“Faşizm boş, endişeli ve çaresiz olduğundan megalomanca vaatlere sıkı sıkıya sarılan insanlarda ortaya çıkar.” [1] 20. yüzyıl ...
“Faşizm boş, endişeli ve çaresiz
olduğundan megalomanca vaatlere
sıkı sıkıya sarılan insanlarda ortaya çıkar.”[1]
20. yüzyıl sonlarında Batı ve Doğu Avrupa siyasal sahnesinde boygösteren “tanış” ve “kötü şöhretli” bir görüngü, başlarda “neo-faşizm” olarak adlandırılırken, kısa bir süre sonra, herşeyi yerli yerine yerleştirmeyi (ve bir daha da yerinden oynatmamayı) düstur edinmiş akademik titizlik tarafından yeniden vaftiz edildi: “aşırı sağ”, “radikal sağ” ya da daha yaygın olarak “popülist aşırı (ya da radikal) sağ”.
Kılı kırk yarmaktan haz eden bu “titiz” akademisyenler, bu vaftizin ardından, yaptıkları ayrımı gerekçelendirmeye koyuldular.
Bu yoldaki belli başlı argümanlar şöylece sıralanabilir:
Günümüz “aşırı sağ”ını, iki savaş arası dönemi faşizminden ayırt eden en önemli özellik, “popülist” yönelişidir. Piero İIgnazi’ye göre “aşırı sağın yeni biçimleriyle geleneksel aşırı sağ arasındaki temel fark, ikincinin, başka şeylerin yanı sıra, iki savaş arası faşizmine duyduğu, faşizmin mitosları, simgeleri, sloganları ya da ideolojisinde ifadesini bulan antidemokratik nostaljisi”dir.[2]
Avrupa ve ABD akademia’sının siyasetbilim sözlüklerine dek nüfuz etmiş teamüle göre faşizm, “eşitlik vurguları nedeniyle demokrasi ve komünizme yönelik nefret”leriyle tanımlıdırlar. “Faşistler bireylerin ve halkların eşitsizliği doğanın bir olgusudur. Siyasal sistemler bu durumu göz önünde bulundurmalıdır - yönetici bir elit ve halkın genel iradesini tecessüm ettiren, ulusu yenilenme ve zafere eriştirecek güçlü ve otoriter bir yöneticiye, ‘Süpermen’e olan inançları buradan kaynaklanmaktadır.”[3]
Buna karşılık bu konudaki hemen tüm makalelere kaynaklık eden Cas Mudde’a göre popülizm “toplumu temelde iki karşıt ve türdeş gruptan, saf halk ve yozlaşmış seçkinlerden ibaret gören ve siyasetin halkın genel iradesini yansıtmasını isteyen[4] seyreltilmiş bir ideolojidir.” Ve belli başlı üç unsur, anti-elitizm, halk-merkezcilik ve genel irade vurgusuyla tanımlanır. Oysa faşizm, (ya da en azından onun iki savaş arası versiyonu), kurulu düzenin elitlerini sık sık eleştirmekle ve sıkça halka göndermede bulunmakla birlikte, halka dayalı bir egemenlik kavrayışı ya da genel irade fikrine sıcak bakmamış, “halka doğru yolu gösterecek, onu yeni bir yaşama eriştirecek bir kurtarıcı, bir “Reis”, karizmatik bir lider ve onu çevreleyen yeni bir elit tasavvurunu beslemiştir.
Bu farklılığın güncel siyasal sahnedeki tercümesi, (aşırı sağ) popülizmin çok-partili rejimle barışık olması, buna karşılık faşizmin eline geçen ilk fırsatta tek parti-tek adam yönetimini ihdasa yönelmesidir.
Gerçi kaynaklar popülizmin “demokratik”liğinin sınırlarına işaret etmeyi ihmal etmezler: Takis S. Pappas’a[5] göre bu, denge-denetim mekanizmaları, azınlık hakları gibi liberal unsurlardan arınmış, çoğunlukçu “illiberal bir demokrasi”dir, ama işte, en azından “biyolojik ırkçılık, anti-semitizm ve demokrasi düşmanlığı”[6] ile damgalı faşizm değildir!
Faşizmle popülizm arasında yapılan bir başka ayırım da “şiddet”tir. “Aşırı sağ popülizm”ın “kitleleri demokrasi sınırları dahilinde tutacağı” “nikbinliği”nden beslenenler, sokak şiddeti ve devlet terörünün faşizm için taşıdığı öneme işaret eder, buna karşılık, 2000’li yılların “popülist aşırı sağ”ının sokaktan uzak durma retoriğine işaret ederler. Tabii, 1990-2015 yılları arasında Batı Avrupa ülkelerinde “popülist aşırı sağcı”ların 303 kişinin ölümüne, yüzlercesinin yaralanmasına yol açan 578 saldırı gerçekleştirdikleri göz önünde bulundurulduğunda,[7] bir hayli temelsiz bir ayırım.
Ve nihayet, günümüz “popülist aşırı sağcı partiler” iki savaş arası faşizminden, içinde geliştikleri siyasal ortam itibariyle ayırt edilirler. Günümüzde Batı ülkeleri, evet belki iktisadi türbülanslardan duçardırlar, işsizlik büyümüştür, geleneksel partilerin nasıl baş edeceklerini bilemediği “yasadışı” yığınsal göçle karşı karşıyadırlar, demokrasileri örselenmiştir; ama ne iktisadi ne de toplumsal koşullarda 1. Dünya Savaşı ve izleyen Büyük Depresyon’u andıran bir durum yoktur.[8]
“Aşırı sağcı popülizm”le faşizm arasına sınırlar çizmeye, bunları birbirlerinden ayrı, dolayısıyla da farklı karşı-stratejileri gerektiren olgular olarak gören analiz, tüm ideolojik yaklaşımları törpülemeye, muğlaklaştırmaya, “yumuşatmaya” yönelik neoliberal iklimin etkisi altında değilse eğer, kılı kırk yaran, aşırı titiz ve “her şeyi yerli yerine yerleştirmeye” -ve bir daha da oradan hiç çıkartmamaya- kararlı bir akademizm’den malûldür.
Ne ki, bu “akademik doğruculuk”un atladığı bir durum var: Siyasal, toplumsal görüngüler, ideolojiler dinamiktir, kendilerini tekrar etmezler. Bir başka deyişle, faşizmin iki savaş arasında gerçekleşen versiyonunun, bir daha tekrar edebileceği varsayımı, absürd’dür. Ancak bu olgudan kalkınarak bugün olan bitenlerin “faşizm” olmadığını iddia etmek de temelsizdir. Nihayetinde mantıksal düzlemde faşizm tekil bir “olgu” değil, belirli koşulları, nitelikleri, özellikleri ihtiva eden çeşitli olguları kapsayan bir “kategori”dir. Eşzamanlı olarak farklı siyasal coğrafyalarda gerçekleşen faşizm(ler) dahi birbirinden farklı biçimler almıştır: İtalyan faşizmi ile Alman faşizminin farklı olmadığını kim iddia edebilir ki? Ancak bu “farklılıklar”a dayanarak bir siyasal kategorinin alabileceği her “hâl”i ayrı bir adla adlandırma çabası, nominalizm’dir. Genelleme yapma, tarihten ders çıkarma ve siyasal tepki verme olanağını insanın elinden alır.
Günümüzde “popülist aşırı sağ” olarak tanımlanan hareketleri faşizmle ilişkilendirmek için çok nedenimiz var oysa.
Kuşku yok ki ideolojiler (hatta “sosyal saflığı/katışıksızlığı/arılığı savunanlar dahi) saf, katışıksız, arı kendilikler değildir. Kendilerine bitişik hatta muarız ideolojilerle etkileşime girer, onlardan etkilenir, melezlenirler. Bu durum, özellikle faşizm gibi ağır insanlık suçlarından ve ağır bir tarihi yenilgiden malul, lanetlenmiş ideolojiler için geçerlidir. Bu böyledir, çünkü en azından Batı Avrupa’da hiçbir parti, hiçbir grup Holokost’un, milyonlarca Yahudi’nin, Çingene’nin, eşcinselin, komünistin, belleklerde hâlâ taptaze katlinden sorumlu bir hareketin doğrudan devamı olduğu iddiası üzerinden büyümeyi hedefleyemez. Nitekim, 1970’lerin sonlarına doğru boy veren ve Mussolini’nin doğum gününü kutlamak, gövdesine swastika dövmeler yaptırmak, Holokost’u “yarım kalmış bir teşebbüs” olarak tanımlamak, Hitler’i anma toplantıları düzenlemek gibi garip ritüeller uygulayan Neonazi hareketler güdüklüğe ve marjinalliğe mahkum etmişlerdir kendilerini. Ancak bu “manevra”dan hareketle “popülist aşırı sağ” ile “”(neo)faşizm” arasına sınır çekmek, örneğin Fransa’da Jean-Marie Le Pen’in partisi Front National’i (FN= Milli Cephe) “faşist”, buna karşılık partinin Le Pen’in kızı Marine Le Pen’in yönetimindeki hâlini ise “popülist aşırı sağ” olarak nitelemek gibi bir “garabet”e yol açar. Peki, ya Marine’in dedesinin fikir ve uygulamalarına bağlılığını her fırsatta ilan etmekten çekinmeyen yeğeni Marion Maréchal Le Pen partinin başına geçerse? Parti yeniden “faşist” mi olacaktır?
Aslına bakılırsa, bugün “popülist aşırı sağ” denen partilerin, “Neonazi” seleflerinin yanılgılarından ders çıkaran bir pragmatizmin ürünü olduklarını söylemek mümkündür. Bir yandan da içinde yeşerdikleri neoliberal iklimin “muğlaklaştırıcı/anti-doktriner” söyleminin etkisi (“ideolojilerin sonu”?) de yabana atılmamalı.
Her durumda, Macar akademisyen Tamas Dezso Ziegler’in şu itirazlar yerindedir:
“Siyasal partiler şöven, ırkçı, paranoyak, anti-elitist, machist olduğunda, azınlıklara saldırırken duyguları kullandığında, günah keçileri yarattığında, bunun demokrasinin normal işleyişi olduğunu söyleyemeyiz. Benim ülkemde bu tip partiler demokrasiyi tahrip ettiler, seçim otokrasisi, bir yarı-diktatörlük oluşturup denge ve denetim mekanizmalarını ve adil seçimleri ortadan kaldırdılar. Benzer partilerin çoğu derinlemesine anti-demokratik olduklarını maskelemek demokratiklik taklidi yaparlar; iktidarı ele geçirip demokratik çerçeveye saldırma olanağını bulurlarsa neler yapabileceklerini görebiliyoruz. Demokrasiye ve çoğulculuk gibi onu destekleyen temel değerlere ya da her bir insanın kendi meziyetleri ile değerlendirildiği insan türünün birliğine inanmıyorlar. Bu partilerin çoğu tarihsel faşizmin çekirdeğini oluşturan aynı aydınlanma-karşıtı tutum üzerine temellenir.
‘Popülist şaka’yı aşırı tehlikeli kılan tam da budur. Aynı görüngülere her seferinde yeni bir isim verirsek siyasal fikirleri tarihsel öncellerinden kopartmış oluruz. YouTube’da Mussolini ve Hitler’in konuşmalarını dinlemekte fayda var: Başbakan Viktor Orban’ın konuşmalarından ayırt etmek mümkün değildir, örneğin.”[9]
Kuşkusuz kimi “güncellemeler” ve “uyarlamalar” dışında, bugün “popülist aşırı sağ” olarak vaftiz edilen hareketler, 20. yüzyıl faşizmiyle büyük benzerlikler sergilemekte.
Her ikisi de kapitalizmin derinleşen krizinin çocukları, örneğin. 20. yüzyıl faşizmi, 1. Dünya Savaşı’nın Avrupa’da yarattığı yıkımın hemen ardından patlak veren ve kapitalist dünyada birbiri ardısıra gelen iflaslar, kitlesel işsizlik, hızlı ve trajik bir değer yitimi - paranın pula dönüşmesi, derin bir deflasyon… Ve 20. yüzyıl sonunda “insanlığın tek geleceği, alternatifsiz ve ebedi düzen” ilan edilen neoliberal kapitalizmin daha neşv-ü nema bulduğu andan itibaren içine yuvarlandığı küresel kriz sarmalı: kronikleşen işsizlik, soluk alma fırsatı vermeyen iflaslar, geniş toplumsal kesimlerin konumlarını baş döndürücü bir hızla yitirmeleri, bir gecede el değiştiren havsalaya sığmaz servetler…
Ve her iki hâlde konumlarını, ama daha da önemlisi umutlarını yitiren, bir daha eski düzeni tutturamayacaklarına ilişkin kesif bir paniğe kapılan alt ve orta katmanlar… Uluslararası/küresel kapitalizmin kaygan bantlarında devinen ve “hermetik” bilgileri, kumarhane kapitalizminin ince dokularına nüfuz edebilme yetileri sayesinde bir ayda bir tornacının yaşamı boyunca kazanmayı tahayyül edemeyeceği maaşları ceplerine indiren CEO’lar, aldıkları rüşvet ve komisyonlarla ceplerini dolduran yozlaşmış politikacılar, başları her sıkıştığında halkların önüne “acı reçeteyi”, kemer sıkma politikalarını dayayan teknokratlar, yıkılmış, yangın yerine dönmüş topluma omuz silken akademisyenler… karşısında biriktikçe biriken ve kanal bulamayan öfke…
Toplumsal sahneyi daha da vahimleştirmek üzere, “yükselen piyasa ekonomileri”nin dünyanın yağmalanmasından pay taleplerinin yol açtığı rekabet savaşları ve küresel iklim felaketlerinin neden olduğu yerinden edilmeler sonucu “müreffeh” kuzey ülkelerine yönelen kitlesel göçler, neoliberalizmin “sınıf dayanışması”nı berhava ve “kimlik siyasaları”yla ikame ettiği kapitalist dünyada alttakiler için “ekmek ve kültür kavgaları” tehdidini büyütmektedir.
Bu, kitlelerin korkularıyla oynayan, öfkelerini yoksulluk ve yoksunlaşmalarının gerçek nedenlerinden, yani kapitalist sistemden “farklı olanlar”a, azınlıklara yönelten, onların en kaba “asgari müşterekleri”ne, şovenizmlerine, machism’lerine, yerelciliklerine, ırkçılıklarına, dinsel fanatizmlerine hitap eden, eski “görkemli günleri”nin hayalini canlandırmak uğruna onları kışkırtan demagojik söylem ve hareketler için elverişli bir iklimdir.
20. yüzyıl faşizmi ile, 21. yüzyıl “popülist aşırı sağcılığı” arasında bu bakımdan herhangi bir fark yoktur: kimi nüanslar dışında - biyolojik ırkçılığın yerini etno-milliyetçilik ile kültürel ırkçılığın bir karışımının,[10] anti-semitizmin yerini İslamofobinin alması gibi…
İki savaş arası dönemde olduğu gibi, günümüzde de faşizmi sermayeye bağlayan göbek bağları son derece güçlüdür: “Pasta”daki payını büyütebilmek, “küresel plütokrasi”nin sofrasında kendilerine yer açabilmek için “milliyetçilik” silahına sarılan yeniyetme kapitalistler: Dünün İngiltere, Fransa, Hollanda gibi denizaşırı imparatorluklar ve boyveren ABD emperyalizmine karşı “Ben de varım!” diye haykıran Alman ve İtalyan kapitalizmleri örneğin… Günümüzde bunların yerini neoliberal küreselleşmenin rüzgârıyla yelkenlerini şişirme yarışındaki “yükselen piyasalar” almıştır: Asya Kaplanları, BRICS ülkeleri, eski sosyalist blok üyeleri, Osmanlı geçmişini hatırlayan Türkiye, neoliberalizme İslamcı yönetimler eliyle geçiş yapan Ortadoğu coğrafyası… Faşizme elverişli dölyatağını oluşturmaktadır.
Ve faşizmin iktidarı döneminde bastırılan işçi hareketi, dondurulan ücretler ve toplama kampı emeği sayesinde üretim maliyetlerini dramatik biçimde düşüren, kârlarını katlayan, “özelleştirme” adı altında kamu mallarını yağmalayan şirketler…[11] Günümüzde “popülist aşırı sağ” iktidara gelmeden kapitalizmin neden olduğu düş kırıklığı ve öfkeyi göçmenlere, mültecilere, Müslümanlara, etnik ve dinsel azınlıklara yönelterek kapitalizme farklı bir kanaldan hizmet sunarak ellerini rahatlatıyor çokulusluların.
Ve tüm bunlar, 20. yüzyıl ortalarının tekelci, 21. yüzyılın ÇUŞ kapitalizminin medyayı paranın hükümranlığına tabi kılarak “kamuoyu biçimlendirme” işlevini hemen tümüyle tekeline alıp demokrasiyi acı bir istihzaya dönüştürdüğü bir ortamda gerçekleniyor. Günümüzün sıradan insanı, tıpkı Wilhelm Reich’ın seslendiği “küçük adam” gibi, yaşam üzerinde en küçük bir değişim yaratma yetisinden yoksundur, edilgin ve yabancılaşmıştır, çıkışsız ve umutsuzdur ve kaygılarla doludur.
Faşizm(ler), iki savaş arasında olduğu gibi günümüzde de “bu” insana seslenirler. Ona hayatın bu denli bozulmadığı, kendisinin “bir şey” olduğu, ağırlığa sahip olduğu, sözünün geçtiği, bir kolektiviteye ait olduğu eski günleri, o “altın çağ”ı anımsatır, o günlere dönüş vaadinde bulunurlar. Uluslarının dünyaya hakim olduğu, dünyanın uluslarına saygı gösterdiği emperyal geçmiş… Ya da herkesin işinde-gücünde olduğu, karnını doyurduğu, herkesin haddini bildiği, göçmen istilası altında olmayan, küçüklerin büyüklere saygı gösterdiği, ahlakın sükuta uğramadığı, kadınların kocalarına itaat ettiği o nostaljik hâl…
Faşizm(ler), iki savaş arasında olduğu gibi günümüzde de anti-elitist ve anti-entelektüeldirler: siyasetçiler, teknokratlar, akademisyenler, entelektüeller, kamuoyu oluşturucuları, halklarına yabancıdır, kozmopolittir, “büyük güçler”in (Siyonizm? ABD imparatorluğu? Bilderberg? AB plütokrasisi? Soros? Uluslararası komünizm?) hizmetindedirler… Ve halkları “öz”lerinden kopartarak yabancılaştırmak, “dış” güçlerin hizmetine vermek için uğraşmaktadırlar.
Faşizm(ler), iki savaş arasında olduğu gibi günümüzde de antikomünisttirler. Komünizm günümüzde iki savaş arasında arz ettiği tehlikeyi (Sovyetler Birliği’nin varlığı ve ulusal işçi sınıfları için bir çekim merkezi oluşturması, güçlü komünist partiler, örgütlü ve mücadeleci sendikalar…) arz etmese de, sisteme yönelik sola eğilimli “taban” muhalefeti, küreselleşme karşıtı kalkışmalar, sol ideolojilerin etnik azınlıkları, göçmenleri etkileme riski… antikomünizmin günümüz faşizmlerinin gündeminde kalmasında etken olmaktadır.
Faşizm(ler), iki savaş arasında olduğu gibi günümüzde de “farklı” olana karşı derin bir kuşku, düşmanlık ve nefret duyguları üzerinden inşa etmektedir kendilerini. “Ulus-halk”ın varsayılan saflığına yönelen her türlü bozucu etki, bütün “ötekiler”, engelliler, siyahlar, Yahudiler, yabancılar, Latin Amerikalılar, Kürtler, eşcinseller, bekâr anneler, Çingeneler, yerliler, göçmenler, Müslümanlar, Suriyeliler… tehdit unsurlarıdır. En düşük ücretlerle çalışmaya razı olarak ücretleri düşürürler, hak etmedikleri sosyal yardımlardan yararlanarak “biz”lerin sırtından geçinir, farklı kültürleriyle uygarlığımızı tehdit eder, kadınlarımıza sarkıntılık ederek rahatsızlığa neden olur, terörist eylemlere yataklık ederek huzurumuzu bozar, finans oyunları ya da medya üzerindeki hâkimiyetleriyle bizleri kontrol altına alır, suçu yaygınlaştırarak toplumsal dokumuzu bozarlar…
Faşizm(ler), iki savaş arasında olduğu gibi günümüzde de genellikle bir “ulus”a bitişik olarak tahayyül edilen “halk”ı bu son derece basit ve “ilk(s)el” söylemlere ikna etmek için “akla” (rasyonel düşünce) değil, duygulara, dahası irrasyonel duygulara ihtiyacı vardır. Bu nedenle günümüz faşizm(ler)i en az iki savaş arası dönemdeki öncelleri kadar Aydınlanma karşıtıdır.
“İkna”nın bir yönü irrasyonel duygu diline (kabilecilik, gelenekçilik, din, milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, erkek egemenliği…) başvurmaksa eğer, bir başka yönü de şiddettir: sokak ve (mümkün olabildiği ölçüde) kurumsal şiddet. Şiddet “öteki”ne yöneldiği ölçüde “biz”i konsolide eder, birliğimizi sağlar. Ama aynı zamanda “disipline edici” bir yönü vardır; sıradan insanı sindirir, “sürüye uyum”u destekler, “güçlü”nün etrafında bütünleşmeyi sağlar.
Bu bahsi kapatmadan, son bir nokta: toplumsal-siyasal görüngüleri tamamlanmış kendilikler olarak ele almak, yanılgıdır. Onlar, hem kendi dinamiklerine, hem de konjonktüre bağlı olarak değişime tabi süreçlerdir. Bir örnek olarak, bugün Türkiye’de “popülist aşırı sağ”a örnek gösterilen AKP’yi ele alalım: AKP, siyasal kariyerine yenilikçi, özgürlükçü, anti-statükocu, AB yandaşı, “muhafazakâr-demokrat” bir parti olarak başladı. TSK’yı denetim altına alarak bağımsız bir siyasal aktör olmaktan çıkardı. Ardından “Türkiye’nin kronikleşmiş sorunlarını çözme” adına Kürtlerle masaya oturdu. Bu süre içerisinde içeride ve dışarıda liberallerin coşkulu desteğini aldı. “Barış masası” devrilince “Ergenekon” adını verdiği devletçi-milliyetçi refleksle yakınlaştı. “Hendek” olayı gerekçesiyle Kürtler üzerine adeta bir sefer düzenlendi; Kürt coğrafyası bir kez daha tahrip edildi. Ardından Fethullah Gülen’in sakıt darbe girişimini fırsat bilerek otoriterlikten totaliterliğe yol alan rejimini inşa etmeye girişti. 2017’de referanduma sunulan “Başkanlık sistemi” ile birlikte, AKP fiilen bir “Tek Adam Rejimi”ne geçiş yaptı. Gidişatın nereye varacağını ise, hiç kuşku yok ki iç ve dış dinamikler belirleyecek. Ne ki, “AB’ci, reformist, demokrat” bir parti söylemleriyle işe başlayan AKP’nin paramiliterlere dayalı bir faşizme evrilmeyeceğinin bir garantisi yok.
Bu süreç, AKP’nin, ya da en azından onun “Reis”inin başından beri malum “niyetler”i olmadığı, partinin salt koşullara pragmatik tepkiler veren bir esneklik sergilediği anlamına da gelmiyor. “Demokrasi karşıtlığı” bir yerde başlar, nerede biteceği belli olmaz. Daha doğrusu, “popülist aşırı sağ” denilen öykülerin nerede biteceğini, başta toplumların faşizme direnme güçleri olmak üzere, pek çok dinamik belirler… 21. yüzyılda bir veba salgını gibi ülkeden ülkeye bulaşan bu yeni faşizmlerin kemale mi ereceğini, yoksa yarım kalmış teşebbüsler olarak mı kalacağını yaşayıp görecek ve umuyorum ki mücadele edip engelleyeceğiz…
16 Nisan 2019 10:55:28, İstanbul.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No: 214, Mayıs 2019…
[1] Rollo May, Kendini Arayan İnsan, Çev: Kerem Işık, Okuyan Us Yay., 2013, s.94.
[2] Tomas Noclar, Jan Philipp Thomeczek, “Far right politics in Germany: From fascism to populism?”, Europp, Ocak 2018, http://blogs.lse.ac.uk/europpblog/2018/01/24/far-right-politics-in-ger...
[3] Kevin Harrison ve Tony Boyd, “Fascism”, Understanding political ideas and movements, 2018, ss.263-64.
[4] “Popülizmin üç söylemi birleştiren seyreltilmiş bir ideoloji olduğunu öne sürüyorum: 1) (Zorunlu olarak etnik ya da ahlaksal açıdan saf olmasa da) sıradan halkın eşsiz savunusu; 2) Yolsuzluğa belenmiş ve kendi çıkarlarını gözeten, halkı meşru sesinden yoksu bırakan elitlere düşmanlık (ne ki elitler arasında ayırım gözetilebilir); 3) Halkın iradesinin başat olmasına (örneğin referandumlar aracılığıyla) olanak sağlayan bir toplumsal ve siyasal sistem inşa etme hedefi.” (Roger Eatwell, “Populism and Fascism”, Oxford Handbook of Populism, Taggart,Rovira Kaltwasser ve Ochoa Espejo (der.), 2017.
[5] Takis S.Pappas, “Populist Democracies: Post-Authoritarian Greece and Post-Communist Hungary”, Government and Opposition, c. 49, sayı 1, ss.1-23,
[6] Jens Rydgren, “Is extreme right-wing populism contagious? Explaining the emergence of a new party family”, European Journal of Political Research, c. 44, sayı 3, Mayıs 2005.
[7] Jacob Aasland Ravndal, “Right-wing terrorism and violence in Western Europe: Introducing the RTV dataset”, Perspectives in Terrorism, c. 10, sayı 3, 2016.
[8] Sheri Berman, “Populism is not fascism, but it could be a harbinger,” OMMENTN, Kasım-Aralık 2016, https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2016-10-17/populism-not-fascism
[9] Tamas Dezso Ziegler, “The Populist Hoax – Getting The Far Right and Post-Fascism Wrong”, Social Europe, 8 Şubat 2019, https://www.socialeurope.eu/the-populist-hoax-getting-the-far-right-and-post-fascism-wrong
[10] “…Çağdaş savaş-sonrası aşırı sağın durumu biraz daha farklıdır. Bu partiler, Jean Rydgren’in de dediği gibi, aşırı sağın biyolojik ırkçılık, anti-Semitizm ve anti-demokrasiden oluşan eski ideolojik çerçevesinin etkisizliğinin farkındadırlar. Bu, II. Dünya Savaşı sonrasında Nazizm ya da faşizmle ilişkili her şeyin gayrı-meşru ilan edilmesi, damgalanması ve marjinalleştirilmesinin bir sonucuydu. Bu yeni tip radikal sağcı parti antidemokratik duygudan ya hiç pay almamış, ya da kurulu düzenin popülist eleştirisi adına ondan vazgeçmiştir. Biyolojik ırkçılık yerine artık etnomilliyetçi yabancı düşmanlığı ile etno-çoğulculuk kavramı üzerine temellenen kültürel ırkçılığı eklemlemektedirler. Burada vurgu ‘ırklar’ın hiyerarşik ilişkisi yerine, farklı kültürlerin ‘yetersizliği’ üzerine yapılmaktadır.” (Tomas Noclar, Jan Philipp Thomeczek, “Far right politics in Germany: From fascism to populism?”, Europp, Ocak 2018, http://blogs.lse.ac.uk/europpblog/2018/01/24/far-right-politics-in-ger...)
[11] Bkz. Corey Robin, “Capitalism and Nazism”, Jacobin, 23.04.2014, https://www.jacobinmag.com/2014/04/capitalism-and-nazism/
Yorum Ekle