“Olayları oldukları biçimde ele almalıyız; yani devrimci duyguları, değişen koşullara uygun olarak kullanmalıyız.” [2] ...
“Olayları oldukları biçimde
ele almalıyız;
yani devrimci duyguları,
değişen koşullara
uygun olarak kullanmalıyız.”[2]
Devrimler altüst oluş momentleridir. Altüst eder ve dönüştürürler.
Yalnızca bünyesinde gerçekleştikleri toplumsal/ sınıfsal bağlamı, ya da üretim ilişkilerini, iktidar yapılarını vb. değil. “Eski” toplumda hüküm süren tüm değerleri, tüm hiyerarşileri de. En alttakilere soluk alabilecekleri yeni menfezler açar, onları yukarı-öne doğru çeker, bastırılmışlara güç, susturulmuşlara ses katar.
Üstelik “en alttakiler”, zorunlu olarak devrimin birincil özneleri değildir. Örneğin feodal soylulara karşı ayaklanan kentli orta sınıflar, toprak ağalarına karşı ayaklanan köylüler, burjuvalara karşı ayaklanan işçiler, efendilere karşı ayaklanan köleler gibi… Devrimler, sömürülen sınıfların yanı sıra, tüm ezilenlere bir özgürlük alanı açar: dinsel-etnik-cinsel azınlıklar, kadınlar…
Elbette, devrimler, nihayetinde sınıflar arasında gerçekleşir. Sınıfları karşı karşıya getirir. Ve alt sınıflara, yönetilenlere, alan açar. Hatta onları, ya da içlerinden bir kesimi iktidara da getirir. Mevcut iktisadî ilişkileri dönüştürür, üretim tarzı ve ilişkilerinde köklü değişimlere yol açarlar.
Ama devrimler salt ekonomi-politik, ya da salt siyasal hadiseler değildir. Toplumsal-kültürel yaşamın derinliklerine nüfuz ederek tüm toplumsal dokuyu da başkalaştırırlar. Alışılagelmiş, geleneksel olan, saygıdeğer sayılan ne varsa bir anda tarihin çöplüğünde buluverir kendini. Hiyerarşiler tepetaklak, deyim yerindeyse “ayaklar, baş olur.” Tüm bir yaşam biçimi dönüşür, başkalaşır…
Ve bu dönüşüm önce ekonomi politikte değil, hayatın ince dokularında hissettirir kendini çoğunlukla. İnsanlar politize olur, otorite daha çok sorgulanır hâle gelir, itaatsizliğin çeşitli biçimleri açığa çıkar, çocuklar ebeveynlerine, işçiler patronlarına, sivil halk polise, askerler komutanlarına, azınlık mensupları düzenin muhafızlarına, kadınlar babalarına, kocalarına daha çok itiraz ederler. Etiketler geçersizleşir… “Yeni Hayat”ın emareleri çıkmıştır ortaya; yasaklar, baskılar çoğaldıkça etkinliklerini yitirir…
“Kadınlar” dedim… Binlerce yılın ezilmişliğiyle büyük değişimi mafsallarında ilk hissedenler onlardır. Devrim, onları alışageldiklerini, sorgusuzca kabullendiklerini, boyun eğdiklerini sorgulamaya yöneltir. Nasıl yaşamaları, nasıl düşünmeleri, nasıl davranmaları, nasıl giyinmelerini belleten gelenekler, örfler, adetler apansız birer karikatüre dönüşür. Ve daha ufukta görünmeyen devrimin çağrısı, sızlayan dizleri üzerinde doğrulmaya, arkalardan ön saflara doğru atılmaya zorlar onları.
1917 Sovyet devrimi, buna çok iyi bir örnek. Alexandra Kollontai, Inessa Armand, Nadezda Krupskaia, Rosalia Zemlyachka… Devrimin ön saflara ittiği, ateşle, kanla sınanmış kadınlar. Adları belleklerimizde, suretleri 8 Mart’larda taşıdığımız pankartlarda.
Ama öncelleri de var. Adları pek duyulmamış. Yalnızca Rusya’yı değil, tüm yeryüzünü dönüştürecek olan 1917 Ekim’ini onlarca yıl önce kemiklerinde hissederek o büyük çağrıya ayak uyduran…
Vera Figner onlardan biri. Taşralı bir aristokrat ailenin kızı. 19. yüzyılın ikinci yarısında, tipik Rus taşralı aristokrat bir aile kızını nasıl yetiştiriyorsa öyle yetiştirilmiş: otoriter, sert bir baba, suskun, silik, ürkek bir anne ve kardeşleri Rus köylülüğünün dünyasına erginleyen sevecen, ilgili, sevimli bir dadı gölgesinde geçen gamsız kırsal çocukluk yılları… Mutlaka en düzgün giysilerle katılınan ritüalistik aile sofraları ile dağlarda, bayırlarda, ağaç tepelerinde, dere yataklarında arasında salınan bir ilk gençlik.
Aykırılık, önceleri yoğun bir okuma arzusuyla açığa vuracaktır. Dönem Rusyası, özellikle de kırsal Rusya’da kadınlar için pek alışılmadık bir istek. Ancak olanaksız da değil: Soylu genç kızlara mahsus, manastırvari birkaç enstitü, bu “moda”nın çekiciliğine kapılan genç kızların ve “açık fikirli” ailelerinin taleplerini karşılamak için faaliyete geçmiş bile. Ne de olsa “çağa ayak uydurmak gerek”…
Peki enstitüden sonra? Normali, aynı sınıfsal kökenden, kendini Çarlığın hizmetine adamış, geleceği parlak genç bir subay, doktor, müfettiş vb. ile evlendirilip yaşamın geri kalanını zaman zaman St. Petersburg’daki davetlerde boy gösteren bir taşra “hanımefendisi” olarak geçirmek.
Vera buna yanaşmadı… Ne olduğunu, nasıl olacağını tam olarak kestiremediği bir geleceğin tutkusu kavuruyordu yüreğini. Okumak ve sınıfının kendine sağladığı avantajları yoksul, ezilmiş, halkına faydalı bir insan olmak için kullanmak… Oysa Rusya’da yükseköğrenim kapıları, sağlıkçı, mühendis, öğretmen olarak halkına hizmet tutkusuyla tutuşan bu genç kadınlar kuşağına kapalıydı. Çarnaçar, Avrupa’nın, amfilerini, laboratuvarlarını kadın öğrencilere açan tek üniversitesine ev sahipliği yapan Zürih’te alacaktı soluğu: yürekleri Rus Aydınlanması ve bilim tutkusuyla tutuşmuş, yüzü aşkın genç Rus kadın gibi…
Zürih, Vera ve çok sayıda genç Rus kadın öğrencinin halka hizmet tutkusuyla tutuşan genç idealistler olarak girip birer radikal devrimci olarak çıktıkları koza oldu. Orada deneyimledikleri özgürlükler ülkelerindeki otokratik Çarlık rejiminin baskıcı atmosferinden o kadar farklıydı ki… Dönüşmüşlerdi. Narodnizm’in fikir babaları Çernişevski, Plekhanov, Nekrasov gibi yazarların kitapları elden ele dolaşıyor, genç devrimciler, Nekrasov’un Saşa’sını, Çernişevski’nin Kirsanov’unu, Vera’sını idealleştirerek hayatlarını devletin ya da ailelerinin istekleri üzere değil de, kendi seçtikleri yüce idealler doğrultusunda biçimlendirme kararlılığını pekiştiriyorlardı. Kısmen Aydınlanma’dan, kısmen serflikten yeni kurtulan Rus köylülüğünün yaşadığı derin sefaletin etkilerinden, kısmen de Kutsal Kitap’daki özgecilik ve feda kıssalarından beslenen yüce idealler…
Çarlık rejiminin bu idealizmi kendine yönelik bir “tehdit” olarak algılaması, bu yeni ve sınıfından kopmuş genç intelligentsia’nın hızla politize olmasına yol açacaktı. Kadınlı-erkekli… Çarlık yönetiminin, 1873’de Zürih Üniversitesi’nden alınan diplomaları geçersiz sayacağını ilan ederek kadın öğrencileri geri çağırması, genç zihinlerde, otokrasi koşullarında halka doktor-hemşire-öğretmen olarak hizmet etmektense, halkı sosyalizme açılan bir rejim değişikliğine ikna için çalışmanın daha verimli olacağı düşüncesini kökleştirdi… Yüzlerce, binlerce genç aydını birer devrimci propagandist olarak köylere, ücra köşelere, yoksul mahallelere yönelten Halka Doğru hareketi başlamıştı. Ve kadınlar bu hareketin yüreğindeydi: çoğunlukla erkek yoldaşlarıyla yaptıkları anlaşmalı evliliklerle aile baskısından kurtulan genç ve eğitimli kadınlar, sağlık memuru, öğretmen, ebe olarak gittikleri köylerde sıkı bir propaganda ve örgütlenme çalışmasına koyuluyorlardı. 1872-82 yıllarına ait polis kayıtları, tespit edilebilen 1611 devrimci propagandistin yüzde 15’ini kadınların oluşturduğunu, faaliyetteki 22 propaganda merkezinden beşinin kadınların yönetiminde olduğunu gösteriyordu. Çar II. Alexander’in Adalet Bakanı Kont Pahlen, 1874’de Çar’a sunduğu raporda devrimci propagandanın başarısını kadınların mevcudiyetine bağlıyordu.[3]
Baskılar, kovuşturmalar, hapisler, sürgünler onları yıldırmıyor, aksine radikalleştiriyor, tek seçenek olarak devrimci şiddete yöneltiyordu.
Çekirdeğini kadınların oluşturduğu Narodnaia Volya (Halkın İradesi) böyle şekillendi: Vera Figner, Anna Korba, Olga Liubatovich, Sophia Perovskaya, Gesia Gelfman, Anna Yakimova, Tatiana Lebedeva: İşçi-köylüler arasında sosyalizm propagandası stratejisini benimseyen ve Rusya topraklarının köylülere dağıtılmasını savunan Bakunin’ci Toprak ve Özgürlük Hareketinden ayrılarak Rusya halklarında devrimci bir dönüşümün ancak Çarlık rejimine yönelik radikal devrimci şiddet eylemleriyle mümkün olabileceğini savunan örgütün kurucu kadrosunda yer alan kadınlardı. Narodnaya Volya’nın 18 kişilik yürütme kurulunun 10’u kadınlardı ve rol modelleri, 1877’de Saint Petersburg valisi General Trepov’u kurşunlayan Toprak ve Özgürlük üyesi Vera Zasulich’di…
Ancak 1881’de (birkaç başarısız denemenin ardından) gerçekleştirdikleri, radikallikte Zasulich’in suikast girişimini fersah fersah geride bırakan bir eylem olacaktı: Çar II. Alexander’ın bedeni, Narodnaya Volya üyelerinin bombalarıyla parça parça oldu… Suikastı izleyen apansız ve acımasız devlet terörü, devrimci Rus kadınlarına ilk idamları yaşatacaktı; Çarlık güvenlik göçlerinin tereddütsüz misillemesinde meydanlarda idam edilen dört Narodnik’ten ikisi kadındı: Sofia Perevskaya ile Gesia Gelfman.
* * *
Denilebilir ki “Kadınların Özgürlüğü” fikri, Rusya’ya -Çariçe Katerina ve ardından da onun kurucusu olduğu Smolnyi Enstitüsü’nün yönetimini devralan gelini İmparatoriçe Maria’nın kız çocukların eğitimi konusundaki girişimlerini saymazsak- 19. yüzyılın ikinci yarısında Narodniklerle birlikte giriş yaptı. Bu bağlamda Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı’sının genç devrimciler üzerindeki devasa etkisi es geçilmemeli…
Ne ki, “Kadınların Özgürlüğü” söylemi, erkeklerin politik özneler sayıldığı, buna karşılık kadınların her türlü siyasal haktan yoksun olduğu Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi özgül (siyasal ya da toplumsal) hak talepleri, dolayısıyla da özgül bir kadın mücadelesi (feminizm) biçimini almayacaktı. 19. yüzyılın ikinci yarısı Rusyası’nda “Kadın özgürlüğü”, tüm yurttaşların Çarlık otokrasisinden özgürleşme talebinin bir bileşeniydi ve “Kurtuluş” kadınların siyasal-toplumsal haklarını kazanması değil, ezilen-emekçi sınıfların genel özgürleşmesi bağlamında kavranılmaktaydı. Kendileri gibi idealist genç Narodnik erkeklerle düzmece evlilikler gerçekleştirerek aile baskısından kurtulan Narodnik kadınlar, her türlü bireysel haz ve lüksten vaz geçerek kendilerini kavganın yüreğine atıyorlar, bu uğurda en ağır bedelleri ödemekten kaçınmıyorlardı. Söz ve eylemin tutarlılığı ethos’unda birleşen genç kadın ve erkekler gülerek koşuyordu Çarlık polisinin en ağır işkencelerine, dayanılması zor zindanlara, Sibirya sürgünlerine, hatta ölüme. Bu özgürlüğün bedeli, kayıtsız ve koşulsuz bir özgecilikti; (hak) kazanımlar(ı) değil…
* * *
Ütopyacı ve köylücü Narodnik miras, bir kuşak sonrasında, 1917 devrimini gerçekleştiren Bolşevikler tarafından kıyasıya -ve haklı gerekçelerle- eleştirilecektir. Ancak Narodnik kadınların kendilerini izleyen devrimci kuşaklara bıraktığı tutarlılık, sahicilik ve gözükaralık ethosu Bolşevik kadınlar için paha biçilmez bir bağlam oluşturmuştur.
Evet, Devrim, gölgesi henüz tarih sahnesine düşmemişken, kendini genç, duyarlı kadınların iliklerinde, kemiklerinde hissettirerek onları dönüştürdü. Okuyacağınız, böylesi bir dönüşüm öyküsü. Avare ve kendinden hoşnut taşra bir taşra aristokrasisinin, “süslü, ama içi boş” bebeği Vera Figner’in Rus Çarı’nı katleden gözükara bir eylemciye dönüşmesinin öyküsü…
Ama tarihe mal olmuş bir kişinin olup-bitmiş öyküsünden ibaret değil. İçinde dünyayı daha yaşanılası, daha özgür, daha eşitlikçi bir yere dönüştürmeye kararlı kadın ve erkekler, ve yaşamlarına ataerkinin kendilerini yazgılı kıldığı kafesten çok daha fazlasını layık gören kadınlar için önemli ipuçları içeriyor.
Nihayetinde rotamızı çizerken hem bizden öncekilerden, hem de birbirimizden öğrenecek çok şey var, öyle değil mi?
28 Eylül 2018 17:28:12, Dragos.
N O T L A R
[1] Lynne Ann Hartnett’e ait ‘Vera Figner-Bir Muhalifin Hayatı’ (Çev. Ertuğrul Uzun, Eskişehir: Verba, 2019) başlıklı eserde “Türkçe Baskıya Önsöz” üst başlığıyla yayımlandı… Kaldıraç, No:219, Ekim 2019…
[2] Karl Marx.
[3] Alena Heitlinger, Women and Social Change in Socialist Societies, with Special Reference to the Soviet Union and Czechoslavakia, Leicester Üniversitesi, Doktora Tezi, 1977, s.80.
Yorum Ekle