’ne yaptıkları ziyarette yönelttikleri bazı soruların komisyon tutanaklarında “sansürlendiğine” dikkat çekti. Depboylu, komisyon raporuna yazdığı muhalefet şerhinde, Karaman Vali yardımcısına yönelttiği ‘İlinizde Çocuk Koruma İl Koordinasyon Kurulu bulunuyor muydu?’, ‘Olay yaşandıktan sonra böyle bir kurul oluşturdunuz mu?’, ‘İlerleyen süreçte ihmali, kusuru olan resmi kurum ve kuruluşlarda soruşturma gerçekleştirildi mi? Bu sebeple ceza alan biri var mı?’ sorularının tümüne ‘Hayır’ yanıtı aldığını, ancak soruların ve yanıtlarının komisyon raporuna geçirilmediğini belirtiyor.[31]
• “Emniyet Genel Müdürlüğü tepkilerin hedefindeki Ensar Vakfı’nı korumak için yurt genelindeki polis birimlerine yazı yazdı. Yazıda Ensar Vakfı şubelerinin korunması istendi.”[32]
• Ve nihayet, Ensar Vakfı, diğer cemaat vakıflarıyla birlikte “devlet protokolü”ne dahil edildi: “Bilal Erdoğan’ın yöneticisi olduğu TÜRGEV, çocuk istismarıyla bilinen Ensar gibi vakıflar resmi bayram protokolüne dahil edildi.”[33] Böylelikle, çocuk istismarcılarının cirit attığı cemaat vakıfları, acı bir istihzayla, örneğin 23 Nisan’larda devlet protokolünde çocukların geçit resimlerini, gösterilerini izleyecekler!
Abartıyor muyum? Karaman olayının Ensar’ın “ilk”i olmadığı ortaya çıktığına göre, hayır. “İlk”i değil, çünkü CHP Balıkesir Milletvekili Mehmet Tüm, İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın yanıtlaması istemiyle TBMM Bakanlığı’na verdiği soru önergesinde Ensar Vakfı Çorum Şube Başkanı’nın 2008 yılında cinsel tacizden tutuklandığını ve ceza aldığını anımsatıp “iyi hâl” indiriminden yararlandırılan şahsın toplum içinde serbestçe dolaştığını kaydediyor.[34]
Dahası, Ensar Vakfı’nın, bir erkek çocuğa tecavüz ettiği için 2 buçuk yıl hapis cezası alan İslâmcı yazar Mustafa İslâmoğlu’nu, Nisan 2015’te konferansa çağırdığı[35] göz önünde bulundurulursa, en azından “çocuk istismarı” gibi konuları “sakıncalı” bulmadıkları çıkıyor ortaya… Şaşırtıcı mı? Bir başka cemaat vakfının, Sosyal Doku Vakfı’nın başkanının çıkıp da “6 yaşındaki kız çocukları evlenebilir” buyurduğu[36] ve bunun “düşünce özgürlüğü” kapsamında değerlendirildiği[37], bununla da yetinilmeyip, bu sözlerin sahibinin AKP’lilere eğitim verebildiği[38] bir ülkede, hayır! Ama mide bulandırıcı!
Ensar skandalının devlet ricalince örtbas, skandalın kahramanı vakfın ise baş tacı edilmesi, çoğunun cinsel sorunlarla yüklü olduğu anlaşılan “yetkili” tarikat ehlini cesaretlendirmiş olmalı ki tarikat yurtlarında, imam hatiplerde, tarikat-cemaat kıskacındaki okullarda cinsel taciz vakaları çorap söküğü gibi birbirini izledi, izliyor…[39]
Ve tüm bunlar, sosyal medyada sıkça rastlanan, bir sunucunun sokaklarda dolaşıp rasgele karşısına çıkanlara sorular sorduğu programlarda verilen yanıtlara yansıyan çürüme zemininde gerçekleşiyor. Yani “Mısır piramitlerinin Türkiye’den kaçırıldığı söyleniyor, ne dersiniz?” sorusuna “Gümrükçülere rüşvet yedirmişlerdir; bu tip kişiler cezalandırılmalı; kanunlar yetersiz; kaçırılmasaydı daha iyi olurdu…” gibi yanıtlar verenlerin[40], uzaya köprü projesini “Tayyip yapıyorsa” sonuna kadar desteklediğini açıklayanların[41], Einstein’ın fotoğrafına bakıp “İsmail Dümbüllü mü bu?” diye soranların…[42] “kendinden hoşnut” cehaleti…
Peki, bu iklimin kadınlar üzerindeki etkisi ne?
Hemen şunu belirtmeli, güçsüzden, ezilenden, yoksuldan yana olmak, ya da eşitlikçi/özgürlükçü olmak yalnız bir vicdan değil, aynı zamanda bir akıl/bilinç işidir… Çünkü sömürü ve tahakküm düzenleri, işlerliklerini sağlayan baskı ve eşitsizlikleri örtecek, meşrulaştırıcı söylemler üretirler sürekli olarak: eşitsizlik, tahakküm ve sömürünün ilahi iradeye uygun ya da doğal düzenin gereği olduğuna dair, ya da eşitsizlikleri, sömürüyü “milli birlik, beraberlik”, “ulusun varlığına yönelik tehlikeler” vb. söylemler ardında gizleyen ideolojiler. Çok yaygın, çok köklü, çok kolay anlaşılabilir, üzerinde fazla düşünmeye gerek duymaksızın kabul edilebilir, geleneklerce onaylanmış vb. oldukları için de kolaylıkla benimsenmiş, içselleştirilmişlerdir. Değiştirilmesi son derece güç değerlere, daha doğrusu önyargılara dönüşmüşlerdir.
Nesnesi kadınlar olan tahakküm ise, baskı ve tahakküm biçimlerinin en kadim, en çok-veçheli olanına, ataerkine dayanır. Ataerki, kadınların “fitne”ye yatkınlığı, güçsüzlükleri, aklî yetersizlikleri, duygularının denetiminde varlıklar oldukları, doğurganlıktan kaynaklanan fiziksel zaaflardan malûl oldukları, doymak bilmez cinsel iştahları, erkeklere hizmet için yaratılmış oldukları, iffetlerinin korunması gereği gibi, sonsuza dek çoğaltılabilecek, değişken, birbiriyle çelişen gerekçelerle eril denetim altında tutulmasını öngören ve diğer baskı ve sömürü biçimlerini payandalayan, onlara eklemlenen bir tahakküm formudur.
Kadınları Sezen Aksu’nun deyişiyle “tarlada ırgat avrat, hanede hazır hatun” konumunda tutmaya yaradığı için şişkin eril ego tarafından fazlasıyla benimsenir, desteklenir.
Ve ataerki, ister dinsellikten beslensin, ister milliyetçilikten, isterse her ikisinden birden, muhafazakârlığın aslî bileşenlerinden biri olagelmiştir her daim… Muhafazakârlığı besler, muhafazakârlıktan beslenir… Din ya da milliyet gibi kesimsel olmadığı, dahası her iki cinsiyet için de ikna edici argümanlara (erkekler için her türlü hizmetten yararlanma, kadınlar için ise erkeğin sağlayacağı maddî ve fiziksel güvenlik) dayandığı için erim alanı, diğer ikisine göre daha yaygındır.
İslâm’ı topluma nüfuz ettirmede iktidar ile toplum arasında volan kayışı işlevi gören cemaat ve tarikatların ataerkinden bolca nasiplendiğini söylemeye gerek var mı?
Şurası kesin; İslâm ataerki açısından bir hayli yüklü bir din. İslâm tarihi, bir bakıma kadınların aşiret dönemindeki göreli özerkliklerini yitirmelerinin tarihidir. Kadınların yaşamları, kaynağını Kur’an, ama daha büyük ölçüde hadislerden alan bir dizi yaptırımla kuşatılagelmiştir. Zaman zaman ve yer yer daha “liberal” yorumlar mümkün olsa da, Muhammed Peygamber’e dayandırılan söz ve davranışlar, genelde İslâmcı kadın yazarları dahi isyan ettirecek kadar kesif bir misojiniden malûldür.
Vasat bir Müslüman erkek, dininin kadınlara nasıl davranılması gerektiği konusunda neler söylediğine ilişkin fikirleri genellikle cami önlerinde satılan İslâm ilmihâllerinden ya da buna denk “televaiz”lerden edinir.
Bu kaynakların kadınlar açısından hiç de parlak olmadığını görmek için bu kitaplara bir göz atmak, ya da bu programları 10 dakika izlemek yeterlidir.
Ya da vasat Müslüman erkeğin kadına ilişkin kanı ve kanaatlerini biçimlendiren “kamuoyu oluşturucuları”nın bakış açılarını yani “dervişin fikri”ni sosyal medyaya sık sık düşen mesajlarından çıkarsamak da mümkün.
Örneğin İsmailağa cemaati “ağabey”lerinden Metin Balkanlıoğlu’nun örtünmelerini beğenmediği kadınlara yönelik “Açıl kızım, al diplomanı, gelen öpsün, giden yalasın,” sözleri[43]; “genç kayınvalidelerin şehvet uyandıracağını” buyuran ilahiyatçı İhsan Şenocak[44]; “gebe kadınlar uluorta sokakta dolaşmasın, hava almak istediğinde beyi arabayla dolaştırsın” sözleriyle uzun süre gündemde kalan “tasavvufçu” Ömer Tuğrul İnançer;[45] “Payitaht”, “Diriliş” gibi diziler arasındaki ped reklamlarına kafayı takıp bunları kullananların “kellelerinin alınması”nı isteyen Akit yazarı Ahmet Maranki[46]; yarışma programında şortlu dans gösterisi yapan 7-11 yaşındaki kız çocuklardan “milletin tahrik olduğu”nu ileri süren RTÜK üyeleri[47]; eşofmanlı kız öğrencileri için “Bir genç kızın vücut hatlarını gördükten sonra şeytan size üflemiyorsa ya erkekliğinizi ya da imanınızı kaybetmişsiniz demektir,” yollu paylaşım yapan imam-hatip öğretmenleri[48]… Kabul etmeli; son derece çirkin lapsus’lar…
Kadınlara ilişkin tüm tahayyül dünyasının böylesine cinselliğe ve nefse indirgendiği bir ortamda, kadınların eğitimi, çalışması, toplumsal yaşama katılması, bilimle, sanatla uğraşması, siyasal yaşamda yerini alması vb. konuların gündeme girmesi hiç kuşku yok ki giderek zorlaşmakta… Bugün kadınlar için yaşanan durum, ne yazık ki bir “can pazarı”… Toplumsal cinsiyet eşitliği endeksinde ülkenin yeri geriledikçe, her yıl boğazlanan, üzerine kurşun yağdırılan, satırla doğranan, diri diri betona gömülen kadınların sayısı artıyor.
1990’lı yıllarda oluşturduğumuz kadın inisiyatifinin sloganı, “Yerimiz mutfak değil, dünya!” idi. Bugün kadın gruplarının temel şiarı ise, “Kadın cinayetlerini durduracağız!”
Dünya Ekonomik Forumu “Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi”nde Türkiye, 2014 yılında 142 ülke arasında 125. sırada yer almaktaydı. 2015’te ülkenin yeri 145 ülke arasında 130.luğa geriledi. Ertesi yıl ülke sayısı 144’e düşerken, Türkiye yine 130. sıradaydı, yani sondan 15.likten, sondan 14.lüğe gerilemişti![49]
Bu süreç içerisinde kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddette de koşut bir tırmanış yaşandı. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre[50]:
YIL
|
KADIN CİNAYETİ
|
2017
|
409
|
2016
|
328
|
2015
|
303
|
2014
|
294
|
2013
|
237
|
Bir başka deyişle, kadın cinayetleri, 2-3 yılda ikiye katlanarak artmaktadır: tabii başta çocuklar olmak üzere her türlü cinsel şiddet de öyle.
Bir parantez açıp vurgulayayım: İşin ürkütücü yanı, Adalet Bakanlığı’nın kadına yönelik şiddeti “basit suç” sayarak uzlaşma, para cezası ya da kamu hizmeti ile cezalandırılmasına ilişkin hazırladığı teklif[51], uygun zamanı kolluyor.
Zaten tecavüz sanıklarının “mağdurun rızası var”, “evvelden tanışıyorlarmış”, “kemik yaşı daha büyük”, “sanık kravat taktı, takım elbise giydi” gibi sudan gerekçelerle salıverildiği, alt sınırlardan cezalandırılıp dosyaların kapatıldığı bir yargı sisteminde yeni yasa eril saldırganlığın dizginlerinden boşanmasını kışkırtacaktır, kuşkusuz.
Özetle, denilebilir ki, siyasal İslâmcı iktidarın, toplumsal yaşamı dönüştürmek üzere seferber ettiği “volan kayışları”nın topluma sirayet ettirdiği muhafazakârlık, “geleneksel değerler etrafında birleşmeye, değerlere sahip çıkmaya, ahlâksal rejenerasyona” vb. ne taalluk etmekten çok, çürütücü, çözücü bir etki yapıyor toplumda. Bunun bedelini de en çok kadınlar, gençler, çocuklar ödüyor. Tecavüze uğrayarak, taciz edilerek, öldürülerek…
Yukarıda bir yerlerde mevcut iktidarın desteğini alttan alta çelişen ikili bir “dışlanmışlık” duygusundan bulduğunu belirtmiştim: Yukarıdan ve aşağıdan.
Yani Marmara Baronları karşısındaki ezikliklerinin acısını bugün ellerine geçirdikleri devlet gücünü tüm kaynakları kendilerine yönlendirmek üzere kullanarak (ihale yolsuzlukları, usulsüz krediler, ıskartaya çıkartılan Gülen Cemaati varlıklarını ya da BTDK eliyle tasfiye edilen şirketleri ucuza kapatma, imar afları, çerez parasına özelleştirme kıyakları…) çıkartan Anadolu kaplanları…
Ve seküler-Batıcı-elitist yönelişin ötelediği, küçük kentlerde, kasabalarda, metropollerin arka sokaklarında sıkışmış esnaf ve küçük ticaret erbabı.
Müslümanlıkta birleşiyorlar: alttakiler “vur” denilince öldürüyor olsalar da. Ve üsttekiler “alttakiler”in, kadınlarının Pierre Cardin başörtüleri, Burberry gözlükleri, abiye tesettürleri, 4 x 4 cipleri ile AVM’lerde salınmalarına homurdandıklarını biliyorlar… Olasıdır ki “öpsün yalasın”lı, “6 yaşındaki kız çocuklar evlenebilir”li, “şeytan üfleme”li söylemlerden rahatsızlık da duyuyorlar…
Ama onlara “mecburlar”. Yalnızca İslâm’a dayalı bir yaşam tarzını toplumun kılcal damarlarına dek yaymakta işlevsel oldukları için değil.
Şaşırtıcı gelebilir, ama aynı zamanda işgücünü ucuzlattıkları için.
Çünkü bodoslama daldıkları küresel rekabet dünyasında alabildiğine ucuz işgücüne ihtiyaçları var. Dinsel dogmalarla biçimlenmiş, kanaatkâr, uysal, yürekleri Allah korkusuyla dolu, patronlarını “baba” bilen işçilere ihtiyaçları var. Özellikle de kimliği değersizleşmiş, birkaç yıl çalıştırıp ardından da kıdem tazminatı, emeklilik vb. hakları üzerine hiç kafa yormadan kapı dışarı edebilecekleri, durduk yerde kreş, servis, iş saatlerinin kısaltılması, yemek, emzirme molası, doğum izni vb. gibi talepleri aklından dahi geçirmeyecek, sefalet ücretleriyle yerlerini almak için bekleşen yüzbinlerce işsiz kadının baskısı altında boğaz tokluğu ücretlerine razı, evdeki çamaşır, bulaşık, temizlik, çocukların, hastaların, yaşlıların bakımı vb. işleri karşılıksız üstlenerek sosyal bütçenin daralmasına olanak sağlayacak kadınlara…
İktidar partisinin “iman simsarları” en çok bu emekçi tipolojisinin oluşmasına katkılarından dolayı İslâmî “yüksek sosyete”nin vazgeçilmezini oluşturuyor.
Ve her iki kesimin de beslenip yaygınlaştırdığı muhafazakâr iklim, toplumu zehirledikçe zehirliyor…
Bu nedenledir ki bu ülkede belki de ilk kez, emek mücadelesiyle sekülarizm mücadelesi bu denli iç içe geçti…
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
İstanbul, 19 Şubat 2018.
N O T L A R
[1] TTB Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kolu’nun 23-25 Şubat 2018 tarihleri arasında Bursa’da düzenlediği “Kadın, Sağlık ve Muhafazakârlık” Sempozyumu’nda yapılan açılış konuşması… Newroz, Mart 2018…
[2] Martin Luther King.
[3] Burada bir yanlış anlamayı önlemek ve kimsenin hakkını yememek için vurgulayalım; “miting” medyada “Türkiye Hacamatçılar Federasyonu”na mal edildi; ama miting çağrıcılarının listesi bir hayli kalabalık. Sayayım: Türkiye Hacamatcılar Federasyonu, İstanbul Hacamatcılar Federasyonu, Anadolu Hacamatcılar Federasyonu, Haccameler Dayanışma Derneği, Bursa Saglıklı Yaşam Derneği, Mersin Merhaba Derneği, Yozgat Saglıklı Yaşam Derneği, Türkiye Hacamat ve Sülük Tamamlayıcı tıp Derneği, Kastamonu Sağlıklı Yaşam Derneği, Karabük Cevizkent TOKİ Hacamat Sülük Akupunktur Derneği, Zonguldak Hacamat Alternatif Tıp Derneği, İstanbul Sağlıklı Yaşam ve Bilgi Derneği, Safranbolu Hacamat Alternatif tıp ve sağlıklı yaşam derneği,Tıbbi Nebevi araştırma ve Yaşatma Derneği, Maltepe Sağlıklı Yaşam Derneği, Tarabya Sağlıklı Yaşam Derneği, Pendik Sağlıklı Yaşam Derneği, Kadıköy alternatif Sağlıklı Yaşam Derneği… Görünüşe bakılırsa “haccame” ve “haccam”lar toplumun en örgütlü kesimlerinden birini oluşturuyor! Tabii bir de şu var: Çağrıcı kuruluşlar birer temsilci ile katılmış olsalar, protesto “miting”inin verdiği fotoğraf daha kalabalık olurdu!
[4] http://hacamatcilarfederasyonu.net/amaci/ (Giriş tarihi: 07.02.2018)
[5] Bkz. Sağlık Bakanlığı, “Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği”, Resmî Gazete, 27 Ekim 2014, sayı 29158.
[6] http://hacamatcilarfederasyonu.net/yetki-yasasi/ (Giriş tarihi: 07.02.2018)
[7] “Senin gibi terörist olmaktan iyidir sübyancılık”, diyor Barış Atay’a yanıt tweet’inde @huseyinagacami adlı kullanıcı.
[8] Bu araştırmaların değerlendirmesi için bkz. Sibel Özbudun “Türk(iye) Muhafazakârlığı Üzerine”, Zamanın Ruhu, Ütopya Yayınları, Ankara, 2012; Sibel Özbudun, “Türk(iye) Muhafazakârlığı Neden Değişmez?”, Kadınlar: İslâm, AKP ve Ötesi, Ütopya Yayınları, Ankara, 2016.
[9] Kadir Has Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Merkezi, Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması, 31 Ocak 2018 http://ctrs.khas.edu.tr/post/19/turkiye-sosyal-siyasal-egilimler-arastirmasi-2017-sonuclari.
[10] “10 Yılda Yapılan Kütüphane Sayısı Kaç?”, 15 Ekim2017… https://gunlukbakis.com/2017/10/15/10-yilda-yapilan-kutuphane-sayisi-kac/
[11] Mustafa Mert Bildircin, “Cami Sayısındaki Artış Nüfus Artış Hızını Geçti”, Birgün, 3 Ocak 2018, s.7.
[14] “Diyanet Hızını Alamıyor: Okullara ve Fakültelere Temsilci Ataması”, 8 Şubat 2018… https://gunlukbakis.com/diyanet-hizini-alamiyor-okullara-ve-fakultelere-temsilci-atamasi/
[17] “Milli Eğitim’den Bilimsel Yaklaşım! 100 Bin Fetih Suresi Okunma Talimatı(!)”, 8 Şubat 2018… https://gunlukbakis.com/milli-egitimden-bilimsel-yaklasim-100-bin-fetih-suresi-okunma-talimati/
[18] “Okullarda Dağıtılan Kitap: Sağcılar Allah Topluluğu, Solcular Şeytan Topluluğu!”, 20 Ocak 2018… http://haber.sol.org.tr/toplum/okullarda-dagitilan-kitap-sagcilar-allah-toplulugu-solcular-seytan-toplulugu-225709 Valilik ve Belediye ile imzalanan protokol gereği Kocaeli’nde orta dereceli okullarda dağıtılan “Diriliş Nesli’nin Amentüsü” adlı kitabın 60. baskısının 13. sayfasında şu ifadeler yer alıyor:
“İşte bu anlamda sağcıyım. Batılı anlamda sağcılık, solculuktur benim gözümde. Ya da solculuktan farksızdır. Kapitalizm, benim gözümde solun bir yüzü, komünizm öbür yüzüdür. İnsan olan derim tükürsün ikisinin de suratına... Solcular, gerek başkalarını sömürmeleriyle, gerek insanların muhtaç oldukları gerçek barışı doğrudan doğruya veya dolaylı olarak yıkmakla toplumların çürümesine, insanların red ve isyanın pençesine düşmelerine sebep olurlar. Kin ve öç tohumunu ekerler. Silahları propagandadır. Ne kadınlara, ne yaşlılara, ne yoksullara, ne öksüzlere acırlar. Gözlerine kan bürümüştür.”
[19] Ozan Çepni, “MEB, Skandal Kitabın Dağıtılmasına İzin Verdi”, Cumhuriyet, 19 Ocak 2018, s.2. Kitapta ayrıca “Yahudilere ve nasranilere benzemeye çalışmayın. Hadi sen benzemeye çalışmıyorsun, hadis-i şerif kültürü almışsın. Bir git bakalım Kadıköy tarafına... Bir Adalar vapuruna bin. Millet çıplak geziyor, çıplaklar kulübü var, plajlar var. Şimdi bizim içimizden al bir İngilizi koy karşına, al bir Fransızı koy karşına. Bil bakalım hangisi Türk? Anlamak mümkün değil. Saç aynı, zibidi pantolon aynı, tavır aynı, yüz aynı, her şey aynı…” ifadeleri yer alıyor…
[20] Metehan Ud, “Kız Çocuğunu Okutmamak Düşünce Özgürlüğü Sayıldı!”, Evrensel, 27 Aralık 2017, s.2.
[22] Millî Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Yusuf Tekin, özellikle yeni müfredat açıklandıktan sonra artan ‘Eğitim dindarlaşıyor’ eleştirilerine yanıt verdi. Müsteşar Tekin, eğitim platformu ‘eğitimpedia’nın internet yayında şunları söyledi:
“Türkiye’deki eğitim sistemi dindarlaşıyor derseniz, bu yanlış bir eleştiri olur. Ancak Türkiye muhafazakâr bir ülke pozisyonunda, eğitim sistemi de böyle derseniz, şöyle bir haklılık payı var. Türkiye sahip olduğu değerleri korumaya çalışıyor. Bu doğru. MEB olarak bunu yapmaya çalışıyoruz, yapmak zorundayız. (…) Yeni müfredatta hiçbir metne, herhangi bir şekilde dini referans, dindarlaşma anlamında bir kavram girmedi.” (“Eğitim Dindarlaşıyor Lafları Haksız Eleştiri”, Hürriyet, 16 Kasım 2017, s.15.)
[23] “AKP, yandaş dernek ve vakıflara sağladığı sınırsız kamu yararını yeterli bulmadı. Resmi Gazete’de yayımlanan düzenleme ile bundan böyle ‘Vergi muafiyeti tanınan vakıfların başkanları’ resmi törenlerde protokolde kendisine yer bulacak. Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV), İlim Yayma Vakfı, yurtlarında onlarca çocuğun istismara uğradığı Ensar Vakfı, İsmailağa Cemaati’ne ait İsmailağa Camii İlim ve Hizmet Vakfı, Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA) ve imam hatip vakıflarının başkanları bundan böyle protokolde temsil edilecek.” (Hüseyin Şimşek, “Ensar ve İsmailağa Cemaati Resmi Protokole Dahil Oldu!”, Birgün, 21 Ocak 2018, s.6. Ayrıca bkz. Ozan Çepni, “Cemaat ve Tarikat Vakıfları da ‘Resmi Kutlamalar Ve Bayram Törenleri Protokolüne’ Dahil Oldu”, Cumhuriyet, 21 Ocak 2018, s.5.)
[24] “MEB; Ensar Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti ve Birlik Vakfı’nın ardından Sümeyye Erdoğan’ın KADEM derneği ile de protokol imzaladı.” (“KADEMeli Teslim!”, Cumhuriyet, 9 Aralık 2017, s.12.)
[25] Bu sayededir ki, 2. ve 3. sınıflara tavsiyeyle ilkokullara dağıtılan kitaplarda, erkek kardeşleri babaları tarafından kesilip üvey anaları tarafından kazanda pişirilerek kendilerine yemeleri için sunulan kız çocuklarının, olayı öğretmenlerine anlattıklarında, öğretmenleri onları “olur böyle şeyler, üvey anneler böyle şeyler yapar bazen; sen sakın kardeşini yeme, kazanın başında falanca duayı ediver…” diye nasihatte bulunduğu öyküler yer alabiliyor! (Ayşe Arman, “Şu Rezilliğe Bakar mısınız?”, Hürriyet, 22 Kasım 2017, s.5.)
[26] Bilmiyor olamazsınız; Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) Rehberlik ve Psikolojik Danışma Hizmetleri Yönetmeliği’nde yaptığı değişiklikle bugüne dek Eğitim Fakülteleri PDR çıkışlı olması gereken “rehber öğretmenler”i vasıfsızlaştırarak ne idüğü belirsiz “sivil toplum kuruluşları”nın “manevî rehber” vasfıyla okullarda görev almasını sağladı. Bu düzenlemenin ardından göreve başlayan ve neyin eğitimini aldıkları belli olmayan “manevî rehber”ler, “Kur’an terapisi”nden “genç terapi”(?!)ye her konuya el atmaya başladılar. (“Yurtlar Manevi Rehbere Emanet”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2017, s.2.)
[28] “Aile Bakanı Tecavüze Uğrayan Çocuklar Yerine Ensar Vakfı’na Sahip Çıktı”, Birgün, 23 Mart 2016, s.3.
[30] Sebahat Karakoyun, “Komisyonu da İstismar Ettiler”, Birgün, 8 Temmuz 2016, s.5.
[32] Hakan Dirik, “Emniyet Genel Müdürlüğü, Ensar Vakfı’nı Korumaya Aldı”, Cumhuriyet, 12 Nisan 2016, s.7.
[33] Ozan Çepni, “Cemaat ve Tarikat Vakıfları da ‘Resmi Kutlamalar Ve Bayram Törenleri Protokolüne’ Dahil Oldu”, Cumhuriyet, 21 Ocak 2018, s.5.
[34] İşte Mehmet Tüm’ün İçişleri Bakanı’na yönelttiği sorular:
-2008 yılındaki taciz olayı nedeniyle Çorum da Ensar Vakfı Şube Müdürü ne kadar hapis cezası almıştır? Bu cezanın ne kadarı infaz edilmiştir?
-2008 yılında denetime tabi tutulan vakıfla ilgili müfettiş raporlarının sonucu ne olmuştur. Hakkında soruşturma açılan, vakıf yöneticisi veya çalışanı var mıdır?
-Ensar Vakfı’nın kurucuları kimlerdir? Çorum’da cinsel tacizden ceza alan Şube Başkanı, kurucular arasında mıdır? hâlâ kurucu sıfatı devam etmekte midir?
-Çorum’daki cinsel taciz olayında hamile kaldığı iddia edilen “çocuk” yaşamını nasıl idame ettirmektedir? Devlet korumasına alınmış mıdır?
-Türkiye genelinde Karaman’daki vahim olay dahil cinsel istismara konu olan kaç adet vakıf vardır?
-Tacizde bulunan bu kişilerin eğitim durumu, imam hatip mezunu olanların oranı nedir?
-Türkiye’de vakıfların işlettiği yurt sayısı nedir? Bu yurtları kamulaştırmayı düşünüyor musunuz?
-Başta Ensar Vakfı olmak üzere yurt, okul işleten tüm vakıf kurucuları ve personelini cinsel eğilimlerini de ölçmek üzere, psikolojik testlerden geçirmeyi düşünüyor musunuz? (Sebahat Karakoyun, “Ensar’a 8 yıllık AKP Koruması”, Birgün, 30 Mart 2016, s.3.)
[36] Sosyal Doku vakfı başkanı Nurettin Yıldız şöyle diyor: “Şeriatımız İslâm’ın yaş haddi yoktur. Bu ne demek? Buluğ çağından önce de bir çocuk evlenebilir. Çocuklar arası nikâh da yapılabilir. Büyük-küçük nikâhı da yapılabilir. Mesela 7 yaşında bir kız çocuğu, 25 yaşında bir erkek, ya da 7 yaşında bir erkek 25 yaşındaki bir kız, nikâhlanabilirler mi? Evet, nikâhlanmalarında bir sakınca yoktur. Kur’an’a iman eden herkese göre evlilik için bir yaş söz konusu değildir. 10 yaşında, 6 yaşında, 78 yaşında, yaşıyorsa 135 yaşında bir insan için nikâha engel bir durum yoktur. Reşitse kendisi evlenir, reşit değilse velisi tarafından evlendirilebilir. Netice olarak küçük çocukların da evlenebileceklerine dair hüküm Talak suresinin 4. ayetidir. Ama bununla beraber 4-5 tane daha hadis-i şerif vardır.” (“6 yaşındaki çocukla da evlenilebilir”, Evrensel, 10 Ocak 2015, https://www.evrensel.net/haber/101814/6-yasindaki-cocukla-da-evlenilebilir)
[37] “… ‘6 Yaşındaki Çocuk Evlenebilir’ Sözleri İfade Özgürlüğü Sayıldı”, Yeniçağ, 30 Mayıs 2017... http://www.yenicaggazetesi.com.tr/6-yasindaki-cocuk-evlenebilir-sozleri-ifade-ozgurlugu-sayildi-164731h.htm
[38] “Ankara, Kızılcahamam’daki AKP Gençlik Kolları İl Başkanları ve MKYK üyeleri İstişare ve Eğitim Kampı’nda ‘6 yaşındaki çocuk evlenebilir’ ve ‘3 yaşında kız çocukları amcalarının yanına külotla çıkmamalı’ sözleriyle tepki çeken Sosyal Doku Vakfı Başkanı Nurettin Yıldız, eğitim verdi.” (“Skandal ‘3 Yaşında Kız Çocukları’ Açıklamasını Yapan Vakıf Başkanından AKP’lilere Eğitim”, Cumhuriyet, 24 Mart 2016, s.3.)
[39] - “AKP, Ensar Vakfı’nda ortaya çıkan çocuk istismarlarının üstünü örtmeye çalışırken Artvin’de İmam Hatip Lisesi öğretmeni Rüstem A’nın 17 yıldır çocukları istismar ettiği ortaya çıktı. Zanlının avukatlığını ise, AKP eski Artvin İl Başkanı Tuncer Başar üstlendi.” (“Bir ‘Ensar’ da Artvin’den”, Gündem, 25 Mart 2016, s.3.).
- “İstanbul Taksim Rehabilitasyon Merkezi’ndeki fuhuş skandalının altından yeni yeni skandallar çıktı. Açılan soruşturma kapsamında açığa alınan merkez müdürü A. K, fuhşa zorlanan kız çocuklarıyla cinsel saldırıya uğrayan kız çocuklarının “ayrı ortamlarda” barındırılması koşulunun sağlanamadığını, bir yatakta iki çocuğun yatmak zorunda olduğunu, üst makamlara yazdıkları yazıların dikkate alınmadığını kaydetti. Müdürün ifadelerinden, yurttaki kız çocuklarının sık sık intihar girişiminde bulundukları da ortaya çıktı. (İklim Öngel, “Bir Yatakta İki Çocuk”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2013, s.7.).
- “CHP İstanbul Milletvekili Barış Yarkadaş, Adıyaman’da 30 değil, 76 çocuğun tacize uğradığı bilgisine ulaştıklarını belirtti. Yayın yasağının getirildiği olayla ilgili konuşan Yarkadaş, ‘Adıyaman’daki tacizciyi gizli bir el koruyor’ dedi. CHP’li vekil, 76 çocuğu taciz etmekle suçlanan müstahdemin korunduğunu, sorumluların ise gerçeği kamuoyundan gizlediğini savundu. Gerger ilçesindeki tacize ilişkin yeni bilgiler paylaşan Yarkadaş, ‘Tacizle suçlanan müstahdem M.S.G, birkaç ay önce, o dönem görev yaptığı Adıyaman 1 Aralık Orta Okulu’ndaki bir taciz şikâyetinden dolayı soruşturmaya uğruyor. Müstahdem M.S.G, Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından, Gerger İmam Hatip Lisesi’nde görevlendiriliyor” dedi. “M.S.G.’yi kim neden koruyor?’ diye soran Yarkadaş, M.S.G.’nin son bir yıl içinde görev yerinin üç kez değiştiğini belirterek, ‘Bunca somut kanıta rağmen, kimse M.S.G.’nin görevine son veremiyor’ ifadesini kullandı. M.S.G.’nin 30 değil 76 erkek çocuğuna tacizle suçlandığını ve tutuklandığını belirten Yarkadaş, ‘M.S.G.’nin Facebook sayfasında, bağlı bulunduğu tarikata ait görseller var. Koruma zırhı tarikikattan mı sağlanıyor?’ diye sordu.” (“Adıyaman Gerger’deki Çocuk Tacizi Skandalı Büyüyor! 30 Değil 76 Çocuk…”, 12 Kasım 2016… http://gazetemanifesto.com/2016/11/12/adiyaman-gergerdeki-cocuk-tacizi-skandali-buyuyor-30-degil-76-cocuk/)
- “Giresun’un Aluçra ilçesindeki bir hafızlık kursunda 13 çocuğa cinsel istismar ve tecavüz iddiasıyla iddianame hazırlandı. Odatv’den Mert Taşçılar’ın ulaştığı iddianameye göre kursta hafız olarak görev alan Halil İbrahim U., yatılı kalan öğrencilere akşamları cinsel istismarda bulundu.” (“Yine Kur’an Kursu Yine Çocuk İstismarı!”, 20 Aralık 2016… http://www.gercekgundem.com/guncel/249234/yine-kuran-kursu-yine-cocuk-istismari)
- “İstanbul’un Küçükçekmece ilçesindeki Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne beş aylık süreçte yaşı 18’in altında 115 çocuğun hamile olarak gediği tespit edildi. 38 çocuk 15 yaşından küçük. Valilik soruşturma izni vermezken, durumu ortaya çıkaran memur sürgün edilip hakkında inceleme başlatıldı.” (“İstanbul’da bir hastane: Beş ayda 38’i 15 yaş altı, 115 hamile çocuğun kaydı gizlenmiş” Diken, 17 Ocak 2018, http://www.diken.com.tr/istanbulda-bir-hastane-bes-ayda-38i-15-yas-alti-115-hamile-cocugun-kaydi-gizlenmis/) vb… vb….
[40] https://www.youtube.com/watch?v=WoMQ-JO7uao
[42] https://www.59saniye.com/vatandasa-einsteinin-fotografini-gosterip-kim-oldugunu-sormak/list/144133234/
[43] https://www.birgun.net/haber-detay/ismailaga-cemaati-uyesi-metin-balkanlioglu-tesettursuz-kadinlari-gelen-opsun-giden-yalasin-178831.html
[44] https://odatv.com/genc-kaynana-sehvet-uyandirir-10021840.html. Ki şahıs daha önce kadınların pantolon giymekle “cehennemlik” olduğu iddiasıyla fazlasıyla tepki çekmiş, görevli olduğı Diyanet’te soruşturmaya uğramış, ancak kısa sürede aklanarak göreve iade edilmişti. (“… ‘Pantolon’dan Göreve İade”, Hürriyet, 27 Ocak 2018… http://www.hurriyet.com.tr/pantolondan-goreve-iade-40723767) “Genç kaynana” hadisesinden sonra bir kez daha istifa etmek zorunda kaldı…
[45] http://www.hurriyet.com.tr/trt-ekranlarinda-hamileler-hakkinda-soylenen-sozler-hala-tartisiliyor-24391448
[46] http://haber.sol.org.tr/medya/akit-yazari-ped-reklami-ahlaki-cokuntu-225632
[47] Hüseyin Şimşek, “AKP’li RTÜK Üyelerinden Skandal İfadeler: Millet Şortlu Küçük Kızlardan Tahrik Oluyor”, Birgün, 28 Aralık 2017, s.9.
[48] http://www.sozcu.com.tr/2017/gundem/esofman-giyen-kiz-ogrencilerin-zina-yaptigini-soyleyen-ogretmene-sorusturma-2146767/
[49] “Türkiye Cinsiyeteşitliğinde 130. Sıraya Geriledi”, Bianet, 20 Kasım 2015… https://m.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/169436-turkiye-cinsiyet-esitliginde-130-siraya-geriledi
[50] http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/kategori/veriler
[51] Emel Armutçu, “Ver Paraları Cezadan Kurtul”, Cumhuriyet, 8 Ağustos 2015... http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/340781/Ver_paralari_cezadan_kurtul.html
Yorum Ekle