SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER “Evler, apartmanlar kokuyor Mahalleler, şehirler, memleketler, kıtalar kokuyor Çürüdükçe kokuyor Duymuyor mu...
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“Evler, apartmanlar kokuyor
Mahalleler, şehirler,
memleketler, kıtalar kokuyor
Çürüdükçe kokuyor
Duymuyor musunuz kokuyor
Kokuyor kokuyor kokuyor.”[1]
Sürdürülemez kapitalist felaketi iliklerimize dek yaşadığımız kimsenin inkâr edemeyeceği bir hakikâtken; doğa da bundan muaf değil elbet…
Kolay mı? ‘The Financial Times’ editörlerinden Gillian Tett’in vurguladığı gibi, tarih yine “istikrarın kural değil istisna olduğunu” haykırırken; korku, umutsuzluk, korkunç servet kutuplaşması devasa boyutlarda…
‘Küresel Eşitsizlik Laboratuarı/ World Inequality Lab’ın ‘2022 Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre; dünyada küresel nüfusun en zengin yüzde 10’u şu anda küresel gelirin yüzde 52’sini alırken nüfusun en yoksul yarısı bunun ancak yüzde 8.5’ini kazanıyor. Küresel servet eşitsizlikleri ise gelir eşitsizliklerinden daha da çarpıcı. Küresel nüfusun en yoksul yarısı, toplam zenginliğin ancak yüzde 2’sini elinde bulunduruyor. Buna karşılık, dünya nüfusunun en zengin yüzde 10’u küresel servetin yüzde 76’sına sahip bulunuyor.[2]
Bu sürdürülemez kapitalist kötülüğün bir yanı; öteki de ekolojik felaket!
“Ekolojik olan, sosyal olandan bağımsız değil”ken;[3] hiç kimse bu boyutu “es” geçmeye kalkışmasın. Çünkü Michel Foucault’nun da altını çizdiği gibi, “Bağlamı olmayan gerçeklik yoktur”!
Aslı sorulursa verili tabloda “kötümser olmak” için gereğinden fazla neden var.
İnsan(lık)dan doğaya, bir yıkımdan söz etmek, artık abartı değil!
Ayrıca bir felaket eşiğindeki panik, tehlike ve umutsuzluk da öne çıkan görüngü…
“İklim krizi” ekonomileri, aşırı sıcaklarla aşırı soğuklar, yağışlarla, fırtınalarla vuruyorken; kimi tarım alanları işlevsiz hâle geliyor.
Öte yandan kapitalistlerin gıda, su ve diğer doğal kaynak alanları üzerindeki rekabeti, giderek sertleşiyor. Bu da emperyalistler arası hegemonya rekabetini ve yerel çatışmaların küresel çapta genişleme potansiyelini besliyor.
İklim krizine karşı herhangi bir önlem al(a)mayan kapitalist uygarlık adeta intihar edip; COP27’de dünyanın en çok plastik atık üreten Coca Cola şirketi toplantının ana sponsoru olabilirken; Mısır gibi insan hakları konusunda şaibeli bir coğrafyada “çözüm” aranma oyunu oynanabiliyordu(!) oynanmasına da…
Bu arada mesela Masaru Emoto’nun, “Suyu anlamak, kozmosu, doğanın harikalarını ve yaşamın kendisini anlamaktır,” saptamasının aksine, küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle yüzde 55’i yok oldu Burdur Göl Havzası’nın![4]
Ya da ‘Sağlık ve Çevre İttifakı/ Health and Environment Alliance’a göre Türkiye’de kömür santrallerinin önümüzdeki yedi yıl içinde kapatılmasıyla 102 bin 601 erken ölüm ve 30 bin 975 erken doğum engellenebilir; aynı zamanda 114 bin 683 hastane başvurusu, 27 milyon 606 işgünü kaybı ve 231 milyon 333 bin hastanede geçirilen gün önlenirken 3.1 trilyon TL sağlık maliyeti ortadan kaldırılabilir; ek olarak 419 bin 835 çocuk da bronşitten korunabilirdi![5]
Lakin bunların hiç birine aldırılmıyordu!
Michel de Montaigne’in, “Bir kez yok olan şey artık yoktur”; Friedrich Schiller’in, “Dünyayı haksızlık yönetiyor, adalet yalnız sahnede var,” saptamaları eşliğinde Albert Caraco’nun, “Ya iyileşeceğiz ya da yok olacağız”; Sâdık Hidayet’in, “Bak, nasıl bir devirde yaşıyoruz. Aşk, dostluk, alâkâ, hepsi yok olmuş, sözcükler anlamsızlaşmış. Bu hareketsiz suratları ve tahtadan yontulmuş şekilleri göremiyorum. İnsanoğlu gerçekten de çıldırmış,” uyarılarına kulak vermek zorunda olduğumuz bir ufuktayız…
* * * * *
“Nasıl” mı?
Örneğin Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Baki Remzi Suiçmez, karara, “Özel sektörün kârını düşünen bir bakış açısı,” sözleriyle tepki gösterirken; Tarım ve Orman Bakanlığı, bir kez daha yiyeceklerde Genetiği Değiştirilmiş Organizmaları (GDO) kullanımının önünü açtı![6]
Özetle “Tarım Bakanlığı’ndan GDO’lu dört soya ve mısır çeşidine daha onay” başlıklı haber, bazı genetiği değiştirilmiş soya ve mısır çeşitlerinin hayvan yemlerinde kullanımının onaylandığını bildiriyordu.
Bu düzenlemeyi isteyen kimdi? Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği (BESD-BİR).
Derneğin başvurusu üzerine Bakanlık harekete geçmiş ve genetiği değiştirilmiş MON87751 ve DAS-81419-2 soya çeşidi ile ürünlerinin yanı sıra, MON87411 ve MZIR098 mısır çeşidi ve ürünlerinin hayvan yemlerinde kullanılmasına onay vermiş.
Söz konusu ürünlerin insan tüketimi için satışı ve kullanımı yasak; sadece hayvan yemlerinde, yem ya da yem hammaddesi olarak kullanılması gerekiyor.
Aldatmaca tam da bu noktada başlıyor. Bu şekilde korunduğunu sanan insanlar, hayvansal tüketime devam ettiğinde bu ürünlere maruz kalıyor. Çünkü hayvan bedeni sömürülerek elde edilen her üründe GDO serbest![7]
Bu bir felakettir! “İyi de GDO da nedir” mi?
Biyoteknolojik yöntemlerle kendi türü dışındaki bir türden gen aktarılarak belirli özellikleri değiştirilen bitki, hayvan ya da mikroorganizmalara “transgenik” ya da “genetiği değiştirilmiş organizma” denilmekte ve bu ürünler kısaca GDO olarak adlandırılmaktadır. Bu kapsamda, örneğin domuza ait gen domatese, bakteri veya virüse ait gen de bir bitkiye aktarılabilmektedir. GDO’nun insan sağlığına ve çevreye büyük zararları olduğu uzun yıllar önce tespit edilmiştir. Öldürücü alerjiden tutun da hamile kadınların kan yolu ile bu zehri bebeğine taşıması, obezite ve kanser dahil birçok hastalığa zemin hazırlamaktadır. GDO üretimi, süper dayanıklı böcek ve yabani bitki türleri yaratırken, bu türlerin varlığı ekosisteme ve tarıma büyük tehditler oluşturuyor. GDO’lar aynı zamanda tozlaşma yoluyla doğal türlere bulaşarak biyoçeşitliliğe zarar vermektedir.
Şu unutulmamalı: GDO öldürür!
Gözü dönmüş sermaye ve onun iktidarlarının, yaşamın her alanını metalaştırıp ticarileştirirken ne insan yaşamını ne de doğal yaşamı hiçbir biçimde umursamadığı görülmektedir. Bunun sonuçlarına ise can yakıcı biçimde yoksul halklar ve dilleri olmadığı için derdini anlatamayan diğer canlılar maruz kalmakta. Binlerce tür canlının soyu tüketilirken, kapitalizm birçok canlının genleriyle oynayarak değişikliğe uğratıp sermayenin hizmetine koşmakta. Bu süreçte sermayenin gıda üzerindeki hâkimiyeti ise her geçen gün büyütülmektedir.
Biyogüvenlik, kısaca insan ve diğer canlı yaşamlarının güvence altına alınması olarak açıklanır. Ancak kapitalist ülkelerde biyogüvenlik kurulları sermayenin üretimlerinin en yüksek seviyeye çıkarılması ve genleri ile oynanmış canlıların, toprağın, gıdanın ve dolayısıyla insanın sermayenin kölesi hâline getirilmesi amacına hizmet etmektedirler. Kapitalizm birçok aldatmaca eşliğinde ‘dünyada açlığı sona erdirme’ iddiasını tartıştırırken, geliştirilen GDO’lu ürünlerin insan sağlığı ve tarım arazileri ile bu alanlarda yaşayan binlerce tür canlı üzerindeki olumsuz etkileri can yakıcı biçimde büyüterek sürdürür.[8]
* * * * *
Çoğunluğun bilgisi dahilindedir: Nâzım Hikmet 1956’da nükleer silahlar, denemeler nedeniyle ölen insanlar için unutulmaz iki şiir kaleme aldı. ‘Kız Çocuğu’ dizeleri Hiroşima’da bir yaşındayken atom bombasından etkilenen, 10 yıl sonra lösemiye yakalanıp ölen Sadako Sasaki içindi: “Kapıları çalan benim/ kapıları birer birer./ Gözünüze görünemem/ göze görünmez ölüler.”
‘Japon Balıkçısı’ da ABD’nin Pasifik’te bir adadaki nükleer denemeleriyle yayılan radyoaktif serpintiden etkilenerek can veren balıkçılar içindi: “Denizde bir bulutun öldürdüğü/ Japon balıkçısı genç bir adamdı./ Dostlarından dinledim bu türküyü/ Pasifik’te sapsarı bir akşamdı.”
Nâzım Hikmet uyardı da iktidarlar, yönetenler bunlardan ne öğrendi?
11 Mart 2011’de Japonya’nın Fukuşima kentinde deprem, tsunami, bunlarla beraber nükleer santralda yaşanan patlamalar sonrası 20 bin kişi öldü. Nükleer sızıntı devam ediyor, bölgeyi ayağa kaldırabilmek için 300 milyar dolar harcandı, tam düzelme sağlanamadı. Japonya bundan sonra çok sayıda nükleer santralı kapattı.
‘Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre İçin Sağlıkçılar Derneği’ (NÜSED) yıllardır insanlığa karşı en büyük tehditlerden birine, nükleer silahlara dikkat çekerken; liderlerin bir kararıyla dakikalar içinde ateşlenebilecek 2 bine yakın nükleer silahın hazır beklediği belirtiliyor. Bunların biri ateşlense dünyada yaşamın sonunu getirecek nükleer savaşın başlaması mümkün![9]
Ayrıca Vijay Prashad’ın, “Nükleer enerji devri sona mı yaklaşıyor?”[10] fantezisine inat “Andrey Sakharov’un öngörüsüne göre, emperyal güçler arasındaki ‘nükleer çarpışma’ riski ile iklim üzerindeki devasa tehditler eşzamanlı olarak çözülmek zorunda kalacak. Yani Sakharov’un sözünü ettiği problemlerin hepsini 2022’de yaşıyoruz.”[11]
* * * * *
Uzmanların insan sağlığına olumsuz etkilerini dillendirdikleri GDO’dan[12] nükleere hâl bu…
Kolay mı? Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) mahkeme dünyanın en büyük GDO’lu tohum ve tarım ilacı tekellerinden Monsanto’nun ürettiği glifosat içeren ‘RoundUp’un kansere yol açtığı yönünde karar alırken;[13] ‘RoundUp’ tarım ilacı nedeniyle lenf kanser yakalanan 70 yaşındaki Edwin Hardeman 80 milyon dolar tazminat aldı.[14]
Ayrıca Fransa’da mahkeme Monsanto’yu, zararlı otları temizlemekte kullanılan ‘Lasso’yu teneffüs eden çiftçi Paul François’yı zehirlemekten suçlu buldu.
Monsanto’yu 66 milyar dolara satın alan ilaç ve kimya şirketi Bayer, ABD’de glifosat maddesinin kansere yol açtığı iddiasıyla aleyhinde açılan davalardan vazgeçmeleri için, davacıların büyük bölümüyle anlaştı. Bayer’in açıklamasında, 10 milyar 900 milyon dolar ödeme karşılığında 125 bin davanın dörtte üçünün geri çekileceği duyuruldu.
Dava konusu, “RoundUp” adlı ilaç, dünya genelinde yaygın olarak kullanıldığı gibi Türkiye’de de serbestçe satılıyor![15]
Şaka değil, gerçek tam da buyken; K. Maraş Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Alpaslan Alkış, “İslâm hukuku açısından GDO’lar insanlığa yararlı ve caizdir,” sözleriyle GDO şirketlerinin hizmetindeki bir fetva veriyor![16]
“Ya devlet” mi?
O da -doğal olarak!- fetvaya uygun davranıyor!
Örneğin iktidar, eleştiri ve tepkilere karşın GDO soya ve mısır çeşitlerinin hayvan yemlerinde kullanılmasına yeni onaylar verdi. Artık GDO’lu enzim, mısır ve soya çeşitleri 10 yıl boyunca hayvan yemlerinde kullanılabilecek![17] Tarım Bakanlığı, 1 mısır ve 1 soya geninin hayvan yemi amaçlı kullanılmasına 10 yıl süreyle izin vermekte tereddüt etmedi![18]
1947’de Nelson Rockefeller’in kurduğu ‘Uluslararası Temel Ekonomi Ortaklığı’ (IBEC) ile dünya tarım tekellerinden Cargill, “melez mısır tohum” çeşitlerini üretmeye başladı. GDO’lu tohumlar için “Yeşil Devrim”(!) adı verildi ve Meksika’dan başlayarak, tüm Latin Amerika’ya, ardından da Hindistan ve Asya’ya kadar yayıldı. ‘Yeşil Devrim’in en önemli sonuçlarıysa; zirai zararlılara karşı bağışıklık için kullanılan yeni tür pestisitlerin insan sağlığına olumsuz etkileri, melez türlerin toprağın yapısını bozması ve üretilen ürünlerin azalmasıdır.[19]
* * * * *
Nükleerde de durum benzer; hem küresel, hem de yerel planda…
Örneğin Ukrayna’da 1984-1995 kesitinde inşa edilen Zaporijye Nükleer Santralı’nda bir patlama gerçekleşmesi hâlinde etkisi “Çernobil’in[20] 10 katı büyüklükte olacak”![21]
Avrupa Birliği (AB), bazı nükleer enerji ve doğalgaz projelerini “yeşil” yatırım olarak sınıflandırma planları hazırlıyor![22]
BM Avrupa Ekonomik Konseyi’nin (UNECE) teknoloji özet raporunda, nükleer enerjinin Paris Anlaşması ve 2030 Sürdürülebilir Kalkınma hedeflerinin gerekliliklerinin yerine getirilmesine yardımcı olabileceğini iddia ediliyor![23]
Burada bir parantez açarak, hatırlatmadan geçmeyelim: Avrupa’da 2018 sonu itibariyle nükleer atıkların konduğu depoların yüzde 93’ü dolmuş durumda.
Nükleer başlangıcından bu yana 70 yıl geçmiş olmasına rağmen dünyada kullanılmış nükleer yakıtların saklanabildiği derin jeolojik bir depoya sahip ülke yok. Son depolama alanı olabileceği belirtilen ‘jeolojik depoların’ güvenilir olduğu nükleer endüstrisi tarafından iddia edilse de bunun bir örneği ortaya konulmuş değil. Slovakya ve Rusya hariç Avrupa’da 2019’a kadar 2 buçuk milyon m3 nükleer atık üretilirken, bu atıkların yaklaşık yüzde 20’si Avrupa’da saklanmakta ve nihai atık depolarına gönderilmeyi beklemekte. 2018 sonu itibariyle Avrupa’da 142 nükleer reaktör çalışır durumda.
Nükleer atıkları saklama tesislerindeki doluluğa dikkat çekilen raporda, “Kullanılmış nükleer yakıtların depolandığı Avrupa’daki saklama tesisleri kapasitelerini doldurmaktadır. Finlandiya’da kullanılmış yakıt saklama kapasitesinin yüzde 93’ü şimdiden kullanılmış. İsveç’in merkezi saklama tesisi CLAB’da doluluk oranı yüzde 80 seviyesinde. Fakat bütün ülkeler saklama kapasitelerinin doluluk oranını bildirmemekte ve bu nedenle tam bir değerlendirme de yapılamamakta” olduğu yer alıyor![24]
Oysa Fukuşima felaketinin 9. yılında ‘Greenpeace’in hazırladığı rapora göre, Japonya’da meydana gelen tayfunlar radyasyon seviyesini hâlâ artırmaktayken; Japonya hükümeti yeni bulguları BM’den saklamaktaydı.[25]
Fukuşima’da üç nükleer reaktörün eridiği felaketin üzerinden on yıl geçtikten sonra ‘Radyasyon ve Kamu Sağlığı’ projesinde görevli Joseph Mangano’nun söylediğine göre sezyum, stronsiyum, plütonyum ve iyot gibi radyoaktif kimyasallar havaya karıştı, aynı kimyasalların Pasifik Okyanusu’na karışması hiç durdurulamadı ve işçiler 100’den fazla kanserojenin sızıntıyı hâlen durdurmaya çalışıyorlar.[26]
Ancak 32 ülkede hâlâ faaliyette 413 nükleer reaktör bulunuyorken;[27] şundan kimsenin şüphesi olmamalı: Nükleer çözüm değil yeni felaketlerin habercisidir.
Kolay mı?
BM Silahsızlanma İşlerinden Sorumlu Yüksek Temsilcisi Izumi Nakamitsu’nun, “Nükleer silahların oluşturduğu risk 40 yılın en yüksek seviyesine ulaştı” açıklaması yaptığı tabloda Colorado Üniversitesi’nden bir grup bilim insanı, Hindistan ve Pakistan’ın nükleer savaşa girmesi durumunda olası etkilerin ne olacağını hesapladığı senaryoya göre, kentsel alanlara yapılacak büyük bir nükleer saldırı 10 milyonlarca insanın ölümüne neden olacak. Ayrıca küresel ortalama sıcaklık 1.8 santigrat derece düşecek ve belirli türlerdeki tahıl mahsullerinin üretim hacimleri neredeyse yüzde 20 oranında azalarak kıtlığa neden olacak. Nükleer silahları olan ülkeler arasında bölgesel bir çatışma olsa bile bu savaşın sonuçları tüm dünyayı etkileyecek…[28]
Bir şey daha: Bilim insanları, daha Soğuk Savaş döneminde bile süper güçler arasında yaşanacak bir nükleer çatışmanın, tüm dünya için korkunç sonuçları olacağını öngörmüşlerdi. Patlamanın dumanı ve havada asılı parçacıkları güneşimizi karartarak dünya iklimini 18 derece kadar soğutabilir…[29]
Bunun ne demek olduğunu düşünebiliryor musunuz?!
* * * * *
Fukuşima nükleer santral felaketi yaşandığında Japonya Başbakanı olan Naoto Kan, bundan 5 yıl sonra bir itirafta bulunarak, “Erdoğan’a Japon nükleer teknolojisini tavsiye ettiğime pişman oldum. Türkiye gibi sismik ve terör riski olan bir ülke nükleer santralden vazgeçmeli,”[30] dese de yerkürede ve coğrafyamızda devlet(ler) tehlikeleri düşünmek istemiyor…
Dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez’n, Sinop İnceburun Yarımadası’na yapılacak nükleer güç santralı ile ilgili eleştirilere yanıt verirken, “Kesilen ağaçlar endüstriyel”[31] kaçamak yanıtını vererek idare-i maslahatçılıkla geçiştirmeye kalkıştığı nükleer meselesi coğrafyamızında başına beladır.
Örneğin Maliye Bakanlığı’nın verilerine göre, 2019’un tamamında 95 milyon TL harcayan Nükleer Düzenleme Kurumu, 2020’de ise 147 milyon TL harcadı.
İki yılda yaklaşık 250 milyon TL harcayan kurum, 2021’de ise tüm rekorları kırdı. Harcama rakamlarına göre, Nükleer Düzenleme Kurumu, 2021 yılının yedi ayında, iki yılda yaptığı harcamaların toplamına neredeyse yetişerek 211 milyon TL harcadı. Nükleer Düzenleme Kurumu’nun Temmuz ayında yaptığı 177 milyon TL’lik harcama da rekor olarak kayıtlara geçti. Kurumun henüz aktif bir nükleer santrala sahip olmayan Türkiye’de bu harcamayı ne için yaptığı ise bilinmiyor![32]
Gizli saklı işlere eklenecekler listesinde bir de Akkuyu’da gizlenenler var...
Akkuyu Nükleer Güç Santralı’nın (NGS) Danıştay’ın da olumlu bulduğu ÇED raporunda saklananlar saymakla bitmiyor. Bakınız 2018/337 numaralı karara itiraz eden üyelerin dehşet verici tespitlerine:
* Kıbrıs’ın güneyinde oluşabilecek yüksek ölçekte bir depremin bölgede yaratacağı etkiler…
* Nükleer tesisin işletimi sırasında oluşacak asit yağmurlarının bölgedeki tarıma etkisi…
* Bölgedeki kuyulardan içme ve kullanma suyu ve sulama suyu elde eden yerleşim yerlerinin, tesisin yapım ve işletim sürecinde nasıl etkileneceği…
* ÇED raporunda belirtildiğinin aksine, yöredeki yağışların sadece yükselti düzeneği ile açıklanamayacağı, bölgede Akdeniz ve orta enlem siklonlarının bulut ve yağış oluşum düzeneklerinin birinci derecede önemli olduğu, bu konuda raporda yeterince değerlendirme yapılmadığı…
* Santralın reaktörlerinde çevreye salınması öngörülen 23 radyoaktif izotop envanterinde, çevre etkileri çok önemli olan “Trityum” ve “Karbon” izotoplarının gösterilmediği…
* 4 reaktörden çevreye yayılacak salım miktarı 60,740 Curi iken, bu değer ÇED raporunda 20 kat daha düşük gösterildi…
* Soğutma suyu sisteminde kullanılacak “Sodyum Hipoklorit” kimyasalı denize bırakılırken özelliğini kaybettiği belirtilse de bu gerçeği yansıtmıyor…
* Helen yayında (Yunanistan’dan gelip, on iki adaların üzerinden geçen deprem kuşağı) dalma-batma veya volkanik patlama kaynaklı tsunami riski var. Bu nedenle Doğu Akdeniz havzasının tamamının tsunami modellerine yansıtılması gerekirken yapılmadı…[33]
Bunlar böyleyken; Akkuyu raporu hazırlayan uzmanlar, “Nükleere ihtiyaç yok,”[34] derken; Akkuyu Nükleer Santrali şantiyesinde çalışan bir işçi, “Burası Akkuyu değil, ölüm kuyusu,”[35] diye ekliyordu; ama tüm bunlar devletin umurunda değildi!
* * * * *
Diyeceklerimizi toparlarsak: Sürdürülemez kapitalizmin insan(lık) ve doğaya dayattığı GDO’lu, nükleerli hayata “Hayır!” demek için İbn-i Haldun’un, “Kendisini değiştiremeyen bir insan, çevresini ya da yaşadığı coğrafyayı değiştiremez,” vurgusu eşliğinde Amin Maalouf’un, “Ya bu yüzyılda herkesin kendisiyle özdeşleştirebileceği, aynı evrensel değerlerle bütün hâline getirilen, insanlık serüveninde güçlü bir inancın rehberlik ettiği ve bütün kültürel çeşitliliklerimizle zenginleşecek bir uygarlık kurmayı başarırız ya da ortaklaşa bir barbarlığın içinde yok olup gideriz,”[36] uyarısını kulaklarımıza küpe etmeliyiz!
Bir de Amerika yerlilerinin reisi Seattle’ın 1854’de, “Toprak insana değil, insan toprağa aittir,” sözündeki bilince muhtaç olduğumuzu; cesaretli bir bilinç…
Çünkü cesaret insanın kendisini aşmasıdır. Yaşamın zorlukları karşısında eğilmeden, bükülmeden göğüs germektir.[37]
“Cesaret, yaşamı sevmek ve ölüme sükûnetle bakabilmektir. Gerçekleri bilerek ideal olanı istemektir. Eyleme geçmek, evrenin sonsuzluğunda çabamızın nasıl ödüllendirileceğini bilmeden, bir ödül düşünmeden büyük davalara baş koymaktır, cesaret.
Cesaret, doğruyu aramak ve söyleyebilmektir. Muzaffer yalanın geçici yasallığına uymamak ve ruhumuzla, sesimizle, ellerimizle budalaca alkışların, bağnaz yuhalamaların yankısına katılmamaktır.”[38]
Kitlelerin doğa ve insan(lık) için kendiliğinden gelişen isyanlarının zafere ulaşabilmesi örgüt ve örgütlülük ile mümkünken; tüm toplumsal hareketler, “Gerçeklik, sadece mavi ya da yeşil değildir; bir gökkuşağı gibi çok renklidir,”[39] öngörülmesinden hareketle; bunun kaldıracının da işçi sınıfı olduğunu bir an dahi göz ardı etmemelidirler.
Çünkü çözüm, sürdürülemez kapitalist yıkımın aşılmasıdır.
4 Ocak 2023 14:07:55, İstanbul.
N O T L A R
[*] Newroz, Şubat 2023…
[1] Melih Cevdet Anday, “Çürük”, Sözcükler (Bütün Şiirleri), Kültür Yay., 2007, s.84.
[2] İrfan Hüseyin Yıldız, “Servet Transferi Hızlandı”, Cumhuriyet, 2 Ekim 2022, s.9.
[3] Fikret Başkaya, Eko-Sosyalist Paradigma / Komünist Topluma Giden Yol, Yordam, Birinci Basım: Kasım 2020.
[4] “Göller Yöresi Alam Veriyor: Yüzde 55’i Yok Oldu”, Karar, 2 Aralık 2022, s.3.
[5] Ayça Ceylan, “Dünya İçin Kocaman Bir ‘Hayır’…”, Cumhuriyet Pazar, 1 Ocak 2023, s.4.
[6] Mustafa Çakır, “GDO’ya 10 Yıllık İzi”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2022, s.3.
[7] Zülal Kalkandelen, “GDO’lu Tavuklar, Antibiyotikli İnekler”, Cumhuriyet, 4 Mayıs 2022, s.8.
[8] “Tarım Bakanlığı GDO’dan Vazgeçmiyor”, Yeni Yaşam, 10 Ocak 2022, s.12.
[9] Bayazıt İlhan, “Nükleer Sevdası Başka Şeye Benzemez”, Birgün, 19 Mart 2021, s.2.
[10] Vijay Prashad, “Nükleer Enerji Devri Sona mı Yaklaşıyor?”, Birgün, 8 Kasım 2021, s.14.
[11] Nikolay V. Kononov, “Küresel Barış Hayali ve Nükleer Çarpışma”, Birgün, 30 Mayıs 2022, s.10.
[12] Gökay Başcan, “GDO’lu Yemler Tehlike Saçacak”, Birgün, 8 Ocak 2022, s.15.
[13] Uğurcan Ülger, “Zehir Devine Darbe”, Cumhuriyet, 23 Mart 2019, s.3.
[14] “Artçı Sarsıntı”, Cumhuriyet, 29 Mart 2019, s.16.
[15] Uğur Dündar, “Zehirlenmeye Devam mı?”, Sözcü, 1 Ekim 2021, s.4.
[16] Yusuf Güsucu, “GDO’lu İlahiyatçıdan GDO Fetvası!”, Yeni Yaşam, 15 Ocak 2020, s.12.
[17] Mustafa Çakır, “Tarım ve Orman Bakanlığı Bünyesindeki Denetleme Kurulu Kaldırıldı”, Cumhuriyet, 8 Ocak 2022, s.9.
[18] “Tarım Bakanlığı GDO’dan Vazgeçmiyor”, Yeni Yaşam, 11 Ocak 2022, s.12.
[19] “GDO ve NBŞ Öldürür!”, Yeni Yaşam, 1 Ocak 2019, s.9.
[20] Ukrayna’nın kuzeyinde, Kiev yakınlarında Çernobil Nükleer Santralı 26 Nisan 1986’da patladı. Bakıma alınan santralın dördüncü reaktöründe meydana gelen patlamada, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarını tam 200 kat aşan bir etkiyi yarattı. İlk anda patlamanın etkisiyle santralda görevli 31 kişi öldü ancak daha sonra Türkiye’nin de dahil olduğu yakın coğrafya on yıllar boyu sürecek ölümcül bir felaketin içine düştü. Radyasyondan en çok etkilenen santralın çevresindeki 30 kilometre çapındaki alan boşaltılarak bu bölgede yaşayan 135 bin kişi tahliye edildi. Reaktör binası 410 bin metreküp çimento ve 7 bin ton çelikle gömüldü. Besin maddeleri başka bölgelerden getirildi ve radyasyon bulaşan gıdaların tüketimi yasaklandı. (“Facianın 33. Yıldönümünde Nükleer Tehditle Yüz Yüzeyiz”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2019, s.11.)
[21] “Nükleer Tehlike”, Birgün, 20 Ağustos 2022, s.11.
[22] Gökay Başcan-Umut Serdaroğlu, “Nükleer Enerji Pahalı ve Tehlikeli”, Birgün, 12 Ocak 2022, s.16.
[23] Yusuf Gürsucu, “Avrupa, İklimle Mücadeleyi Nükleere Bağladı”, Yeni Yaşam, 28 Eylül 2021, s.16.
[24] “Avrupa’da Nükleer Atık Depolarında Yer Yok!”, Yeni Yaşam, 23 Ekim 2021, s.16.
[25] Gökay Başcan, “Fukuşima ve Çernobil’den Ders Çıkarmadılar”, Birgün, 11 Mart 2020, s.16.
[26] John Laforge, “10 Yıldır Gizlenen Nükleer Felaket”, Birgün, 16 Mart 2021, s.5.
[27] Gökay Başcan, “Nükleer Çözüm Değil Yeni Felaketlerin Habercisi”, Birgün, 11 Kasım 2021, s.16.
[28] “Nükleer Dehşeti”, Birgün, 7 Ağustos 2021, s.10.
[29] “Bölgesel Bir Atom Savaşı Bile Tüm Dünyayı Zora Sokmaya Yetecektir”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2019, s.16.
[30] “Erdoğan’a Nükleer Teknolojisi Önerdiğime Pişman Oldum”, Cumhuriyet, 3 Mart 2021, s.7.
[31] “Bakan Dönmez: Kesilen Ağaçlar Endüstriyel”, Hürriyet, 17 Aralık 2018, s.5.
[32] “Nükleere Harcanan Bütçede Tarihi Rekor”, Birgün, 23 Ağustos 2021, s.8.
[33] Çiğdem Toker, “Cevapsızlığın Şiddeti”, Cumhuriyet, 26 Ağustos 2018, s.8.
[34] “Akkuyu Raporu Hazırlayan Uzmanlar: Nükleere İhtiyaç Yok”, Birgün, 4 Temmuz 2019, s.4.
[35] Meltem İnci, “Akkuyu Nükleer Santrali’nden Açıklama”, Yeni Yaşam, 18 Kasım 2021, s.12.
[36] Amin Maalouf, Çivisi Çıkmış Dünya, çev: Orçun Türkay, Yapı Kredi Yay., 2009.
[37] “Yoksullar bazen yorulur, sık sık da yenilirler. Sabretmek ile teslim olmayı; soluklanmak ile vazgeçmeyi sakın birbirine karıştırmayın. Elbette halkı sonsuza kadar bu diyanet masallarıyla uyutamazsınız; Hak gelir, batıl zail olur! Şimdi kötü günlerdeysek de her şeyin bir zamanı var. ‘The times is out of joint’ diyordu Hamlet. Gerçekten de onursuz bir çağ bu; zamanın çivisi, menteşesi çıkmış ve yerine takılmayı bekliyor; kim takacak? Onu da Marx söylüyor: ‘Henüz gelip çatmamış devrimcinin saati vardır’!” (Av. Selçuk Kozağaçlı)
[38] Jean Jaures’in 1903’de, mezunu olup, milletvekili seçilmeden önce felsefe öğretmeni olduğu Albi Lisesi öğrencilerine verdiği konferanstan, aktaran: Mine G. Kırıkkanat, “Cesur Bir Yıl Olmalı, 2023...”, Cumhuriyet, 25 Aralık 2022, s.10.
[39] Paulo Freire, Yüreğin Pedagojisi, çev. Özgür Orhangazi, Ütopya Yay, 2014, s.43.
Yorum Ekle