SİBELÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER “Çok şeyler var ki çürürler, unutulur, ölürler. Saltanat tahtı, tacı, asası gibi. Oysa bazı şe...
SİBELÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“Çok şeyler var ki
çürürler, unutulur, ölürler.
Saltanat tahtı, tacı, asası gibi.
Oysa bazı şeyler var ne çürürler,
ne unutulur ne de ölürler,
Charlie Chaplin’in şapkası,
bastonu, ayakkabısı gibi.”[1]
Yakınlarımız,
dostlarımız, sevdiklerimiz için yazmamaya, konuşmamaya gayret ederiz; malum ne
yapılırsa yapılsın “öznellik” girer işin içine.
Kolay mı?
Dünyanın en zor işidir insanın sevdikleri için yazması; zor olduğu kadar
“belalı”dır da…
İş bu nedenle
Ahmet Telli’nin, “Her dilden bir adları vardı onların/ ama hiçbir ülkenin
kimliğini taşımadılar,” dizeleriyle betimlenen evlat-yoldaş(lar) Orçun(lar)
için yazarken, bir Medine’den, bir Kürt Uğur’dan söz edercesine zorlanacağız.
Ancak, bu
sefer ne denli zor olsa da yazacağız; ‘İzmir Yenikapı Tiyatrosu’nun 17 Temmuz
2013 tarihli şu açıklamasının ardından yazmak zorundayız:
“Bugün hayatın her kesiminde olduğu gibi,
tiyatro alanı da yoğun bir saldırı altındadır. Tiyatro sanatını muhafazakârlığa
teslim etmek isteyenler, özgürlüklerimizi, baskı, tehdit ve yasaklarla yok
etmek istemektedirler.
Kurulduğu günden bu yana, oynadığı sokak
oyunları, oyun anında polis tarafından kesilen, yasaklanan hatta oyuncusu
“halkı askerlikten soğutma” suçlamasıyla 5 ay 20 gün cezaya çarptırılan
tiyatromuz, tehditlere ve baskılara boyun eğmeyeceğini yaptıkları etkinliklerle
göstermiştir.
Sanatta İşlenebilecek suç yoktur kitabı,
etkinlikleriyle yüzlerce insana ulaşmış, binlerce insanı haberdar etmiştir. Dün
Şehir Tiyatroları yönetmeliğini değiştirenler, devlet tiyatrosunu
özelleştirmeye çalışanlar, sözde yasa taslakları ve mesleki yeterlilik
tanımlarıyla özgürlük alanlarımızı elimizden almaya çalışanlar, tiyatromuza bir
kez daha yargı terörü ile saldırmışlardır. (…)
2006 1 Mayıs’ında, AİHM tarafından orantısız
güç kullandığı gerekçesiyle mahkûm edilen devlet, İzmir 10. Ağır Ceza
Mahkemesi’nin aldığı kararla, Tiyatromuz emekçilerinden Orçun Masatçı’ya eyleme
katılanlardan 10 kişi ile birlikte 2 yıl 2 ay 20 gün ceza vermiştir.
Orçun Masatçı, 2006 1 Mayıs’ına İzmir
Yenikapı Tiyatrosu pankartı arkasında, yine tiyatromuzun bayrağı ile
katılmıştır. Polis saldırısından sonra da alanda devrimci-demokrat, işçi sınıfı
ile birlikte durmuştur. Tiyatromuz kurulduğu günden bu yana 1 Mayıslara,
grevlere ve onlarca başka hak arama eylemine kendini ifade eden pankart ya da
bayraklarla katılmaktadır. Kendimizi ifade etme hakkımızın elimizden alınmasına
izin vermeyeceğiz!”
Evet, biz de kendi özgürlüğümüz ve evlat-yoldaş(lar)
Orçun(lar) için ifade özgürlüğümüze el atılmasına, ambargo konulmasına “Evet”
demeyeceğiz…
Ve biliyoruz ki, bizden
ötede ‘İzmir Yenikapı Tiyatrosu’, Orçun(lar) bun(lar)a teslim olmayacak,
boyun eğmeyecektir…
‘İzmir
Yenikapı Tiyatrosu’, Orçun(lar); biz Onları tanırız…
Orçun(lar)
kalbine inen faşist satırlara inat, sanatın hakkını veren devrimci
sanatçılardır.
“SANAT” MI DEDİNİZ?
“Sanat” dedik…
Server
Tanilli’nin ‘Yaratıcı Aklın Sentezi’ başlıklı yapıtında belirttiği üzere:
“Sanata aşina
olmak, insanlığımızın bütün biçimlerine duyarlı kılar bizi. (…) Andre Malraux,
‘ölüm, yenilmez yazgısı insanın, onu alt edebileceğimiz tek yol sanattır.
Sanat, yazgıya karşıdır’ diyor. Buradan kalkarak sanatçı, ölüme karşı savaşan
ve umudunu daha güzel, daha insanca bir dünyaya adamış bir kişiden başka ne
olabilir? (...)
Ünlü ‘Sanat
sanat için midir, yoksa toplum için mi? ’ tartışmasında ise, ‘sanat sanat
içindir,’ diyenlere karşı, ‘Sanat toplum içindir’ diyenlerin hatırlatacakları,
başta Albert Camus’nün şu sözleri olmaz mı? ‘Dünya aydınlık olsaydı, sanat
olmazdı’…”[2]
Sanat, aşk
gibi tanımlanması çok zor bir şeydir.
Yaratıcının,
gerçeklere yaslanan ifade tarzıdır sanat; düşünce ve duyguların dışa vurumudur;
bütünü görebilen/ göstererek kucaklayandır; tabulara, yasaklara başkaldırandır.
“Ölüme karşı
tek yanıt sanattır,” diyordu Andre Malraux.
Çağıran,
meydan okuyan, direnendir sanat; Sıradanlığa, ortalamaya teslim olmayandır.
Görmeyenlerin
gözü, duymayanların kulağıdır sanat. Ya da öyle olmalıdır.
Düşüncelerin,
duyguların estetik hüviyet kazanmasıdır. Veya Ernst Fisher’in ifadesiyle,
“Tılsımlı bir araçtır.”
Kolay mı?
Yapıtlarının, icracılarının anlatmak istediklerinin dışında milyarlarca başka
anlamda yorumlanmasıyla harika bir şey hâline geliyor sanat. Esasen
bakıldığında bir sanat eserinde, sahibinin anlatmaya çalıştığı tek bir hikâye
vardır; ama insanlar bu eserleri alıp değerlendirmeye başladıkları anda sonsuz
sayıda farklı düşünce şekillenebilir etrafında.
Bütünüyle
olsun, aralardan ufak parçalar olsun, sanatseverlerin süzgeçlerinden geçip
yeniden şekillendiklerinde artık sahibinin değil, o insanların yapıtlarıdır.
Bir şarkı, bir
şiir, bir roman, bir fotoğraf ya da bir yağlı boya tablo, her ne olursa olsun,
bir kişinin yani ustasının malı değil, karşısına alan her insanın ürünüdür.
Herkesin zihninin farklı farklı algılayıp kendine göre değerlendireceği
düşünüldüğünde mantıklı geliyor. Örneğin, esasında savaşı anlatan bir parça,
dinleyenlerin bazılarına aşk şarkısı gibi gelebilir. Ya da çaresizliği
anlatmasını hedeflenen bir fotoğraf, güçlü duruşu sergiliyor olabilir.
Hayatı
dayanılır kılan sanatın, “Bu sanattır,” diye parmakla gösterilmeye ihtiyacı
yoktur, olmamalıdır.
Kim bilir
sanat, belki de, “Ben sanatçıyım” diyenlerin yapamadığıdır.
İnsan(lık)
için aşkınlık eylemi olarak da tanımlanması mümkün olan sanat kendimizi tanımak
ve anlamak için yapabileceğimiz en iyi şeydir.
Platon’a göre
sanat bir mimesistir. Hatta mimesisin mimesisidir. Yani yansımanın bir
yansımasıdır. Aristoteles’e göre de bir katharsistir.
Sanat: erdemle
benzer bir var oluş içerir; zamana yenilmeyendir; tüketilemeyen ve tüketilmek
istendikçe çoğalandır...
Geçicide
kalıcıyı yaratma çabasıdır; tanıdığımız yerlere tanımadığımız yollardan
varmaktır; gerçeğin düşler prizmasında yeniden inşasıdır; bir iletişim
biçimidir.
Stendhal’ın
deyişiyle, “Sanat, bir mutluluk vaadini sinesinde barındırır.”
Sanat
kontrolsüz yaratmaktır; görmeyi biçimlendirir; ortak hafızadır; toplum içindir.
Yaratıcılığın
ve hayal gücünün ifadesi olarak tanımlanagelmişse de unutulmasın; başkaldırısız
mümkün değildir.
Melih
Gökçek’in, “Böyle sanatın içine tüküreyim,” diyebildiği Türkiye’de sanat
tehlikeli bir eylemdir; tehlikesiz ise sanat değildir.
Sanat
beyandır, tavırdır. Kısıtlı olan zamandan ve mekândan beslenir. Damarları
süregiden hayata bağlıdır.
“Sanatı,
hayalgücü için bir fantezi, sanat eserini vehimler (halucination) sistemi
sayanlar, sanatı anlamayanlardır. Bunlara göre sanatkâr gayesiz bir sentezin
yaratıcısı, sanat bir oyundur; alelâde hayat enerjisinin mahsulü bir maharet
sistemidir. Şu hâlde hayat enerjisi kendi normal istikametindeki gayesizliğe
doğru giderken, zekânın onu bazı şekiller ve ritmler altında toparlamasıyla,
sanat eseri meydana gelir. Bu görüşe göre sanat, zekânın hayata menfaatsiz
yönden bakmasıyla meydana gelmektedir.”
“(...) Diğer
taraftan sanat, dış dünyadan ve tabiattan duyumlar alabilme ve bunların
arasında herhangi bir seçim yapabilme kabiliyeti de değildir. Tabiat karşısında
bir iktidarsızlık, sanatı doğuramaz. Sanat, hayal gücü hastalığı veya kader
hâlinde karşımıza çıkan bir realite değildir. Bir bilgi veya vehim sistemi de
değildir. Belki bir ideal, bir dâva, bir iradedir. Sanatkâr, eserini meydana
koyan heyecanı tesadüfle bulmamıştır. Bu heyecanı, olduğu gibi isteyerek ve
arayarak bulmuştur. Onda sanattan önce gelen bazı şeyler, sanat aşkından önce
bulunan bir aşk vardır. Sanatın özü, eşyanın insan tarafından görünüşünden
ibaret değildir. O, insan iradesinin derinlerinde ve aşkın hareketinde
bulunur.”[3]
Sanat,
yaratıcılığın, hayal gücünün ifadesidir; insan(lık)ın farkıdır; cesur ve
taraflıdır.
Vazgeçilebilir
bir şey değildir, en az hava kadar vazgeçilemezdir sanat.
“Sanat eseri sınıflı toplum koşullarında
yaratıldığı gibi, sınıflı toplum koşullarında alımlanır ve yeniden üretilir. Bu
ilişki, yazarın niyetlerinin de ötesinde, metni siyasal hâle getirir ve
toplumsal bir işlev kazandırır. Kuşkusuz yazar bu işlevin ne derece farkında
olursa o kadar iyidir, ama farkında olması metne hâkim olabileceği anlamına
gelmez. Sanat eseri yaratıcısından da bağımsızlaşır. Sanatı sanat yapan, bizim
için vazgeçilmez kılan o sanat eserini üreten sanatçının bile eser üzerinde
mutlak iktidara sahip olamamasıdır! Sanat boyunduruğu reddeder!”[4]
Nihai kertede
sanat, ideolojik bir alandır ve niyetle şekillenir, öznesi toplum değilse
insan(lık)tır.
Sanat sınıfsal
prizmadan yansıtır gerçekliği, ideolojik işlevi buradan gelir. Ama bilinçle
oluşturulmuş bir ideoloji değildir bu. Zira siyasal anlam yapıtın dokusunda
saklıdır, kendisini özerk bir biçimde göstermez. Dolayısıyla bir yapıt sadece
ne anlattığıyla değil neyi nasıl anlattığıyla da önem kazanır. Nasıl
anlatıldığı ise sanatçının bakış açısı, algısı ve hatta bilinçaltıyla
ilgilidir. Ne yapmak istediğini ya da yapıtını nerede konumlandıracağını
bilmeyen birisi sanat değil zanaat yapmaktadır.
Sanatta sorun
resim yapmak sorunu değil, yaptığın resmin dünya için ne anlam ifade ettiği
sorunudur.
Bu konuda
Anita Taylor şunları der: “Sanatın insan üzerindeki etkisi ve önemini çok
kısıtlı bir çerçeveden görüp özetlemekle yetindiğimizi düşünüyorum. Hayır,
sanat sadece bir genel kültür meselesi değildir. Hayır, sanat sadece insanın
ufkunu açan, bir kişisel gelişim basamağı değildir. Hayır, sanat sadece
çerçeveletip duvara asılacak, büyük paralar ödenecek, elitliğinize elitlik
katacak bir şey değildir. Sanat, hızla akıp giden zamanın; gittikçe
kalabalıklaşan dünyanın ve ilerleyen teknolojinin gittikçe koyulaşan gölgesine
ittirdiğimiz ve ruhumuzu kemiren her şeyi olduğu yerden biraz olsun kımıldatan,
varması gereken yere biraz olsun yaklaştıran, hayatı biraz daha yaşanılır kılan
bir tılsımdır. Basite indirgendikçe tehlikeleşen ve gün geçtikçe çok daha az
insanın farkında olduğu bir merhem. Üstelik bir türlü fark edilememesine
rağmen, her yerde.”[5]
Sanatın insana
kazandırdıklarından birisi de deneyimdir. Sanat, bazı şeyleri yaşamadan insana
öngörü sağlar. Sanat insana yaşamadan bilebilmeyi sağlar.
Bertolt
Brecht’in, “Sanat gerçekliğe tutulan ayna değil, onu şekillendirmek için
kullanılan çekiçtir”; Paul Klee’nin, “Sanat görüneni vermez. Onun işlevi
görünmeyeni görünür kılmaktır”; Pablo Picasso’nun, “Sanat, coşkun zekânın
ürettiği estetik bir obje”; Eliel Zaarinen’in, “Sanatı anlamak için önce bütün
sanatların kaynağı olan hayatı anlamak öğrenmek gerekir. Yine hayatı ve sanatı anlamak için herşeyin temeline doğaya
inilmelidir”; Paul Gauguin’in, “Art is either plagiarism or revolution/ Sanat
ya araklamacılıktır ya da devrim,” diye betimledikleri O; sınırları aşıp,
sınırsız olmaktır.
Alınıp,
satılması mümkün olmayan sanat kimsenin, hiçbir iktidarın tekelinde değildir.
Fiyatı olmayan şeydir Godard’ın da dediği gibi.
Günümüzde,
kapitalist sermayenin çoktan eline geçirdiği yaşam formu olarak sunulan O; Guy
Debord’un ‘Gösteri Toplumu’nda ifade ettiği üzere, metaların en ünlüsüdür!
Kolay mı?
Artık sanat müzayedeleri milyon dolarlarla kapanıyor!
Sanat ve
kültür üst kesimin kendi sudan kalitesini göstermek için yakasına taktığı birer
rozet sanki!
Ama bu işin
bir yanı;[6] öte yandaysa bir
vicdani ret eyleminde sokak oyunu oynadığı gerekçesiyle halkı “askerlikten
soğuttuğu iddiası”yla yargılanan Nazlı Masatçı’ya 5 ay ceza aldıran başkaldıran
sanat vardır.
Başkaldıran ve
insanî (bir meseleyle) ilgili olan sanatın hayatta karşılığı vardır;
gerçeklikle ilişki düzeyi yoldaşlıktır.
Tıpkı
‘Boğaziçi Caz Korosu’ndan Masis Aram Gözbek’in tarifindeki gibi:
“Sanata dair
bir şey söyleyeyim. Bunu hep söylüyorum: Sanat söylenecek sözü olan insanın
işidir. Bir derdinin olması lazım… Bir şey anlatmak istemen lazım ki onu sanat
yoluyla ifade edebilesin. Sanatla ilgilenen insanın içinde tutamadığı bir
sıkıntısının, derdinin olması gerekiyor ki, onu o yoldan dışa vursun.”[7]
Evlat-yoldaş(lar) Orçun(lar)’un, ‘İzmir Yenikapı
Tiyatrosu’nun hakkını vererek temsil ettiği sanat, budur; çünkü Onlar -teslim
alınamayan- devrimci sanatçılardır.
BAŞKALDIRAN SANATÇI(LAR)
‘İzmir
Yenikapı Tiyatrosu’ ile Orçun(lar), içindeki akıl almaz insanî heyecan ve
coşkuyu, çığlığıyla paylaşan, başkaldıran sanatçı(lar)dır.
“Her eline
mikrofon alana, bir diziye çıkıp iki rol yapana, kıssadan hisse televizyona
çıkan herkese sanatçı” denilen bir bataklığın orta yerinde Onlar; özgürlükçü
hayal gücüyle ve yetenekleriyle mana yaratırlar; etraflarında olup bitenin
farkındadırlar.
Demet Akalın,
Serdar Ortaç, Hande Yener, Sibel Can, Sinan Akçıl, Hülya Avşar, Mustafa Sandal,
Hadise, Şafak Sezer, Peker Açıkalın, Tamer Karadağlı, Pınar Altuğ, Emrah,
Bengü, Doğuş, Mustafa Topaloğlu, Kenan Doğulu, Seda Sayan, Nuri Alço, Nihat
Doğan, Gülben Ergen gibiler için kullanılmaması gerekir “sanatçı”
sıfatının (Onları esas yaptıkları meslekle anmak daha doğrudur)!
Pablo
Picasso’nun deyişiyle, “Sanatçı nedir derseniz? Ressama yalnız gözleri, müzikçi
ise yalnız kulakları, ozansa kalbinin her katında bir lir ve hatta boksörse,
yalnız adaleleri olan bir ahmak mı? Tersine aynı zamanda siyasal bir kişidir
sanatçı. Bütün varlığı ile tepki göstermesi gereken, acıklı, keskin, mutlu
olayların karşısında her an bilinçli olması zorunlu olan kişidir sanatçı.
Başkalarına karşı ilgi göstermeden yapabilir mi kişi... Kendisine bol bol
canlılık getirenlerden kopabilir mi? Resim, odaları süslemek için
yapılmamıştır. Resim düşmana karşı saldırıda ve savunmada kullanılması gereken
bir savaş silahıdır.”[8]
Yaşamın
sancısı çeken ve ona dokunarak taraf olandır sanatçı…
Söylenmemişi
söyleyen, yazılmamışı yazan, yapılmamışı yapan, yaratandır…
Eğlence
sektöründe çalışan işçi değildir sanatçı; her ne kadar günümüzde öyle sunulup,
görülerek kullanılsa da.
Kime göredir
neye göredir bilinmez ama, hiçbir anlam ifade etmeyen gösterilerde bulunan
insanlara bile zamanımızda sanatçı denilmeye başlandı. Bu gün geçtikçe gözümüze
gözümüze sokuluyor.
Televolelere
çıkıp hergün sergilenen yüzler sanatçı değildirler.
Cem Kızıltuğ,
“Sanatçı yara sarmaz, sanatçı kanar,” diyerek kısa ve öz bir şekilde sanatçıyı
betimlerken kullanılabilecek güzel bir ölçüt vermiştir. Bu ölçüte sahip
olanlara sanatçı denir.
“Sanatçının
hası bir şey olmak peşinde değildir, bir şey yapmaya çalışır; yapmaya çalıştığı
şey çokluk alışılmamış, olağanı aşan bir iş olduğundan üstelik terslenir durur,
önüne olmadık engeller çıkarırlar, hayat hakkı tanımak istemezler: vız gelir,
ipekböceğidir o, iki dünya bir araya gelse kozasını örecektir, önleyemezler.”[9]
Özetin özeti:
Sanatçılar, iktidara hep muhalif olmuşlardır. Tam da bunun için “Toplumun bir
mecazı, gözü/ kulağı, tanığı, muhalifi olarak addeder,” der Rene Ricard
başkaldıran sanatçılar konusunda…
İş bu nedenle
de himayeye “Evet” demeden, “Sanat toplum içindir” anlayışıyla; “İktidarın
sanatçısı olmaz, olursa da onun adı soytarı olur,” diyen Onlar; herkesin
yaptığını/ yapabildiğini, konuşabildiğini, söyleyebildiğini yapmakla,
başkaldıran sanatçı olunamayacağını bilirler.
Sanatçı halkın
yanında olandır. Olmayana sanatçı denmez. İktidarın yanında olana ise soytarı
denir. Zira iktidarın gücünden nemalanmak için akla hayale sığmayacak
soytarılıklar yaparlar. Ki gündemi takip edenler bu kişilerin soytarılıklarını
fark ediyorlardır zaten.
Evet, evet
iktidarın yanında yer almakla sanatçı olunmaz; muhalif değil ise kıymet-i
harbiyesi olmayan, olamayandır…
Ayrıca
başkaldıran sanatın, sanatçının ırkı yoktur; evrenseldir.
Gerçek
sanatçılar egolu, narsist olmaz. Halktan kopuk olmamalıdırlar. Siyasetçilere,
zenginlere yaltaklanmamalıdırlar. Çünkü bu onların karakterini bozar, sanatını
yok eder.
Para kazanamaz
çoğu sanatçı. O yüzden sanatını icra ederken, başka işler yapmak zorunda da
kalır. Ama bu onu yıldırmaz. Hayatına devam eder.
Sigmund Freud,
‘Psikanalize Giriş Dersleri’nde sanatı, fanteziden tekrar gerçeğe giden bir
dönüş yolu olarak tanımlarken; son sözü Oscar Wilde’a bırakalım:
“Sanatçı güzel
şeylerin yaratıcısıdır. Sanatı açığa çıkarmak ve sanatçıyı gizlemek sanatın
amacıdır...”
‘İzmir
Yenikapı Tiyatrosu’ ile Orçun(lar) hep devrimci sanatı açığa çıkartarak,
kendilerini yaptıklarının gerisine gizlemişlerdir…
ÖZGÜRLÜK VE 1 MAYIS(’LAR)
Sanatın ve
sanatçının “olmazsa olmazı” özgürlüğü savunmak, böyle bir şeydir.
Bilmeyen
olabilir mi? Düşünce/ ifade özgürlüğü olmazsa sanat olmaz.
Bertolt
Brecht’in, “Özgürlük neye yarar,/ yaşarsa bir arada,/ özgürler ile tutsaklar,”
uyarısının altını çizerek aktarıyoruz:
Özgürlük
derken, özgürlükten söz ederken “Daha çok seçme olanağımız var, bu yüzden daha
çok özgürlüğümüz var. Hayır. Böyle değil. Özgürlüğün esası, bir nesneyi, bir
kişiyi, bir düşünceyi ya da bir çiçeği bir diğerine tercih etmek değil. Daha
çok bir kucaklama, içine alma eylemi. ‘Seçme özgürlüğü’ bir kavram olarak
özgürlük durumuna aykırıdır. Özgürlük, ‘ya bu ya da şu’ değil, ‘ya hep ya hiç’
ya da bir büyüme genişleme eylemidir daha çok,” der Gündüz Vassaf, ‘Cehenneme
Övgü’sünde![10]
Sonra ekler
Ignazio Silone, “İnsan özgürlüğü başkasından dilenemez, özgürlüğü kazanmasını
bilmesi gerekir,” diye…
Ve de
“Özgürlük; hayatı bütünüyle yaşamak demektir, yeterli beslenme, giyinme ve
barınma konusunda, bedenin gereklerini karşılamak için ekonomik olanak, ayrıca
aklın faaliyet alanını genişletmek, kişiliği geliştirmek ve kişiliğimizi ortaya
koymak için etkin fırsat ve olanaklara sahip olmak demektir,” der Leo
Huberman…
Niye
saklayalım? ‘İzmir Yenikapı Tiyatrosu’ ile Orçun(lar) hep ve her daim özgürlüğü
savunmuşlardır…
Bunun içinde darbeci Kenan Evren ve tekelci burjuvalar
için “komünist bayramı” olan 1 Mayıs(’lar)da özgürlüğün, eşitliğin,
kardeşliğin, enternasyonalizmin safında olmuşlardır, olacaklardır da…
“Bahar
Şenliği” değildir; işçi bayramıdır 1 Mayıs; “Amele Bayramı”dır; “uluslararası
birlik, mücadele ve dayanışma günü”dür…
Emeğin, alın
terinin günüdür; “bir Mayıs, bir Mayıs/ işçinin emekçinin bayramı/ devrimin
şanlı yolunda/ ilerleyen halkın bayramı”dır…
Emeğin
evrensel, büyük insanlık yürüyüşüdür 1 Mayıs…
1 Mayıs
deyince aklımıza hep sokaklarda esen romantik isyankâr sosyalizm rüzgârı gelir…
Öyle bir rüzgâr ki ne kadar devlet terörizmine maruz kalsa da ele avuca sığmaz...
“Güzel günler
göreceğiz/ güneşli günler”… “Ancak bu böyle gitmez, sömürü devam etmez”…
haykırışlarıyla “sermayeye karşı emeğin savaşı”nda somutlanan ve “Hak verilmez
alınır,” diye haykıranların geleneği, “gün gelir gün gelir zorbalar kalmaz
gider” bilinciyle haykırır: Bijî yek gûlan!
1 Mayıs
dayanışma ve mücadelenindir; 77’deki kanlı 1 Mayıs’ı nasıl unuturuz?
1 Mayıs 1886
Chicago’sunu… 3 Mayıs 1886’da Mc Cormic fabrikasının önünde toplanan işçilere
ateş açılıp, bir işçinin öldürülmesini… 4 Mayıs 1886’da işçilerin düzenlediği
protesto gösterisini… miting sırasında nerden atıldığı bilinmeyen bomba ile 4
işçi ve 7 polisin ölümüne neden olan provokasyonu… 8 işçi önderi sendikacı ve
yüzlerce işçinin tutuklanmasını… 1.5 yıllık yargılama sonucunda August Spies,
Albert Parsons, George Engel ve Adolp Fisher’in idam edilmesini… 11 Kasım
1887’de idam sehpasında August Spies’in, “Sessizliğimizin, bugün boğduğunuz
seslerden daha güçlü çıktığı günler de gelecektir!” haykırışını nasıl unuturuz?
12 Eylül
sonrasında, 1 Mayıs sessizliğini ilk olarak 1988’de bozan işçilerin polis kuşatmasına
rağmen Taksim’e girmelerini… 1989 baharında ise yine alanlara çıkmalarını…
Binlerce işçi ve devrimci Taksim Meydanı’na doğru yürürken saldırıya geçen
polisin Mehmet Akif Dalcı adlı işçiyi katletmesini… 1990’da Taksim’deki
kutlamada ise polisin kurşunlarına hedef olan Gülay Beceren’in felç
olmasını…
1996’da yüz
binin üstünde katılımla gerçekleşen İstanbul Kadıköy’deki 1 Mayıs gösterileri
sırasında, Söğütlüçeşme girişinde göstericiler üzerine ateş açan
polisin Hasan Albayrak ve Dursun Adabaş’ı katletmesini…
2007’de,
2008’de, 2009’da Taksim için verilen mücadeleleri ve Taksim’in yeniden
kazanılmasını nasıl unuturuz?
Nâzım
Hikmet’in, “ve elbette ki, sevgilim, elbet,/ dolaşacaktır elini kolunu sallaya
sallaya,/ dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla/ bu güzelim
memlekette hürriyet...” dizeleriyle betimlenen 1 Mayıs, daha güzel günler için
umudumuzun simgesidir.
1 Mayıs alanları ve mücadelesi ‘İzmir Yenikapı
Tiyatrosu’ ile Orçun(lar) olmadan nasıl düşünülebilir?
Devrimci
sanatın başkaldıran sanatçıları özgürlüğü ve 1 Mayıs’ı savundukları
için nasıl “cezalandırılabilir”ler?
Bu mümkün müdür?
“SIRADAN(LAŞTIRILAN) FAŞİZAN HÂL”
Eğer “faşizan
hâl” “sıradanlaş(tırıl)ıyorsa mümkündür!
Nasıl mı? Karl
Marx’ın, “Devlet bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi için bir
makineden başka bir şey değildir; ve bu, krallıkta olduğu denli, demokratik
cumhuriyette de böyledir,” saptaması ile Bertolt Brecht’in, “Kapitalizme karşı
olmadan faşizme karşı olanlar; danayı kesmeden onun etini yemek isteyen insanlara
benzer. Danayı yemek isterler ama kan görmeyi sevmezler. Kasap eti tartmadan
önce ellerini yıkarsa tatmin olurlar. Barbarlığı ortaya çıkaran mülk
ilişkilerine karşı değillerdir, yalnızca barbarlığa karşıdırlar. Barbarlığa
karşı seslerini yükseltirler, hem de bunu aynı mülkiyet ilişkilerinin yayıldığı
ancak kasapların eti tartmadan önce ellerini yıkadığı ülkelerde yaparlar,”
uyarısını anımsayın…
Ha bir de
Buenaventura Durruti’nin, “Burjuvazi, güç elleri arasında kayıp gittiğinde,
ayrıcalıklarını tekrar kazanmak için faşizmi diriltir”; Albert Camus’nün, “Hor
görünün herhangi bir biçimi siyasete müdahil olursa, faşizmi ya kurar, ya da
hazırlar”; Roland Barthes’ın, “Faşizm ifadeyi engellemez, belli bir ifadeyi
mecbur kılar,” sözünü…
“Tarihçi Harry
Harootunian, faşizmin güncelliği üzerine makalesinde faşizmi ‘karanlık odadaki
kara kedi’ye benzetir. Bu metafor, faşizmi ‘aşırılıklar çağının’ arızi bir
çıktısı, modern kapitalizm ve onun olağan politik kurumlarından geçici bir
sapma olarak telakki eden ve nihayet liberal demokrasinin zaferini ilan
etmesiyle geri dönüşsüz bir şekilde tarihin çöp kutusuna atan liberal
konsensüse karşı, faşizmin farklı formlardaki tezahürlerine dikkat çekmeyi
amaçlar. Tıpkı karanlık odadaki bir kara kedi gibi, onu görmüyor ya da ayırt edemiyor
oluşumuz, orada olmadığı anlamına gelmez.
Ana akım
faşizm yorumlarında sık görülen bir eğilim faşizmi kapitalist moderniteye
karşıt ve onun olağan güzergâhından bir sapma olarak nitelendirir. Kapitalizmin
olağan ve doğal siyasal formunun ‘liberal demokrasi’ olduğunu savlayan bu
eğilim, faşizmi geri ya da çarpık bir modernleşmenin uç bir sonucu, arızi bir
çıktısı olarak nitelendirir. Bu yaklaşım, faşizmin öz-imgesinde yer alan ve
kapitalist moderniteye karşıt görünen geleneksel değerlere övgü, kaosa ve
sürekli değişime karşı düzen ve istikrar aranışı, bireyin topluluk içerisinde
erimesi gibi faşizmin özüne dair ifadeler olarak kabul eder. Oysa, Marx’ın
dediği gibi toplumsal olgular ve aktörler kendilerini algılayış biçimlerinden
yola çıkarak değerlendirilemezler.
Faşizme dair
her değerlendirme, onu kapitalist ilişkiler içerisinde konumlandırmakla işe
başlamak zorundadır. Faşizm, en başta işçi hareketi ve sosyalizm tehdidine
karşı radikal bir çare olarak filizlenmiş ve bu tehdidin şiddeti ölçüsünde
marjinal bir akım olmaktan çıkmış ve iktidara gelmiştir. Dolayısıyla tüm
retoriğine karşın kapitalizmi ortadan kaldırmayı değil, kurtarmayı, yarattığı
çelişkileri (en başta emek-sermaye çelişkisi) topyekûn bir mobilizasyonla
absorbe etmeyi amaçlamıştır. Hem Mussolini İtalyası’nda hem de Hitler
Almanyası’nda sermaye sınırının ‘komünizm belasından’ kurtulmak için faşizme
verdikleri destek ve onay, bunun güzel bir kanıtıdır. Dolayısıyla şu sonuca
varmak mümkündür: Kapitalizm var olmaya devam ettikçe, faşizmin defterini tam
anlamıyla dürmek mümkün olmayacaktır.
İlk noktayla
bağlantılı olarak benzer bir yaklaşım, faşizmle burjuva demokrasisini iki zıt
kutup olarak görme ve aralarındaki ayrımı mutlaklaştırma eğilimidir. Bu bakış
açısına göre, burjuva demokrasisi toplumsal ‘baskı gruplarının’ özgür bir
şekilde örgütlenip çıkarlarını savunabildikleri çoğulcu bir rejimi ifade
ederken, faşizm, diğer totalitarizmlerle birlikte, çoğulculuğun yadsınması
olarak anlaşılır. Söz konusu yaklaşım, temel çelişkiyi burjuva demokrasisi ve
totalitarizm arasında tarif ederek ve ikincisini ikna mekanizmalarının baypass
edildiği zora dayalı bir iktidar stratejisi olarak kurgulayarak, bir taşla iki
kuş vurmuş olur. Hem bulutsu bir totalitarizm mefhumu altında faşizm ve
komünizmi eşitler, hem de faşizm ve kapitalizm arasındaki organik bağları
görünmezleştirir. Oysa ne faşizm ikna mekanizmalarının bütünüyle yok sayıldığı
bir zor rejimidir (Hitler’in tamamen demokratik yollarla iktidara gelişini
hatırlayalım) ne de burjuva demokrasisi zordan azade bir özgürlükler dünyasına
tekabül eder. Gramsci’nin yerinde tespitiyle, burjuva hegemonyasının her biçimi
zor ve iknanın çeşitli bileşimlerine dayanmak zorundadır.
Faşizme dair
analizlerde diğer bir sorunlu nokta, deyim yerindeyse, pür-faşizm arayışıdır.
Faşizmi sadece Hitler Almanya’sı ve Mussolini İtalyası’nda vuku bulmuş özgül
bir kurumsal rejim olarak gören bu bakış açısına göre, bu rejimlerin karakteristik
özelliklerinden herhangi birinin eksik olduğu yerde faşizmden söz etmek mümkün
değildir.
Başka bir
deyişle, ancak iktidar aygıtının adlı adınca faşist bir parti tarafından
bütünüyle ele geçirildiği, otoriter bir şef etrafında olağanüstü bir lider
kültünün yaratıldığı, etnik ayrımcılık ve ırkçılıktan beslenen bir holokost
endüstrisinin var olduğu, her türlü muhalefetin şiddetle bastırıldığı, kara
gömlekli çetelerin sokaklarda terör estirdiği durumlarda faşizmden söz
edilebilir. Faşizmin normatif bir tanıma ve bir var-yok listesine indirgendiği
bu yaklaşım, faşizmin farklı düzeylerini, görünümlerini ve formlarını tespit
etmek konusunda oldukça zayıf kalmaktadır. Bu zayıflık, günümüz dünyasındaki
faşizm görünümlerini kavramanın önünde büyük bir engel teşkil etmektedir.
Günümüzde
faşizmin 30’lar benzeri bir ani yükselişle iktidar alternatifi hâline geldiği
küresel bir faşistleşme sürecinden söz etmek (en azından şimdilik) doğru olmasa
da, faşizan dinamiklerin daha az belirgin formlarda hem gündelik hayatta hem de
görünüşte liberal demokratik rejimlerin iktidar pratiklerinde yer bulduğunu ve giderek
güçlendiğini söylemek mümkündür. Bazı yorumcuların neo-faşizm olarak
adlandırdıkları bu dinamikler, birkaç kaynaktan beslenmektedir. Son yıllara
damgasını vuran neo-liberalleşme süreci, bir yandan emekçi sınıfların gözle
görülür düzeyde yoksullaşmasına ve hak kayıplarına uğramalarına, bir yandan da
çevre ülkelerden merkez ülkelere muazzam bir ucuz işgücü göçüne tanıklık
etmiştir. Solun ve emek hareketinin cılızlaştığı ve tepki vermekte zorlandığı
bu yoksullaşma süreci, merkez ülkelerdeki emekçi sınıflar arasında göçmen
karşıtlığının ve ırkçılığın ürkütücü seviyelere ulaşmasına neden olmuştur. Bu
reaksiyoner tepkiler birçok örnekte faşist partiler etrafında örgütlenmiş ve bu
partiler, faşizme karşı aşılı olduğu düşünülen birçok ülkede parlamentoya girmeyi
başarmıştır.
Faşizmi
besleyen diğer bir kaynak, emperyalizmin güncel yönelimleridir. 11 Eylül
saldırılarının ardından ABD’nin benimsediği ‘küresel terörizmle savaş’ doktrini
bir tür ‘olağanüstü hâl’ rejimi tesis etmiş, içeride ve dışarıda silahlanma ve güvenlik
harcamalarının olağanüstü boyutlara ulaşmasına neden olmuştur. Ana akım
medyanın ve kültür endüstrisinin sürekli canlı tuttuğu ‘İslâmi terörizm’
tehdidi, en temel insan haklarının askıya alınmasını, Guantanamo’yu ve sair
hukuksuzlukları meşrulaştırıcı bir etki yaratmıştır.
2008’de
finansal piyasaların çökmesiyle baş gösteren ve uzun süre devam etmesi beklenen
küresel krizin bu dinamikleri güçlendirmemesi mümkün değildir. Avro
Bölgesi’ndeki krizin giderek derinleşmesi ve kemer sıkma politikaları, en
belirgini Yunanistan’da Altın Şafak Partisi olmak üzere, tüm Avrupa’da aşırı
sağın yeni bir ivme kazanmasını sağlamıştır. Önümüzdeki dönemde bu tür siyasal
hareketlerin iktidar alternatifi olarak ortaya çıkmaları ve topyekûn bir faşist
mobilizasyon dalgasının dünyaya egemen olması ihtimal dahilindedir. Marx,
tarihte bazı olayların tekerrür ettiğini, ancak ilkinde trajedi ikincisinde
komedi olarak yaşandığını söylemişti. Akılda tutmakta fayda var, faşizmin
şakası olmaz.”[11]
Bu tabloda
Mehmet Okyayuz’un, “Faşizmi ortaya çıkaran koşullar hâlâ mevcuttur; dolayısıyla
faşizm tehlikesi günceldir. Önemli olan, bu ‘yeni’ faşizmin ‘yeni’
niteliklerini ‘klasik’ faşizme bakarak ama ona yapışık kalmadan çözümlemektir.
Bana öyle görünüyor ki, bu ‘yeni’ faşizm katıksız olarak uygulanmaktan ziyade,
iktidarların farklı alanlarında kendini gösterecektir: siyasette, ekonomide,
eğitim alanında, kültürel boyutta vs.,”[12]
saptamasının altı özenle çizilirken; “Sıradan Faşizm”[13]
gerçeğini “es” geçmemeye büyük özen gösterilmelidir.
Sürdürülemez
kapitalizm koşullarında dört yanımızı kuşatan faşizan hâl ile
“Sıradan(laştırılan) Faşizm” üst üste örtüşürken; dönüştürür…
Çünkü her şey
gibi faşizm de bir dildir. Kendini dil yoluyla dile getirir...
Mesela yalan,
faşizmin dilinin başlıca özelliklerindendir. Faşizm, bilime karşı olduğu için,
yalana başvurmak zorundadır. Faşist, bilerek ya da bilmeyerek, dünyayı çarpık
bir aynadan görür...
Gerçek
kendisine ne kadar anlatılırsa anlatılsın, ideolojisi gereği, onu anlamaz ya da
anlamazlıktan gelir.
Faşist dilin
başkaca temel özelliklerinden bazıları öfke ve şiddettir. Fakat bu öfke ve
şiddetin de ne kadarının gerçek, ne kadarının sahte olduğunu anlamak kimi kez
kolay değildir.
İdeolojisinin
ve kişiliğinin temel özelliği yalan ve sahtecilik olan faşistin kendisi de bunu
zaman zaman karıştırabilir...
Faşizm
kavramları saptırır, değiştirir. Bütün insanlık tarihinin iki büyük aşamasından
biri insanın en yüce değer oluşu (hümanizm), öteki (aydınlanma da
diyebileceğimiz) bilimsel akıldır. Faşizm ikisine de karşıdır.
Faşist
ideolojide insanın insan olarak değerliliği ırk, ulus, ideolojinin kendisi vb.
kavramlarla yer değiştirmiştir. Bilim ise insanın yaratıcı gücü olmaktan
çıkarılarak faşizmin yararına çıkarcı bir teknolojiye indirgenmiştir.
Faşist dilin
kavramları, bu nedenle insana, bilime, sanata, yaratıcılığın her türüne
düşmancadır...
AKP VE TOTALİTARİZM
“12 Eylül’ün
paltosundan çıkan AKP zihniyetinin,[14]
darbecilerin başlattığı depolitizasyon kampanyasının günümüzdeki başarılı bir
uygulayıcısı’[15] olduğu ne kadar
gerçek ise, ‘AKP dönemini topyekûn bir faşist rejim olarak adlandırmak, mazur
görülebilecek ajitatif motivasyonlar dışında, doğru olmayacaktır.
Öte yandan,
faşizmin çeşitli formlarının AKP iktidarında giderek belirginleştiğini ve olağanlaştığını
görmemek imkânsızdır. Devlet aygıtının çeşitli unsurlarının iktidar partisi
tarafından bütünüyle ele geçirilmesi, iç güvenlik aygıtı polisin olağanüstü
yetkilerle donanması ve iktidarın vurucu gücü hâline gelmesi, keyfi ve hukuksuz tutuklamalar, her
türlü muhalefetin zor yoluyla bastırılması, egemen sınıf fraksiyonlarının
hizaya getirilmesi, medyadaki çatlak seslerin tasfiyesi, saldırganlaşan dış
politika eğilimleri, toplumsal hayatın her alanına müdahale ve nihayet ‘milli
şef’ mertebesine yükseltilmiş agresif bir lider, bu formlara örnek olarak
gösterilebilir.
Tüm bunları
salt siyasal olgular olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Türkiye
burjuvazisinin bu uygulamalara rıza göstermesinin arkasında neo-liberal dönemde
kangren hâline gelen ekonomik ve siyasal krize karşı ‘her ne pahasına olursa
olsun istikrar’ arayışının belirleyici olduğunu söylemek mümkündür. Tüm bu
formlardan daha önemlisi ise AKP iktidarının modus operandi’sine (işleyiş
tarzı) dairdir.
Tıpkı topyekûn
faşist rejimlerde olduğu gibi, AKP iktidarı da işlerin rayına oturacağı
‘istikrarlı bir denge’ mefhumundan yoksundur. Başka bir deyişle, geriye
düşmemek için sürekli gaza basmak ve daha da radikalleşmek zorundadır. ‘Durmak
yok yola devam’ sloganına, bir de bu gözle bakmakta fayda vardır. AKP dönemini,
önceki iktidarlardan niteliksel olarak farkı olmayan, alelâde bir burjuva
iktidarı olarak görmek, sosyalist hareket için ölümcül bir hata olacaktır.”[16]
Jonathan
Swift’in, “Uzun süredir baskıcı bir rejim altında yaşamaya alışmış bir halk,
adım adım özgürlük kavramını yitirir,” sözleriyle betimlenen totaliterliğin
alâmet-i farikası olan (İslâmcıların en liberali, liberallerin en İslâmcısı!)
AKP, paternalist bir iktidarın “mutlak itaat/biat”ına denk düşen çoğunlukçu[17] zorbalıktır.
Kemal İnal’ın
yerli yerinde saptamasıyla, “Erdoğan… tam bir paternalist lider. Bir tür arkaik
muhafazakâr ideoloji olan paternalizm, bireye, tebaaya veya halka sormadan,
danışmadan onun hakkında konuşmak; onun neyi, neden, nasıl ve ne zaman yapması
gerektiğini dikte etmektir. Paternalist iktidar veya yönetici, yönetimi
altındakilere, onların iyiliği, refahı, mutluluğu, ihtiyaç ve çıkarları adına
konuştuğunu söyler. Bunu söylerken de, tebaasını/yurttaşlarını, çocuk yerine
koyar, zira çocuk-tebaa/yurttaş, akıl, bilgi ve deneyimden yoksun ve yetersiz
olduğu için, rasyonel seçimlerini yapamaz.
Paternalist
iktidar veya yönetici, ‘Tanrı-Kral-Baba’ erkek üçlüsü formülünü işletir. O, tam
bir babacıdır-babaya mutlak itaat/biat. Erkek-egemen bir iktidar adına kadın ve
çocuklar başta olmak üzere yukarıdan aşağıya bir hiyerarşinin tepesinden
herkese ama mütemadiyen hitap eder. Bu konuşma sürecinde tüm halkın
‘babası-atası’ olduğu mesajını verir.
Antik Roma’dan
itibaren babanın çocukları üzerindeki kutsal hakkı (patria potestas) Ortaçağ’da
iyice mutlaklaşmıştı. Krallık ve ulus-devletler, yönetimlerini geleneksel bir
meşruiyet temeline oturtmak için bu geleneği olduğu gibi devraldı. Örneğin,
XIII. Louis, kendini Fransız halkının babası ilan etmişti. Hıristiyanlık zaten
mutlak anlamda tek bir baba (Tanrı) tanıyor. Din ve gelenekle meşrulaştırılan
bu bakış açısı, Osmanlı’dan alınan bir miras olarak Cumhuriyet Türkiyesi’nde de
devam etti. Erdoğan da, üç çocuk meselesinde bizde paternalist tutumun devlet
katında hâlâ sürdüğünün bir örneği”dir.[18]
Burada
parantez açıp hatırlatalım: Totaliter sistemlerin tarihsel ve ideolojik öğeleri
olabilecek özellikler üzerinde bir anlaşma/ mutabakat yoktur. Belirleyici olan
ortak yön devletin/ siyasal iktidarın koyduğu hedefine ulaşmak için bütün
yolları kullanması doğrultusundaki kararlılığıdır. Bundan ötürü tüm totaliter
rejimler “güncel” teknik ve yöntemlerle siyasal konumlarını güvence altına
almak, topluma “tek tip” ideolojik kurallar dayatmak, toplumsal yaşamın tüm
yönlerini denetlemek tüm totaliter rejimlerin uyguladıkları siyasetlerin
olmazsa olmazlarıdır.
Carl Joachim
Friedrich gibi düşünürler ve siyasal bilimciler totaliter rejimlerin ortak
özelliklerini “ütopyacı gelecek vaadi”, “bin yılcı egemenlik savı üzerine
kurulmuş bir ideolojik kurgu”, “fiziksel ve/ veya psikolojik terör”, “tek
lider-tek parti”, “medya tekeli”, “yaşamın her alanını kapsayan merkezi
eşgüdüm” olarak göstermektedirler.
Totalitarizm,
toplumun ve toplumsal gerçekliğin bütününü kavradığını iddia eder. Kendi
rejiminin değişmezliğini ayırt edebilmek için bir öteki terimini icat eder ve
insanları, benden olanlar ve benden olmayanlar diye ikiye ayırır.
Totalitarizmde
lider tek güçtür. Her şeyi bilir, her şeye hakkı vardır. Liderin ruhunu okşayan
onun lütfuna mazhar olur, eleştiren ise hiçlikte yitip gider. Bu rejimde
insanın kendi geleceğini düşünmesi, tasarlaması olanaksızdır. Her şey toplumun
mutluluğu içindir ve insanların ne ile ve nasıl mutlu olacağını da belirleyen
liderdir.
Yani
otoriterlik: Toplumun en tepesinden emirler vermek ve bunların yerine
getirilmesini devlet zoruyla kabul ettirmektir. Toplumun gidişini
etkileyenlerin emirleriyle, onların kafalarında oluşmuş hedeflerle sürüp gider
ve buna uyulmazsa, hayır öyle değil şöyledir denirse, kısacası otoriter şeflerin
ya da yöneticilerin söylediklerine karşı çıkmak, kusur bulmak hele eleştirmek
yanlış sayılıyorsa, otoriterlik vardır, demektir.
Totaliterlik
ise bu emrediciliği yaşamın her aşamasına yaymak demektir. Ülkemizden örnek
vermek gerekirse, bazen yumuşak olarak söylenir, bazen de sert biçimde söylenir
ama, “bundan böyle beyaz ekmek olmayacak” denebilir ya da beyaz ekmek o kadar
pahalı yapılır ki, kimse yiyemez. Bunda bir çeşit seçme olasılığı sanki varmış
gibi gözükür, ama hangi seçeneği seçerseniz seçin, sonuç aynıdır; baştakinin
dedikleri yapılır. Böyle yöneticilere çok ünlü unvanlar bulunur, Almanya’da “führer”
ya da İtalya’da devletin başına “il duce” denmiştir.
Şimdi karşımızdaki “il duce” karikatürü, “her şeyi
en iyi ben bilirim” diyen, Kasımpaşalı geçinen biridir!
İNSAN OLMAK HÂLİ
Buraya kadar
değinmeye gayret ettiğimiz çerçevede, en doğal ve abartısızından, insan olmak
hâlinin bir adı da evlat-yoldaş(lar) Orçun(lar), ‘İzmir Yenikapı Tiyatrosu’dur…
Çünkü Onlar;
“Bir insan acı duyabiliyorsa canlıdır, bir insan başkasının acısını
duyabiliyorsa insandır,” diyen Tolstoy’un tarif ettikleridir.
Hem de insan
kirlenip; yabancılaşırken; duygularına, düşüncelerine, sevinçlerine etiket(ler)
iliştirilirken…
Veya
‘Budala’sında Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin,
“Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin,
tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse
bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu
birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: ‘Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar
yaşayacak mısın sen?’
Öte yanda
iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert
ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı.
Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes
kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse
açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor,”[19]
betimlemesindeki üzere…
Yani insan
olmak hâlinin çıkarcılıkla kirletilip; baskılara boyun eğdiği; önyargı ve
korkulara teslim edildiği koşullarda Onlar; imkânsızı isteyen bir gerçekçi azmiyle
“Başka bir dünya ve yaşam mümkün” diyorlar; hepimize bunun yolunu ve nasıl
mümkün olacağını gösteriyorlar…
Hepimize, tam
da ihtiyacımız olan şeyi yani isyanın gerekliliğini hatırlatıyorlar; Yaşar
Kemal’in satırlarının altını çizercesine: “İnsanlar her şeye, her şeye
başkaldırmalı… İnsanlar böyle uyudukça, insanlar böyle zulüm altında inlemeyi
kabul ettikçe insanlığın bir sinekten ne farkı olur, insanlar, eğer en küçük
bir haksızlığa, bir zulme başkaldırmayı akıl etmezlerse, insanlık bundan
böyle daha da beter hâle düşecektir... İnsan soyu başkaldırmayı yemek, içmek,
yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi bir yaşama biçimi yapmazsa bugünden de bin beter
olacak, içi boşalacak, duymayı, düşünmeyi, sevmeyi, sevişmeyi, dostluğu,
arkadaşlığı, göğün, yerin, kurdun, kuşun, akarsuyun, tanyerindeki ışığın,
yürekteki sıcaklığını unutacak...”[20]
Şimdilik kaydıyla ve “suçlandıkları suç(lar)” da bizimdir;
onurumuzdur diyerek noktalarken dediklerimizi; “Onlar neden bu kadar önemlidir”
sorusunun yanıtlarını şöylece sıralayabiliriz:
i) Bernard
Malamud’un, “İnsan hayatında öyle bir zaman geliyor ki muhakkak gitmesi
gerekiyor, hiç kapı veya pencere olmaması önemli değil, duvardan bile yürüyüp
geçiyor,” sözünü hatırlatır bize ‘Yeni Kapı’nın militan emekçileri…
ii) Çünkü
Onlar; düştükleri yolda Nikos Kazancakis gibi, “Dünyayı bugünkü durumuna
getiren nedir, bilir misin? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar,
yarım iyiliklerdir. Sonuna kadar git be insan!” diye haykırırlar…
iii) Ve
“Dayanışma, kişinin dayanıştığı kişilerin ortamına girmesini gerektirir,
radikal bir tutumdur,”[21]
diye fısıldarlar kulağımıza Karl Marx’ın, “İnsan düşüncesinin objektif
gerçekliğe ulaşması ya da ulaşamaması sorunsalı kuramsal değil pratik bir
sorundur. İnsan doğruyu, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya
ait olduğunu pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten soyutlanmış bir düşüncenin
gerçekliği/gerçek dışılığı tartışması skolastik bir sorundur,” sözlerinin
altını defalarca çizerek…
iv) Sonra da
Bertolt Brecht’in, ‘Sezuan’ın İyi İnsanı’ (1943)
oyunundaki, “Ey mutsuzlar!/ Kardeşlerinizi boğazlıyorlar, göz
yumuyorsunuz./ Çığlıklar duyuluyor, ama siz susuyorsunuz./ Aramızda dolaşıp
kurbanını seçiyor zorbanın teki,/ Sessiz kalırsak bize dokunmaz diyorsunuz./
Bok yiyorsunuz!/ Ne tuhaf yer burası, sizler nasıl insanlarsınız!/ Haksızlık
varsa bir yerde eğer ayaklanmalı insan./ Ayaklanma olmuyorsa batsın o şehir
yerin dibine./ Yansın bitsin, kül olsun karanlıklar basmadan!” repliğini yaşam
biçimlerinin ahlâkına, vicdanına içerirler…
İş bu
nedenlerle önemlidir Onlar; ama en aslîsi Onlar bizim her kucakladığımızda
kokularını ciğerlerimize doldurmaktan müthiş bahtiyar olduğumuz
evlat-yoldaşlarımızdır…
Biz Orçun(lar)
ile Onların devrimci sanatı, başkaldıran sanatçılığıyla hep haklı bir onur
duyduk; bu boşuna değildir; tarih/ yaşanmışlık kanıtımızdır; daha da şahidimiz
olacaktır…
Bundan dostun
da, düşmanın da asla kuşkusu olmasın!
3 Eylül 2013
16:34:48, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*]
Faşizme Karşı Özgür Sanat, Derleyen: Yenikapı Tiyatrosu, Ceylan Yay., 2013…
içinde.
[1]
Şêrko Bêkes.
[2]
Server Tanilli, Yaratıcı Aklın Sentezi, Alkım Kitapçılık Yay. , 2006.
[3]
Nurettin Topçu, İradenin Davası Devlet ve Demokrasi, Dergah Yay. , 2. Baskı,
2004.
[4]
http://mimesis-dergi. org/…r-ve-basbakandan-inciler/
[5]
Anita Taylor, “Ne İçin Sanat?”, http://www. yenikapitiyatrosu.
com/…11/ne-icin-sanat/
[6] “Ne
olursa olsun bir meta olarak tüketilmek istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç
şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının amacını açıklamak,
yani insanlığın gezegenimizdeki varoluş nedenini ve amacını göstermek
olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı
karşıya bırakmalıdır.” (Andrei Tarkovsky, Mühürlenmiş Zaman, Çev: Füsun Ant, Agora Kitaplığı, 2. Basım,
2010.)
[7]
Cemre Can Aşamacı, “Boğaziçi Caz Korosu’ndan Masis ile Röportaj”, Kaldıraç,
No:146, Ağustos 2013, s.59.
[8]
Pablo Picasso, Les Letters Françaises Dergisi, 25 Mart 1945.
[9]
Attila İlhan, Hangi Edebiyat, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2009.
[10]
Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü (Gündelik Hayatta Totalitarizm), İletişim
Yayınevi., 24. Basım, 2012.
[11]
Melih Yeşilbağ, “Faşizmin Güncelliği”, Sol, 16 Mart 2013, s.13.
[12]
Mehmet Okyayuz, “Klasik Faşizmin Işığında ‘Yeni Faşizm’i Çözümlemek”, Sol, 16
Mart 2013, s.16.
[13]
Tunç Tayanç, “Bellek Tazeleme; Ama Güncel: Sıradan Faşizm”, Cumhuriyet Bilim
Teknoloji, No:1374, 19 Temmuz 2013, s.3.
[14]
“Bizzat AKP, demokrasi yokluğunun bir sonucudur. Burası asgari demokrasinin
geçerli olduğu bir yer olsaydı, ne AKP diye bir parti olurdu ne de iktidar
olurdu. AKP 12 Eylül devlet terörü rejiminin serasında yetişti, yetiştirildi ve
piyasaya sürüldü. Arkasında bu toplumun varını yoğunu sömüren, yağmalayan,
talan eden yerli ‘iş dünyası’ ve emperyalizm var. 1923-1950 aralığında CHP,
1950-1960 arasında DP, 1960’lı 1970’li yıllarda AP, 1983 sonrasında ANAP ve
2000’li yıllarda AKP, Türkiye’deki mülk sahibi sınıflar koalisyonunun partisi
oldular. Tabii ‘bal tutan parmağını’ yalar da denmiştir... AKP kendinden önce
iktidar olan partiler gibi 12 Eylül zemininde yol aldı, alıyor. Değişen yegâne
şey üslûptur. Elbette bir fark da yok değildi. AKP, neo-liberal küreselleşme
çağında ABD ve bir bütün olarak ‘kolektif emperyalizmin’ ve yerli mülk sahibi
komprador sınıfların ihtiyaçlarına cevap veren bir parti. Emperyalizmin soğuk
savaş döneminden beri mayalandırdığı ‘İslâmi’ gericiliğin Türkiye’deki
versiyonudur,” (Fikret Başkaya, “Polis Devleti...”, http://www.gunzileli.com/2013/07/01/fikret-baskayapolis-devleti/)
der Fikret Başkaya…
[15] M.
Nuri Durmaz, “Steril Gençlik, Steril Siyaset”, Radikal İki, 6 Ocak 2013, s.4.
[16]
Melih Yeşilbağ, “AKP Faşist mi?”, Sol, 16 Mart 2013, s.13.
[17]
“Parlamentodan her zaman ‘demokrasi’ çıkmaz; ‘halkoylamalı otoritarizm’ de
(plesibiter otoriteryanizm) çıkar, XIX. yüzyılın ikinci ve XX. yüzyılın birinci
yarısı bunun çok sayıda örneğiyle doludur.” (Deniz Kavukcuoğlu, “Halkoylamalı
Otoriterizm”, Cumhuriyet, 5 Haziran 2013, s.19.)
[18]
Kemal İnal, “Başbakanın Paternalizmi”, Radikal İki, 17 Şubat 2013, s.8.
[19]
Fyodor Mihayloviç
Dostoyevski, Budala, Çev: Nihal Yalaza
Taluy, Can Yay., 2012.
[20]
Yaşar Kemal, İnce Memed, Cilt:4, Yapı Kredi Yay., 2006, s.348-349.
[21] Paulo
Freire, Ezilenleri Pedagojisi, çev: Dilek Hattatoğlu, 9’uncu baskı, Ayrıntı
Yay., 2013.
Yorum Ekle