"Viraverita'da yayınlanan söyleşi" “En büyük bilgelik kendine egemen olabilmektir.” [2] 1. Entelektüel üretimin ...
"Viraverita'da yayınlanan söyleşi"
“En büyük bilgelik
kendine egemen olabilmektir.”[2]
1. Entelektüel üretimin akademiye ve belli
şablonlara sığdırılmaya çalışıldığı günümüzde, sizce akademi dışında
entelektüel bir üretim zeminin oluşturulma imkânları nelerdir? Bu bağlamda
Özgür Üniversite deneyimini nasıl değerlendirirsiniz?
Öteden beri,
akademinin entelektüel üretime pek katkı yaptığını düşünenlerden değilim. Hatta
zaman zaman mevcut potansiyelin gelişmesini engelleyici bir rol üstlenebildiğinin
de -en azından sosyal bilimlerde- tanığıyım. Siyasal baskılar/ etkilenimler,
üniversiteleri kıskacına alan cemaatçi-muhafazakâr kadrolaşma, en üretken
unsurlar olan genç akademisyenler, doktora adayları üzerindeki bölüm başkanı,
danışman zorlamaları, öğretim elemanları üzerindeki ders yükü, bitmez tükenmez
bürokratik angaryalar… tüm entelektüel hevesin daha ilk yıllarında kekre bir
bezginliğe, düşkırıklığına, müstehzi bir blasé’liğe
dönüştüğü bir aşınım sürecidir akademik yaşam.
Buna son
on-onbeş yıldır Türk(iye) akademia’sında da ağırlığını olanca şiddetiyle
hissettiren “üniversitelerin piyasalaşması” sürecinin etkileri de eklendiğinde
- akademik yükselmenin çoğunlukla neo-liberal “aklın” hegemonyası altındaki
anaakım dergilerde yayın yapma koşuluna bağlanması, bölümlerin entelektüel
“çıktı”larını piyasadan gelen siparişlere endekslemesi, bilimsel merakı kemiren
“projecilik” salgını… Tüm bu etkenler -ve bu listeye eklenebilecek niceleri-
akademi ile entelektüel üretim kavramlarını birbirleriyle ters orantılı
kılmakta…
Ancak,
akademinin en uygun, en destekleyici koşulları sağladığını varsaysak dahi,
entelektüel üretim saik(ler)i her zaman için akademi dışından gelir. Tek bir örnek vereceğim: Haziran 2013
kalkışmasının akademik camiada, özellikle de öğrenciler ile genç akademisyenler
arasında yarattığı dalgalanmayı, yaratıcılık ve üretkenlik patlamasını
düşünsenize!
Aslında
bizatihi Haziran 2013, entelektüel üretim ve paylaşımın giderek sklerotikleşen
üniversitelerin dışına taşınmasının ne denli hayatî bir önemi haiz olduğunu
gösterdi. Toplumsal devinimler sosyal bilimciler için eşsiz laboratuarlardır;
ama devinime geçen kitleler için de bitimsiz bir öğrenme arzusunu ve
potansiyelini harekete geçirirler. Sosyal bilimcilerle kitlelerin birbirinin
öğrencisine/ öğreticisine dönüştüğü muazzam momentlerdir bunlar.
Ve mutlaka
kendi mekânlarını yaratmalıdırlar: Özgür üniversite, sokak akademileri, meydan
okulları, kültür evleri, sendikalar, dernekler, parti okulları… Yani
katılımcıların çeşitliliğinin getirdiği esnekliği sergileyebilecek,
değişkenliğe hazırlıklı her türlü oluşum.
Özgür
Üniversite deneyiminin bu açıdan önemli olduğunu düşünüyorum, çünkü özgür
üniversite de ilginç bir toplumsal hareketlilik momentinin, Kürt hareketinin
yükselişi ile 1990’ların başında işçi sınıfı içerisinde baş gösteren
hareketlilik ve öğrenci hareketinin özgül dinamikleri çerçevesinde biçimlendi.
Üniversitelerde kendilerine öğretilenlerden, resmî ideolojiden, “ideolojilerin
sonu/ elveda proletarya/ elveda Alyoşa” söylemlerinden bezmiş bir genç kuşağın
öğrenme açlığına denk düştü.
1990’ların
ortalarında, kayıtların başladığını duyurduğumuzda Ankara Özgür Üniversite’nin
Bayındır Sokak’taki merkezinin önündeki kuyruğun Sakarya Caddesine dek
uzadığını hatırlarım. Özgür Üniversite devlet üniversitelerinde birikimleri
üzerindeki baskı ve sınırlamalardan bezmiş sol görüşlü hocalar, sosyalist
aydınlar, çeşitli alanlardan aktivistler ile devletin ve piyasanın kendilerine
sunduğu “bilgiler”den, ezberlerden bıkmış bir genç kuşağın buluşma mekânıydı.
Sanırım üzerinde topladığı ilgiyi kısmen de hiçbir “fraksiyon”un propaganda
aygıtı olarak çalışmamasına, solun tüm eğilimlerine, renklerine açık olmasına
borçluydu: Leninistler, Troçkistler, Maoistler, anarşistler, Kürt yurtseverleri,
ayrıca farklı eğilimlerden Kürtler, yeni solcular, feministler, çevreciler
arasında bir diyalog mekânı olmayı başardı…
Bugün bir Özgür Üniversite deneyimi
tekrarlanabilir mi, bilemeyeceğim. Ama sanırım Haziran kalkışmasının doğasına
uygun yeni biçimler üzerinde düşünmeliyiz… Herkesin birbirine öğreteceği,
herkesin birbirinden öğrenebileceği bir şeyler oldu artık. Buna uygun formlar
üzerine düşünmeli, derim.
2. Uzun yıllar akademide yer alan biri
olarak akademide kadının ve LGBTİ bireylerin geçmişten günümüze konumlarında nasıl
bir değişim gerçekleştiğini düşünüyorsunuz?
Genel (ve de
hayli iyimser) kanı, akademinin kadınlar için “vaat edilmiş topraklar”ı
oluşturduğu, kadın akademisyen sayısının her yıl katlandığı, akademinin giderek
“kadınlaştığı” vb. yönünde. Oysa veriler hiç de öyle göstermiyor. Bugün Türkiye
üniversitelerinde kadın ve erkek araştırma görevlilerinin sayısı neredeyse
eşitlenmiş gözükse de, akademik unvanlar yükseldikçe, kadınlar bir çeşit
darboğaza maruz kalıyor. Örneğin 2010-2011 öğretim yılında Türkiye üniversitelerinde
erkek araştırma görevlisi sayısı 19.059, erkek yardımcı doçent sayısı ise 13.371
iken, kadınlarda bu sayılar sırasıyla 17.508 ile 7.682 idi. Bir başka deyişle,
kadınlar araştırma görevlisi pozisyonlarında yığılırken, daha ileri
pozisyonlarda ciddi bir ayıklanmaya tabi tutulur gözüküyorlar.
Bir de şu var:
kadın akademisyenler, akademik ilerleme koşullarının çok daha çetrefilli olduğu
merkez üniversitelerde yığılmış durumdalar. Büyük bir bölümü AKP iktidarı
döneminde, yani 2000’li yıllarda kurulan “taşra üniversiteleri” ise çok daha
“erkek”.
Ve nihayet,
kadın öğretim elemanları, son olarak formasyon hakkından da yoksun
bırakıldıkları için öğrencilerin giderek daha az tercih ettiği sosyal
bilimlerde yoğunlaşmakta.
Bu üç veri,
kadınların “akademik geleceği” konusunda nicel açıdan olsun pek iyimser
olamayacağımızı gösteriyor.
Üstelik sorun
bundan ibaret değil. Biliyorsunuz, mobbing uygulanan işyerleri arasında
üniversiteler ön sıralarda. Cinsiyetler arası işbölümü konusundaki görüş ve
değerleri son derece yavaş değişen bir toplumun üyeleri olarak ev işleri, çocuk
bakımı vb. konusunda kendi annelerinden ya da yanlarında çalıştırdıkları
yardımcılardan başka bir dayanağı olmayan (çoğunluğu genç) akademisyen kadınlar
bir yandan akademik ve domestik yaşamları arasında bir denge kurma, bir yandan
da çoğunlukla mağduru oldukları mobbing ile baş etme sorunlarıyla karşı
karşıya.
LBGTI bireyler
konusunda merkez üniversitelerde kısmî bir “gevşeme”den söz edilebilir,
sanıyorum. En azından, bugün farklı cinsel yönelimler konusunda bunları bir
“hastalık”, “sapkınlık”, “anomali” vb. olarak nitelemeyen tezler
hazırlanabiliyor, araştırmalar yapılıyor. Merkez üniversitelerin bazılarında
LBGTI akademisyenler cinsel yönelimlerini gizlemek zorunda kalmadan görev
yapabiliyor. Bilebildiğim kadarıyla kimi üniversitelerde LBGTI öğrenci
toplulukları da var. Ama yalnızca birkaç üniversitede…
Polisin “kızlı-erkekli” oturan öğrencilere
sürek avı düzenlediği, cemaatler arasında paylaşılmış muhafazakâr AKP
üniversitelerinde ise iklimin bu denli “liberal” olmadığı ise, malûm.
Ama burada şu kaydı düşmeme izin verin,
LGBTI hâli, sonuçta cinsel yönelime ilişkin bir durum. Üniversite ise,
cinsellikle ilişkinsiz bir faaliyet alanı; öğrenme ve araştırma mekânları.
Sanırım bu kalemde üniversiteden beklenti, cinsel yönelim dahil her türlü ayırımcılığa
karşı çıkmaktan ve özel hayatın dokunulmazlığından ibaret olmalı.
3. Yurtdışında eğitim görme ya da bir süre
araştırma yapma şartı genellikle akademik kriterler arasında yer almakta, siz
kendi deneyimlerinize dayanarak yurtdışında eğitim görmenin önemli bir
gereklilik olduğunu düşünüyor musunuz? Türkiye’de ve yurt dışındaki üniversite
eğitimi arasında nasıl bir karşılaştırma yapabilirsiniz?
Benim yurtdışı
öğrenciliğim, 1970’li yıllarda kaldığı için, böyle bir karşılaştırma
yapabilecek durumda değilim. Ama doğrudan söyleyeyim, böyle bir kriteri doğru
bulmuyorum. Tam da, bir zamanlar görev yaptığım üniversitenin rektörlerinden
birinin araştırma görevlilerine yurtdışında bulunmanın “faydalarını” anlatırken
söyledikleri yüzünden: “Yurtdışında bulunmanızı istiyorum, çocuklar,” demişti
şevkle… “Medeniyet görmeniz, nasıl oturulur, nasıl kalkılır, nasıl sosyal
ilişki kurulur, onu öğrenmeniz için…” Sonra da ilave etmişti: “Tabii yurtdışı
derken, İran’ı, Azerbaycan’ı filan kastetmiyorum. ABD’ye gidin, Kanada’ya
gidin, İngiltere’ye gidin, Fransa’ya gidin…” Rektör, Batı üniversitelerinin
Hacettepe Üniversitesi’nin küçük, yabani araştırma görevlileri üzerindeki
“uygarlaştırıcı” etkilerini önemsiyordu!
Bu anekdot,
öğretim elemanlarının atama ve yükseltme kriterleri arasında yer alan
“yurtdışı” koşulunun gerisindeki kompleksleri açığa çıkartıyor. Bu kompleks,
aynı zamanda çeper üniversitelerinin Batı (günümüzde ABD)-merkezli bir bilimsel
hiyerarşinin aparatları olarak eklemlendikleri bir üniversiter sistemi bedenlendirmekte.
SCI, SSCI vb. endeksli dergilerde yayın zorunluluğu da benzer bir duruma işaret
etmiyor mu?
Bu anlayışla,
kendi üniversitenize ve kendi akademik elemanlarınıza ancak merkezi Kuzey
Amerika/Batı Avrupa üniversitelerinde konumlanmış bilimsel bir hiyerarşinin
montaj sanayi misyonunu biçmiş olursunuz.
Elbette, “biz
bize benzeriz”ci, “bize özgü”cü bir “bilimsel otarşizm”i savunuyor filan
değilim. Farklı üniversiteler arasında, farklı bilimsel deneyim ve birikimler
arasında yatay, eşitlikçi ve özgürce bir iletişim, etkileşim kuşkusuz tüm
katılımcılar açısından son derece yararlı bir şey. Ama bu “merkez” ile “çeper”
arasında hiyerarşik bir ilişki olarak kurgulandığında, bu, “çeper”deki bilimi,
“montaj sanayi” düzleminde tutmak anlamına gelir.
4. Bir meslek olarak akademisyenliğin
siyasi sorumluluğu sizce nedir?
Galiba öncelikle, akademisyenliği bir
“meslek” olarak görmemek!
Akademisyenliğin
bir dezavantajı var: üç-beş mimar, avukat, mühendis vb. kamuda ya da özelde, şu
ya da bu nedenle tutunamadıklarında, bir araya gelip bir büro kurabilmekte ve
mesleklerini kendi olanaklarıyla hizmete sunabilmekte, ekmeklerini de
kazanabilmekte.
Akademisyenlerin
böyle bir lüksü yok! Akademisyen, “mesleğini” sürdürebilmek için, kamu, vakıf
ya da (kapıda bekliyor ya) özel, bir üniversite (ya da enstitü vb.) tarafından
istihdam edilmek durumunda. Bu, akademisyenlik “mesleğini” sürdürebilmesi için,
kamu, vakıf ya da özel, bir “patron”un koşullarını kabullenmek durumunda
olduğunu gösterir. Hiç kuşku yok ki örgütlü mücadele, toplumsal muhalefet
dalgasının yükselmesi vb. neticesinde akademisyenler konumlarına kısmî
güvenceler sağlayabilirler, ancak bunların ne denli “palyatif” olduğunu son
dönemlerin “piyasayla bütünleşik üniversite modeli” bize gösterdi.
Bir meslek ya da değil; bilim insanının
siyasal, daha doğrusu ontolojik sorumluluğu, emekten ve hayattan (bios’tan)
yana olmaktır. Hayata karşı bilim olmaz. Bilim, bilimsel etik gereği, ölümü
üretmede kullanıl(a)maz. Bilim emeğe karşı da olamaz; yani bilim insanı emeğin
üretkenliğini ya da kâr payını arttırma gerekçesiyle, yani kapitalist sistemi
sürdürebilme adına hareket etmemeli.
Hayata ve emeğe karşı sorumluluğu
, bilim insanının üç düzlemde
bağımsız olmasını gerektirir: devletten, sermayeden ve dinden.
“Akademi” ise,
günümüzde yapısal zorunluluklarından dolayı bu üç bağımlılık düzleminden birini
yeniden üretecek tarzda örgütlenmekte. 2000’li yıllardan önce her yıl MASK’a
(Milli Stratejik Askerî Konsept) göre yeniden dizilime tabi tutulan
üniversitelerin 2000’li yıllardan sonra ise, cemaat-tarikat isterleri
doğrultusunda hizalanmaya başladığını hatırlatmak, yetecektir.
Bu durumda,
bilim insanının hayata ve emeğe karşı sorumluluklarını yerine getirmesi,
“meslekî” açıdan risk almasını gerektirir (hakkında dava açılması, cezalandırılması,
ya da 1970’li yıllarda sıkça olduğu üzere “faili meçhul”e kurban gitmesi vb.
“riskler”i burada söz konusu etmiyorum)… Akademisyenin “sorumluluk” bilinci
onun “akademisyenlik” mesleğinden olmasına yol açabilir; “bilim insanı”
niteliği ise, bakidir: Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Fikret
Başkaya, İsmail Beşikçi, Haluk Gerger, Sungur Savran vd’leri… “bilim insanı”
onurlarını akademisyenlik “mesleğini” riske atarak savunabilmişlerdir.
15 Ocak 2014
17:13:35, Çeşme Köyü.
N O T
L A R
[1] Newroz, Yıl:7, No:246, 1 Şubat 2014…
[2] Euripides.
Yorum Ekle