SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER “Sende bir şey var. Bana derin derin nefes aldıran bir şey.” [2] Sevdiklerinize, yoldaşla...
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“Sende bir şey var.
Bana derin derin
nefes aldıran bir şey.”[2]
Sevdiklerinize, yoldaşlarınıza dair yazmak, her şeyden zordur. Her satırda, “Abarttık mı?” Ya da “Eksik mi kaldı?” ikileminin burgusuna sıkışıp kalırsınız…
Onlara dair kaleme alacaklarımız; elbette tarafsız olamaz; inkâra hacet yok: Taraflıdır elbette!
Çünkü biz de “Yeni(lmeyen) Kapı”lılardanız; Onlarla aynı cephede saf bağlamaktan onur duyarak; dünyaya, geleceğine umutla, gurururla bakanlardanız…
Evet, evet içten munisliğiyle Serkan’ın; gelin(’imiz) Rezzan’ın; çoşku dolu sıcak gülüşüyle Mehmet’in; dünya güzeli Medine’nin; damat(’mız) Özgün’ün; fanatik BJK’lı dev Yunus’un; saçı dökülen oğlumuz Orcun’un; yakışıklı Ensar’ın; saçsız hewalimiz Uğur’un; filinta endam Pınar’ın; gür sakallı Abdülhâkim’in; gözaltılarıyla müsemma Sıla’nın; emekçilerin en emekçisi Çağdaş’ın; nazlıların en alımlısı cesuryürek Nazlı’nın ve Onu doğuran Fazilet kardeşimizin yoldaşlarıyız biz.
Onların yoğun kıvamında olmasa da; yaşadıkları serüvenin tanığı ve biraz da tarafıyız.
O hâlde, havada kuş, toprakta karınca, suda balık kadar çok olmayan; zor günlerin, zorlu insanları Onlara dair yazmaya başlayabiliriz.
ONLARA DAİR
Horatius gibi, “Mea virtute me involvo/ Ben kendi erdemimle giyinirim,” diye haykıran Onlar, “Homo faber/ Yaratıcı insan”lardır.
Umutsuzluktan umut, karanlıktan aydınlık, sessizlikten itirazın/ isyanın çığlığını üretirler; “İşim gücüm budur benim,/ Gökyüzünü boyarım her sabah,/ Hepiniz uykudayken./ Uyanır bakarsınız ki mavi./ Deniz yırtılır kimi zaman,/ Bilmezsiniz kim diker;/ Ben dikerim,” haykırışıyla Orhan Veli’nin…
Onlar bunu, “Tempus edax Rerum/ Zaman her şeyi kemirir” vazgeçişi, kaçışı dört yanı kuşatmışken yapmışlar ve yapmaktadırlar da!
Kolay mı?
Kapitalizmin yabancılaştıran vahşetiyle malûl yerküresinde; insanlar arasındaki toplumsal ilişki metalar arasında ilişki olarak belirip; insan insanla ilişkisi, meta-meta ilişkisine dönüşürken; her şey “şeyleşmekte”…
Yani insanın toplumsal faaliyetleri, nesnelerin (malların) faaliyeti biçimini almış ve insanlar nesneyi kullanacağına nesneler onları kullanırken;[3] bu hâl ve gidişata “Hayır” diyenlerdir “Yeni(lmeyen) Kapı”lılar…
“11. Tez”e göz kırpan devrimci praksisleriyle hepimize; Lev Tolstoy’un, “İnsanın gerçek gücü sıçrayışta değil, sarsılmaz duruştadır”; Yaşar Kemal’in, “İnsan umutsuzluktan umut yaratandır”; Paule du Bouchet’nin, “Korkmamak için, sadece tek bir çözüm var: Kendinin dışına çıkmak. Küçük uğraşlarının dışına,”[4] uyarılarını anımsatmışlardır…
Artık “Yeni(lmeyen) Kapı”lılar yani Onlar, Onlar olmaktan çıkıp insan(lık)ı değersizleştiren metalar dünyasına karşı, insana değer katan itiraza, isyana tahvil olmuşlardır.
Kapitalist yabancılaşma en başta insanın kendinden ayrılması, kendini yadırgaması demektir; yabancılaş(tırıl)an insan, kendini olumlamak yerine kendini yadsıyandır.
Kapitalist yabancılaşmış toplum da, güdüleme aracılığıyla nesnelere yönelik tüketici arzuyu körüklerken, “meta-eşya insan(sızlık)”ı yaratır.
Söz konusu “meta-eşya insan”ın yaşamı, kendine ait değildir. Yani yabancılaş(tırıl)mış insan kendini, kendi dışındaki otoriteye teslim edendir; köledir, sürüdür…
Bu “ilişki”de her şey metadır/ paradır; burjuva toplumunda parasız bir insan, insan sayılmaz; onu insan “mış gibi” gösteren, kendi öznitelikleri, kendi benliği değil, sahip olduğu servettir. Onunla en iyi yetenekleri, en güzel şeyleri satın alabilir. İnsanlığın yabancılaşmış erki olan para, insanın tüm yeteneksizliklerinin üzerini, yetenekleri satın alarak örter. İnsanın bireyselliğini gerçekleştirmesini engeller.
Çünkü “Para, bireyselliklerin genel bozulmasıdır, onları kendi karşıtlarına dönüştürür ve kendi nitelikleriyle çelişen nitelikler kazandırır onlara... Sadakati sadakatsizlik, sevgiyi nefret, nefreti sevgi, erdemi kusur, kusuru erdem, uşağı efendi, efendiyi uşak, aptallığı akıllılık, akıllılığı aptallık durumuna dönüştürür.”[5]
Böylelikle de yabancılaş(tırıl)mış insan(lık), sevgiyi sevgiyle, dostluğu dostlukla, sanatı sanatla, insanı insanla ilişkilendirmek yerine, hepsini parayla değiştirir.
İnsandan insana olması gereken ilişki, insandan bir araca (paraya) ve bu araçtan insana yönelir. İnsanlar arasına “insanı bozucu araç” olarak giren para, insanları böler, zengin-fakir ayrımı yaratır.
Sahneyi sokağa, sokağı sahneye taşıyan estetik/ etik düşünce ve davranışlarıyla Onlar, tam da buna itiraz/ isyan ederler; Bertolt Brecht’in dizelerindeki üzere:
“Bir sonuca gitmeyen bilgiyi,
Bilmek mi sanıyorsunuz?
Bu dünyayı gerçekten değiştirmiyorsa!
Dünya buna muhtaç.
Korkusuz ayrılırken bu dünyadan hızla;
Bir diyeceğim var:
Dünyadan yalnız iyi bir insan olarak
Ayrılmayın, yetmez...
Ardınızda iyi bir dünya bırakmaya bakın!”[6]
“YENİ(LMEYEN) KAPI”NIN MENŞEĞİ
Kolay mı? Onlar, “11. Tez”ci “Yeni(lmeyen) Kapı”lı devrimci sanatçılardır.
Hayır Onlar için sanatın “tarifi”; ne “Sanat dünyası ile siyaset dünyası arasındaki ilişki bir başka çetrefil konudur… Sanatçı siyaset konusunda düşüncelerini açıklarken, kendi alanı dışında bir konuda kafa yoruyor demektir…”[7]
Ne de “Sanat ideolojik olduğunda bakana ne göreceğini dikte eder. İdeolojik olmadığında ise, sadece ne yöne bakılacağını işaret eder… Sanatın politik ya da apolitik bir yönü olamaz. Çünkü sanat yönlendirmeye değil, görmeye, anlamaya, kavramaya, farkına varmaya dairdir. O farkındalıkla neyi, nasıl yapacağı kişinin kendi bileceği bir iştir. Sanatçının, insanların inançlarıyla, tutumlarıyla, eylemleriyle ilgili kanaatlerini yönlendirmek gibi bir misyonu olduğunda, o artık sanat değil, politika yapıyordur. Yönlendiren sanat propagandaya dönüşür ve geriye sanat değil, süslü bir politika kalır,”[8] biçimindeki a-politiklikten, “tarafsızlık”tan (ne demekse?!) malûl değildir!
Onlar taraflıdır; bunu saklamazlar; bundan gocunmazlar ve nihayet Nazlı örneğindeki gibi diyetini de (gözlerini kırpmadan!) öderler.
Çünkü Onlar, “Dünya mükemmel olmadığı için sanat vardır,” diyen Andrey Tarkovski’ye kulak verip; Anna Seghers’in, “Sanatın gücünü bildiğimiz içindir ki, sorumluluğumuz büyük” uyarısının altını ısrarla çizerler…
“Sanat” mı dediniz?
“11. Tez”ci “Yeni(lmeyen) Kapı”lılar için Konrad Wolf’un çarpıcı tanımındaki üzere, “Sanat silahtır!”
Yani Gilles Deleuze’un, “Sanat direnmektir”...
André Malraux’nun “Sanat ölüme direnen bir yaratıcılıktır”…
Vladimir Mayakovski’nin, “Sanat dünyayı yansıtan bir ayna değildir, dünyayı biçimlendireceğiniz bir çekiçtir”…
Johann Wolfgang von Goethe’nin, “İnsan dünyayla en sağlam bağı sanat aracılığıyla kurar”…
V. İ. Lenin’in, “Gerçek sanat, insan için ve insan adına yaratılır; gerçek sanat insanı geliştirmeli, daha bilge yapmalı, onu arındırmalı, ona neşe ve umut vermelidir. Sanat, doğası gereği hümanisttir, değilse zaten sanat değildir”…
Woody Allen’in, “Sanatta her şeyin kusursuz olmasını istersiniz; çünkü hayatta böyle değildir”…
Friedrich Nietzsche’nin, “Hakikât yüzünden ölmeyelim diye var sanat”… nitelemelerine dile getirdiği gibi sanatın çığlığı, hayatın temel gerçekliğini ifade eder (ya da “hiç”tir)!
Hatırlayın Walter Benjamin, “Gerçek hayatta kayıtsız kaldığımız şeyleri sahnede görmek büyüler bizi,” derken; sanattan yaşanmışlığa yakından bakabilmeyi, duyumsamayı, onu sanat yapıtına dönüştürmeyi talep eder bizden.
Ahmet Telli’nin ifadesindeki üzere; “Edvard Munch’un ‘Çığlık’ adlı tablosunda bir figür vardır, bilirsiniz. Figür oradadır ama, sesi yoktur. Öyleyken, biz çığlığı duyumsarız, dahası çığlığın etkisiyle deneyimleriz birçok şeyi. Öyledir sanat, duyumsatır ve sezdirir. Dünyanın her yerindeki çığlığı taşır bize o resim. Sonra kendimize döneriz; yaşadıklarımıza, ülkemize. Sevinç çığlıklarımız olmuştur belki bir zamanlar. O sevinçler solgunlaşmış ve Munch’un figürüne dönüşmüştür sanki.”[9]
Çünkü sanatsal imge nihai kertede yaşanan gerçekliğe dönüktür. Söz konusu gerçeklik onun çağına tanıklık etmesiyle biçimlenir.
Süreyya Karacabey’in işaret ettiği gibi, “Sanatın kurmacası gerçeklik uğrunadır, kurduğunu gizlemediği için yalan söylemez, dış dünya ise bütün gerçekliğini yalanlar üzerine kuruyor, aldatma, yanılsama yaratmak ve gerçekliği gizlemek. Gizlenen gerçekliği söylemek suç örneğin, pek çok insan bu yüzden yargılanıyor. Sanat ise toplumsal/ bireysel aldanışların aralanmaya çalıştığı bir yerden konuştu hep, gerçekliği tartıştı ve hakikâti talep etti,”[10] ediyor da!
Nihayetinde olması gereken sanat insan(lık)a, yeryüzünü sahiplenme cesareti verir. Yani sanat bir gerçeği vurgularken elbette yargıç yerine geçip adalet dağıtmaz; ama duygu ve düşüncelerini canlandırıp ayaklandırabilir; içten içe bir yüzleşme sahası açabilir.
“Ya sanatçı” mı?
Öncelikle Jean-Luis Joubert’in, “Sanatçının dünyayı değiştirmek için sözcüklerden, renklerden, notalardan başka bir gücü yoktur”; Joseph Conrad’ın, “İster bir karakter yaratsın, ister yeni bir yöntem keşfetsin, ister karmaşık bir durumun özünü yakalasın, sanatçı bir eylem insanıdır,” diye tarif ettiği “Yeni(lmeyen) Kapı”lı “Sanatçının, kendi sanatı uğruna verdiği mücadelenin vazgeçilmez koşulları, kendine inanmak, hizmet etmeye hazır olmak ve taviz vermemektir.”[11]
V. İ. Lenin’in, “Burjuva toplumda sanatçı pazara göre yapıt üretir,” notunu düştüğü güncel tabloda böyle olmak kolay değildir; itiraz, isyan şarttır!
Çünkü sanatçı, sadece toplumun değil, sınıfsal mücadelelerin ürünüdür. Sınıfsal mücadelelerle toplum ve sanatçı birbirini değişime zorlarken; sanatçı dünyanın ve toplumunun karşı karşıya kaldığı haksızlıklara, adaletsizliklere, yoksunluklara, eşitsizliklere karşı bir çığlık olmakla mükelleftir.
“Nasıl mı?”
Nikolay Gavriloviç Çernişevski’nin, her yeninin bir adımının eskinin içinde olduğunu; yeni düşüncesiyle, kültürüyle yeni insanların tarih sahnesine çıkması gerektiğini ve bu işi sanatın üstlendiğini anlatan ‘Nasıl Yapmalı’sını hatırlayın örneğin.[12]
Sanatçı böylesine, işine koyulduğunda, özgürlüğe kanat açar. Onu böylesine kanatlandıran yaratıcı cüretidir. O cüret de gücünü gerçeğin yolunda yürümekten alır; özgürce düşünmenin gereğini yerine getiren ve “piyasanın görünmez eli”ne teslim olmadan, egemenlere boyun eğmeyen “Vardım, varım, var olacağım,” duruşudur!
Bu “olmazsa olmaz”dır; çünkü Adam Smith’in 1776’da ‘Ulusların Zenginliği’de söz ettiği “görünmez el”,[13] serbest piyasa ekonomisinin insan(lık)ı yabancılaştırdığı yıkımlara yol açan o meş’um “el”dir
Aslı sorulursa Smith yanılıyor; ya da bizi yanıltıyor; o el görünmez değil! Toplumu biçimlendiren yani aklımızı, yüreğimizi, ellerimizi “esir alan” zorbalıktan ya da Guy Debord’un, “Çağdaş köle, kendisinin kesinlikle özgür olduğunu zanneder,” notunu düştüğünden başka bir şey değil!
Tam da bunun için ellerimiz, “Çoban köpekleri gibi aptal” diye yazıp, eklemişti Nâzım Usta: “Antenler yalan söylüyorsa/yalan söylüyorsa rötatifler/kitaplar yalan söylüyorsa/… elleriniz isyan etmesin diyedir/… bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”
Çünkü egemen yalanı yerle yeksan eden kudretiyle iktidarların korkulu rüyasına dönüşen özgür sanatla, kültürle kavga hâlindedir zorbalar.
Nedeni basit: İktidarın sürekliliğini sağlamak statükoyu sürdürmekle olasıdır.
O hâlde statükoya “Hayır” diyen, burjuvazinin kısıtlayıcı çemberini kıran, sömürüyü sorgulayan, geleceği işaret eden özgür sanat yok edilmelidir!
Bu yolda özgürlükçü sanatın, kültürün yozlaştırılması hedefine kilitlenen burjuvazi, kitlenin ilkel duygularına hitap eden “popülist kültür”ün egemenliğine sarılırken; “Yeni(lmeyen) Kapı”lı devrimci sanatçılar, “Halkın, genel beğeni düzeyini yükseltecek, geliştirecek ve yetkinleştirecek yerde, kitlelerin estetiksel olarak geri kalmışlığını sürdürecek düşük nitelikli işlerle beslendiğini”[15] görerek; emeğin geleceği yani yarının ahlâkının estetik olacağı gelecek için savaşırlar.
Çünkü Bertolt Brecht’in, “Sanat görmeyi, algılamayı, kavramayı, düşünmeyi, eleştirmeyi, yorumlamayı, değerlendirmeyi öğretir insana. Bu değerler hiyerarşisi içinde insan yalnız kendi kişiliğini değil, içinde yaşadığı toplumun da düzeyini geliştirirken, bütün bunların bir yaşam biçimine dönüştüreceğini bilir,” saptamasından şüphesi yoktur Onların…
SAHNEYİ SOKAĞA, SOKAĞI SAHNEYE TAŞIYAN ESTETİĞİN ETİĞİ
Meksikalı şair Octavio Paz, “Düşlerine layık olmasını bil,” derken; “Tiyatron da, düşleyebildiğin kadardır.”[16]
Tam da bu bağlamda ‘Neues Deutschland’daki röportajında Berliner Schaubühne Sanat Yönetmeni ve Tiyatro Rejisörü Thomas Ostermeier, “Tiyatro toplumsal sorunları öne çıkarmalı,”[17] derken; “Tiyatro devrim yapamaz ama yaptırır,” notunu düşer Bertolt Brecht de…
William Shakespeare, ‘Venedik Taciri’ndeki bir sahnesinde şöyle seslenir seyircilere: “Dünyayı olduğu gibi, yani herkesin kendi payına düşen rolü oynaması gereken bir tiyatro kabul ediyorum!”
Tiyatroyu sanat felsefesi olarak -estetik ölçülere göre- tanımlayan Henri Bataille da, “Seyretmek ressamlıktır. Acı çekmek, şairlik. Plastikle ruhun birliğinden en mükemmel canlı sanat doğar ki, buna da tiyatro denir!” diye ekler.
“Tiyatro” deyip geçmeyin! Tiyatrosu olmayan yerleşim yerine “Şehir” denmezmiş eski Yunan’da; yani tiyatro bu kadar önemliymiş.[18]
“Tiyatro, daha ortaya çıktığı ilk yıllarda bile, iktidarın çocuğuydu,”[19] denir denmesine de; hepsi bu değildir ve olamaz da elbette…
“İktidarla hep netameli bir ilişkisi” olduğunu bildiğimiz tiyatro, bazen, ezilenlerle iktidara direnir; başkaldırır.
Çünkü William Shakespeare’in, “Dünya bir sahnedir,” diyerek kast ettiği şeyin anlamı ezen ve ezilen için hep farklıydı.
Ezilenler için “Tiyatro sanatı insanların beyinlerinde örülen duvarları yıkar. Yeni bir ufuk görür insanlar.”[20]
Kolay mı? Sabina Berman’ın deyimiyle, “Şimdinin içinde olmanın sanatı”dır tiyatro. Ve de Albert Camus’nün, “Sanatın zirvesi” dediği tiyatro, yaşama dokunarak mucizeler yaratabilir.
Evet, Alain Badiou’nun altını çizdiği üzere, “Mallarmé’nin söylediği gibi tiyatro üstün bir sanattır.” Çünkü “Kendi içinde, kendi kaynaklarında, düşüncenin son derece aktif bir biçimi” olarak tiyatro, “düşüncenin bir eylemidir.”[21]
Prometeus’un hikâyesini bilirsiniz: Tanrılardan ateşi çalıp insanlara hediye ettiği için tanrılar tarafından cezalandırıldı; “suçu” insanlara ait olanı insanlara vermekti; tıpkı tiyatro gibi.
Tiyatro insanlara aslında onlara ait olan, iyiyi, erdemi, doğruyu ve güzeli verir.
Sokakta yaşanan vahşet sahnede dile gelir. Karanlığa teslim olmamayı dillendirir. Bertolt Brecht’in dediği gibi, yolumuza ışık tutar tiyatro.
Tiyatro Karagöz ile Hacivat’tır; haksızlığa karşı keskin ve kesin bir dildir.
“Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!/ Düşüncemizin katlanması mı güzel/ Zalim kaderin yumruklarına, oklarına/ Yoksa diretip bela denizlerine karşı/ Dur, yeter! Demesi mi?” William Shakespeare’in yaşamımıza düştüğü, bu dipnotu bilmeyen yoktur. Onun en tanınmış oyunlarından ‘Hamlet’in en trajik sahnesinde geçen bu tirad, sadece bir tirad değil, bir isyan repliğidir de aynı zamanda.
Tiyatro, insana yaşama dair düşler kurdururken, hayatın başka başka yollarına açılan kapılarda “Gözlerini aç” diyen yanıyla iktidar ve muktedirlerin isyancı korkulu rüyası da!
2017 yılı ‘Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi’nde imzası olan Isabelle Huppert’ın “Tiyatro öyle güçlü ki her şeye direniyor, her şeye karşın hayatta kalıyor, savaşları, sansürleri, parasızlığı aşıp geçiyor,” ifadeleri coğrafyamızda tiyatro ve tiyatronun mücadelesine denk düşüyorken; sansürden, KHK’lara uzanan zalimliklere direnmiş ve yok edilememiş bir tarihi var Türkiye’de tiyatronun.
İnsanlık tarihi kadar eski bir sanat dalı olan tiyatronun, baskılara boyun eğmediği, doğruları ve gerçekleri söylemekten vazgeçmediği oranda egemenlerin korku kaynağı olduğu “sır” değildir.
Gerçek karşısında, egemenlerin zayıflıklarını yüzlerine vuran bir aynadır tiyatro.
Gücünü gerçeklerden alan tiyatro insanın yanında, insandan yanadır. Halkın gerçekleri görmesinin en paylaşımcı yoludur.
En önemlisi de yarını kurma fikrini diri tutan bir müjdecidir.
‘PALTO’CU BASKI(LAR) VE ÖTESİ
‘Palto’ edebiyatla az çok ilgili herkesin bilebileceği gibi büyük bir Rus yazarı, Rus edebiyatında gerçekçilik akımının ilk örneklerini verdiği kabul edilen Nikolay Gogol’ün dünyaca ünlü anlatısıdır…
Gogol’ün ünlü anlatısının konusu, tek kahraman çevresinde dönen, oldukça basit bir öyküdür...
Sıradan bir memur olan Akakiy Akakiyeviç, çalıştığı dairede üstlerinin, günlük yaşamda da hemen herkesin kendisini küçümsediğini düşünmekte, nedenini de giyim kuşamındaki yoksullukta, özetle de bir paltosunun olmayışında görmektedir.
Sonuçta hayallerini gerçekleştirerek borç harç kendine bir palto yaptırır...
Fakat onu gerçekten de küçümsenmekten kurtaran bu görkemli giysiyi, daha tadını çıkaramadan hırsızlara kaptırır.
Anlatı, şimdi anımsadığımca, zavallı Akakiyeviç’in, paltosunu bulmak için sonuçsuz çabaları ve sonuçta da aklını yitirmesiyle sona erer...
Konu gerçekten basit... Fakat yapıtını ve Gogol’ü ölümsüzleştiren konu değil, toplumsal ilişkiler sarmalında kişiliğini yitirip yok olan “küçük insan”ın psikolojisini, trajedisini anlatma başarısındadır.
Ve… 1843’te yayımlanışından iki yüz yıla yakın bir zaman sonunda, bu paltodan coğrafyamızın “Yeni(lmeyen) Kapı”lı oyuncularından Nazlı Masatçı’ya hapis cezası çıktı. O şu anda demir parmaklıklar ardında...
Aralarında Nazlı Masatçı’nın da olduğu oyuncular “vicdani ret” konulu bir protesto gösterisine Gogol’ün ‘Palto’suyla katıldıkları için bir kaç yıl önce beşer ay hapis cezasına çarptırılmışlardı.[22]
Savunma avukatının, suçlamaya konu olan TCK 318 (“halkı askerlikten soğutma”) Maddesi’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğu iddiası sonucu değiştirmemiş.
Ceza ertelenmiş. Fakat Masatçı hakkında bu kez göz altıları protesto için 2015’te tiyatro binasında düzenlenen basın toplantısında söylediği sözlerden ötürü, terör örgütü (hangi örgütse!) propagandası yaptığı suçlamasıyla açılan bir başka davada 1 yıl 6 ay hapis cezası verilmiş ve hem bu cezayı, hem de ‘Palto’ya ilişkin hükmü çekmek üzere 30 Ocak 2019’da tutuklanarak zindana kapatılmıştı...[23]
Bunda -ne yazık ki!- şaşırtıcı bir şey yok: Nazlı Masatçı’nın oyuncu ve yönetici olduğu İzmir Yenikapı Sanat Tiyatrosu’nun 6 Ocak 2017 tarihli 679 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile kapatıldığı da kayıt altındaki bir başka lanetli gerçektir...
Sanatın tüm dallarıyla devlet terörüne maruz bırakıldığı coğrafyamızda “Tek Adam Rejimi” için oluşturulan KHK düzeninde Devlet Tiyatroları’nda tek yetkili isim Erdoğan oldu.
703 Sayılı KHK ile, Devlet Tiyatroları Kanunuyla ilgili de önemli değişiklikler yapıldı. KHK’de “Devlet Tiyatroları bir genel müdür tarafından yönetilir,” maddesi kaldırılırken; daha önce tüzük ya da Bakanlar Kurulu tarafından belirlenen yönetim ve ödenek ile ilgili kararlar Cumhurbaşkanlığına bağlandı.
Ayrıca kanunda yer alan “Tiyatronun iç ve yönetim işleri bir tüzükle belirtilir” ifadesi, “Cumhurbaşkanınca çıkarılan yönetmelikle belirlenir,” olarak değiştirildi. Yine kanunda yer alan “Devlet Tiyatroları Genel Müdürüne en yüksek sanatkâr memur ücretine ilave olarak Bakanlar Kurulunca tayin edilecek miktarda idare ve temsil ödeneği verilir” ifadesi, “Cumhurbaşkanınca tayin edilecek miktarda idare ve temsil ödeneği verilir” şeklinde düzenlendi.
Bu kadar da değil; AKP hükümeti sanata uyguladığı sansürleri, yasalaştırıyor. Mesela televizyonda yayınlanan programlarda, filmlerde, dizilerde, müzik kliplerinde, reklam ve tanıtım filmlerinde, sinema ve tiyatrolarda gösterilen eserlerde, internet, topluma açık olan sosyal medya ve benzeri ortamlarda tütün ürünlerinin görüntülerine yer verilemeyecek. Bu tarz sansürler İran’da var…[24]
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan 19 Aralık 2019 tarihinde Ankara’da düzenlenen Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülleri Töreni’nde Türkiye’nin en büyük sorununun “Kendi toplumunu, ülkesini küçümseyen bir grubun uzunca bir süre kültür sanat dünyamızı adeta esir alması” olduğunu vurgusuyla, “Kültür ve sanat özgürdür,” dedi demesine de!?
Bir gün sonra 20 Aralık 2018 tarihinde Sanat Meclisi’nin açıkladığı 2018 yılında yaşanan sansür ve hak ihlâllerinin raporunda ise “Özgür” olan kültür sanatta 1 yıl içinde yasaklanan tiyatro ve sinema sayıları, sansürlenen ve tahrip edilenler eserler gerçekleri ortaya çıkarmaya yetti de arttı bile!
‘Sanat Meclisi’nin açıkladığı raporda, “2018 yılında 15 tiyatro oyununun çeşitli sebeplerle yasaklandığı, kültür merkezlerinin 16 kez baskına uğrayıp, kırılıp döküldüğü, 25 sanatçının değişik sebeplerle tutuklandığı, haklarında dava açılan iki filmin yasaklandığı, 6 müzikçinin başına ödül konulup, suçlu ilan edildiği, 5 tablonun sansürlendiği, 8 heykelin tahrip edildiği, 1 heykelin tecavüze uğradığı, 2 festivalin yasaklandığı, 7 tarihi eserin restorasyon adı altında tahrip edildiğini görüyoruz,” denildi![25]
Ayrıca ‘Sansürsüz Kültür Sanat Yıllığı’nın 2018 yılında 36.’sı yayımlanan 345 sayfalık raporuna göre:
Adana Devlet Tiyatrosu’nun (DT) ‘İndia Bankası’ adlı oyuna yetkisi olmadığı hâlde, Batman İl Kültür Turizm Müdürlüğü’nce “sansür” uygulandı!
TRT’nin 208 şarkıyı yasakladığı ortaya çıktı!
Gazeteci Büşra Sanay’ın ensesti anlattığı, ‘Kardeşini Doğurmak’ kitabının iki imza günü “sakıncalı” bulunarak iptal edildi!
İstanbul Valiliği, ‘Yeva’ adlı filmi yasakladı!
Sanatçı Levent Üzümcü’nün, ‘Anlatılan Senin Hikâyendir’ oyununun Çoruh Üniversitesi’ndeki temsili valilik tarafından, Hatay’daki temsili ise baskı sonucunda iptal edildi!
TBMM’de ‘Çanakkale Anması’ etkinliği için gösterilen bir tiyatroya, Meclis Başkanı İsmail Kahraman tarafından kadın oyuncuların sahneye çıkmaması kararı alındı. Kadınların, Ankara DT Genel Müdürü tarafından da tehdit edildiği belirtildi!
Avrupa’nın önemli film festivallerinden Doclisboa’ya, Türkiye Büyükelçiliği tarafından, Yılmaz Güney’in ‘Yol’ filminin katalogundaki tanıtımında yer alan ifadelerin ve bir başka filmin de özetinde yer alan “soykırım” ifadesinin kaldırılması yönünde baskı yapıldığı belirtildi!
Köln’de ise, ressam Ali Zülfikar’ın tabloları bir sergide, Türkiye Başkonsolosluğu’nun şikâyeti üzerine sansürlendi!
Barış Atay’ın sahnelediği, ‘Sadece Diktatör’ oyunu birçok şehirde valiliklerce yasaklandı. Salonları kontrol eden polis, oyunu sergileyeceğini duyuran salonların kapılarına kilit vurdu!
Manisa’da, ‘Çevreci Afacanlar’ isimli çocuk tiyatro oyunu MEB tarafından, “Savaş karşıtlığı gibi söylemlerin çocuklarımıza sakıncalı” diyerek yasakladı!
‘Lüküs Hayat’ müzikalini sahnelemek isteyen Samsun 19 Mayıs Anadolu Lisesi öğrencilerine de MEB, “argo ve müstehcen” bulduğu gerekçesiyle izin vermedi!
İstanbul DT’de sahnelenen ‘Avrupa’ başlıklı oyunda “küfür yer aldığı” gerekçesiyle programdan kaldırıldı!
Müjdat Gezen Tiyatrosu’nun Eskişehir’de sergileceği ‘Artiz Mektebi’ için ise Valilik izin şartı koydu!
Munzur Kültür ve Doğa Festival’i ve ‘Genç Bi Şenlik Sömestr’ valilikler tarafından iptal edildi!
İstanbul Teknik Üniversitesi, Taşkışla Sahnesi üyelerinin okula girişini yasakladı!
Muğla Üniversitesi ise bir tiyatro topluluğuna, kadınların ve erkeklerin birbirine temas etmemesi gibi isteklerde bulundu. Topluluk, oyunda sansürlenen kısımları ironik biçimde yer verince kapatıldı!
AKP Milletvekili Metin Külünk, bir sahnede ‘Pollyanna’ başlıklı oyunu iptal ettirerek ailesine özel olarak ‘Bizim Aile’ oyununu sahnelettirdi!
“Cumhurbaşkanına hakaret” ettiği gerekçesiyle sanatçı Zuhal Olcay’a 11 ay 20 gün hapis cezası verildi!
Sanatçı Nuri Kurtcebe’de (69), çizdiği bazı karikatürlerden, aynı gerekçeyle 1 yıl 2 ay 15 günlük hapis cezası aldı!
Oyuncu Berna Laçin’e, idam karşıtı paylaşımlardan dolayı soruşturma açıldı!
Yönetmen Kazım Öz ve oyuncu Orhan Aydın’a da sosyal medya paylaşımları ve katıldığı etkinliklerden dolayı “örgüt propagandası” suçlamasıyla davalar açıldı!
Katıldıkları bir TV’de, eleştirel ifadeler kullanan sanatçı Metin Akpınar ile Müjdat Gezen’e de, “İç savaş ve darbe çağrısı” iddiasıyla soruşturma açıldı!
Rap sanatçıları Ezhel ve Khontkar, şarkılarından dolayı “Uyuşturucu kullanımını özendirmek ve kolaylaştırmak” suçlamasıyla tutuklandı!
Sosyal medya paylaşımlarında, “örgüt propagandası” yaptığı gerekçesiyle, 10 ay 15 günlük hapis cezası alan tiyatro oyuncusu Cenk Dost Verdi cezaevine girdi![26]
Altın Portakal’da ‘En İyi Sanat Yönetmeni’ ödülü alan Giyasettin Şehir, “örgüt üyeliği” iddiasıyla tutuklandı!
Nihat Behram’ın kitabı 25 yıl sonra yeniden yasaklandı!
Avesta Yayınları’ndan çıkan ve 18 yıldır satılan bir kitabın da aralarında olduğu dört kitap yasaklanıp, toplatıldı. Aynı yayınevinin, bir kitap fuarındaki standında, başka bir kitabın daha yasaklı olduğunu gerekçesiyle el konuldu![27]
Müjdat Gezen’in, “Sanatçılar dünyanın her yerinde tutucu iktidarların hedefinde yer alırken bu durum ülkemizde daha katmerli bir hâl alıyor. Sanatçılarımızın tarihi ülkedeki baskının da özeti niteliğinde,”[28] diye ifade ettiği hâl yeni bir şey değil…
Çünkü Osmanlı’dan günümüze muhalif sanatçılar ile iktidarların mücadelesi nice başların kesilmesine; nicesinin sürgünde can vermesine; nicesinin de mahpus damlarında çürümesine yol açsa da “zulüm ile abad olunmaz” sözü her seferinde doğrulanıp; bir zaman sonra baskıcı yönetimlerin saltanatı yerle yeksan olurken zulmettiği sanatçıların ismi günümüze kadar yaşamıştır.
Halkın sustuğu baskı dönemlerinde susmayan, boyun eğmeyen ve eleştirisini şiirle, oyunla yazıyla ifade eden sanatçılar adlarını tarihin sayfalarına yazdırırken, onlara bedel ödeten devrin iktidarlar da yerini tarihin çöplüğünde aldı. Figani’den, Taşlıcalı Yahya’ya, Nefi’den Eşref’e, Neyzen Tevfik’ten, Aziz Nesin’e ya da vd’lerine dek coğrafyamızda iktidara boyun eğmeyen onurlu bir mücadele geleneği olmuştur; “Yeni(lmeyen) Kapı” da bu geleneğin günümüzde boyvermiş kızıl karanfilleridir…
NİHAYET!
William Shakespeare’in, “İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor./ Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için./ Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için./ Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için./ Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için./ Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için./ Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için./ Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için,” dizeleriyle betimlenen bir kesitte geleceğin çoğunluk için cennet gibi değil, cehenneme daha yakın bir şey olarak algılandığı kâbusun ortasında artık eskisi gibi hayaller kuramıyor.
Kâr hırsına dayalı tüketim kültürü, sadece geleceğimizi değil hayallerimizi de kısırlaştırırken; kapitalizmin yaşamı sürdürülemez kıldığından kimsenin kuşkusu yok.
Ancak bu kadar değil! Başka ihtimaller de var…
Hatırlayın “Geçmiş geleceği aydınlatmaya son verdiği için insan aklı karanlıkta yolunu kaybediyor” demişti Alexis de Tocqueville.
Geleceği görmek için geçmişin ışığını bugünlere taşıyarak, bizleri “Gelecek Körlüğü”nden kurtulmaya ve şimdinin ışığını, yani isyan ateşini yakmaya çağıran “Yeni(lmeyen) Kapı”lılar hepimize/ herkese; “Yasakları ve yasaları hiç umursamadan; kendi içinizde ya da dışınızda dünyalar yıkıp dünyalar kurabilirsiniz,” gerçeğini; “Hayır” diyebilmenin yani itaatsizliğin gerekliliğini hatırlatıyorlar.[29]
Böylelikle de; “Konuşmak için para almadım, para almadığım için de susmadım,” diyen Sokrates…
“İnsan olmak kuruş ile değil, duruş ile ölçülür,” hikmetiyle Özdemir Asaf…
“İnsanlar türlü türlüdür. Kiminin ayağındaki zincir ruhunu özgür kılar, kiminin ruhu zincirlenmiştir,”[30] ifadesiyle Maksim Gorki…
“Özgür insan, aklını ve yetilerini kullanan, ihtirasla kör olmamış, korkuları tarafından güdülüp alıkonmayan, aslı astarı olmayan görüşlere kapılıp gitmeyen kişidir,” uyarısıyla Pierre-Joseph Proudhon…
“İnsanın ilk görevi korkuyu boyun eğdirmektir. Korkudan kurtuluncaya dek hiçbir şey yapamayız. Ayağının altında korku olduğu sürece insanın eylemleri adidir, gerçek değil sahtedir, düşünceleri hatalıdır, bir köle ve ödlek gibi düşünür,” vurgusuyla Thomas Carlyle…
“Zulme dayalı tüm saltanatlar yıkılacaktır!” haykırışıyla Yılmaz Güney…
“Dünyayı güzellik kurtaracak,/ bir insanı sevmekle başlayacak her şey,” dizeleriyle Sait Faik Abasıyanık; XXI. yüzyıl sahnesinde yerlerini “Yeni(lmeyen) Kapı”lılar ile yeniden, bir kez daha alıyorlar!
Pir Sultan’ın, “Yürü bre Hızır Paşa/ Senin de çarkın kırılır/ Güvendiğin padişahın/ Gün gelir o da devrilir// Ben Musa’yım sen Firavun/ İkrarsız şeytan-i lain/ Kaçıncı ölmem bu hain/ Pir Sultan ölür dirilir,” meydan okumasını sahneden sokağa, sokaktan sahneye taşıyan estetiğin ölümsüz etiğiyle…
13 Nisan 2019 09:14, İstanbul.
N O T L A R
[1] Kaldıraç, No:223, Şubat 2020...
[2] Pablo Neruda.
[3] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.638.
[4] Paule du Bouchet, Şarkı Söyle Luna, Çev: Gizem Şakar, Can Yay., 2008, s.111.
[5] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993, s.209.
[6] Bertolt Brecht, Mezbahaların Kutsal Johanna’sı-Kural Dışı ve Kural/ Bütün Oyunları, IV. Cilt, çev: Yılmaz Onay ; Ayşe Selen, Mitos-Boyut, TEM Yay., 1999.
[7] Ataol Behramoğlu, “Sanat İnce İştir”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2018, s.3.
[8] Emrah Kolukısa, “Ressam Utku Dervent: Sanat, Farkına Varmaktır...”, Cumhuriyet, 13 Kasım 2018, s.16.
[9] Işık Kansu, “Ahmet Telli: Tarlakuşlarının Sesleri Bozkırda”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2018, s.12.
[10] “Süreyya Karacabey: Sanatın Kurmacası Gerçeklik Uğrunadır”, 31 Mart 2019… https://www.birgun.net/haber-detay/sanatin-kurmacasi-gerceklik-ugrunadir.html
[11] Andrey Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman, Çev: Füsun Ant, Agora Kitaplığı, 2008.
[12] Nikolay Gavriloviç Çernişevski, Nasıl Yapmalı?, çev: Güneş Bozkaya, Yar Yay., 1976.
[13] Adam Smith, Ulusların Zenginliği, çev: Ayşe Yunus-Mehmet Bakırcı, Alan Yay., 1997.
[14] Aykut Küçükkaya, “Metin Akpınar: Devrim Lazım...”, Cumhuriyet Pazar, 24 Mart 2019, s.5.
[15] Moissej Kagan, Estetik ve Sanat, çev: Aziz Çalışlar, Altın Kitaplar, 1982, s.511.
[16] Ahmet Cemal, “Tiyatron, Düşleyebildiğin Kadardır…”, Cumhuriyet, 27 Mart 2017, s.13.
[17] “Ostermeier: Tiyatro Toplumsal Sorunları Öne Çıkarmalı”, Evrensel, 15 Şubat 2018, s.12.
[18] Bunun için “Fırın açmayan ülkede insanlar aç kalır, ölür ama tiyatro açmayan bir ülkede insanlar ruhen aç kalır, birbirini öldürür,” vurgusuyla ekler Muhsin Ertuğrul: “Biz insanlığın gerçek kültürünün, sanat sınırından başladığına inanıyoruz. Ruh kalkınması olmadıkça insanı hayvandan ayırt edemezsiniz. Gerçek medeniyet, edebiyat ve sanattan doğar. Tarih, tiyatrosuz yükselmiş bir millet gösteremez.”
[19] Şâmil Yılmaz, “Başka Yolu Yok, Direneceğiz!”, Birgün Kitap, Yıl: 11, No: 158, 6 Mart-2 Nisan 2015, s.12.
[20] Derya Aydoğan, “Sunay Akın: Tiyatro İnsanların Beyinlerinde Örülen Duvarları Yıkar”, Birgün, 6 Aralık 2017, s.15.
[21] Alain Badiou, Filozof Ahmed, çev: Ayberk Erkay, Pharmakon Yay., 2015.
[22] 1 yıl 6 ay hapis cezası alan tiyatro oyuncusu Nazlı Masatçı’nın ağabeyi oyuncu Orçun Masatçı, “Nazlı’nın cezaevinde olduğu için üzgünüm. Ama şunu da biliyoruz, Nazlı yüz kızartıcı bir suç sebebiyle cezaevinde değil. Performansları, sanatı ve inandığı değerlerden dolayı cezaevinde. Ve bu hepimiz için bir onur madalyasıdır. Kardeşimi cezaevine götürürken de iletmiştik soranlara; şöyle ya da böyle ceza almış birini tiyatroya getiriyoruz. Ama bu ceza, tiyatro sahnesinde oynadığı oyun sebebiyle aldığı bir ceza. Sanatın özgürlüğü herkes için önemli” dedi. (Burak Abatay, “Sanatın Özgürlüğü Herkes İçin Önemli”, Birgün, 5 Şubat 2019, s.14.)
[23] Ataol Behramoğlu, “Palto”, Cumhuriyet, 6 Şubat 2019, s.3.
[24] Derya Aydoğan, “… ‘Sanatta Sansüre’ Kılıf”, Birgün, 9 Kasım 2018, s.15.
[25] Dilara Şimşek, “… ‘Özgür’ Olan Kültür Sanatta Hak İhlâlleri ve Sansürler”, Birgün, 21 Aralık 2018, s.15.
[26] XXII. Sadri Alışık Tiyatro Ödülleri gibi 7 farklı tiyatro ödül jürisinden toplam 13 dalda ve bir sezonda da en çok ödül alan, kurucusu olan ‘Yolcu Tiyatro Topluluğu’nun ‘Joko’nun Doğum Günü’ başlıklı oyunundaki doktor rolüyle, XXI. Afife Tiyatro Ödülleri ile Yeni Tiyatro Dergisi V. Emek ve Başarı Ödülleri’nde, “yılın en başarılı yardımcı erkek oyuncusu” ödülünü alan Cenk Dost Verdi, sosyal medya paylaşımlarından “örgüt propagandası” yaptığı gerekçesiyle önce 2 yıl 6 ay hapis cezası, ardından da 10 ay 15 gün hapis cezası alıp, 18 Ağustos 2018’den beri Kocaeli 2 No’lu F Tipi Kapalı Cezaevi’ne kapatılmasını “tam bir akıl tutulması” olarak değerlendirip ekliyor:
“Bugün elinize patlıcan alıp Taksim’de yürüseniz ‘sebze meyve terörü’ üyeliğinden ya da propagandasından, hop yanımda oluverirsiniz. Mesele, her yönüyle sıkışmış bu iktidarın, sorgusuz itaati sağlamak adına, sürekli birilerini kriminalize ederek, terörist ilan etmesi dışında başka bir seçeneğinin kalmamış olmasıdır…
Yasaklanan oyunlar, filmler, izin verilmeyen festivaller, kiralanmayan salonlar... Bunlar sanatçıyı tutuklamaktan daha etkili ve daha aşağılık saldırılar. Sanat duyarlılıktır ve bizdeki gibi korkacak çok şeyi olan iktidarlar için de yasaklamak elzemdir…
Cezaevine girmeden önce, en son 18 Haziran 2018’de sahnedeydim... Bu tarih aynı zamanda istinaf mahkemesinin, hakkımda verilen hapis kararının onandığı gün. Kararı da o gün sezonun son oyunu olan ‘Joko’nun Doğum Günü’nün perde arasında aldım. İkinci perdeye hapse girecek olmamın bilgisiyle çıkınca öfke, hüzün, gurur gibi iç içe geçmiş duygularla sanırım benim ve Yolcu Tiyatro ekibi için o oyunu unutulmaz kıldı. Oyun sonunda durum seyirciyle paylaşıldığında, alkışlar bu defa, bu adaletsiz olaya bir tepki olarak uzadı. O gece Moda Sahnesi’nde tiyatroya gelen 300 kişiyle ve ekip arkadaşlarımla tek tek göz göze geldim ve herkesin aynı kolektif öfkesinden aldığım gücü, şimdiye kadar yaşadığım hiçbir duyguya benzetemedim…
Her sabah gardiyanın yaptığı sayım anonsuyla uyanıyorum. Attığım her adımın emir-komuta angaryası ile belirlendiği, sayısız kamerayla izlendiğim, kapısını benden başka herkesin açıp kapadığı, ‘F Tipi Yüksek Güvenlikli Hapishane’ beton yığınında, tecrit koşullarında bir hücrede tutulmak... Ama takvimler icat ediyorum açık görüş günlerinden, kantin anonslarından, demlenen çaylardan. Fotoğraflar biriktiriyorum başucumda, güzel havalarda voltaya bile çıkardıklarım var cebimde. Ve spor. On beş adımlık boşlukta kaç olimpiyat madalyası peşindeyim say say bitmez…
İşte size tam yeni bir Türkiye manzarası. Sorunun sorulmasıyla cevap verilmesi arasında geçen zamanda bile, İzmir’de KHK ile kapatılan Yeni Kapı Tiyatrosu oyuncusu Nazlı Masatçı oynadığı vicdani ret konulu oyun bahane edilerek tutuklandı. Yasaklanan oyunlar, filmler, izin verilmeyen festivaller ve kiralanmayan salonlar sanatçıyı tutuklamaktan daha etkili ve daha aşağılıktır.
Bu iktidar olduğu sürece Barış Atay, ‘Sadece Diktatör’ oyununu oynamayacak, Levent Üzümcü’ye ‘Anlatılan Senin Hikâyendir’ oyunu için salon verilmeyecek…
Bugün yüzlerce akademisyene, hukukçu, gazeteci, bilim insanı ve sanatçıya tepeden inme hukuksuz kararlar verenlerin nasıl bu kadar rahat olduklarına şaşırıyorum. Sanatın birleştirici gücüyle çoğalmamızı suç saydılar!
Adalet! Ama herkese. Benim sosyal medya paylaşımlarından tutuklu oluyor olmam zaten tam bir akıl tutulması. Ama neden susmamak gerektiğini en kesif gerçekliğiyle öğrendim. Sanat duyarlılıktır ve bizdeki gibi korkacak çok şeyi olan iktidarlar için de yasaklamak elzemdir.” (Mehmet Kızmaz, “Cenk Dost Verdi: Adalet! Ama Herkese!”, Cumhuriyet, 29 Mart 2019, s.13.)
[27] Mehmet Kızmaz, “Türkiye’de Sanat Yıllığı Ülkenin Aynası”, Cumhuriyet, 24 Şubat 2019, s.11.
[28] Can Uğur, “Müjdat Gezen: AKP’ye Seçime Kadar Malzeme Lazım!”, Birgün, 31 Aralık 2018, s.13.
[29] “Güce karşı ‘Hayır’ diyebilmenin, itaatsiz davranmaya cesaret etmenin bu denli zor oluşunun bir başka nedeni de vardır. İnsanlık tarihi boyunca itaat bir erdem, itaatsizlik ise bir günah olarak tanımlanmışlardır. Bunun nedeni çok açıktır: Tarih boyunca çoğunluk, azınlık tarafından yönlendirilmiştir. Bu işleyiş, yaşamın sahip olduğu iyi şeylerin yalnızca küçük bir kesim için yeterli olmasından ve kırıntıların çoğunluğa kalmasından kaynaklanmaktadır. Eğer azınlık bu iyi şeylerle hoşça vakit geçirmek istiyorsa ve bunun da ötesinde kendileri adına çalışacak, kendilerine hizmet edecek çoğunluğa sahip olmak istiyorsa bunun tek bir koşulu vardır... Çoğunluk itaat etmeyi öğrenmeliydi.” (Erich Fromm, İtaatsizlik Üzerine Denemeler, çev: Ayşe Sayın, Yaprak Yay., 1987.)
[30] Maksim Gorki, Fırtınanın Habercisi, Çev: Pelin Atayman, Bordo Siyah Yay., 2002.
Yorum Ekle