“ Herkes gibi olmayan, herkes gibi düşünmeyen herhangi bir insan, ortadan kaldırılma riskini göze alıyor demektir.” [2] ...
“Herkes gibi olmayan,
herkes gibi düşünmeyen
herhangi bir insan,
ortadan kaldırılma
riskini
Yeni
bir Tiyatro Buluşması’nda buluşmasında daha bir
araya geldik: Bu kez de aşktan, kavgadan,
devrimden söz etmek için…
Aşktan, kavgadan,
devrimden söz edelim de… Önce söze, hepsinin “olmazsa olmaz”
önkoşulundan yani “sahici olmak”tan başlamak gerek!
Bilmiyorum
farkında mısınız, uzun süredir çoğumuz sahici olanla
bağlantımızı yitirdik; “…mış gibi”ler dünyasında nafile
kulaçlar atıyoruz. Gırtlağına kadar kredi kartı borcu
içindeyken, “işçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek
bir şeyi yoktur”, diye efeleniyoruz örneğin. (Bu arada, aklıma
gelmişken belirteyim: kredi kartı da “sahici para” değil; o da
bir “mış gibi”, yani ikame. Aslına bakarsanız “ikamenin
ikamesi”; yani kapitalist finans sistemlerinde devletlerin merkez
bankalarında bulunduğu varsayılan altınların ikamesi sayılan
banknotların da ikamesi… Altının neyin “ikamesi” olduğuysa
başka bir konu… Bir başka deyişle dibe doğru eşeleye eşeleye
gidecek olursanız, “mış gibilik”in tarihinin neredeyse parayla
özdeş olduğunu keşfedersiniz. Hani diyor ya Karl
Marx, 1844 Elyazmaları’nda:
“Benim
için para aracılığıyla, olan şey, karşılığını
ödeyebileceğim şey (yani, paranın satın alabileceği şey) benim
kendimdir, paranın sahibidir. Para gücünün büyüklüğü, benim
gücümün büyüklüğüdür. Paranın özellikleri benim, para
sahibi olarak benim özelliklerim ve özsel güçlerimdir. Nitekim,
benim ne olduğumu ve neye yetenekli olduğumu benim bireyselliğim
belirler. Çirkinim, ama kadınların en güzelini kendim için satın
alabilirim. Bundan ötürü çirkin değilim; çünkü çirkinliğin
etkisi parayla ortadan kaldırılır. Ben, bireysel
karakteristiklerime göre, topalım, ama para beni yirmidört ayakla
donatır. Topal değilimdir. Kötü, onursuz, vicdansız, aptalım;
ama para ve dolayısıyla sahibi onurlandırılır. Para en yüce
iyidir, dolayısıyla sahibi iyidir. Üstelik, para beni onursuz
olmanın sıkıntısından kurtarır. Bundan ötürü onurluyumdur.
Beyinsizim, ama para herşeyin gerçek beynidir. Öyleyse, sahibi
nasıl beyinsiz olabilir? Ayrıca, para sahibi kendisi için zeki
insanlar satın alabilir, ve zeki kişi üzerinde gücü olan kişi,
zekiden daha zeki değil midir? Para sayesinde insanların yapmaya
can attıkları herşeyi yapabilen ben, bütün insani yeteneklere
sahip değil miyim? Bundan ötürü, param, bütün
yeteneksizliklerimi kendi karşıtlarına dönüştürmez mi?”)[3]
O
zaman hemen şu saptamayı yapalım: son tahlilde yeryüzündeki tek
değer yaratıcının, yani insan emeğinin topyekûn ikamesi olan
para, insanın sahtesini yaratan birincil etken; onunla
bağlantılı tüm kurumsallaşmış eşitsizlik unsurları (güç,
prestij, servet) “mış gibi”ler âleminin birincil müsebbibidir.
Ama
bundan ibaret değil. Günümüzde “mış gibilik” sadece
para, güç, servet vb. arzusuyla ilgili değil. Misal: Biz dünyayı
değiştirmek isteyenlerin dahi, militan faaliyetlerimizin çoğunu
geçirdiğimiz bir sanal âlem var artık. Kafamız bozulunca “twit
atıp” rahatlıyoruz. Dostluklarımızın, ilişkilerimizin çoğunu
“chat”leşerek yürütüyoruz. Dostluğu kalıcı kılacak,
sürdürecek “sahici” hasletler de böylelikle yitip gidiyor:
paylaşım, özveri, empati, yalan-dolansızlık, insanın gözünün
ta içine bakma cüreti, kavgaların sıkı bir kucaklaşmayla
sonlandığı diğerkâmlık…
Bu iklimde aşktan söz
etmek dahi abes: ılıman, boğuntulu iklimlerin sanal aşkları
tutku ve yaşama sevincinden çok bıkkınlık veriyor insanlara.
Önce bir “elektriklenme”… Dikkat, yürek çarpıntısı, soluk
kesilmesi, gözlerinin içine baktığında yüzünü ateş basması
filan değil; “elektriklenme”… Sonra kısa bir hasbıhâl;
telefon numarası alışverişi. Bir buluşma ve ilişkinin
geleceğini belirleyecek bir yatak deneyimi. Tutarsa ne âlâ;
çoğunlukla dijital olarak sürecek, egonun her zaman ön planda
olduğu “öylesine” bir “takılma” hâli. Birbirine bir süre
değip işlerine gelmediği an yollarını ayıran kadınlar ve
erkekler. Tutmazsa zaten “tek gecelik ilişkiler” hanesine bir
kalem daha…
Peki
ya dünyayı değiştirme arzusu mu? Çoğunluğun içinde
yaşamak durumunda kaldığı koşullardan hoşnut olduğunu
sanmıyorum. Değiştirilmesini istiyorlar; bunun için uğraşıyorlar…
Facebook’larında, twitter hesaplarında muhalif söylemleri
paylaşıyorlar. 24 Haziran 2018 seçimlerde canla başla
çalıştıklarını biliyorum. Sandık kurullarında gönüllü
oldular, HDP ya da CHP kampanyalarında aktif görev aldılar; stand
gönüllüsü oldular, bildiri dağıttılar… Oy verdiler…
Ama
“mış gibi” yapanlar yalnızca sizler, bizler
değiliz ki… CHP’nin adayı, yeni (ama kısa ömürlü)
“umudumuz” da “mış gibi” yaptı. Elli bin avukatıyla
YSK’nın önüne gideceğini beklediğimiz gece, ansızın
ortalıktan yok oluverdi. Geride bir “adam kazandı” twit’i
bırakarak kayıplara karıştı.
Ve
aslına bakarsanız, bir iyilik yaptı hepimize: “mış
gibi” yapmanın acı sonuyla tanıştırdı bütün bir kuşağı.
Bir çığ gibi çılgın bir hızla büyüyen umut topu, egosu
şişirilmiş bir kifayetsiz muhterisin dev aynası karşısındaki
gerçek cesametine çarparak parçalandı. Binlerce,
onbinlerce genç insanı, “lanet olsun, bundan sonra politikayla
ilgilenenin…” deyip “kendi dalgasına bakma” kararına
yönelterek… Kimilerine ise, sahici olmayan bir parlamentoda,
muhalefetçilik oynayacak ve “hazretleri”ni rahatsız etmeye
başladıkları anda “terör örgütüne yardım yataklık”tan
içeri atılacak elli küsur HDP’li milletvekili ile avunmaya sevk
ederek…
Evet,
tarih belki tartışmalı, ama en azından Türkiyeli
muhaliflerin çok uzun süredir maçı götürdüğü “mış
gibi”lerin sonuna vardık. Artık deniz bitti! Coğrafyamızın
2018 seçimleriyle birlikte, bundan böyle seçimlerin olmayacağı
ya da bir müsamereden ibaret kalacağı bir boyuta geçti. Oyun
bitti…
Burada
biraz durup genel manzaraya bir göz atalım mı? Aslına
bakarsanız, “mış gibi”ler dünyası yalnızca bizden
kaynaklanmıyor. “Postmodern” zamanların tüm gözlemcileri,
yeni filozofların en çok üzerinde durdukları konulardan. Jean
Baudrillard’la birlikte şahikasına ulaşan simülakr’lar
dünyası. Gerçekliğin taklidi bile değil: ikamesi! Gösteren ile
gösterilen arasındaki ilişkinin sanallaştığı, göstergelerin
herhangi bir gerçekliği değil de birbirlerini imlediği artık
herhangi bir gerçekliğe refere etmeyen bir dünya…
Ne
gibi mi? Süper/hipermarketlerin insansı hazları
karşılayacağına devasa bir halkla ilişkiler mekanizması
tarafından inandırıldığımız, çoğunlukla hiçbir reel
ihtiyacımıza karşılık düşmeyen ve satın aldığımız andan
itibaren susuzluğumuzu gidermediğinin, aksine bizi daha fazla
susattığının ayırdına vardığımız çerçöpler; örneğin…
Ve onları satın almamız için dönüştürülen, imal edilen,
sahtesiyle ikame edilen benliklerimiz: “Bu dünyada en
önemli şey Ben’im, benim ihtiyaçlarım, çıkarlarım, hazlarım,
imajım… BEN’im dışımdaki her şey, benim için var. Sahip
olmam, kullanmam, ihtiyaçlarımı karşılamam, haz duymam, imajımı
mükemmelleştirmem, ve işim bittiğinde de fırlatıp atmam için.
İnsanın temel özelliğini oluşturan “toplumsallık”ı berhava
eden
Bu şişirilmiş ego, bu
narsizm, yabancılaşmanın neoliberal kapitalizm koşullarına özgü,
özgül bir biçimi. Nasıl mı?
Neoliberalizm,
bildiğiniz üzere, kapitalizmin hem geçmişinden (o geçmiş
ne idiyse: feodalite, ATÜT, kölecilik, kırsal üretim…) hem de
geleceğinden arındırılmış, en saf hâli… Bir iktisadî
politikayla bir ethos’un özdeşleşmesi ve kapitalizmin yalnızca
kendi ürettiği, üretebileceği bir değerler sistemiyle el ele,
baş başa kalması. Böylelikle, örneğin, istihdamı
deregülarize ederken, aile, cemaat, cinsiyet rolleri vb. verili
statüleri aşındırarak birincil kimlik kaynağı kıldığı
çalışmaya/mesleğe/sınıfa bağlı kimlik gösterenlerini
etkisizleştirir. Bir başka deyişle, “alttakiler”in bundan
böyle ne kendilerini içinde güvende hissedebilecekleri bir
“cemaat”leri olacaktır, ne de geleceği birlikte tahayyül
edecekleri bir sınıfsal dayanışma örgütleri… Emek
örgütleriyle birlikte, “tüm emekçiler için yaşam boyu
istihdam güvencesi, saygın ve insanca bir emeklilik hakkı” gibi
hedefler ve bunları kısmen de olsa ihtiva eden “sosyal devlet”
uygulamaları lağvedilmiştir… İstihdam, böylelikle, yalnızca
göçmenler, etnik azınlıklar, kadınlar, gençler gibi istihdamın
saçağındakiler için değil, tüm emekçiler için geçici, arızî,
sürdürülmesi başta kişisel performans olmak üzere çok sayıda
kırılgan koşula bağlı bir “lütuf”a dönüşür. Yalnızca
mavi yakalılar için değil, beyaz yakalılar için de. Sigorta
elemanı, her ay belirli bir sayıda kişiyi sigortalamak zorundadır;
üstelik bir önceki ay kazandığı fazla puanları ertesi aya
aktaramamaktadır. Üç kez belirlenen hedefin altında kaldığında,
personel müdürü kapıyı gösterir kendisine. Bankadaki müşteri
temsilcileri her ay belirlenen bir kredi kotasını doldurmak, şubeye
borcuna sadık, güvenilir yeni müşteriler kazanmak zorundadır;
bunun için seyyar satıcılar gibi kapı kapı dolaşırlar.
AVM’lerdeki satış elemanları, yalnız satış sırasında
müşteriye hizmet vermekten değil, aynı zamanda ona aklında
olmayan başka ürünleri pazarlamakla yükümlüdür. Öğretim
elemanları akademik yükselme için bir yıl içinde belirli sayıda
makale yayınlatmak, ama aynı zamanda sınav öncesinde, özellikle
de cebi dolu öğrencilerin ilgisini çekebilmek için kolej kolej
dolaşıp üniversitelerinin reklamını yapmakla zorundadırlar...
Doktorlar, döner sermayedeki paylarını arttırmak için ilaç,
hatta ameliyat pazarlayıcısı olarak davranırlar, vb. vb. Tüm
ücretliler, sık sık yinelenen krizlerde, şirketin ilk aklına
gelen önlem olarak uygulayacağı “işçi tensikatı”nda kapı
önüne konulan olmamak için, ücret artışı talep etmeden, hatta
aylarca ücretini alamadan, sosyal haklarından kesintilere razı
olarak, işten atılan arkadaşının da işini üstlenmeye rıza
göstererek çalışmak zorundadır. Hiper rekabetçi küresel
ekonomik çevre, rasyonelleşme ve münhasıran şirket kârlılığı
üzerine odaklanan anlayış, sendikaların giderek güç yitirdiği,
iş güvencesinin ortadan kalktığı, daha uzun ve daha yoğun
çalışma saatlerine, kısa ya da sabit süreli sözleşmelere ya da
proje temeline dayalı bir istihdam ortamını biçimlendirmiştir.
Bu
koşullar, emekçiler arasındaki dayanışmayı tahrip ederek yüksek
ölçüde rekabetçi bir çalışma ortamını biçimlendirir.
Elemanlar birbirlerinin elindeki müşteriyi “kapmak”, diğerini
personel müdürü nezdinde küçük düşürmek için birbirleriyle
yarışır. “Narsist,” diyor Giddens, herkesi rakip kategorisine
dahil etmekle, (….) derin antisosyal dürtüler beslemekle grup
güvenliği ve sadakatini berhava edecektir. Kural ve düzenlemelere
saygı va’zederken gizlice bu kuralların kendisini bağlamadığına
inanacak, neoliberalizmin atomize toplumunda içkin ötekilik
korkusunu sergileyecektir.”
Evet, “narsist
kişilik”, çalışanları ölümcül bir hem yukarıya doğru
tırmanma, hem de istihdam piyasasının dışına düşüp
meteliksiz kalmama, kredi kartı borçlarını ödeyememe yarışına
sokan neoliberalizmin bataklığında biçimlenmektedir.
Ağır
stres altında, insanı insanlığından uzaklaştıran, çevresindeki
herkesi alt edilmesi, ayağı kaydırılması gereken bir rakip
olarak görmesine yol açan bu “hayatta kalma” yarışında
insanların yarışmayı sürdürebilmesi için sopanın yanısıra,
bir de bir tutam ota ihtiyacı vardır.
İşte bu “bir tutam
ot”, tüketimdir: yalnızca hayatta kalabilmek, karnını doyurmak,
başını sokacak bir dam altı bulabilmek, soğuktan, sıcaktan
korunabilmek, bir yerden bir yere gidebilmek, haberleşmek vb. için
gerekli nesnelerin değil, kendini “krallar/kraliçeler” gibi
hissetmesini sağlayacak şeylerin tüketimi... Neoliberal ekonomi
politikaların süreğen bir gelecek kaygısı, “durmayalım,
düşeriz” telaşı, her gün varlık alanının bir parçasını
sermayeye kaptırma, kendi yaşamını denetleyememe, geleceğini
biçimlendirememe yetisizliğine mahkûm kıldığı insan(cık)lar
için kendini güçlü, muktedir, yetkin, güzel, yakışıklı
hissetme avuntusuna olan ihtiyaç… “Mış gibi”ler dünyasına
hoş geldiniz!
Ve tüm bunlar, giderek
ekran ve tuşlara irca olan bir dünyada gerçekleşmektedir. Tek
amacı “kȃr, daha çok kȃr” bir sistemin dışında icat
edilmiş olsaydı insanın içsel varlığını zenginleştirmede,
yaşamı kolaylaştırmada ya da estetize etmede önemli işlevler
üstlenebilecek bir teknolojik olanağın hem insanların
zihinlerini, hem de tüm bir dış dünyayı kolonize ederek uçsuz
bucaksız, sınırsız, birleşik ve bitimsiz bir AVM’ye
dönüştürdüğü bir ortamda…
Bu
“yeni” mekȃnda mahalle bakkalı yerini önce markete,
sonra süper, ardından hiper ve nihayetinde sanal markete
bırakırken, alışveriş listesi, bir ekmek, bir paket makarna, bir
kilo soğanın çok ötesine taşınmıştır. Satın aldıklarımızın
pek azı, artık karnımızın doymasıyla ya da herhangi bir
ihtiyacımızın giderilmesiyle ilgilidir: somut örnek mi? Yazları
geçirdiğimiz Ege köyünde, sanal marketten babasının kredi
kartıyla sipariş ettiği bir çift kırmızı Nike’ı teslim
aldığında resimlerini “Onlar benim bebeklerim” başlığı
altında Facebook’unda paylaşan, 16 yaşındaki marangoz çırağı
Süleyman… Ayakkabıları Süleyman’ın ayağını ısıtmak,
korumak, işlevinden çoktan kopmuştur. Onlar artık Süleyman’ın
tüketebildikleri sürece tutunabilenler âleminde ayakta kalmasını
sağlayan ikonlardır. Artık sahici değillerdir, ayakkabı-“ymış
gibi” yapan prestij nesneleridir. Tıpkı Facebook’unda hava
atarken “zengin çocuğu”-“ymuş gibi” yapan Betçeli
Süleyman gibi…
Ama
diyorum ya, artık deniz bitti… Hepimiz, ayırdında olalım
ya da olmayalım, yolun sonundayız. Bir çift ayakkabıyla
erişilmezler dünyasına dâhil olabileceğini sanan Süleyman da;
oy vererek, şarkı söyleyerek, pilates-yoga yaparak, sosyal medya
paylaşımlarıyla dünyayı değiştirmeyi uman bizler de…
Kabullenmek
gerek; kapitalizmin geç evresi, neoliberalizm yaygın ve
derin bir yanılsama yarattı: bildiğimiz herşeyin, devletin,
tarihin, proletaryanın, toplumun, büyük anlatıların,
gerçekliğin… sonu gelmişti. Herhangi bir “yüce ideal”
uğruna mücadele, artık uzak ve unutulmuş bir geçmişe ait,
arkaik, anlamsız bir şeydi.
Bundan
böyle sadece birey vardı: kendisine odaklanmış, hazdan
ibaret, artık yapacağı tek iş, sonsuza dek gezinmeye yazgılı
olduğu cennet bahçesinde canının çektiği meyveyi elini uzatıp
kopartmak olan birey. Tüketebildiği ölçüde var olan, ontolojisi
tüketebilme kapasitesiyle bitişik: Süleyman’ın yanılsaması…
Elbette “huzursuz
ruhlar” için her şey sunulduğu kadar mükemmel olmayabilirdi…
Ama bunun da çaresi vardı; bireyler ve toplumsal kesimler üzerinde
bir baskı aracı olarak devlet, bundan böyle küçüldüğü,
büzüştüğü ya da etkisizleştiğine, daha doğrusu “yeni
yaşam”ın “gerçek” aktörleri şirketlerle “sivil toplum”
arasından çekildiğine göre, bazı şeyleri düzeltmek bu
aktörlerle devlet arasındaki diyalogla mümkündü. Sınıf
çatışmaları ve diğer yıkıcı şeyler, yerini herkesin yararına
olan müzakereye bırakarak tarihe karışmıştı. Farklı kesimler;
etnik gruplar, farklı cinsel yönelimli bireyler, kadınlar, bir
“proje” çerçevesinde bir araya gelmiş gelgeç
(nihayetinde “akışkan” zamanlarımız tüm
kalıcılıkları berhava edecek tarzda işliyor, öyle değil
mi?) birliktelikler hâlinde itiraz ve taleplerini
“zamanın sahipleri”yle müzakere edebilir, hatta biraz daha
şövalye ruhluysalar, düzenin “dış”ında kollektiviteler
oluşturup orada tecrit bir yaşam sürdürmeyi yeğleyebilirlerdi…
“Yeni sol”un yanılsaması…
Ancak,
neoliberalizmin cilaları dökülmeye başladığında bu iki
yanılsamanın da sonu ayan beyan açığa çıktı … Kapitalizm
hiç de sosyalizm, işçi sınıfı mücadeleleri vb.’nden
kurtulduğunda ebedi bir istikrara kavuşmuş değildi… Herkesin
elini uzattığında dilediği meyveyi kopartıp afiyetle
yiyebileceği cennet bahçesi hiç değildi… Birbiri ardısıra
patlak verip tüm yerküreyi sarsan iktisadî ve malî krizler, gelir
dağılımındaki küresel ölçekli muazzam uçurum ve
bir tarafta sınırsız bir servet, diğer tarafta sefil bir açlık
birikmesine yol açan dizginsiz bir sömürü rejimi olduğunun
anlaşılması uzun sürmedi. Marangoz çıraklarının düşlerinin
sınırlarını acı bir dille anımsatan… Kredi kartı borçları
ödenemez hȃle geldiğinde Süleyman’a bundan böyle kırmızı
Nike’larına her baktığında annesinin haciz memurunun elinde
kamyonete yüklenen oturma takımlarının ardından çırpınışını
ve babasının gözlerindeki derin umarsızlığı anımsatacak olan…
Süleyman için denizin sonu…
Ve neoliberalizm, krizler
içinde debelendikçe hoşgörü, diyalog ve ebedî demokrasi
maskesini de sıyırarak kapitalizmin özüne indirgenmiş faşizm
olduğunu ilan etti sonunda. Devletler küçülmüş, etkisizleşmiş
filan değildi; sadece aşağıdan yukarıya doğru sermaye
transferini sağlamak üzere “sosyal” yönlerinden soyulmuşlardı…
Yoksa pastadan paylarını büyütmek amacıyla başka burjuvazilerle
kıran kırana bir mücadele içinde olan burjuvazilerin elinde bir
silah olma özellikleri devam ediyordu. Devlet gücünü eline
geçiren kesim(ler) diğerleri, başka halklar, ama özellikle de
emekçi sınıflar üzerinde bir terör aygıtı olarak kullanmakta
tereddüt etmiyorlardı. Yiten, küçülen, etkisizleşen devlet
değil, emekçilerin sermayenin bu pervasız saldırısına karşı
durmalarını sağlayacak sınıf örgütleriydi. Ve belki bir de
emekçilerin, ezilenlerin sermayenin iktidarının asla uygarca
müzakere dilecek bir “partner” değil, sınıf düşmanı olduğu
yolundaki o duru ve kararlı sınıf bilinci. Yerini dünyanın elini
taşın altına sokmaksızın, acılar çekmeksizin, ağır, belki de
çok ağır bedeller ödemeksizin “şenlikli” yoldan
değiştirilebileceğine inanan safdil bir yanılsamaya bırakarak
yitip gitmişlerdi…
Süleyman
ne yapacak, bilmiyorum. Belki Olympos’takiler arasına
katılma düşlerini terk ederek “küçük adam”lığı
kabullenir, yaşamı boyunca iki yakayı bir araya getirmek için
çırpınır durur. Belki yoksulluğunun ve hiçliğe mahkûmiyetinin
suçunu “başkalarına”; göçmenlere, Kürtlere, LGBTI’lilere,
solculara filan yükleyerek bir Polat Alemdar’cık olarak
sürdürmeyi seçer yaşamını. Belki kendini dine-imana verir, sota
yerlerde bira ya da cigaralık içmekten vaz geçipcamiden çıkmayan,
mahallenin kızlarına ayar çeken bir ahlâk bekçisi kesilir
başımıza. Veya ne bileyim, “yırtmak” için Mafya ayakçılığına
yönelir…
Ya da,
kim bilir; belki de dünyayı adil, eşitlikçi, özgürlükçü
bir kardeşlik sofrasına dönüştürme mücadelesine katılır…
Ama
bunun için içimizden birilerinin, Betçeli Süleyman’(lar)ın
yüreğine dokunması gerek… Onu karşısındakinin gözlerinin ta
içine bakabilen, birbiriyle kardeş, yoldaş, hayatı değiştirmeye
kararlı, bunun için önce kendilerini dönüştürebilmiş, hayata
dupduru bakan, tutkulu, tumturaksız, özverili, diğerkȃm,
gözükara, doğru sözlü, söylediklerini yapan, yapamayacaklarını
söylemeyen “sahici” insanların var olduğuna ve
onların elinde bu dünyanın değişebileceğine,
güzelleşebileceğine ikna etmesi gerek. “Bizi tüm kurtaracak
olan, kendi kollarımızdır” gerçekliğine…
Evet,
artık ayırdına varmalıyız. Kurtarıcı yok…
Kurtarıcı bizleriz, sıradan, hayatını emeğiyle kazanan, çulsuz,
mülksüz insanlar. Alelade emekçiler. Ve alelade emekçiler olarak
sınıfımızın kadîm düşünü istiyoruz: eşitlik, özgürlük,
kardeşlik, insanca, onurlu bir yaşam. Kimsenin kimseyi sömürmediği,
kimsenin kimseye kulluk etmediği bir dünya…
Ve
çıplak ve zalim, ve biz izin verirsek sonsuza dek
sürmeye kararlı, ama aynı zamanda bir o kadar da yeryüzünü,
yaşamı tüketen bir sistem olan kapitalizm karşısında, duru
bilincimizden, kararlılığımızdan ve çıplak ellerimizden başka
bir silahımız yok. Ve de sokağın sahiciliğinden…
Tarihin
verdiği bir ders varsa, o da, onun akışını ancak
kararlı ve her şeyi göze almış yığınların sokakla
buluşmasının değiştirebileceğidir… Sokaklar, öfkemizin de,
irademizin de, tutkularımızın da sahiciliğinin sınandığı
mekânlardır. Bizi gerçekliğe, onun acımasızlığına, ama aynı
zamanda dönüştürücülüğüne çağırırlar.
Ve yaşam gücümüz,
ancak sokakta “mış gibilikler” dünyasından sıyrılarak
kendini, sınırlarını test eder. Birbirimizin elini sokakta
kavradığımızda, sahicileşiriz: tutkularımızla, coşkularımızla,
sevdalarımızla, öfkelerimizle…
Paranın
rezil, rezilleştirici padişahlığının en çok korktuğu da
budur!
30
Temmuz 2018 09:52, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[1] 6
Ağustos 2018 tarihinde Seferihisar’da düzenlenen 12. Tiyatro
Buluşması’nın ‘İnsanı İnsanlaştıran Değerler ya da Aşk,
Sanat, Başkaldırı, Mücadele’ başlıklı oturumunda yapılan
konuşma... Kaldıraç, No:206, Eylül 2018…
Yorum Ekle