SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER 2015 EŞİĞİNDE RESMÎ DURUŞ DEVLETİN İNKÂR VE İMHACI TUTUMU “ERMENİ AÇILIMI” ...
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
2015 EŞİĞİNDE
RESMÎ DURUŞ
DEVLETİN İNKÂR VE İMHACI TUTUMU
“ERMENİ AÇILIMI” DENEN ŞEY!
ERMENİLER HÂLİ YA DA DİYORLAR Kİ
24 NİSAN 1915
ERMENİ SOYKIRIMI
MALTA BELGELERİ’NİN ANLATTIĞI
TARİHİN RESMÎ OKUMALARI
SOYKIRIMDA KÜRT FAKTÖRÜ/ VEYA ROLÜ
“EMVÂL-İ METRÛKE”: GASPEDİLEN ERMENİ ZENGİNLİĞİ
MÜSLÜMANLAŞTIRILAN -GİZLİ- ERMENİLER
ABD PATENTLİ İLLÜZYON(LAR)
PARLAMENTO KARARLARI İLE “SOYKIRIMI TANI(T)MA”!
VE BUGÜN…
AHBARİK HRANT İÇİN HATIRLATMA
HİÇBİRİMİZ MASUM DEĞİLKEN KEFARET
(TAZMİNAT) MESELESİ
LİBERALLERİN İŞLEVİ HAKKINDA BİR PARANTEZ
KAÇINILAMAZ HESAPLAŞMA/ YÜZLEŞME İÇİN!
100’E 1 KALA
ERMENİ GERÇEĞİNİN TOPOĞRAFYASI[1]
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“Ve
And
Olsun
Şart
Olsun
Yerde
Kalmaz
Ahım.”[2]
100’e 1 kala
soru(n)larıyla Ermeni Gerçeği’nden söz etmek, yine ve yeniden adalet ile
adaletsizlik meselesinin tartışma konusu edilmesinden başka anlam taşımaz.
Bu çerçevede adalet ile adaletsizlik meselesini tartışmaya açmak ister
istemez, Desmond Mpilo Tutu’nun, “Eğer adaletsizlik karşısında tarafsız
kalmışsanız, zalimin tarafını seçmişsiniz demektir,” sözleriyle, Bertolt
Brecht’in, “Haksızlık her yerde ve her zaman olduğu için, haklılığın karakter
özelliklerini taşımaya başlar… Hatalar kötü değil. Onları düzeltmemek bile kötü
değil. Kötü olan onları gizlemektir,” uyarılarını anımsamayı/ anımsatmayı
“olmazsa olmaz” kılar…
Bu zorunludur.
Çünkü Fikret Başkaya’nın, “Hâkim sınıfların bilinmesini istediği tarihtir.
Tarihin, geçmişte yaşanmış olanın iktidar sahiplerinin ihtiyaçları
doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur. Bu amaçla toplumsal bellek [hafıza-ı
enâm] yok edilmek, toplum hafıza kaybına uğratılmak istenir,” diye tanımladığı
resmî tarihin hurafelerine karşı başka türlü radikal bir tavır alamazsınız.
Birileri, “resmî tarihin hurafeleri
karşısında radikal tavır almak” önermesinden hoşlanmayıp, “sol bir abartı”
olarak mahkûm etmeye kalkışabilir. Böylesi liberal itirazlara yabancı olmadığımız
gibi, bunların aşılması gerekliliğinden de kuşkumuz yok.
Bunu böyle kılan “öznelliğimiz” değil;
karşısına dikildiğimiz resmî tarihin nesnelliğidir.
O nesnellik ki
Turgut Uyar’ın dizelerinde “- hiçbir şey artık eski açıklığında değil ki -/ yani
kiliseden bozma camilerde/ yani askeriye deposu yapılmış,/ yani burda, orta
yerde, ışıkta ve parada/ zaman zaman gökyüzü gecesi aralığında,” diye
yansırken; Faruk Nafiz Çamlıbel’in, ‘Veraset’ başlıklı şiirinde de şöyle ifadesini
bulur:
“Ninem beşyüz
altına satılmış bir esirdi,/ Dedem beşyüz altını sayan bir derebeyi:/ Köpek
kanı, kurt kanı birbirine girdi,/ İkisinden meydana çıktı kurt köpeği./
İki zıt
cevheri var nabzımda vuran kanın,/ Biri el pençe duran, öteki durduranın./
Duygum sana taparken, düşüncem bir hayvanın,/ Sırtında bir kadınla aşar karşı
tepeyi./
Ben ninemden
muhabbet, dedemden kin almışım,/ Çini bir kase kadar başkadır içim, dışım./
Elini öpmek için yalvarsa da bakışım,/ Isır diye tepinir gözlerimin bebeği...”
Resmî tarih
hurafeleriyle beslenen ruh hâli böyleyken; ya bu tarihin köklü inkârına denk
düşen radikal bir kopuşla özgürleşirsiniz, ya da esaretiniz farklı
versiyonlarıyla sürüp gider…
100’e 1 kala
Ermeni Gerçeği’nin bir yanı Hrant Dink Davası, bir yanı enti püften
meselelerden Torbalı Açık
Cezaevi’ne kapatılan Sevan Nişanyan’ken;
“Ermeniliğin bu hâlini ben seçmedim. Ama ülkende iç mihrak, dışarıda
oryantalist obje muamelesi görüyorsun sadece insanken,” diyor Karin Karakaşlı…
Ya öteki yan?
O da 1915 virajıyla gündem maddemiz kılınan kara bir tarihtir…
O kara tarihle
yeniden radikal bir hesaplaşmaya muhtacız; hem de VIII. Paris Üniversitesi
profesörlerinden Nora Şeni’nin, “Tarih belki artık hiçbir yerde, ama geçmiş her
yerde,” notunu düştüğü kapsamda ve “İnsanın iktidara karşı mücadelesi,
hafızanın unutuşa karşı mücadelesidir,” diyen Milan Kundera’nın işaret ettiği
güzergâhta…
2015 EŞİĞİNDE
Siz bakmayın -liberal bir Ermeni- Etyen
Mahçupyan’ın, “Bugünün siyasetinin parçası hâline gelmiş olan geçmişteki
olaylar hızla tarihsel niteliklerini yitirirler,” demesine…
2015, 100 yıl sonraki önemli bir eşiktir…
Egemenler
bunun farkında. Örneğin “Bugünkü
‘soykırım’ iddiası politik bir savaştır, çıkmaz sokaktır,” vurgusuyla Taha
Akyol, “Ermeni meselesi 2015’e doğru daha da ağırlaşacak gözüküyor,” notunu
düşerken; Ermeni çevrelerin ‘Osmanlı Türkiyesi’nde Ermeni Katliamları: Tartışmalı Bir
Soykırım’ başlıklı yapıtı
nedeniyle kendisine “soykırım
inkârcısı” ismini taktığını
belirten Amerikalı tarihçi Guenter Lewy, Türkiye’yi 1915 olaylarının 100. yıldönümüne denk gelen 2015 yılında
yaşanabilecekler konusunda uyarıyor.
Cemal Uşşak
da, “2015’e iki yıldan az kaldı. Dünya Ermenileri 1915’in acısını büyük
toplantı ve törenlerle anmaya hazırlanıyorlar. 1915’i bir ‘soykırım’ olarak
tanıyan ülkeler arasında, Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve hatta kültürel ilişkileri
bir hayli ciddi, bazı ‘dost’ ülkeler de var,” diye ekliyor…
Aynı konuda
liberal Orhan Kemal Cengiz, “Devlet 2015 hazırlığı yaparken... ya siz? 2015
yaklaşırken hazırlıklar yapılmaya başlandı. Özellikle CNN Türk’te yayınlanan
Taha Akyol’un hazırlayıp sunduğu ‘Bilinmeyen Lozan’ adlı belgeselden
anlaşıldığı üzere, resmi tarihi yıkayıp yağlayıp yeniden ve yeni bir üslupla
sunacaklar,” derken; “2015’in eşiğindeyiz” vurgusuyla Hasan Cemal de ekliyor:
“Türkiye, devlet
olarak Ermenilerin yaşadıkları acılar karşısındaki sessizliğini artık
bozmalı. Siyasal ve ahlâksal olarak bugüne kadar izlemiş olduğu hatalı,
vahim çizgiyi mutlaka değiştirmeli.”
Sağcıların uyarılarını, liberallerin dilek ve
temennilerini hiç mi hiç ciddiye almadan 2015’in eşiğinde resmî inkârcı
faaliyetteki gözle görülür artışa dikkat edilmelidir.
Elbette “Bu
faaliyetler tesadüf değil. Ama umulanın aksine, resmî tezlerin aczini her
defasında ve her yerde giderek daha patetik bir şekilde gözler önüne
seriyor”ken;[3] “Ermeni Soykırımı” gerçeğini
sermayenin Türkleştirilmesi (yani gasp ve el koyma) ekseninde ele almakla
mükellefiz.
Söz konusu
mükellefiyeti “… ‘Ermeni kimliği’ meselesi, Türkiye’deki diğer kimlik talepleri
gibi dikkat çekici bir hâle geliyor. 2015 gelmeden yapılabilecek olan çok şeyler
var,” diyen Oral Çalışlar gibi minimalize etmek, bir “kimlik” meselesine
indirgemek, sorunu müphemleştirip, karmaşıklaştırır.
“Nasıl” mı?
Yanıtı Karin Karakaşlı’ya bırakıyorum:
“Eşit vatandaş
olamadığı oranda Lozan azınlıkları olarak görülmüş gayrimüslimler için Kürt
hareketinden gelen her tür aslî unsur anımsatması, acı bir tebessüm sebebidir
Haberin haber
konusu olması, sık rastlanan bir durum değil. BDP heyetinin, İmralı’da Abdullah
Öcalan’la yaptığı görüşmenin tutanakları ‘İmralı Zabıtları’ başlığıyla,
Milliyet’te Namık Durukan imzasıyla yayımlandı…
‘Türkiye’de üç
koldan paralel devlet çalışması var. Bu ilişkileri sabote edilmeye başladı.
Sıradan lobiler değil. ABD’de Yahudi, Ermeni ve Rum lobileri stratejik ve taktik
müdahale ediyorlar. Her üçü de Anadolu çıkışlıdır’ diyen Öcalan, ‘Ermeni lobisi
etkili. 2015’le gündem olmak istiyorlar’ diye vurguluyor.
1915’e ilişkin
resmî devlet tezinin karbon kopya tekrarını ifade eden bu anımsatma, Kürtlerin
tarihini aktaran şu sözlerde ise bambaşka bir boyuta zıplıyor: ‘Kürtler
kendilerine yer arıyorlar. Kürtlerin devletten dışlanmaları son yüzyıldır.
Abdülhamit bile onlara yer verdi. Mustafa Kemal de başta yer verdi. Devreye
giren İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, ‘Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar
başarılı oluruz’ diyorlar. Bu paralel devlettir. Bin yıllık bir gelenektir...
Anadolu İslâmlaştıktan sonra, bin yıllık bir Hıristiyanlık öfkesi var. Rum,
Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder.’
Bu nasıl bir
‘dışlama operasyonu’ ise o bin yıldan önceki dört bin yıl boyunca bu
topraklarda yaşayagelmiş Ermeni halkı, bugün 50 ila 70 bin arası tahmin edilen
bir nüfusa indi. Kiliseleri, okulları, bağları, bahçeleri, dükkânları, köyleri,
müstakil konakları dahil buharlaşıp gitti. Buna sayıları 1500-2 bin arası
tahmin edilen Rumları ve 25 bin civarındaki Yahudi’yi de ekleyelim. Bunca
gayrimüslim, cumhuriyetin ilanından beri eşit vatandaşlık için umutsuzca
bekleşir durur. Eşit vatandaş olamadığı oranda Lozan azınlıkları olarak
görülmüş gayrimüslimler için Kürt hareketinden gelen her tür aslî unsur
anımsatması, acı bir tebessüm sebebidir. Zira bizzat Osman Baydemir ve Ahmet
Türk’ün kamuoyu önünde Ermeni halkından özürlerinin de anlatacağı üzere, o aslî
unsur olma ve bu cumhuriyeti birlikte kurma anlatısının kökeni, kökü ortak
olarak kazınmış Ermenilere dayanır. Zaten tam da bu yüzden Ermeni soykırımını
es geçen hiçbir siyasi perspektifin gerçek anlamda barış tesis etme imkânı
yoktur.”
Biz de tekrarlayalım: 2015 eşiğinde Ermeni
Soykırımı gerçeğini “es geçen” hiçbir siyasi perspektifin, gerçek anlamda barış
tesis etme imkânı yoktur
Tam da bunun için söz konusu eşikte 1915
soykırımıyla yaşananlarla, vicdan, adalet ve sermayenin Türkleştirilmesi
kavramlarından yola çıkarak egemen ulus talanı açısından hesaplaşılmalıdır!
Hesaplaşma 1915 soykırımıyla yaşananların
insanî, toplumsal, ekonomik ve siyasî boyutları ve sonraki nesillerde bıraktığı
ağır izlerden kurtulma ile söz konusu izlerin günümüzdeki yansımalarıyla
yüzleşmeden başka bir şey değildir ve olamaz da.
“Ya aksi mi?” bu da olsa olsa, resmî
duruştur…
RESMÎ DURUŞ
İnkârcı resmî duruşun birbirini bütünleyen
birkaç düzeyi vardır.
İlk düzey
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in ağzından, “Soykırım, bir gerçeğin tespit
edilmesi çabası değil artık. Bir sektör, bir radikal ideoloji, bir tür
hesaplaşma. Hesaplaşmanın olduğu yerde kimsenin aklına yüzleşme ve helalleşme
gelmez. Bunların olması için hesaplaşma arayışlarının devreden çıkması
gerekir,” diyerek yüzleşmenin önünü ne pahasına olursa olsun kesme niyetindeki
devlet müdahalesidir.
Ancak resmî
duruşun devlet müdahalesi abartıldığı kadar da inandırıcı değildir.
Aslında Şükrü M. Elekdağ’ın “yangından mal
kaçıran” vaveylaları da buna tersinden bire kanıt oluşturuyor:
“Ermeni tarafının sahip olduğu uluslararası
siyasi ve moral üstünlük her geçen gün daha da artıyor. Türkiye bu tabloyu
değiştiremezse haklı davasını kaybetme ve bunun ciddi sonuçlarına katlanma
durumunda kalabilecektir…”[4]
“Türkiye’nin hukukun temel prensipleri ışığında soykırımla suçlanması yargısız
infazdan başka bir anlam taşımamakla birlikte, Batılı tarihçi ve
akademisyenlerin yanında birçok ülke parlamentosu da ifrat derecesinde bir
önyargıyla Türkiye’yi suçlamayı
sürdürdüler… 1950’de yürürlüğe
giren BM Soykırım Sözleşmesi hükümleri, 1915’te vuku bulduğu iddia edilen olaylardan dolayı Türkiye açısından
sorumluluk yaratmaz. Kanunsuz ceza olmaz (nulla poena sine lege); yani 1915’te soykırım diye bir suç olmaması nedeniyle,
o tarihteki eylemler bugün suç diye Türkiye’ye dayatılamaz…”[5]
(Burada bir parantez açıp soralım mı: Ortada
bir “suç” yoksa, yasaya neden gerek duyulsun?)
“Uluslararası Adalet Divanı’nın 26 Şubat 2007 tarihli Bosna Hersek -
Yugoslavya davasına ilişkin kararı Türkiye’nin tezlerini kuvvetlendiriyor… Uluslararası Adalet Divanı’nın kararında, ‘Devlet, koşullar ne olursa olsun, bir
soykırım suçunun işlenmesini önlemekle zorunlu değildir’ denilmektedir…”[6]
(Elekdağ’ın mugalatası da bir parantezi hak
ediyor: Bu ifadeler Ermeni soykırımının birinci dereceden fail ve
sorumlularının devlet görevlileri olduğunun üzerini örtüp, 1915 olayları sanki
serserilerin, başıbozukların “iş”iymiş izlenimini yaratmaya yöneliktir. Bu
mantığa göre devlet, olsa olsa bu eylemleri engelleyememiş olabilir - ki bu da
“suç” teşkil etmez(miş)!)
Resmî duruşun ikinci düzeyi de yandaşların
“mazeret” üreten resmî ideolojik yalanlarıdır.
Bu da içinde
çeşitlilik üretir.
Mesela “1915
yılında gerçekten Osmanlı Ermenilerine ne oldu ve o dönem neler yaşandı?
Osmanlı tehcir kararı nasıl ve hangi ortamda alındı? Anadolu’da neler yaşandı?
Ermeni iddiaları herkesin malumudur. Türkiye tarihini, bir Amerikan avukatının
deyişiyle, maalesef ‘hijack’ etmişlerdir,”[7]
diyen Özay Mehmet’ın satırlarındaki üzere…
Bu “böyle” ilan edilince 10 Nisan 2010
tarihli ‘Radikal’den Türker
Alkan’ın şu satırları karşımıza
dikilir:
“... Tehcir elbette yanlış bir karardı.
İnsanlar evlerinden zorla alınıp dağlardan bayırlardan Suriye’ye sürüldü. Ölen öldü, kalan da bizim olmadı.
İyi de şimdiki Yugoslavya’dan aç
biilaç Manisa’ya göç ederken
yollarda ölen binlerce Müslüman Türk’ün anısından kimse özür dilemeyecek mi? Kimsenin onlardan özür dilemeye
niyeti yok galiba. İyisi mi ben kendi adıma özür dileyeyim. Hrant Dink de dahil
olmak üzere, yalnız 1915’te
değil, bundan önce ve sonra sırf Ermeni oldukları için öldürülen bütün Ermenilerden...
Ermenilerin kestiği bütün Türklerden ve Kürtlerden... Bulgar ve Yunan
çetelerinin öldürdüğü Arnavutlardan ve Türklerden... Kendi adıma özür
diliyorum. Ne işe yarayacağını bilmesem de!”[8]
“Onlar
da yaptı” diyen örtük “karşılıklılık” yaygarası yaygın bir milliyetçi
“mazeret”tir ki, bu da “mukatele” ile “gerekçe”lendirilir!
Bu da “böyle” olunca Hasan Pulur ekler:
“1915’te isyan eden Ermenilere karşı, Osmanlı’nın ‘tehcir’i, yani zorla göçü devreye soktuğunu inkâr
edecek değiliz, başka çare var mıydı? Elbette tartışılır, ama Ziya Gökalp’ın deyimiyle ‘mukatele’ olmuştur, yani
insanlar karşılıklı birbirlerini öldürmüşlerdir…”[9]
İş bunlarla da sınırlı kalmaz. En sona
saklanan “öldürücü darbe” Türkkaya Ataöv tarafından şöyle dillendirilir:
“Fransa dışında
da iyi tanınan meslekten sanatçı ve şimdi Ermenistan Cumhuriyeti’nin
büyükelçisi Charles Aznavour kısaca ‘soykırım sözcüğünden vazgeçelim’ diyor. Bu
gerçek 1915 olayını tarihsel boyutuna indirir; başka bir deyişle, Türkleri ve
İslâmı tanımayan, Haçlı vurgulu Protestan Amerikalı ve Katolik Fransız
misyonerlerin ırkçı kışkırtmalarıyla Osmanlı topraklarını da bölmek isteyen
emperyalist Batı’nın silah, para ve diplomatik yardımları bir yana, olaylar
zincirini yalnız ‘Türklerin Ermeni soykırımı’ biçimine sokan Fransa gibi
ülkeler dengesiz ‘soykırım’ sözcüğünü artık terk etmelidir.”[10]
Evet, hikâyeleri
budur!
Bu egemen inkârcı
hikâyenin tümleyici alt başlıklarından birisi de Ermenilerin “Gregoryan Türkler” olduğu saçmasına
sarılmaktır.
Bakın ne de bu konuda Namık Kemal Zeybek:
“Ermenistan’da halkın genetik tarihçesini çıkarmak için başlatılan proje krize
dönüşmüş. Projenin Sorumlu Müdürü Prof. Levon Yepiskoposyan ‘Ya ataları Türk çıkarsa korkusuyla kimse,
bize kan örneği vermek istemiyor’
demiş... Böyle yazdı gazeteler... Bugünkü Ermenistan’da ya da dışarıda yaşayan Ermenilerin önemli
bir kısmının atalarının ‘Gregoryan
Türkler’ olduğu bilinen bir
konudur.”[11]
Evet, Ermenilerin “Gregoryan Türkler” olmasıyla da yetinmeyenler anti-emperyalist
söylencelere sarılırlar.
Mesela Yıldırım Koç, “Emperyalist güçler Osmanlı devletini
parçalamada halkın çok etnisiteli yapısını kullandı. Emperyalistler tarafından
kullanılmayı kabul eden Ermeni ve Rumlar büyük acılar çekti… Ermeniler ve
Rumlar, emperyalistlerin piyonu olmanın bedelini pahalı ödediler. Onbinlerce
Ermeni ve Rum hayatını kaybetti. Ermenilerin 1915 yılındaki tehciri ve Rumların
önce 1922 yılında Yunan ordusunun arkasından topraklarından koparak kaçmaları
ve 1924 yılında mübadele ile Anadolu’dan ayrılmaları bu bedelin ne kadar ağır
olduğunu göstermektedir,”[12]
derken Şükrü M. Elekdağ sazı yeniden eline
alır:
“Tarihi kayıtlar, Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra, Ermenilerin millet adı altında örgütlenmelerine
müsaade edildiğini, patriklerine onların ruhani ve cismani lideri statüsünün
verildiğini ve XIX’uncu yüzyılın
son çeyreğine kadar süren zaman diliminde Ermeni toplumunun Osmanlı
İmparatorluğu’nda yaşamını,
millet sisteminin bahşettiği muhtariyet çerçevesinde, dinsel özgürlük, hoşgörü
ve güven ortamında sürdürdüğünü göstermektedir. Bu dönemde Ermenilerin Türk
toplumuyla uyum ve kaynaşmada gösterdiği başarı, onlara karşı ayrım
yapılmamasını sağlamış ve her kapıyı açmıştır. Bu ortamda Osmanlı Ermenileri,
bankerler, tüccarlar ve sanayiciler olarak öne çıktıkları gibi, bir de zengin
Ermeni aristokrasisi oluşmuştur. Ancak, Ermenilerin esas kendilerini
gösterdikleri alan kamu hizmeti olmuştur. Özellikle, Yunanistan’ın bağımsızlığından sonra Osmanlı’nın güvenini kaybeden Rumların yerini
bürokraside kendilerine ‘millet-i
sadıka’ unvanı verilen Ermeniler
doldurmuş ve başarılı hizmetleri nedeniyle yüzlerce Ermeni, Osmanlı devlet
hiyerarşisinde en yüksek makamlara atanmışlardır.”[13]
“Ermeniler Rusya, İngiltere ve Fransa’nın tahrik ve müdahaleleriyle Anadolu’da ardı arkası kesilmeyen ayaklanmalar
çıkarılmıştır. Bir yandan örgütlerin taraftarları, diğer yandan kiliseler,
Ermeni cemaatini silahlandırmaya, kiliseleri ve okulları silah ve cephane
deposu hâline getirmeye koyuldular. Avrupalı ülkeler de Ermenilere silah, cephane
ve para yardımı yapıyordu.
Berlin Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, Ermeni sorununa
kendi çıkarları doğrultusunda Osmanlı Devleti’ne baskı yapmak için el atmayan büyük devlet kalmamış ve özellikle,
Rusya, İngiltere ve Fransa’nın
tahrik ve müdahaleleriyle Anadolu’da
ardı arkası kesilmeyen Ermeni ayaklanmaları çıkarılarak Türkler ve diğer
Müslüman ahali ile Ermenilerin birbirlerine can düşmanı kesilmesi için her şey
yapılmıştır.”[14]
“Enver Paşa’ya bağlı gizli bir teşkilât olarak kurulan Teşkilât-ı Mahsusa
operasyonel bir birlikti. Teşkilât-ı Mahsusa, İttihat ve Terakki Cemiyeti
bünyesinde Enver Paşa’ya bağlı
olarak kurulan gizli bir teşkilâttır. Kuruluş amacı, İttihat ve Terakki’nin Türkçü ve İslâmcı görüşleri doğrultusunda
özellikle yurtdışında karşı-istihbarat ve propaganda faaliyetlerinde bulunmak,
örgütlenmeler oluşturmak ve operasyonlar yapmaktır.”[15]
“Tehcir ve Sevk esnasında Ermenilerin
katledilmesi ve mallarının gaspı şeklinde cereyan eden olayların üzerine
kararlılıkla gidildi… I. Dünya Savaşı’na ilişkin araştırmalar, bu savaşta Osmanlı ordusunu ve Ermeni, Türk ve
diğer Müslüman ahalisiyle Anadolu insanlarını mahveden en büyük felaketin
dehşetli salgın hastalıkları olduğunu göstermektedir.”[16]
Sonra da Taha
Akyol gibi, “askeri zaruretler” diye eklerler:
“Tarih
açısından, Ermenilerin 1915 Haziran’ından itibaren bir facia yaşadıkları
muhakkak. Tartışma, bunun ‘soykırım’ mı, yoksa ‘savaş zaruretleri’ içinde
yaşanmış bir facia mı olduğudur.
Dadrian ve
Taner Akçam gibi tarihçiler, ittihatçı Osmanlı hükümetinin Ermenileri
‘temizlemeye’ I. Dünya Savaşı öncesinde karar verdiğini, savaşı fırsat
saydıklarını savunurlar.
Eğer böyleyse
tehcirde ‘soykırım kastı’nın bulunduğu düşünülebilir.
Öbür yanda,
Standford Shaw, Guenter Lewy, Edward Erickson gibi tarihçilerle Türk
tarihçilerin çoğunluğuna gelince... 1915 Mart ve Nisan ayları çok önemlidir:
Sarıkamış
faciası yaşanmıştır, Çanakkale savaşları devam ederken 25.000 kişilik silahlı
Ermeni gücü Van’ı ele geçirmiş, koordineli olarak taarruza kalkan Rus ordusu
Van ve civarını işgal etmiştir. Bütün Anadolu’da Osmanlı lojistik sistemi de
tehlikeye girmiştir. Bunun üzerine Osmanlı ‘askeri zaruretlerle’ tehcir kararı
almıştır.
Böyle ise,
1915 olayları faciadır ama soykırım değildir.”[17]
“Yeter artık” diyerek burada duruyoruz!
Çünkü “Medyaya
sızan haberlerden anlıyoruz ki hükümet bu ülkenin yüz yıllık ezberlerine
sımsıkı sarılma konusunda hiç kimseden geri kalmak istemiyor.
Davutoğlu bir
taraftan İsviçre’den Ermenistan’la sorunların giderilmesi için, perde arkasında
arabuluculuk yapmasını istiyor ama öbür taraftan da diplomatik maharetlerini
Ermenilerin Cenevre’de dikmek istedikleri bir anıtı engellemek için kullanıyor.
Bülent Arınç
Meclis’te yaptığı bir konuşmada Ermeni soykırımının 100. yılı olan 2015 için
‘bütün dünya ülkelerini kamu diplomasisi açısından etkileyebilecek çok özel
çalışmalar’ yaptıklarından bahsediyor. Sanki çok matah bir işmiş gibi...
Türk Tarih
Kurumu 2015’i karşılamak için kitaplar çıkaracakmış. Başbakanlık ve Dışişleri
Bakanlığı bünyesinde bütün dünyaya ‘Türk tezlerini’ anlatmak için birimler
kurulmuş...
Hiçbir konuda
bir araya gelemeyen siyasi partilerimiz, konu 1915 olunca bir araya gelmişler,
CHP, MHP ve AKP’li vekiller Meclis’te Türkiye’nin ‘2015 stratejisi’ni
tartışmışlar...
Bu ülkede
canlarını kaybetmiş, tecavüze uğramış, ruhları sayısız işkenceden geçmiş
mağdurlar önünde saygıyla eğilme yürekliliğini gösteremiyorsak eğer, bari
susmayı, hareketsiz kalmayı becerebilsek...”[18]
DEVLETİN İNKÂR VE İMHACI TUTUMU
Biz “Ermeni
soykırımını gerçekleştirmenin, inkâr etmenin kolektif lekesini alnımızdan kim
silecek?” sorusunun yanıtını ararken; devletin inkâr ve imhacı tutumu tam istim
sürmektedir.
Bu konuda üç
örnek yeter de artar:
İlki Muş’tan:[19] ‘Ermeni Mimar ve Mühendisler
Dayanışma Derneği’ üyesi Zakarya Mildanoğlu Muş’taki tarihî Ermeni yapılarını
ve yapıların durumunu anlattığı 15 Kasım 2013 tarihli konuşmasında, bölgedeki
çok sayıda Ermeni kilisesi ve manastırın durumunu yerinde incelediklerini,
üzerinde haç sembolü bulunan, Ermenice yazılı, işlemeli taşların kilise ve
manastırlardan sökülerek köy evleri ve kamu binalarının inşaatında
kullanıldığını belirlediklerini söyledi.
Muş’taki
tarihî Ermeni eserlerinin mevcut durumu hakkında bilgi veren Mildanoğlu şöyle
konuştu: “Muş Kırköy’de ahır, samanlık ve depo olarak kullanılan, mülkiyeti bir
şahsa ait olan Surp Sarkis ve Surp Hagop kiliselerinden biri dört duvarı ve
çatısıyla duruyor. Diğerinden iz bile kalmamış. Arakelots Manastırı kalıntıları
hâlen bir dönemin taştan simgesi gibi. Halk arasında Kızıl Kilise olarak da
bilinen Komer (Suluca) Köyü’ndeki Meryem Ana Manastırı’nın bir duvarı ve çan
kulesinin ayaklarından başka bir şey kalmamış. Ortalık moloz ve taştan
geçilmiyor, o kadar ki kilise binasının yerini tespit bile edemiyoruz. Son
dönemde defineciler kepçeyle her yere çukurlar açmış. Muş’ta ziyaret ettiğimiz
başka bir yer ise Çengilli ve Surp Garabed Manastırı kalıntıları. Surp Garabed,
Ermeni tarihinin önemli merkezlerinden. 1915 sonrası yağmalanmış. Bugün bu
görkemli manastırdan sadece bir iki duvar kalmış. Eşsiz zenginlikteki taş
işçiliği örnekleri ise Çengilli köyü camii dahil pek çok binanın duvarlarında
yer alıyor.”[20]
İkincisi de:
Din değiştirerek “Müslüman olmuş” Ermenilerin nüfus kâğıtlarına kimliklerinin
anlaşılmasını sağlayan bir damga vurulmasına ve polisin buna göre muamele
yapmasına ilişkin…
Bilindiği
üzere: 1915 Mayıs’ında, Ermenilerin büyük tehciri başladığında, önceleri
Müslümanlığı kabul etmek bir seçenek olarak sunuldu. İsteyen Müslüman
olabilecek ve sürgüne gönderilmeyecekti. Amerikan ve Alman konsolosları,
yolladıkları raporlarda Ermenilerin devlet kapılarında büyük kuyruklar
oluşturduğunu ve toplu din değiştirmelerin yaşandığını bildirirler.
Din
değiştirenler gerçekten de sürgüne yollanmazlar. Sadece bulundukları vilayetin
sınırları içerisinde diğer Müslüman köy ve kasabalara dağıtılırlar. Fakat
Müslümanlığa geçiş sayısı tahminlerin çok ötesindedir. Hükümet, belki de bu
denli büyük din değiştirme beklemediği için bu kararı durdurmak zorunda kalır.
Neden
basittir; din değiştirmeye müsaade edilmesinin amacı asimilasyondur. Ama bu
toplu geçişlerle, Ermenilerin gerçek kimliklerini koruyacaklarından
korkulmaktadır.
1 Temmuz
1915’te bölgelere yollanan bir tamimle artık din değiştirmelere izin
verilmeyeceği bildirilir. “Bunların amacı gerçekten Müslüman olmak değil,
sadece sürgünden kurtulmaktır,” diyen İçişleri Bakanı Talat bu gibi
başvuruların, bundan böyle hiç bir biçimde ciddiye alınmamasını ister. Çünkü
bunlar Müslüman olsalar bile “fesatlıktan geri kalmayacaklardır”.
Daha sonra
bölgelere sık sık tamimler yollanır ve hiçbir istisnai muameleye izin
verilmeyeceği kesin olarak bildirilir.
Kasım 1915’e
kadar Ermenilerin Anadolu’dan boşaltılması tamamlanır ve yoğun katliamlarla
Ermeni sayısı ciddi biçimde azaltılır. İttihatçı Hükümet yeniden din
değiştirmeye izin vermekte mahzur görmez. 5 Kasım 1915’te bölgelere yolladığı
özel bir yazı ile, “ister gönderilmiş ister gönderilmemiş olsun, din
değiştirenlerin taleplerinin kabul edileceği” bildirilir. 1916 baharından
itibaren ise, din değiştirme artık zorunludur. Ermenilere, “ya Müslüman olmak
ya da Der-Zor’a sürülmek” seçenekleri sunulur. Ermeniler, Der-Zor çöllerinin
katliam ve imha demek olduğunu çok iyi bilmektedirler.
Bu tarihten
itibaren sağ kalmış her Ermeni Müslüman olmuştur. Ermenilerin yeniden eski
dinlerine dönmelerine 1918 ve 1919 yılında yayınlanan tamimlerle müsaade
edilir. Şunu büyük bir rahatlıkla söyleyebiliriz ki, eğer yeniden
Hıristiyanlığa dönmemişler ise, Anadolu’da hayatta kalan her Ermeni Müslüman
olarak kalmıştır.
Peki, Müslüman
olan Ermeniler nasıl ayırt edilecek? Hükümet, din değiştirmiş olmalarına rağmen
Ermenilere hâlâ güvenmemektedir; bunlar için özel tedbirler alır ve bazı
yasaklamalar getirir. Bunların başında serbest dolaşım hakkı gelir. Din
değiştirmiş Ermeniler, diğer Müslümanlara verilen bu haktan yararlanamazlar.
Seyahat edebilmeleri için özel izin almaları gereklidir ama bu özel izni vermek
yetkisi yerel yöneticilerin elinde değildir. İzin ancak İstanbul’dan, doğrudan
Bakanlık’tan alınabilmektedir.
Fakat bu
yasaklamalara rağmen izinsiz seyahatler sürmektedir. Talat Paşa bölgelere sık
sık emirler yollar ve Bakanlıktan özel izin almamış bu gibi kişilerin seyahat
etmelerine müsaade edilmemesini ister.
Ama sorun
şuradadır. Seyahat eden kişinin din değiştirmiş bir Ermeni olduğu nasıl
anlaşılacaktır?
Bunu çözmenin
tek yolu vardır; din değiştirmiş Ermenilerin nüfus kâğıtlarına, Ermeni
olduklarının anlaşılmasını sağlayacak bir kayıt düşmek gerekmektedir. Bunun
kararı alınır. Böylece, Müslüman ismi alan Ermenilerin, diğer Müslüman ahali
içinde kaybolmasının önüne geçilebilecektir. Nüfus cüzdanlarına konan bu özel
belirleme ile bu insanların ayrı muameleye tabi kılınmaları sağlanacak ve takip
edilmeleri kolaylaşacaktır…
1916 yılı
itibarıyla din değiştiren Ermenilerin, sadece nüfus kayıtları değil, nüfus
cüzdanları öyle düzenlenecektir ki, bu kişilerin Ermeni oldukları
anlaşılacaktır. İşte Türkiye’de bugün devam eden uygulama budur. İttihatçı
zihniyet tüm bir Cumhuriyet boyunca iktidarda kalmıştır.[21]
Nihayet üçüncüsü; onu da Garabet
Orunöz’den aktaralım:
“Ben dayımı
2009’da, Malatya Pötürge’nin bir köyünde gidip buldum. Dayımlar din değiştirip
orada kalmışlar. ‘Yeni bir hayat kurduk, çok zor oldu ama kurduk, bozmayalım’
diyor. Kendim için değil, komşular için namaz kılıyorum diyor.”
Sonra
hikâyenin hem trajik hem de komik tarafına geçiyor. “Dayımın oğlunun lakabı
‘Gâvur İmam’. Dayım, oğlunu imam hatibe göndermek istemiş. Kimse istememiş
‘gâvurun göbeli’ diye. Dışlanınca gitmemiş o da. Ama hep namazını camide kılan
biri. Onun için köyün esas imamı bir yere gidecek olduğunda dayımın oğluna
bırakıyormuş imamlığı. O da kıldırıyormuş, ama arkasında namaz kılan köylü, köy
kahvesinde de dedikodu yapıyor tabii: ‘Bugün de namazı Gâvur İmam’ın arkasında
kıldık’…”
Dayısının
yıllarca onunla görüşmek istememesinin sebebi, Ermeni bir yeğeni olduğunu köye
hatırlatmamak. Çünkü iyi hatıralar yok geçmişte:
“Bir dayım çok
genç yaşta ölmüş. Camide namazını kılmışlar, tam mezarlığa doğru yola
çıktıklarında yollarını eli sopalı kişiler kesmiş, ‘Bu ‘kefere’yi bizim
mezarlığımıza gömdürmeyiz’ demişler. Dedem de dayımı almış, götürüp mezarlığın
karşı tepesine gömmüş. Ondan sonra köyde ne kadar din değiştiren Ermeni
rahmetli olduysa, cenaze namazları kılınıyor, camiden kaldırılıyor ama dayımın
yanına gömülüyor.”
Köyde ikilik
olup, mezar sayısı 20-25’e ulaşınca muhtar durumu kaymakama aktarmış. Orunöz
devam ediyor: “Kaymakam köyün imamını istetmiş. ‘İlk cumaya köyün erkeklerini
çağır ‘Her kim ki namaz kılıyorsa, onun cenazesi Müslüman mezarlığına gömülebilir’
dedi. İmam ‘O mezarlıklar ne olacak?’ diye sormuş. Kaymakam da ‘Oraya karışma’
demiş. İlk cumada erkeklerin hepsi camiye toplanıyor, vaaz veriliyorken, bir
dozer de o 20-25 mezarlığı yerle bir ediyor.” Susuyor ve devam ediyor Orunöz:
“1960 öncesi bunlar. Ha bunlar acılarımız, olmuş bitmiş, yeter ki bir kez daha
yaşanmasın.”
Bu noktada
sözü Birzamanlar Yayıncılık Yayın Yönetmeni Osman Köker alıp, 1914’teki nüfus
verilerini hatırlatıyor: Osmanlı arşivlerine göre 35 bin nüfuslu Malatya’da 15
bin, Arapgir’de 10 bin ve Darende’de 2 bin 800 civarında Ermeni kayıtlı imiş.
Toplam 28 bin kişi. Patrikliğin 1911 tarihli verileri ise sadece Malatya
merkezde 25 bin Ermeni’den bahsediyor.
Garo Paylan’ın
sözleri durumu çok net özetliyor: “Ben İstanbul’da doğmuş bir Ermeniyim, ama
hep Malatyalıyım dedim ve hep öyle hissettim. Nerden baksanız Malatya’nın
yarısıydık, sonra büyük bir kırımla, yıkımla ‘kılıç artıkları’ olarak
kalakaldık. Bunu Yahudi soykırımı gibi düşünemeyiz, gelip geçmedi hiçbir şey.
Çünkü o ‘kılıç artıklarına’ da düşen üç kuşak sessizlik oldu. Malatya’da şu
anda kendine ‘Ermeniyim’ diyen en fazla 50-60 kişi kaldı.”
Ermeniler gibi
Ermeni yapıları da nasibini almış ‘yıkım’dan. Osman Köker 1900’lerin başında
Malatya’da üç kilise, bir manastır, dört Ermeni okulu ve bu okullarda okuyan
800 öğrenci olduğunu söylüyor ve ama şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor. Esen
yellerde asılı kalan günahlar da var. “Malatya’da Fransız Misyonu ya da Katolik
Misyonu da denen ve Ermeni çocukların da eğitim aldıkları okul, Cumhuriyet
döneminde uzunca bir süre genelev olarak kullanıldı” deyince salondaki
Ermenilerden değil ama Ermeni olmayanlardan tuhaf bir iç geçirme yükseliyor.
Malatya
Hay-Der’in Başkanı Hosrof Köletavitoğlu da şu anda Malatya’da 65-70 yaşın
üzerindekilerin oranın genelev olarak kullanıldığı zamanları hatırladığını
söylüyor: “Belgesi yok, bilgisi sözlü tarihe, yaşlıların anlatısına dayanıyor.
Çocukluğumda da Malatya’da genelev yoktu, ama genelev fonksiyonu olan bir yer
yoktu anlamına gelmiyor bu. 1940’larda başlamış genelev olarak kullanılmaya ve
60-65’lara kadar da devam etmiş. Ermeni kiliselerinin, okullarının depo, ahır,
hapishane, olarak kullanıldığını biliyoruz da genelevi bir tek burada duyduk.
Yazılı, kayıtlı bir şey bulmak mümkün olmuyor. Ne tesadüf ki 100 kadar nüfus
dairesi, 30 kadar tapu dairesi yanmış.”
Ama tanıklar
hâlâ var. 1935 doğumlu Kapriyel Orguneser mesela: “Genelev olarak kullanılan
büyük bir ahşap bina vardı. Babam derdi ki, burası eskiden Fransız kolejiydi.
Surp Yerrortutyun kilisesi vardı, onun askeri depo olarak kullanıldığını
hatırlıyorum ben. Sonra ahşap bir Katolik kilisesi vardı, tütün deposu olarak
kullanıldı. Ortaokuldayken dozerlerle yıkıldığını kendim gördüm.” Malatyalılar,
Dink’in ruhunu belki de ancak böyle şad edebileceklerini herkesten daha iyi
biliyor. Geçen sene yerle bir edilen Malatya Ermeni Mezarlığı’na son dua yeri
yapılmasını bile önemsiyorlar. Hrant’ın bir hemşerisi şöyle bitiriyor: “Biz
hâlâ son dua yeri yaptırıyorsak, bu topraklarda kalmak içindir bu çaba.”[22]
“ERMENİ
AÇILIMI” DENEN ŞEY!
Evet devletin inkâr ve imhacı tutumu tam da
buyken; “Ermeni Açılımı” denen şeye gelince; ilk anımsatılması gereken şey
egemenlerin “açılım” dediği her şeyin bir kilitleme/ ve gölgelemeden başka bir
şey olmadığı/ ve olamayacağıdır!
“Ermeni Açılımı” denen şey Erdoğan
AKP’sinin “diplomasi show’undan başka bir şey değildir.
Bu konuda Ara
Toranyan’ın, “Türk hükümeti Ahtamar’daki ayinle imajını düzeltmeyi amaçlıyordu.
Fakat tarihi başkentlerinin tam kalbinde yer alan en kutsal tapınaklarından
birini ‘tarihsel bir kalıntı’ olarak müzeye çevirip, Ermenilere senede bir gün
dua etme izni verilmesi çok da hoşgörülü bir tavır gibi görünmüyor…”[23]
Phil
Gamagelyan’ın, “Ahtamar’ın 2007’deki açılışına, aldığım davetiyede kilisenin
Ermeni kökenine dair hiçbir ibare bulunmazken ‘Orta Asya mimarisinin
anıtlarından biri’ ifadesi kullanıldığı için katılmadım. Ancak kilisenin
restorasyon süreci iyi niyetli bir adım. Eksiklikleri propagandaya alet
etmemeliyiz…”[24]
Dönemin Ermenistan Dışişleri Bakanı
Vartan Oskanyan’ın, “Dink cinayetinin ve Türklerin verdiği tepkinin, Türk
liderleri Ermenistan’la çıkmazı devam ettiren politikalarında değişikliğe
götüreceğini ummuştuk. Fakat Türkiye sırf Ermeniler soykırımdan söz ediyor diye
sınırı kapalı tutmayı ve diyalog önerilerini reddetmeyi sürdürüyor…”[25]
Edvard
Nalbantyan’ın, “Ermenistan’la protokolleri Karabağ sürecine bağlayan Türkiye,
hem Erivan’la hem uluslararası toplumla farklı dillerden konuşuyor. Ermenistan
soykırımın tanınmasını bile önkoşul olarak öne sürmezken, Ankara’nın Karabağ’ı
imza sonrasında gündeme getirmesi iyi niyetli değil…”[26]
‘The Armenian
Weekly’nin, Türk hükümeti, Türkiye-Ermenistan protokollerini onaylamayı
başaramamasından ve sözüm ona ‘normalleşme sürecini’ esasen dondurmasından beri,
hiç ilerleme kaydedilmezken sanki ilerleme varmış gibi bir görüntü yaratmanın
alternatif yollarını arıyor…”[27]
türünden uyarı ve eleştirileri konuyu yeterince net biçimde ortaya koyuyordu…
Söz konusu hâl
yani “Türkiye, Ermenistan’la imzalanan protokoller ve Akdamar’daki ayin
sayesinde AB’nin gözüne girmeye çalışırken Ermenileri iki kampa böldü. Bazı
Ermeniler ayini reklamdan ibaret görürken, Türkiye İçişleri’nin İstanbul
Patrikliği’nin iç işlerine karışması da bölünme yaratır”ken;[28] dönemin Ermenistan Cumhurbaşkanı
Serj Sarkisyan, “Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde bir yıldan kısa sürede olumlu
sonuçlanacak gelişmeler olabilir,” dedi demesine de “kazın ayağı” hiçte böyle
değildi…
Öncelikle “31
Ağustos 2009’da Türkiye’yle Ermenistan arasındaki ilişkilerin tesis edilip
geliştirilmesini öngören mutabakatın imzalanması, Ermeni yetkililerin ciddi bir
analiz ve hesap yapmaksızın kalkıştığı yeni bir macera. Bu macera Ermeni
davasına çok vahim zararlar verebilir,”[29]
türünden eleştirilere maruz kalan Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, T.“C”nin
“Karabağ Sorunu” ve “Hocalı
Soykırımı” iddialarını ön şart olarak ileri sürmesiyle birlikte, ‘Le Figaro’ya
demecinde, “Türkiye’nin açıklamaları bana bu protokolleri, yakın gelecekte
onaylamayacakları izlenimi veriyor. Biz uyarıda bulunduk. Eğer, Türklerin bu
normalleşme sürecini başka amaçla kullandıklarını görürsek, buna gerekli
karşılığı veririz ve protokollerden imzamızı çekeriz,” diyerek Türkiye ile
imzalanan ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik protokollerden imzasını
çekme olasılığını dillendirdi.
Bunun böyle
olması şaşırtıcı değildi. Çünkü, T.“C”nin inkâr ve imhacı tutumu bu kez de
Erdoğan’ın AKP’sinde cisimleşirken T.“C” Başbakanının Ermenistan’la “yol
haritasında” Dağlık Karabağ sorununun önşart olmadığı haberlerine kızan
Azerbaycan’ı teskin için Bakû’ye gidip “sınırın ancak Karabağ’da çözüme bağlı
olduğunu” açıklamasına Erivan’dan tepki gelmesi kaçınılmazdı.
Muhammed Nureddin, “Ermeni hükümeti tarih
komisyonu kurulmasını kabul ederek diasporayı karşısına alma riskine bile
girmişken, Türkiye’nin Karabağ sorununu öne sürerek tarihi protokolleri suya
düşürmesinin hiçbir haklı gerekçesi yok,”[30] derken; aslı sorulursa Vicken
Çeteryan’ın işaret ettiği üzere, “Erdoğan’ın, Ermenistan’la normalleşme
protokollerini Karabağ’da çözümle bağlantılı kılması bir vetoydu…”[31]
Bunların
yanında “Erdoğan’ın, Fransa, ABD ve İsveç’teki soykırım kararlarına yanıt olarak
Türkiye’deki kaçak Ermeni
göçmenleri tehdit etmesi de dehşet vericiydi…”[32]
ERMENİLER HÂLİ YA DA DİYORLAR Kİ
İfadeye gayret
ettiğimiz tabloda Ermenilerin seslerine kulağımızı tıkadığımız hâli(mizi), en
iyi Baruch Spinoza’nın, “Gerçek şu ki,
kayıtsızlığımız arttıkça özgürlüğümüz azalıyor,” sözleri tanımlarken;
avukat Patrick Devedjian Türk halkıyla devleti arasına kalın bir çizgi çekerek,
sorar: “Türk hükümeti Talat Paşa’yı neden savunuyor? Neden Talat Paşa’nın
avukatlığını yapıyor? Ermenistan’la sınır neden kapalı? Tüm bunlar aynı
nefretin devamı olmasın?”[33]
Soru sonuna
kadar haklıyken Sevan Nişanyan da ekler: “İzan sahibi Türkler inkârın
boyutlarını tartışmakla meşgul. ‘Neden oldu?’ sorusunu sorabilense yok…”
Tüm bunlar “Neden oldu” sorusuna “Ama”sız,
“Fakat”sız net yanıtlar verilmeliyken; Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan’ın,
Suriye’nin Deir Ez-Zor kentindeki konuşmasında altını çizdiği gerçek unutulmamalıdır:
“Auschwitz, Yahudilerin Deir Ez-Zor’udur”!
Evet Auschwitz’i de, Deir Ez-Zor’u da
yaratanlar aynı zihniyetten, ekoldendir.
Bunun böyle
olduğunun kanıtlarından birisi de, 1915’te çıkarıldıkları ölüm yolculuğunda
annesini, babasını kaybeden ve şans eseri hayatta kalan Trabzon doğumlu şair ve
yazar Leon Z. Surmelian’ın, korkunç yolculukta yaşadıklarını anlattığı
‘Soruyorum Sizlere Hanımlar ve Beyler?’ başlıklı yapıtındaki haykırışı değil
midir?[34]
Bunlardan dolayı Ermenistan eski Cumhurbaşkanı
Robert Koçaryan’ın, “Türkiye’nin soykırımı tanımakla yasal açıdan toprak
vermesi gerekmeyebileceğini, ancak Ermenistan’ın maddi ve manevi zararlar için
tazminat isteme hakkının saklı olduğu”ndan söz etmesi; ya da Erivan’da
‘soykırımın’ 93. yıldönümü anma törenlerinde Devlet Başkanı Serj Sarkisyan’ın,
“Ermenistan tarihi adaletin tesisi için çabalarını ikiye katlamalı.
İnkârcılığın geleceği yok. Hele de pek çok ülkenin gerçeğin yanında yer aldığı
günümüzde,” deyişlerinin önemi büyüktür.
Ama sakın ola,
hâl bu iken, birileri kalkıp da Başbakan
Erdoğan ile bir araya gelen -ve Büyükbabasının da 1915’de öldüğünü anlatan-
Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı Başkanı Bedros Şirinoğlu’nun, “1915
olaylarının ‘soykırım’ değil, çok samimi iki dostun arasındaki kavga” deyişinden…
Veya Oktay Ekinci’nin, “Osmanlı’nın son dönemlerinde görev
yapan 22 bakan, 33 milletvekili, 7 büyükelçi, 11 konsolos, 29 paşa Ermeniydi...
TBMM’de 1960’lara kadar görevli 12 Ermeni milletvekilimiz vardı; 27 Mayıs 1960
devrimiyle kurulan Cumhuriyet Senatosu’nda da 1 üye Ermeni’ydi... Bunlar
arasında ilk TBMM’den itibaren 1946’ya kadar Afyonkarahisar milletvekili olarak
görev yapan Berç Keresteciyan Türker’in soyadını da Atatürk’ün verdiğini nasıl
unutabiliriz?” laflarından söz
etmeye kalkışmasın!
Çünkü
24 Nisan, 23 Nisan söylenceleriyle uyutulanların karşısındadır!
24 NİSAN 1915
Pek haberdar olduğumuz ya da olmak
istediğimiz söylenemez, öyleyse hatırlayalım. İttihatçıların yönetimindeki
Osmanlı devletinin, kendi Ermeni vatandaşının kökünü Anadolu’nun her köşesinden
kazıyan kararının uygulamaya başlandığı kara gündür 24 Nisan…
Hatırlayalım:
Kasım 1918’de İttihatçıların yerini alan yeni Osmanlı hükümetinin Mayıs 1919’da
açıklanan komisyon raporuna göre, hayatını kaybeden Ermeni vatandaşların sayısı
800.000. 1928’de Genelkurmay Başkanlığı’nın Cihan Harbi’ndeki kayıplar üzerine
yayımladığı kitapta “800.000 Ermeni ve 200.000 Rum katl ve tehcir yüzünden veya
amele taburlarında ölmüştür” deniyor. Bu ölümlere 1918 sonrası açlık, hastalık
ve katliam sonucu Kafkasya’da hayatlarını kaybedenler dâhil edildiğinde
kayıplar bir milyonu aşıyor. Taner Akçam’ın 21 Nisan 2013 tarihli ‘Zaman’da
verdiği rakamlar böyle.
Osmanlının
tamamlayamadığı “temizlik” işini ise Kemalist Türkiye tamamlıyor. Anadolu’daki
“kılıç artıklarını” İstanbul’a sığınmaya mecbur ederek ve başta kiliselerle
okullar olmak üzere maddî izleri silerek.
Ermeni soykırımı, “Bir günde başlamış” ya da
“bir günde zirveye çıkmış” bir trajedi değildir. 100 yıldır, varlıklarının
toptan bir imhasına girişildiğini “kanıtlamaya” çalışmak zorunda bırakılan
Ermeniler, bu büyük faciaya ilişkin takvime bir işaret düşmek istediklerinde,
24 Nisan 1915’i iki önemli gelişmenin yaşandığı bir gün olarak seçtiler ve
işaretlediler…
24 Nisan
1915’in “güneş”i henüz doğmuşken İstanbul’da büyük bir operasyon başlamıştı:
Yüzlerce aydın, yazar, sanatçı, öğretmen, avukat, doktor ve hatta Meclis-i
Mebusan vekilleri evlerinden tek tek toplanıyorlardı. Ortak özellikleri “Ermeni
olmaları” ve İstanbul Ermeni cemaatinin önde gelen simaları olmalarıydı...
Götürüldüler... Ve bir daha asla geri gelmediler. Osmanlı ordusu üç büyük
cephede I. Dünya Savaşı çılgınlığını yaşamaktaydı… Ve donanımsız ordu,
Çanakkale’de halkın en yoksul çocuklarının kanlı bir ölüm oyununda barikata
çevrilmesiyle sağlanan direniş dışında bozguna uğramaktaydı. ‘Turan ülküsü’yle
girdikleri savaşta, önlerindeki ilk dağı aşamadan binlerce çocuğu karlara gömen
İttihatçılar, ‘müflis baba’nın aç çocukları içinden birini suçlu ilan etmesi
gibi, bir ‘iç düşman’a işaret ederek, hem sorumluluklarından kaçacak, hem de
1894’de sözde muarızları II. Abdülhamit’in başlattığı ‘Ermeni meselesini hâlletme’
işini tamamına erdireceklerdi. Madem kendi nefesleri Turan ülkesine
yetişmiyordu, o hâlde Turan ülkesi kadim halkların 1000 yıllık ülkesine kılıç
zoruyla gelip yerleşecekti!
24 Nisan 1915
günü İstanbul’dan toplanarak Haydarpaşa’dan trenlere istif edilen ve
‘bilinmeyen’ bir rotada, ‘buhar olacakları’ yolculuklarına çıkarılan Ermeni
entelijensiyası; yüksek platoda; Van’da, Muş’ta, Ergani-Maden’de, Kilikya’da ve
başka yerlerde, ücra köylerde, dağ yamaçlarında, tozlu vadilerde, ıslak dere
yataklarında eşkıyalara boğazlatılan Ermeni çocuklarla aynı kaderi yaşadı. 24
Nisan, ‘Anadolu’nun gözlerden uzak ıssızlığında el yordamıyla hâlledilen bir
işin payitahta düşmüş gölgesiydi. İkinci olarak, “Ermeni komitelerini
dağıtarak” tutukladıklarını Ankara ve Çankırı hapishanelerine tıktıklarını
iddia eden katliamcıların kendilerini tarihsel olarak ele verdikleri gün de 24
Nisan’dır…
İttihat ve Terakki caniliğinin üç büyük
isminden olan Talat Paşa imzasıyla Osmanlı Ordusu Başkomutanlığı’na buyurulan
şu “emir” de 24 Nisan 1915 tarihlidir:
“Arzınıza, Ermeni komitelerinin Osmanlı
memleketlerindeki siyasî ihtilâl teşkilâtları ile öteden beri, kendilerine
idarî bir özerklik teminine yönelik teşebbüsleri, harbin ilânını takiben Taşnak
Ermeni komitesinin Rusya’da bulunan Ermenilerin derhâl aleyhimize hareketine ve
Osmanlı topraklarındaki Ermenilerin de ordunun zayıf düşmesini bekleyerek o
zaman bütün kuvvetleri ile ihtilâle kalkışmalarına dair aldıkları kararları,
her fırsattan yararlanmak suretiyle vatanın hayatına ve geleceğine tesir edecek
hain hareketlere cür’etleri, özellikle devletin harp hâlinde bulunduğu şu
sırada Zeytûn ile Bitlis, Sivas ve Van’da meydana gelen son isyan hareketleri
ile bir kere daha kesinleşmiştir. Esas olarak merkezleri yabancı ülkelerde
bulunan ve bugün unvanlarında bile ihtilalcilik sıfatını koruyan bütün bu
komitelerin çalışmalarının Osmanlı devleti aleyhine olarak, her türlü sebebe ve
vasıtaya başvurmak suretiyle, son emelleri olan özerkliği elde etmek amacı
etrafında toplandığı, Kayseri, Sivas ve diğer yerlerde ortaya çıkarılan
bombalar, Rus ordusuna gönüllü alaylar teşkil ederek Ruslarla birlikte
memlekete saldıran, aslında Osmanlı uyruğundan olan Ermeni komite başkanlarının
harekâtı ve Osmanlı ordusunu arkadan tehdit etmek suretiyle pek büyük ölçüde
aldıkları tertipleri ve yayınları ile meydana çıkmıştır.
Bunun üzerine devletin kendisi için duygusal
bir mesele teşkil eden bu cins tertipler ve teşebbüslerin devam etmesine hiçbir
zaman göz yummayacağı, hoş görmeyeceği ve fesat kaynağı olan komitelerin hâlâ
varlıklarını kanuna uygun kabul edemeyeceğinden, sözlü olarak da ifade edildiği
gibi, bütün siyasî teşkilâtların kaldırılmasını acil ihtiyaç olarak hissetmiş
ve gerekli tedbirleri almıştır. Nubar’ın Hınçak, Taşnak ve benzeri komitelerin
gerek başkentte ve gerekse illerde bulunan şubelerinin derhâl kapatılmaları,
evrak vesairenin kesinlikle kayıp ve imhasına imkân bırakmamak suretiyle
alınması, komitelerin başkan ve üyelerinin, bu işe teşebbüs eden şahıslar ile
emniyet güçlerince tanınan önemli ve zararlı Ermenilerin hemen tutuklanmaları,
bulundukları yerlerde ikametlerinin devamında sakınca görülenlerin il dâhilinde
uygun görülecek yerlerde toplattırılarak kaçmalarına meydan verilmemesi,
gerekli yerlerde silâh aramaya başlanarak, her türlü ihtimale karşı komutanlar
ile haberleşilerek kuvvetli bulunulması, uygulamaların iyi yapılmasının temini
ve bitirilmesi ile ortaya çıkacak evrak ve belgelerin incelenmesi sonucunda
tutuklanan şahısların askerî mahkemeye verilmeleri uygun görülmüştür.
Onaylandığı takdirde, gereğinin yapılmak üzere durumun bildirilmesine izin
verilmesi konusu emirlerinize arz olunur.” 24 Nisan 1915 İçişleri Bakanı
Talât…”
Yeri geldi
aktaralım: Türkiye ve olimpiyat deyince akla gelen ilk isimlerden Selim Sırrı
Tarcan, 1912’deki Stockholm oyunlarının ardından şöyle yazmıştı: “26 farklı
ülkenin en seçkin evlatları oradaydı; bir tek bizden kimse yoktu.”
Avrupa’da spor
eğitimciliği okuyan Şavarş Krisyan, yayımlanmasına önayak olduğu ‘Marmnamarz/
Beden Eğitimi’ dergisinden cevap verdi kendisine: Kırgındı çünkü iki Ermeni
sporcu, Mıgırdiç Mıgıryan ve Vahram Papazyan Osmanlı hilalleriyle oradaydı. Ve
Krisyan, 24 Nisan 1915’te Haydarpaşa’dan kalkan trene bindirilen ve bir daha
haber alınamayan Ermenilerden biriydi…
Özetin özeti:
24 Nisan 1915’te bir grup Ermeni entelektüelinin Çankırı ve Ayaş’a sürgünü ile
sembolik olarak, 27 Mayıs 1915 tarihli ‘Savaş Zamanında Hükümet Uygulamalarına
Karşı Gelenler İçin Asker Tarafından Uygulanacak Önlemler Hakkında Geçici
Kanun’la ise resmen başlayan Ermeni soykırımı esas olarak İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nde (İTC) örgütlenmiş olan Türk milliyetçiliğinin, dağılmakta olan
Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine Türk ulus devletini kurmanın ilk adımı olarak
ülkeyi gayrimüslim unsurlardan temizleme ve sermayenin Müslümanlaştırılması/
Türkleştirilmesi harekâtıydı.
Böylesi büyük
bir suçun işlenmesi elbette imparatorluk tebaasının önemli bir kesiminin
işbirliği ile mümkün oldu. İTC, tehcir ve imhayı gerçekleştirirken, gerek Kürt,
Türk, Çerkes, Gürcü, Ermeni toplumları arasındaki, gerek Alevî, Sünni,
Hıristiyan, Ezidi toplumları arasındaki gerekse bölgeler, şehirler, köyler,
aşiretler ve hatta kişiler arasındaki gerilimleri ustaca kullandı.
Böylece
Ermenilere (ve elbette Rumlara, Süryanilere) yönelik kaçırtma ve imha
hareketlerinde İTC’nin yeraltı örgütü Teşkilât-ı Mahsusa’ya ve ordu
birliklerine destek veren, birçok yerde bu işleri bizzat örgütleyen ve yürüten
Türk, Kürt, Çerkes, Çeçen, Gürcü gibi değişik etnisitelerden Müslüman gruplar
arasında ‘nitelikli’ suç ortaklığı oluşturuldu. Geride kalan Ermeni mallarını
talan eden, Ermenilerin çocuklarını besleme veya evlatlık alan, kızlarını
haremlerine katan yerel eşraf ya da halk kesimleri, Ermenilerin el konulan
zenginliklerini kendine sermaye yapan ticaret burjuvazisi, Ermenilerin
boşalttığı alanlarda kendine iş alanı yaratan zanaatkârlar da bu büyük suçun
açık ya da zımni ortakları oldular.
Kötülerden
kimilerini sıralarsak…
Tehcirin
eylemci ekibinde, 3. Ordu Komutanı General Mahmud Kâmil Paşa, Genelkurmay
İstihbarat Dairesi’nden Albay Seyfi, Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın amcası Halil
Paşa ve üvey kardeşi Nuri (Kıllıgil) Paşa, Musul’daki 6. Ordu Komutanı Ali
İhsan Sabis Paşa, teşkilâtın tetikçisi Yakup Cemil ve ‘Deli’ Halit (Karsıalan)
gibi Harbiye mezunları, İTC Merkez Komitesi üyeleri Bahaeddin Şakir, Nazım ya
da Diyarbakır Valisi Mehmet Reşit gibi doktorlar, ‘Sopalı Mutasarrıf’ lakaplı
Trabzon Valisi Cemal Azmi, önce Erzincan Bölge Valisi, daha sonra Bitlis,
Bağdat ve Musul vilayetlerinin genel valisi olan Mehmet Memduh, Maarif Nazırı
Ahmet Şükrü, Emniyet Müdürü İsmail Canbolat gibi yüksek bürokratlar, Giresunlu
Topal Osman Ağa ve Trabzonlu Yahya Kahya gibi eşraftan olanlar, Malatya Müftüsü
Sagirzade gibi din adamları vardı.
Elbette, en
korkunç suçları işleyenler tehcir konvoylarına, Osmanlı tarihinde o güne dek
eşine rastlanmadık bir barbarlık içinde saldıran, konvoyları yağmalayan değişik
toplumlardan gelen çete reisleri ve çete üyeleriydi. Bu barbarlığın temel
nedeni, bu çeteleri oluşturan kadroların büyük bir bölümünün İTC Merkez
Komitesi üyeleri Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım tarafından kana susamış
caniler arasından özenle seçilmiş olmalarıydı. Bunlar, sözü edilen korkunç
görevleri yerine getirmeleri kaydıyla, özel emirlerle hapishanelerden
salıverilmişlerdi.
İyilerden
kimilerini sıralarsak…
Buna karşılık
Ermenilerin öldürülmesine karşı çıktığı için öldürülen, Ermenileri evlerinde
saklayan, Ermenileri korumak için hayatını tehlikeye atan yöneticiler ve halk
kesimleri de vardı. Örneğin 1914’ten itibaren sırasıyla Halep ve Konya
Valiliğinde bulunan Celal Bey, vilayetindeki Ermenilerin tehcirine izin
vermemişti. Kendisine bu kanlı yolculuğun ‘milli mefkûre’ olduğunu söyleyen İTC
Merkez Komitesi’nin adamına “Hangi milli mefkûre? Türkler ve Müslümanlar, bu
cinayetlerden dolayı kan ağlıyor, fakat engellemek için çare bulamıyorlardı.
Böyle zulümlere milli mefkûre demek, millet için en büyük iftira ve hakarettir”
diye cevap vermişti ve 1915 Ekiminde görevden alınıncaya kadar çevre illerden
de pek çok kişinin de Der Zor’a gönderilmesini engellemişti. Ankara Valisi
Mazhar Bey, vilayetindeki Ermenilerin gönderilmesine karşı çıktığı için 1915
Ağustosunda görevinden alınmıştı. Mazhar Bey tehcire neden karşı çıktığını
şöyle açıklamıştı: “Ben valiyim, eşkıya değilim.”
Kütahya
Mutasarrıfı Faik Ali (Ozansoy), sadece kendi bölgesindeki Ermenileri sürgüne
göndermeyi reddetmekle kalmadı, Balıkesir, Afyon, İzmit ve Adapazarı gibi çevre
şehirlerden Kütahya’ya gelen Ermenilere de her türlü yardımı yaptı. Kütahya’ya
yığılmayı önlemek için, gelenleri meslek ve sanatlarına göre çevre ilçelere ve
köylere gönderdi. Himaye ettiği Ermenilerin Türk Kızılay’ına verilmek üzere
aralarında topladığı 500 altını da diğer illerden Kütahya’ya sığınan Ermeni
yoksullara dağıttı ve göçmenler için aşevi kurdu. Ermeni çocuklarının eğitimden
yoksun kalmaması için bir okul açtırdı ve başına bir Ermeni’yi müdür olarak atadı.
Kastamonu
Valisi Reşat Bey, Yozgat Mutasarrıfı Cemal Bey ve Erzurum Valisi Tahsin Bey de
imha emirlerini uygulamadılar. Malatya Belediye Başkanı Azizoğlu Mustafa Ağa
tehciri engelleyecek yetkiye sahip değildi ama birçok kişiyi evinde sakladı.
Bir İTC üyesinin oğlu tarafından “gavurları koruduğu” için öldürüldü.
Tehcir
emirlerini uygulamayı reddeden Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Bey, Beşiri
Kaymakam Muavini Sabit Bey, Basra Valisi Ferit Bey, Müntefek Mutasarrıfı Bedii
Nuri Bey ve gazeteci İsmail Mestan, İTC’nin ileri gelenlerinden Diyarbakır
Valisi Dr. Reşit Bey’in emirleriyle öldürüldüler. Mardin Mutasarrıfı Hilmi Bey
ise, son anda ölümden kurtuldu.
Savur
Kaymakamı Sıtkı Bey, Dominiken misyonerlerinden 200 kadar kişiyi evinde
sakladı. Midyat Kaymakamı Nuri Bey, Çermikli Muhammed Hamdi Bey, Savurlu Mehmed
Ali Bey, Silvanlı İbrahim Hakkı Bey Ermeni ve Süryanilere iyilikleri olan
kişilerdi. Urfa’da Binbaşı Sıtkı Bey Süryani cemaatinin ve Ermeni
Katoliklerinin liderlerini ölümden kurtarmıştı. Urfalı Hacı Halil, aynı aileden
yedi kişiyi katliamdan kurtarmak için evinin tavan arasında saklamıştı.
Ayrıca Trabzon
bölgesinin ve Kastamonu’nun bir kısım Sünni Türk halkı, Konyalı Mevleviler,
Mardinli Süryaniler, Sincarlı Yezidiler ve Dersimli Kızılbaş aşiretlerinin
büyük çoğunluğu Ermenileri korumuştu. Dersim’in dış çeperlerini oluşturan
Arapkir, Eğin, Gürün, Kemah, Erzincan, Tercan, Kiğı ve Palu’da ise Ermenilere
yönelik talan saldırıları yanında ciddi katliamlar olmuştu. Aynı şekilde
Suriye’deki Zor’da pek çok Arap aşireti sürgünlere yemek ve barınak sağlarken,
bazı Bedevi aşiretleri yağma ve katliamlara katılmışlardı. Res’ul-Ayn’da bazı
Çeçenler Ermenilere saldırırken bazı Çeçenler de Ermenileri korumuştu.[35]
Toparlarsak:
Sorunun kökeni çok eskilere dayansa da, 24 Nisan 1915 tarihi, uzun, dönüşü
olmayan bir ölüm yürüyüşünün, soykırımın başlatılma tarihidir. Evet. Yalan
değil; bu süreçte binlerce ev, imalathane, okul, kilise ve manastır talan
edilip, Anadolu’nun Hıristiyan halkları planlı ve sistematik bir sürgünle yok
edildi veya köklerinin bulunduğu topraklardan çıkarıldı. Bu olay, Türkiye
burjuvazisinin sermaye birikiminin ana kaynaklarından birini oluşturup,
Ermenilerden kalan mallar kurulacak olan ulus devletin sermayesini oluşturdu.
Sermayenin Türkleştirilmesi politikası, cumhuriyet tarihi boyunca 1936
Beyannamesi, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Pogromu ve ‘Vakıflar Kanunu’ gibi
uygulamalarla devam etti. Her yıldönümünde kaçırdığımız bir fırsat aslında:
Geçmişimizle samimi yüzleşme ve hesaplaşma fırsatı, bir büyük dramın acısını
yüreğimizde hissetme fırsatı.
Tarihi
gerçekler çarpıtıldı, inkâr edildi. Devlet retoriğini; Kürt, Ermeni,
Asuri-Süryani, Helen, Ezidi halklarının inkârı üzerine inşa etti. Halk, yalan
-yanlış, uyduruk iftiralarla koşullandırıldı. Türkiye’de tekçi paradigma ve
buna dayalı zihniyet; gerçekleştirdiği katliamları, vahşetleri kendi
kahramanlık söylemleriyle kimi zaman kutsallaştırdı ya da en olmaz olayları
sıradanlaştırdı, sıradan bir olaymış gibi yansıttı. Toplumda da böyle bir
algının oluşmasını büyük ölçüde başardı ne yazık ki. Bu sayede geçmişiyle
yüzleşmeyi, hesaplaşmayı değil, unutmayı, unutturmayı tercih etti.
Nietzsche:
“Nefret Kültürü’nün yerleştiği ve dal budak saldığı toplumlarda, yaşamı
geliştirecek ve güzelleştirecek bir yapı kurmak mümkün değildir” der. Nice
şoven, milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi ve benzeri ne çok nefreti makamlı
söylemlerin veri tabanına rastlarız o nefret kültüründe. Önce evde, okulda
başlayan ve giderek hayatın her alanına zerkedilmiş bir zehirdir bu. Zehir
sistem patentli, zerkeden ise devlet ve bilcümle avanesiydi…[36]
ERMENİ SOYKIRIMI
Soykırımı
meşrulaştıran hurafe ve yalanlara karşın, öncesi ve sonrasıyla 1915 bir utanç
yılıdır.
T.“C” devletinin “önceli” İttihat Terakki
yönetimi 1914’de “tehcir” yasasını çıkartarak işleyeceği “soykırım”ın temelini
oluşturmuştu. Her şey son derece “planlı- programlı”ydı…
1915 Şubatı’nda, Talat’ın önderliğinde
düzenlenen, İttihatçıların gizli toplantısında konuşan Dr. Nazım, şunları
söylemektedir: “Boş sözlerle gemi yürümez. Hızlı harekete geçmek gerekir.
Ermeniler ölümcül bir yaraya benzer... Eğer bu temizlik harekâtı, genel ve
nihai olmazsa, yarardan çok zarar dokunur. Ermeni halkını topraklarımızdan,
kökten temizlemeliyiz. Bir kişi bile kurtulmamalı ve Ermeni ismi unutulmalıdır.
Şimdi savaş içindeyiz. Bundan daha uygun zaman olamaz. Bu defaki işlem kökten
temizleme olacaktır. Ermenilerden bir kişinin bile sağ kurtulmaması koşulu ile
soykırım mutlaka gereklidir.”[37]
Bu bakış açısı ile 24 Nisan 1915’te Ermeni
aydınlar gözaltına alınır Haydarpaşa’dan, Ayaş ve Çankırı’ya yola çıkarılırlar.
Ve değişik yerlerde katledilirler. Bu olay tüm Ermenilere yönelik soykırımın,
korkunç insan hikâyelerinin de başlangıcı olur.
Ermeniler,
yaşamlarından, topraklarından, anılarından kopartılırlar. Ve bu büyük suç tüm
sonuçları ile bugün de devam etmektedir. Toplumun “en ileri” kesimlerinin dahi
çok uzun yıllar gündemine girmeyecek kadar “içselleştirilmiş” ve toplumunda
ortağı olduğu bir suçtur bu!
1915’te başlatılan soykırımcı politikaların,
Cumhuriyete giden yolda da izlendi. Bu da bir kıyım ve kırım olduğu kadar
talandı… Ermeni cemaatinin sadece malvarlığı değildi yağmalanan, kadın ve
çocuklarının bir kısmı da Müslüman Osmanlılar arasında paylaşıldı. Kaldı ki
1915 tehciri sadece Ermenilerin değil, Güneydoğu Anadolu’da Süryanilerin de
büyük bir kırıma uğramasının tarihidir. Rumlara karşı Ege Bölgesi’nde 1914
öncesinde başlatılmış olan fiili tehcir politikası, çeşitli katliamlarla devam
etti. Çeteci Rumlarla mücadele bahanesiyle, Karadeniz Bölgesi neredeyse
bütünüyle Rum ahalisinden 1923 öncesinde temizlenmişti!
Bunlar böyleyken bakın bir haberinde Turan
Yılmaz neleri aktarır:
“Hocalı kasabasında 613 Azerbaycan Türkü’nün
işkenceyle öldürüldüğü kanlı olayın 20. yıldönümü nedeniyle TBMM Dışişleri
Komisyonu ortak bir bildiri yayınladı. İktidar ve muhalefet milletvekilleri
arasında ise ‘Hocalı katliam mı, soykırım mı?’ tartışması çıktı. CHP ve MHP
‘soykırım’ denilmesini isterken, AKP’liler, soykırım sözcüğünün meclislerde
tartışılmasının yanlış olduğunu öne sürerek ‘katliam’ denilmesini istediler…”
“Nasıl”?!?!?!
Bu tür zırvalara aldırmadan devam edersek: Simgesel
bir tarih olarak 24 Nisan 1915’de başlayan Ermeni tehcir ve soykırımına ilişkin
olarak da en azından üç temel soru var.
Birincisi
“erkekler nerede” sorusu... Talat Paşa’nın defterinde de kaydedildiği üzere
Ermenilerin, Edirne’den Kars’a onlarca kafile hâlinde yürütüldüğünü ve bunların
esas olarak kadınlar, çocuklar ve yaşlılardan oluştuğu konusunda söylem birliği
mevcut. Öte yandan Türk milliyetçisi tarihçilerin tezine göre “aynı dönemde”
Ermeni çeteleri isyan hâlindeydi ve yüzbinlerce insan öldürdüler. Acaba bu
erkekler, kendi eşleri, çocukları, anne ve babaları az sayıda jandarma
eşliğinde sürgüne giderken, onları niçin kurtarmaya çalışmadılar? Kafilelere
saldıran çapulcu çetelere karşı niçin savaşmadılar? Ayrıca acaba bu çeteler bir
araya gelip niçin bir isyan başlatmadılar?
Düşünün ki o
yıllarda Ermeni nüfusu bir buçuk milyondu ve kabaca üçyüz bin eli silah tutan
erkeğe sahipti. Bu sorunun yanıtı, Ermeni erkeklerin daha önceden askere
alınmış olmalarıdır. Ama cevap tatmin edici değil, çünkü aileleri çöllere doğru
sürüklenirken Ermeni erkeklerin askerden kaçıp onları kurtarmaya çalışmamaları
pek inandırıcı olamaz. O hâlde bu durumun açıklaması ne olabilir? Belki de bunu
yapamayacak durumdaydılar... Belki de büyük çoğunluğu artık hayatta
değillerdi... Kısacası soykırım tanımı, sadece sürgünlere değil, aynı zamanda
orduya alınmış olan erkeklerin başına gelenlere ilişkin olarak da düşünülmeli.
İkincisi
“mallar nerede” sorusu... Tarihçiler doğal olarak 1915 yılı etrafında
yaşananlara yoğunlaşmış durumdalar. Ancak Türk/ Ermeni meselesi bunun çok
ötesinde bağlamlara oturuyor. Çünkü söz konusu mesele Anadolu’nun sadece
insani, kimliksel ve kültürel bileşimini değiştirmekle kalmadı, sosyal zümre ve
cemaatler arasındaki dengeleri de geriye dönülmez bir biçimde dönüştürdü. 1915
öncesinde Ermenilerin önemli bir bölümü Anadolu şehirlerinin merkezinde
oturmaktaydılar ve şehir merkezlerinin nüfusu içindeki oranları çok yüksekti.
Bunun anlamı merkezdeki yapı ve arazinin yine büyük oranlarla Ermenilere ait
olması yanında, hemen merkez dışında da geniş topraklara yayılan manastır ve
mezarlıklara sahip bulunmalarıdır. Bugün söz konusu merkez dışı geniş
toprakların hepsi şehir merkezinin göbeğinde yer almakta ve en kıymetli
arsaları oluşturmakta.
Acaba bütün bu
zenginlik nasıl bir mekanizma içinde devşirildi? Kimlerin eline geçti? Bu
insanların Cumhuriyet eşrafı ve yönetici sınıfıyla bağlantısı nedir?
Ermenilerin terk etmek zorunda kaldıkları malların, yani emval-ı metruke’nin,
İttihatçılarca “titiz bir biçimde” müsadere edildiği, bunların Cumhuriyet
idaresi altında ‘makbul’ kişilere dağıtıldığı ve ganimet mantığının günümüze
kadar geldiğini tahmin etmek epeyce gerçekçi bir varsayım olmaz mı? Kısacası
soykırım konusu sadece insanlara ne yapıldığı değil, yapanların bunu nasıl
işlevselleştirdiği ve buradan nasıl bir “yeniden dağıtım” sistemi
ürettikleridir ve tam da bu nedenle içe dönük bir ‘Türk meselesi’ olarak da
yüzleşmeyi beklemektedir.
Üçüncüsü
“belgeler nerede” sorusu... Hepimiz her fırsatta arşivlerin açılmasından söz
ediyoruz. Ancak İttihatçıların merkez arşivinin, Teşkilât-ı Mahsusa arşivinin,
dönemin İçişleri Bakanlığı arşivinin ve tehciri organize eden bölümün arşivinin
niçin kayıp olduğunu sorgulamıyoruz. Oysa 1915’in hemen sonrasında kaleme
alınanlar, bunların bilerek yok edildiklerini açık örneklerle anlatıyor. Acaba
Osmanlı gibi “arşivci” bir devletin yöneticileri böylesine hassas bir
dokümantasyonu niçin saklamadı? Acaba geriye kalanların Genelkurmay arşivinde
saklanması niçin tercih edildi?
Görülüyor ki soykırım meselesi sadece
geçmişte yaşananlarla değil, bugün hâlâ süren bir devlet zihniyetiyle ve
doğrudan statükoyla bağlantılıdır.
MALTA BELGELERİ’NİN ANLATTIĞI
Ki, bunu da -kimi çarpıtma girişimlerine
rağmen![38] - Malta Belgeleri’nde (Zeynep Tozduman’ın altını çizdiği üzere) tüm netliğiyle görebilirsiniz…
Malta
Belgeleri’ni araştırmak, bir anlamda cumhuriyetin köklerinde var olan
gerçeklikleri ortaya çıkarmaktır. Malta Belgeleri’nde adı geçen kişilerin
izlerine baktığımızda, günümüze kadar uzanan yönetim zincirinde hep yer
aldığını görürüz. Tehcir adı altında uygulanan katliamlarda, bazı bölgelerde
görevli personelden vicdan sahibi olanların, tehciri (soykırımı) onaylamamaları
yaşamlarına mal olmuştur. Bu erdemli insanlar Ermeni soykırım tarihinde
her zaman beyaz sayfada anılmıştır. Örnek verecek olursak, Mardin/ Derik
kaymakamı, Diyarbakır Lice kaymakamı Nesim Bey, Beşiri’de kaymakam yardımcısı
Ali Sabit Es-Süveydi, tehciri onaylamamasının bedelini yaşamları pahasına
ödemiştir. Şanslı olan bazı görevliler ise sadece görevlerinden alınmışlardır.
Konya valisi Celal, Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali Bey azledilenler arasındadır.
Ege’de Rum
kökenli yurttaşların Midilli’ye geçmelerine yardımcı olup yaşamlarını kurtaran
Foça Kaymakamı Ahmet Ferit’in Rum’lara yardımdan dolayı azledildiği sicilinde
kayıtlıdır. Mardin Mutasarrıfı, Mustafa Hilmi, Akşehir’de Muhacırın ve İskan
Müdürlüğü’nde Sevkiyat Komisyon Üyesi Ali Fehmi Bey’in sicillerinde öldürülme
nedeninin ve öldürülenlerin bulunmadığı kayıtlıdır.
Bu bölgelerde
çalışıp soykırıma bulaşanlar/ arananlar, milli mücadeleye ilk katılanlar
arasında yer almıştır. Üzerlerindeki kanı, başka bir kanla yıkamanın telaşıyla
milli mücadeleye katılmışlardır.
Bitlis valisi
Mazhar Müfit (Kansu) ve Van Valisi Haydar Hilmi (Vaner), Halis Turgut, Deli
Halit paşa, General Pertev Demirhan, Sarı Edip Efe, Ardahan Mebusu Hilmi v.b
gibiler soykırımdan ötürü ödüllendirilenlerden sadece bazılarıdır. İlginçtir ki
bu kişilerle ilgili kayıtlar bir tarihten sonra yoktur.
1934’de çıkan
Soyadı Yasası, bu gibilerin gizlenebilmesi için büyük bir kolaylık sağlamıştır.
Eczacı Mehmet’in de (Bu günün Eczacıbaşı Holdingi) bir iş adamına dönüşmesi
gayrımüslimlerin servetlerine el koyarak zenginleşmenin sadece bir örneğidir.
Soykırımdan suçlananların ödüllendirilmesi örneklerini bütçenin vatana hizmet
tertibinden maaş alanları gösteren Ç cetvelinde de görebiliyoruz.
1955 yılı
cetvelinde bütçede yer alan isimlerden bazıları şunlardır, General Bahriye
Nazırı Ahmet Cemal, Talat, Eski Diyarbekir Valisi Reşit, Ziya Gökalp, Gaziantep
milletvekili Ali Cenani, İstanbul Milletvekili Numan Ustalar, Muş milletvekili
İlyas Sami, Bitlis Valisi Mazhar Müfit Kansu, Van Valisi ve Milletvekili Haydar
Vaner, Fevzi Pirinçcioğlu, Süleyman Sırrı İçöz, Rauf Orbay, Hacı Bedir,
Cumhuriyet rejiminin aklayıp ödüllendirdiği, soykırım zanlıları ve Malta
sürgünlerindendir.
Tarihçi Murat
Bardakçı’ya göre; soykırımın baş mimarlarından olan Talat Paşa’nın karısı en
yüksek maaş alanlar ve vatana hizmet aylığı ile ödüllendirilenler arasındadır.
Merkezi Umumi
üyelerinin eşleri ve Teşkilât-ı Mahsusa’nın önemli mensuplarının hanımlarına da
vatana hizmet aylığı bağlanmasıyla sadece kendileri değil, aile boyu yani eşler
ve çocuklar da ödüllendirilmiştir. En yüksek maaşı da Enver Paşanın kızı
Mahpeyker Hanım alıyordu.
Malta
Sürgünleri’nin ödülleri ise katliamın çokluğuna, azlığına ve hangi kariyerde
olduğuna bağlı olarak çeşitlendirilmiştir. Kimine başvekillilik, kimine
mebusluk, kimine genelkurmay başkanlığı, kimine valilik, kimine de başka
yöneticilik v.s düşmüştür. Bu tablodan anlaşılacağı üzere en çok katliam yapan
en çok ödül almıştır.
Malta
sürgünlerinden Fethi Okyar ve Rauf Orbay gibi Başbakanlar, Fevzi
Pirinçcioğlu, Şükrü Kaya, Abdülhalik Renda, M. Şeref Aykut, Ali Seyit, Ali
Cenani, Ali Çetinkaya gibi Bakanlar, valiler, generaller, eğitimciler
çıkmıştır. Soykırıma bulaşmış eli kanlı çetelerin ortak yönleri, çok ilginçtir
ki, ya okul arkadaşı, ya akraba, ya hemşerilik bağı ile birbiriyle ilişkili
olmalarıdır. Diyarbakır’da Aksu’larla, Göksular akrabadır. Hacı Bedir Ağa’nın
torunu bu günkü meclistedir.
Enver Paşa’nın
kuzeni Hasan Tahsin Uzer’in oğlu Celalettin Uzer; 1960 darbesi sonrası 28.
Hükümet’te İmar ve İskân Bakanı olmuştur. Enver Paşanın eniştesi Kazım Bey
(Orbay) 1944-46 yıllarında Genel Kurmay Başkanı, (1942-1944 Ekonomik ve
Kültürel kırım uygulandığında Genel Kurmay Başkanı, 1960 darbe sonrası meclis
başkanıdır) Teşkilât-ı Mahsusa komutanı Fuat Bulca’nın yardımcısı General Fahri
Özdilek, 27 Mayıs darbecilerinden olup ve senatörlüğe getirilen biridir.
Cumhuriyetin kuruluşunda, Malta sürgünlerinin harcı bulunduğu gibi bunların
uzantıları günümüze değin uzanmaktadır.
TARİHİN RESMÎ OKUMALARI
Durum bu merkezdeyken hâlâ tarihin resmî
okumaları tüm vehametiyle karşımızdadır.
Mesela ABD’li siyaset bilimci ve
Massachusetts Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Guenter Lewy’nin, “Ermeni
soykırımı iddialarına dayanak oluşturan üç temel olguya ilişkin belge ve
yorumların ‘şüpheli’ nitelik taşıdığını, kanıtlamadığını” söylemesi gibi…[39] (Sanki 1.5 milyon değil de, diyelim ki “sadece” yüz bin, ya da
elli bin Eremeni’nin katledilmiş olması, “suç”u ortadan kaldıracaktır! Yani
sanki olay sadece öldürülen Ermenilerden ibarettir!)
Mesela Avusturyalı yazar ve belgesel film
yapımcısı Prof. Erich Feigl’in, “Ermenilerin ileri sürdüğü rakamların gerçek
olmadığını, 1.5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğü iddiasının saçma olduğunu” ifade
etmesi gibi…[40]
Mesela
François Georgeon’un, “Jön Türk Hükümeti’nin 1915 ilkbaharında Ermenilerin yok
edilmesini emrettiği ileri sürülen telgrafların da güvenilirliklerinin, bugün
ciddi olarak tartışma götürür olduğu söylenebilir,” demesi gibi…[41]
Mesela Sefa Kaplan’ın, “Robert Fisk’in
yazısında Ermeni soykırımını kanıtlamak için kullandığı ve Talat Paşa’ya ait
olduğunu söylediği mektup sahte çıktı. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi
Prof. Zafer Toprak, ‘Bu mektup tamamen uydurmadır. Bu mektubun ne üslubu, ne
dili, ne de muhtevası Osmanlı yazışma sistemine uygun değildir’ dedi,”
ifadesindeki gibi…[42]
Bunların böyle olmasında şaşırtıcı bir şey
yoktur! Çünkü Türkiye, toplumsal hafızanın prangalara vurulduğu bir ülkedir. Bu
prangalarla karanlık bir hücreye tıkılmış tarihlerden biri ve bence en
önemlisi, 24 Nisan’dır; Ermeni Soykırımı’dır.
Söz konusu tarihe, gerçeğe biçilen ceza,
ebedî unutuştur. Umulmuştur ki, o tarihte ve sonrasında olup bitenler sonsuza
dek unutulacaktır. Lakin unuttukları bir şey vardı kıyıcı muktedirlerin: Hafıza
sabırlıdır, dirençlidir! Çünkü tarih boşuna yaşanmamıştır…
Ermeniler,
Osmanlı egemenliği altına girdikleri tarihten itibaren ağırlıklı olarak
Vilayet-i Sitte denilen çok etnisiteli altı eyalette (Erzurum, Van, Bitlis,
Diyarbakır, Sivas ve Mamuretü’l-Aziz) yaşıyordu. Buralar aynı zamanda Kürtlerin
de yurduydu. İmparatorluğun bütün vilayetlerinde hatırı sayılır Ermeni nüfusu
olmasına karşın, Kürtler Dersim ve Kürdistan dışında sadece İstanbul’da büyükçe
bir grup oluşturuyordu.
“Onlara ne oldu?” sorusunun yanıtı tarihi
gerçeklerde; tarihin hafızasındadır…
Geçerken konuya bağıntılı olarak resmî
tarihçilere -birbiriyle bağıntılı- iki not:
i) Rusya arşivleri, Cemal Paşa’nın
Batı’nın kendisini hükümdar olarak tanımasına karşılık, Doğu Anadolu bölgesini
Ermenilere bırakmayı kabul eğilimini gösteren raporlarla dolu…[43]
ii) Genelkurmay
Başkanlığı’nın, 2006’da başlattığı ‘Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri’ başlıklı
çalışmasının 8. cildinde yayımlanan ve Cemal Paşa’nın 1915’te 4. Ordu Komutanı
iken dönemin Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya 3 Temmuz 1915’te gönderdiği “çok
gizli ve kişiye özel” telgrafta, “Sürgün edilen Ermenilerin can, mal ve
namuslarının korunması” için sert tonda uyardığı ortaya çıktı…[44]
SOYKIRIMDA
KÜRT FAKTÖRÜ/ VEYA ROLÜ
Bilgi
Üniversitesi’nden Amed Gökçen’in deyişiyle, “1915’te yaşananlar sadece
Ermeniler açısından değil, Kürtler açısından da travmatik bir durum. Bunu anne
veya babaları Ermeni olan yaşlı Diyarbakırlıların Diyarbakır’daki Surp Giragos
Kilisesi’nin açılışını gözyaşları içerisinde izlemesinden dahi görmek mümkün.
Böylesi bir travmanın aşılabilmesi için sadece 1915’te ve sonrasındaki günlerde
yaşanan olaylara değil, 1915 öncesine ve o dönemdeki genel ve yerel siyasete de
bakmak gerekiyor.
Ayrıca belirli
Kürt aşiretlerinin ve beylerinin 1915’teki felakette gönüllü ve planlı bir
şekilde yer aldıklarının üstü hiçbir tarihsel ve siyasal ‘gerçeklik’ tarafından
örtülemeyeceği gibi ‘1915’te Kürtler kullanılmıştır’ tarzındaki bir açıklama da
Kürt siyasetinin mevcut sorumluluklarını hafifletemeyecektir. Fakat eğer
amacımız sadece katili bulmak ise tarih disiplinini değil, güncel siyaseti
takip etmek yeterlidir.”
O hâlde Ermeni Soykırımı’ndaki Kürt
faktörünü/ veya rolünü “es” geçmek mümkün değildir, şöyle ki:
Bugünkü dört parçalı Kürdistan haritasının tarihte aynı genişlikle, hele de
5.000 yıl gerilere uzanan bir karşılığı yoktur. Hatta 500 yıl önce bile
demografik-etnolojik gerçeklik öyle değildir.
XVI. yüzyıl
doğu sancaklarına dair Osmanlı tahrir defterleri çoğu yerde Hıristiyanların
yarıdan fazla nüfus oranına sahip olduğunu gösterir. Ki bunun çok büyük bölümü
de Ermenilerdir.
Kürt halkının
çekirdeği olarak Kardaka/ Karduhi/ Karduk isimlerini alırsak, hatta kökleri
onlara dayanabilir diye eski Guti’leri de hesaba katarsak, bu halkın esas oluşum
alanı Zagros dağları çevresidir. Med İmparatorluğu birçok İrani kavmin
birliğinden oluşmuştur. İçinde Kürtlerin, ya da o zamanki Kardukların önemli
bir etkinliği olabilir, ama bu devletin uzun sürmeyen ömründe yayıldığı
alanları genelde Kürt yurdu saymak mümkün değil.
Sonraki
yüzyıllarda Ermenice haritaların Gortuk ya da Gorcayk diye gösterdiği bölge
(Zap Suyu ile Dicle arası) ve Zagros çevreleri, yani bugünkü Türkiye-Irak-İran
sınırlarının kesiştiği hatlar yine Kürtlerin esas yoğunluk alanları olmalıdır.
Araplar ile Türklerin istila dönemleri arasında kurulabilen Kürt beylikleri
yine buralarda, Musul’da ve Amid-Meyafarkin bölgesinde ortaya çıkmıştır.
En erken XII.
yüzyılda Selçuklu hükümdarları tarafından kullanıldığı görülen Kürdistan ismi
de zaten bu çevreleri ifade eder.[45]
Daha
yukarıları M.Ö. VI. yüzyıldan beri komşu halkların yazılı kayıtlarında
Ermenistan olarak bilinir. (Persler de ‘Armina’, Yunanlılar da ‘Armenia’ vb...)
O tarihten itibaren Ermenilerin bazen bağımsız, bazen yarı bağımlı siyasi birliklere
sahip oldukları alan aşağı yukarı eski Urartu sınırları ile örtüşür. En
eskilerinden başlayarak coğrafyacılar da bu dağlık alana ‘Ermeni Platosu’
demiştir.
Kısa bir dönem
II. Dikran’ın yayılmacı savaşları ile geniş imparatorluk hüviyetine ulaşması
hariç, kendi doğal sınırları içinde küçülüp büyüyen, bir yerde sönüp bir yerde
canlanan krallık ve prenslikleri görülür. Pers ile Selefki, Part ile Roma,
Sasani ile Bizans arasında çoğu zaman el değiştiren ve parçalı da olsa, her
hükmedenin kendi dilinde Ermenistan’a karşılık gelen isimlerle andığı bir
ülkedir. Arap istilası altında yine yaşayabilen prenslikleri olmuş, Türk
istilacıları en son ayakta olan Pakraduni krallığını yıkmıştır. Selçuklular,
Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenler, Osmanlılar da sırasıyla hâkim oldukları bu
alanı Ermenistan olarak anmış, bazıları kendine Şah-ı Armen sıfatını bile
vermiştir.
Camilerin,
köprülerin, hanların mimarları, Kürt beylerine ait konakların ustaları
kimlerdi? Oralarda daha düne kadar gösterilebilen asırlık ceviz ağaçları,
dutluk ve üzüm bağları bile Ermeni işiydi.
Bakın
Türklerle ortak fetihler ve sağlanan avantajlar bir yana, Ermenilerin yok
edilişinden önceki son 50 yıl zarfında yapılan gasplar bile kendi başına çok
şey anlatır. Başta Kürt ağaları olmak üzere Müslüman zorbalar tarafından
Vilayet-i Sitte kapsamında Ermenilerden gaspedilen toprak ve mülklerin miktarı
26.185 tarla, 2.591 ev, 1.066 değişik yapı, 1.190 bağ-bahçe, 2.007 çayır, 460
mera sayılıyor ve bunların toplam genişliği 1.030.000 hektar
ölçülüyordu.[46] Soykırım sonrası
paylaşılan ganimetler bu hesabın içinde değil ve zaten onların haddi hesabı da
yoktur![47]
Yeri geldi anımsamakta yarar var:
Osmanlı Padişahı İkinci Abdülhamid, 1891’den itibaren Doğu Anadolu’daki Kürt
aşiretlerinden 100’ün üzerinde alay oluşturmuş; bunlar da Ermeniler’e
saldırmıştı. Ahmet Türk’ün dedesi Kanco, ‘Hamidiye Alayları’ denilen bu
birliklerde yer almıştı.
Evet 1895’in
son üç aylık kesitinde Sultan Hamid Ermeni halkına çok yoğun bir kan banyosu
yaptırmıştı. O yıl kabul etmek zorunda kaldığı Ermeni reformlarını sabote
etmenin yolu olarak kışkırttığı Müslüman ahaliyi, devlet güvenlik güçlerini ve
Hamidiye alaylarını her tarafta Ermeni halkının üzerine salmıştı. 1894’te bu
olayların öncüsü olan Sasun katliamı ve 1896’da artçı olarak devam eden Van,
İstanbul, Egin katliamları yaşandı. Ama dönemin en büyük felaketi 1895
sonlarında toplam 10 vilayetin çok sayıda şehir, kasaba ve köylerini bir tür
Cihad şeklinde saran zincirleme pogrom ve katliamlardı.[48]
Ayrıca Birinci
Dünya Savaşı’na kadar Diyarbakır’da önemli bir nüfusa sahip olan ama çoğunluğu
savaş sırasında yok olan, kalanı da 1980’lere kadar uzanan yıllarda sahneden
çekilen gayrimüslim halklar söz konusuydu.
Veriler, XX.
yüzyıl başında Diyarbakır’ın 30-35 bin kadar bir nüfusu olduğunu gösteriyor.
Bunların yarısı kadarını Müslüman olmayan topluluklar oluşturuyor. En büyük
grup Ermenilerdi... Sonra büyüklük sırasıyla Süryaniler, Keldaniler, Yahudiler,
Rumlar geliyor. Yezidiler daha çok kırsal alanda yaşıyor, Şemsiler de öyle.
‘Annuaire
Oriental’ adlı bir ticari yıllık var. Bu yıllığın 1914 baskısının Diyarbakır
kısmını incelediğimizde buradaki isimlerin yaklaşık yüzde 80’inin Ermenilerden
oluştuğunu görüyoruz. Kuyumculukla uğraşan 12 firmanın tamamının, 11 duvar ve
taş ustasının 10’unun, 9 bakır tüccarının ve ipekli kumaş üretimi yapan 10
firmanın tamamının, pamuk, ipek, tahıl, yün vb malların ticaretiyle uğraşan 38
tüccarın 29’unun Ermeni olduğu isimlerinden, soy isimlerinden anlaşılıyor.
Şehrin tek
oteli de yine bir Ermeni’ye ait. Bu toplulukların kendi dinsel mekânlarının
yanı sıra okulları da vardı. Ermeni okullarında okuyan öğrencilerin sayıları:
1901 yılında iki Ermeni okulunda 560’ı erkek, 324’ü kız olmak üzere 884 öğrenci
okuyor ki, kız çocuklarının okullaşma oranının çok yüksek olduğunu gösteriyor
bu rakamlar. Ermenice yayımlanan gazeteler, tiyatro grupları, Ermeni ve Süryani
bandoları şehrin sosyal hayatının da son derece renkli olduğunu gösteriyordu.
Bunlarla
birlikte Kürt illerindeki
1894-1896 ve 1909 Adana Olayları’ndaki Ermeni öldürülmeleri ise çok az dile
getiriliyor. 1915-16 tehcir kırımlarının büyüklüğü nedeniyle olmalı. 1915
yılında Diyarbakır Valisi Reşit Bey, Diyarbakır eşraf ve feodallerinden
oluşturduğu “milis” güçlerle Ermeni karşıtlığını ve kırımları organize etti.
Cemilpaşazade Mustafa milis albay, Yasinzade Şevki Bey binbaşı, Zazazade Hacı
Süleyman, Cerciszade Abdülkerim, Direkçizade Tahir, Pirinççizade Sıtkı yüzbaşı,
Halifezade Salih, Ganizade Servet (Akkaynak), Muhtarzade Salih, Şeyhzade Kadri
(Demiray), Piranizade Kemal (Önen), Yazıcızade Kemal, Haci Bekir milis
teğmendiler…
Özetle: 1915’in
asli faili Türk milliyetçiliğinin öncü örgütü İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC)
ile onun etrafında örgütlenen asker-sivil Müslüman-Türk unsurlardır. Ancak bu
kısa tarihçenin de gösterdiği gibi, 1514’ten itibaren merkezi devletle sıkı
ittifak içinde olan Kürt unsurların en azından bir bölümü, bazen kendi
inisiyatifleriyle bazen devletin yönlendirmesiyle veya zorlamasıyla fer’i (ikincil)
failler olarak önemli roller üstlenmiştir.[50]
Ve bundan da hatırı sayılır bir servet (menkul ve gayrımenkul) aktarımı
sağlamışlardır.
Bunda sosyolojik açıdan garipsenecek bir durum
yoktur. Ve elbette o günün suçlarından bugünün Kürtleri (aynı şekilde Türkleri,
Çerkesleri vb...) hiçbir şekilde sorumlu değildir. Ancak tarihte işlenmiş bir
suçla ya da suçun failleriyle açık, doğrudan ya da örtük biçimde özdeşlik
kurmak, dayanışmak, onları haklı görmek vb. davranışlar, görenleri “kolektif
failler” hâline dönüştürür. Hukukun değil, sosyal bilimlerin ürettiği bir
kavram olan “kolektif faillik”ten kurtulmak açısından devlet adamlarının,
toplum liderlerinin dahil oldukları gruplar adına diledikleri “kolektif
özürler”, “geçmişle/ tarihle hesaplaşma” ya da daha doğru bir terimle
‘geçmişle/tarihle barışma’ sürecinin parçası olarak ele alındığında çok önemli
işlev görür.
Nitekim Tarık
Ziya Ekinci ve Naci Kutlay başta olmak üzere bazı önemli Kürt aydınları geçmiş
yıllarda Kürt faillerin sorumluluğu hakkında açık yürekli konuşmalar yaptılar,
yazılar yazdılar. Nokta dergisi 2007’de bu konuyu iki sayıda işledi. Son olarak
DTK Eş Başkanı Ahmet Türk medya diliyle “ezber bozan” bir açıklama yaptı ve
şöyle dedi:
“1915’lerde
Ermeniler büyük acılar yaşadı. Burada Kürtlerin de payı var. Kürtler
kullanıldı. (...) Hem Süryaniler, hem Ezidiler ile ilgili hem de Ermenilerle
ilgili dedelerimiz, babalarımız kullanıldı, bu halklara zulmetti, onların eli
kanlıdır dedik (...) Biz evlatları olarak, torunları olarak özür diliyoruz.”[51]
Bu önemli
açıklama da diğerleri gibi kısa süreliğine tartışıldı ve hemen unutuldu.
Unutuldu çünkü Ahmet Türk açıklamasını şöyle bitirmişti: “Türkiye’nin de bu
büyüklüğü göstererek Ermenilerden, Ezidi ve Süryani halkından özür dilemesi
gerekiyor. Bu olaylar cumhuriyetten önce olmuşsa bu sıkıntıya ne gerek var?”[52]
Hayır bu suç, cumhuriyet öncesine havale
edilip örtbas edilemez! Çünkü Cumhuriyet öncesinde başlayan, Cumhuriyet ile
tahkim edilerek sürdürülmüştür.
“EMVÂL-İ METRÛKE”: GASPEDİLEN ERMENİ ZENGİNLİĞİ
Evet, evet söz konusu suç, cumhuriyet
öncesine havale edilerek örtbas edilemez! Çünkü Malta Belgeleri’nin vd’lerinin
işaret ettiği gibi Ermeni Soykırımı ile sermaye “Emvâl-i Metrûke” yalanıyla
Türkleştirilip/ Müslümanlaştırılarak Ermeni zenginliği gasp edilmiştir…
Bu konuda en
çarpıcı veri Cemal Paşa’nın torunu Hasan Cemal’in şu anısıdır:
“New
Jersey’de, tutsak akıl-özgür akıl ve milliyetçilikleri konu alan
konuşmam yeni bitmiş, sıra sorulara gelmişti.
Sorulardan
biri, Cemal Paşa ailesi ile ilgiliydi.
Hem ailenin
kökleri, hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonraki hayatı
merak ediliyordu.
Soruyu
yanıtlarken hatırladım.
Cumhuriyet
kurulduktan sonra, ancak 1920’lerin ortasına doğru Cemal Paşa ailesinin
Türkiye’ye dönmesine izin verilmişti.
Aile
İstanbul’da, Kurtuluş semtinde bahçe içinde müstakil bir eve yerleşmişti.
Ev, eski bir
‘Ermeni mülkü’ydü ve Atatürk’ün emriyle Cemal Paşa ailesine verilmişti.
Kaç yıl sonra bilmiyorum ama ailenin hiç bitmeyen mali dertleri yüzünden de
satılmıştı.
Bir yıl önce
çıkan 1915: Ermeni Soykırımı kitabımda aile tarihinin bu biraz da
trajik sayfasına çok kısa değinmiştim.
Konuşmadan
sonra soru-cevap bölümü de bitmiş, kitaplarımı imzalamaya başlamıştım.
Sarışın bir
kadın, elinde kitap yanıma yaklaştı, bana doğru eğildi, adının Anna
olduğunu söyledikten sonra şöyle dedi:
‘Ailenize
verilen Kurtuluş’taki ev benim aileme aitti, dedelerimindi.’
Bir an
şaşırdım.
Sonra ayağa
kalktım, elini sıktım.
Kısa süre
bakıştık.
Sırtını döndü
gitti Anna...
Ne
yapabilirdim ki?”[53]
Dedik
ya söz konusu suç, cumhuriyet öncesine havale edilemez; kişinin “Ne
yapabilir(d)im ki?” söylemiyle ruhunu kurtarması da mümkün değildir; çünkü
bugündeki “Emvâl-i Metrûke”ye mündemiçtir…
Bilindiği üzere “Emvâl-i Metrûke” kanunları,
tüm bir T.“C” tarihi boyunca Ermeni soykırımının niçin yok sayıldığının da
yanıtıdır. “Emvâl-i Metrûke”, “normal ve sıradan” görülen ve öyle algılanan; bu
nitelikleri itibarıyla varlıkları hiç bir zaman sorgulanmamış; “doğal sayılan”
kanunlardır. Çünkü bu “normallik”, yok sayma ile eş anlamlıdır. Türkiye, bir
varlığın -genel olarak Hıristiyan özel olarak Ermeni varlığının- bir yokluk
hâline çevrilmesi üzerine kurulmuştur.
T.“C”, Hıristiyanların varlığının yokluk
hâline getirilmesi yani bir varlığın yokluk üzerine inşa edilmesidir.
Coğrafyamızda “Ermeni Sorunu”nun esas olarak ulusal güvenlik sorunu olarak ele
alınmasının nedeni budur. Konuyu hatırlatma veya üzerine açık tartışmaya çağrı
bile ulusal varlığa ve ulusal güvenliğe yönelik bir tehdit olarak algılanır.
Bunun nedeni çok basittir; kendi varlığımızı, diğerinin yokluğu üzerine
kurduğumuz için, bu varlık üzerine her konuşma bize ürküntü ve korku
vermektedir. Türkiye’de Ermeni sorunu üzerine konuşmanın ana zorluğu bu
varlık-yokluk ikileminde yatar.
Hıristiyan-Ermeni varlığını yok etmeyi
kurumsallaştırmak ise birçok başka şeyin yanında, esas olarak “Emvâl-i Metrûke”
Kanunları ile gerçekleştirilmiştir. Bu kanunlar soykırımın yapısal unsurudurlar
ve T.“C” dönemi hukuk sisteminin esasa ilişkin unsurlarından birisidir. Bu
nedenle T.“C”nin, soykırımı kendi yapısal temeli hâline getirmiş bir rejim
olduğundan söz ediyoruz. Bu da, bir hukuk sistemi olarak T.“C” ile soykırım
arasındaki ilişkiye yeni bir gözle bakmamız gerektiğini bize hatırlatmaktadır.
“Emvâl-i Metrûke” Kanunları 1915 Ermeni
soykırımının ve bugünkü hukuk sisteminin yapısal bir unsurudur ve bu kanunlar
Ermenilerin malları üzerindeki Türk hâkimiyetini tesis etmenin aracı olmuşlar,
bir başka deyişle gaspı yasallaştırmışlardır. İlgili kanun ve yönetmeliklerin
büyük bir çoğunluğu T.“C” döneminde çıkartılmıştır. T.“C” ve onun hukuk
sistemi, bir anlamda Ermeni kültürel, sosyal ve ekonomik zenginliğine el
konulması, Ermeni varlığının ortadan kaldırılması gerçekliği üzerine inşa
edilmiştir.
Bu konuda gazeteci ve iktisatçı Nevzat
Onaran’ın ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-I, Osmanlı’da Ermeni ve Rum Mallarının
Türkleştirilmesi (1914-1919)’ ve ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-II’ başlıklı
çalışmalarında şunların altı çizilir:
Akbank’ın
çıkardığı Washinton kaynaklı bir kaynakta, Osmanlı’da sermayenin ve emeğin
etnik dağılımı hakkında şu bilgiler verili: 1914’te sermaye yapısında
Müslümanların payı yüzde 15, Rum Ortodoksların payı yüzde 50, Ermenilerin payı
ise yüzde 20, Yahudilerin payı yüzde 5, yabancı ülke vatandaşlarının payı ise
yüzde 10’dur. Emek dağılımında ise Rum Ortodoksların payı yüzde 60, Ermenilerin
payı yüzde 15, Yahudilerin payı 10, Müslümanların payı yüzde 15, yabancıların
ise sıfırdır.[54]
1915’ten sonra
ise Ermenilerin sermayedeki payı neredeyse sıfıra indi. Bu tasfiye süreci
Rumlar için mübadeleyle de devam etti. İstanbul mübadelenin dışında bırakılmış
da olsa 1920-23 arasında pasaport alıp yurtdışında çıkanların malı mülkü de
Müslüman sermayedarlara devredildi. 1914’te
sermayedeki payları yüzde 15 olan müslüman Türklerin 1930’larda sermayeden
aldıkları pay yüzde 90’lara çıktı. Bu tablo bize Türk burjuvasinin sermaye
birikiminin kaynağının kendisinden önceki hâkim sınıfın sermayesi değil, kendi
ötekisi olan Hıristiyan sermayesi olduğunu gösteriyor. 1930’larda sanayi
sermayesinde yüzde 90 paya ulaşan Müslüman Türk sermayesi, bugünkü
sanayileşememe sorununun da nedenidir. Bu yağmacı zihniyet nedeniyle günümüzde
üretim bilgisinden yoksun bir iktisadi yaşam söz konusudur bu ülkede. Eğer
sermaye birikimi daha önceki üretim biçiminin egemenlerinden gelseydi Türkiye
ekonomisi ve sanayisi bugün çok farklı bir noktada olurdu. Türkiye’nin
sanayileşmesiyle ilgili analizler yapılırken bu hep atlanıyor…
İttihatçı
yağmalamanın Tasfiye Kanunu, 8 Ocak 1920 tarihli kararnameyle yürürlükten kaldırıldıysa
da, Büyük Millet Meclisi’nin 15 Nisan 1923 tarih ve 333 no’lu kanunuyla yeniden
yürürlüğe konmuş ve 8 Kasım 1988’e kadar uygulanmıştır. Cumhuriyet ilanı
öncesinde yapılan bu kanuni düzenlemeyle, başında sahibi bulunmayan her mal ve
mülk ‘metrûk’ ilan edilmiş ve Hazine tarafından el konmuştur. Emvâlin 1915’deki
kıymetine göre satılacak olması da yağmayı daha iyi anlaşır kılmaktadır. Bu
anlamda, ‘öteki’nin mülkünün tasfiyesinde İttihatçılar’dan Cumhuriyet’e bir
organik devamlılık vardır.[55]
Tasfiye Kanunu
ile sürülen her bir insanın malı ve mülkü fiilen Hazine adına gasp edildi.
Ermeniler’den sonra kitlesel sürgün kurbanı Rumlar’dır… Rumlar, 1914 baharında
Ege ve Marmara kıyısında harice kaçmak zorunda bırakılırken, harp döneminde
özellikle Karadeniz’den Anadolu içine sürüldü. Hatta 1914 yazında Meclis-i Mebusan’da
Rum sürgünü tartışılması sırasında Dâhiliye Vekili Talât, Müslüman muhacirlerin
çöle sürülemeyeceğini söylemesinden bir yıl sonra “Ermenileri Suriye çölüne
sürün” emrini vermiştir.
Tasfiye Kanunu
ile gasp edilen Rum malları için sürülmelerinden iki yıl sonra yürürlüğe
konulan 21 Şubat 1916’da talimatnameyle, yağmaya devam edildi. 20 Mart 1918
tarihli tarifnameyle de, Rum mallarından elden çıkarılan ve kalanın tespitine
çalışıldı.[56]
1923’deki
Türkiye-Yunanistan mübadele antlaşması, aslında hem yağmanın hem de 1914’ten
itibaren genelinde Rumlar’ın ve özelinde 1920-1921’de Pontosluların neler
yaşadığının anlaşılmasını ve tartışılmasını engellemiştir.[57]
İttihatçı
hükümet, milyonlarca Ermeni ile Rum’u ve diğer milliyetten insanları sürdüğü
için, geride kalan sürgün mülklerinin yani emvâl-i metrûkenin dağıtılması ve
satılması için özel devlet teşkilâtını oluşturdu.
Bizzat emvâl-i
metrûkeyi tasfiye etmekle görevlendirilen Tasfiye Komisyonu, Anadolu’nun her
köşesinde işbaşı yaptı. Edirne’den Adana’ya, Erzurum’dan İzmid’e, Haleb’den
Trabzon’a Karesi’ye 42 Tasfiye Komisyonu faaliyet gösterdi. Bunlar kadar
yetkilendirilmeyen 33 Emvâl-i Metrûke Komisyonu da görevlendirildi.[58]
Cumhuriyet
yıllarında da emvâl-i metrûkenin tasfiyesi için Tasfiye Komisyonu kuruldu, ama
bunlardan bilinenin sadece İzmir Tasfiye Komisyonu olması, resmi perdelemenin
bir faaliyetinden[59] öte bir anlam taşımaz.
Emvâl-i
metrûkenin tasfiyesi için oluşturulan Tasfiye Komisyonu tüm işlemlerini kayıt
altına almakla görevlendirilmiştir. Belirlenen hesap türlerine göre esas ve
cari defterler, sürülen hakkında doğrudan bilgilenme kaydıdır. Bugüne kadar
sürgün defterlerinin bir sayfası dahi ortaya çıkartılmadı.
Adalet
Bakanlığı Uluslararası ve Dış İlişkiler Genel Müdürü Hâkim Abdülkadir Kaya’nın
25.6.2003’te Hafik Sulh Hukuk Mahkemesi’ne ve 18.8.2004’te Hafik Cumhuriyet
Başsavcılığı’na gönderdiği yazı ortaya koydu ki, kayıtlara ait defterin adresi
Adalet Bakanlığı’dır. Bakanlık, bilgisini verdiği Sürgün Defterleri’ni
açıklamalıdır.[60]
Emvâl-i
metrûkenin dağıtılması ve satılması ardından yeni sahipler adına
tapulandırmanın yapıldığı sıra, gündemdeki bir diğer konu da malın sahibi adına
biriken paraya el konmasıdır.
1929 krizinin
yoğunlaştığı bu dönemde, Maliye’de ‘emvâl-i metrûkenin sahibi’ adına ‘emanet’te
toplanan paranın, 24 Mayıs 1928 tarih 1349 no’lu kanunla bütçeye aktarılmasına
karar verildi. 1928 yılı bütçesine emanetten aktarılan 300 bin liradır. Benzer
uygulama 1916’da bir emirle yapılmıştır. 1928-2011 dönemi sadece bütçe artışı
dikkate alındığında bile o günün 300 bin lirası, 2011’in 405
milyon lirasıdır. Emanet hesabındaki para 2004 yılında Meclis’te tartışma
konusu olacaktır. 1928 sonrası dikkate alındığında emanetten bütçeye milyonlarca
lira aktarıldığı anlaşılmaktadır.[61]
Mal ve mülkün
gaspı dışında, mazbataların ödenmemesi nedeniyle de devlet vatandaşına
borçludur. Türk Kurtuluş Savaşı sırasında 5 Ağustos 1921’de TBMM Reisi ve
Başkumandan Mustafa Kemal’in emriyle alınan harp vergisine karşılık verilen
mazbataların ödenmesi de, 3 Nisan 1924 tarihli 459 no’lu Mahsubi Umumi Kanunla
yapıldı. Cumhuriyet vatandaşı Rum ve Ermenilerin ödemede istisna tutulmasını,
Encümen Reisi Hasan Fehmi (eski Maliye Vekili, Gümüşane mebusu) TBMM Gizli
Celse’de şöyle açıkladı:
“Maddeden
maksat tehcir ve tegayyüp (sürgün edilen ve kaybolan) Rumların ve Ermenilerin
Tekalifi Milliye ve harbiye (milli ve harp vergisi) mazbatalarını mahsup
etmemektir (ödememektir)… Rumları ve Ermeniler’i bu Tekalifi Milliye
mazbatalarının bedellerinden müstefit etmemek (faydalanmaması) için bir çare
düşünüldü. Fakat bunu açık olarak Rum ve Ermeni diyemezdik. Muhtelif şekiller
ve formüller yazıldı… Nihayet en az mahzurlu veyahut mahzursuz bu şekli
bulduk…”
Soykırımda Bitlis ve Haleb Valisi Mustafa
Abdülhalik 1924’ün Maliye Vekili olarak, “Bize mensup olmayanlara mümkün olduğu
kadar müşkilat göstereceğiz,”[62] ifadesiyle noktayı koydu.[63]
Bu tas tamam sermayenin
Türkleştirilmesi/ Müslümanlaştırılmasıdır…
Bu da İttihat
Terakki’nin 1910 kongresinde şekillenmeye ve sistematize edilmeye başlanan
milli iktisat anlayışı, Anadolu’daki Rum ve Ermeni sermayesinin el
değiştirmesine yönelik bir harekettir. Kapitalizmin dönemsel özelliği,
özellikle Almanlarla oluşan ittifak, “yeni burjuvazi” hamlesini gerekli
kılarken, bu burjuvazinin bürokratik olmayan yanı “sıkıntılı” bir görünüm
sergilemekteydi. Sıkıntı; Müslüman ve Türk olmayan bir burjuvaziyle
bürokrasinin ve partinin bağlarının uyuşamayacağı yönündeki anlayıştan
kaynaklanmaktaydı diyebiliriz. Diğer taraftan, mala mülke el koyma fırsatını
yakalayan bu ittihatçı güruhu, bu fırsatı kaçırmamak adına insanlık tarihinin
en büyük suçlarından birini işledi. Aslında, Ermeni halkına yönelik çok
önceleri başlayan katliam politikası bu dönemde sistematik hâle getirilerek
uygulandı. Bu uygulamaya dair bazı sonuçlara baktığımızda, büyük felaketin
iktisadi görünümü de ortaya çıkıyor.
Örneğin;
1908’de anonim şirketlerde Türk sermayesinin payı sadece yüzde 3.1923’e
gelindiğinde bu oran yüzde 38. Yine aynı dönemler için ticaret yapan tüccarlara
baktığımızda, ithalat ihracat işindeki Türk tüccarlar yüzde 4 civarındadır.
Komisyonculukta bu oran yüzde 3’ün altındadır. Liman işleri tamamen Türk
olmayanların elindedir. Toptancılık yapan tüccar oranı yüzde 15, perakende
alanındaki Türk tüccar oranı yüzde 25’tir. Savaş sonrası bu oranlar dramatik
bir şekilde Türkler lehine değişmiştir.
İsmail
Beşikçi’den alıntı yaparsak; “1915 Yılında Ermenilere karşı sürdürülen
politikanın çok önemli yönlerinden biri de sürgündür. Sürgüne gönderilen
Ermenilerin mallarına çevredeki eşraf tarafından el konulmuştur. Sürgün kanlı
olmuştur. Pek çok katliam, soygun yaşanmıştır. Sürgüne gönderilen Ermenilerin
mallan eşraf tarafından yağmalanmıştır. Sürgüne gönderilenlerin beraberlerinde
götürdükleri altın, bilezik gibi pahada ağır yükte hafif mallara el koyabilmek
için insanlar yollarda öldürülmüşlerdir. Savaştan sonra sürgüne gönderilen
Ermenilerin tekrar yurda dönmeleri yasaklanmıştır. Ekim 1918’de imzalanan
Mondros Mütarekesinden sonra, sürgüne gönderilen Ermenilerin ve Rumların bir
kısmı tekrar yurtlarına dönerek mallarına ve mülklerine sahip olmaya
başlamışlardır. Rumlardan ve Ermenilerden yağmalanmış bu malların tekrar
onların eline geçmesini engellemek için Kuvva-i Milliye Teşkilâtı kurulmuştur.
Kuvva-i Milliye’nin temelindeki en önemli sınıfsal etkenlerden biri budur.
Rumların ve Ermenilerin tekrar gelmelerine ve mallarına sahip olmalarına engel
olmak.”
Savaş sonrası
aslında en önemli gelişme yukarıda anlatılan el koymalar sonucu
gerçekleşmiştir. Ekonomide hızlı bir parasal servet artışı yaşanmış, bunun
sonucunda da iç borçlanma hayata geçirilebilmiştir. Borçlanma halkın elindeki
nakitlerden sağlanmış ve bu sayede yeni ekonomi önemli bir kaynağa kavuşmuştur.
Bu da siyasetin ve burjuvazinin milli iktisat rotasında yürüyebilmesi anlamına
geliyordu, öyle de oldu!
Eğer öyle olmadıysa; o hâlde sormak gerekir:
Ermeni mallarına ne oldu?
MÜSLÜMANLAŞTIRILAN -GİZLİ- ERMENİLER
Soru, yanıtını
ararken; yanıtla ilintili bir diğer mesele de “Müslümanlaştırılan -gizli-
Ermeniler” alt başlığında aranmalıdır…
Yeri geldi
aktaralım: 1915’te Müslümanlaştırılan Ermenilerin sayısı 200 bin civarındaydı;[64] tabii insan havsalasını zorlayan
trajedilerle…
Bir kaçını
hızla sıralayalım:
i) ‘Armenian
Weekly’nin editörü Khatchig Mouradian anlatıyor:
“Talat’ın
babası Hovsep, 1910’da Lice’nin bir Ermeni köyünde doğmuştu. Beş yaşındayken,
ailesi soykırımda katledilmişti, bir şekilde canını kurtaran Hovsep’e bir
Müslüman aile kol kanat germiş ve Bekir adını vermişti.
Bekir, dini
bütün bir Müslüman olarak yetişti, iki kere Mekke’ye hacca gitti. Beş oğlu
oldu, hatta birine Ermeni soykırımı dönemindeki Osmanlı İçişleri Bakanı’nın,
yani bu suçun beyni kabul edilen adamın adını verdi: Talat...”[65]
ii) Dahiliye
Nezareti’nin 26 Mayıs 1915 tarihinde Sadrazamlık makamına gönderdiği ve Ermeni
meselesinin ‘esaslı bir şekilde sona erdirilmesi ve tamamen yok edilmesini’
emreden telgrafıyla resmen başlayan ‘Ermeni Tehciri’ ( ‘Ermeni Soykırımı’)
sırasında resmi tarihçi Kamuran Gürün’e göre bile en az 300 bin Ermeni hayatını
kaybetmişti ama ölenler bir anlamda ‘kurtulmuşlardı’ çünkü geride kalanları,
özellikle de kadın ve çocukları çok büyük acılar bekliyordu.
Örneğin, 1916
yazında Cemal Paşa’nın isteği üzerine Suriye ve Lübnan’a giden edebiyatçı ve
siyasetçi Halide Edip (Adıvar) Hanım, bin kadar Ermeni yetiminin kaldığı Ayn
Tura Yetimhanesi’nde gördüklerini, İstanbul’da kurulan yeni kabinede Maliye
Nazırı olan dostu Cavid Bey’e mektupla şöyle anlatıyordu: “...Çöllerde ot
yiyerek karınları şiştikten sonra kimi anasını, kimi babasını, birçokları da
çocuklarını kaybettikten sonra buraya düşmüşler. Daha doğrusu, Cemal Paşa
getirtmiş (...) Dışarıda anası açlıktan ölen, babası yanında öldürülen, on iki
yaşında bir Ermeni kızı geldi, iltica etti. Mahzun, büyük gözleriyle etrafımda
dolaşıyor, lüzumlu lüzumsuz elimi öpüp ağlıyor. Bahçede bir facia daha var.
Oğlunu yanında
öldürürlerken birdenbire dilini kaybeden bir bedbaht, öteki oğlunu ve ailesini
nereye attıklarını bilmiyor. Ayakları çıplak, gözleri elem içinde, mütemadiyen
işaretle felaketini haykırıyor. Bazen geceleri çocuğu ölen bir kadın gibi, başı
elleri içinde döğünüyor, döğünüyor... Gündüzleri yazımı yazarken bazen
hıçkırdığını işitiyorum. Pencereye koşuyorum, aşağıda bahçede ellerini
sallıyor, oğlunun kalbinden kurşun geçerken çıkan sesi göklere uluyor,
söylüyor. Bunlardan binlerce, yüzlerce var. Yetimhaneler hayatta bir şeyin
telafi edemeyeceği şeyi kaybetmiş yarı aç bedbaht çocuklarla dolu...”
Bu çocuklardan
biri olan 1904 Fındıcak doğumlu Harutyun Alboyacıyan yıllar sonra Ermeni
etnolog Vergine Svazlian’a şöyle anlatmıştı Ayn Tura’da gördüğü muameleyi:
“Ana-babamı öldürdükten sonra, beni ve benim gibi ergin olmayan çocukları
toplayıp Cemal Paşa’nın Türk yetimler yurduna götürdüler. Benim soyadım 535’ti;
adım ise Şükrü’ydü. Ermeni arkadaşım da Enver adını aldı. Bizi sünnet ettiler.
Türkçe bilmeyen bir sürü çocuk vardı; onlar Ermeni oldukları anlaşılmasın diye
haftalarca konuşmadılar. Eğer çavuşlar bunu duysalardı onları falakaya yatırır,
tabanlarına 20-30-50 darbe vurur veya saatlerce güneşe bakmaya zorlarlardı.
Bize dua ettiriyorlardı; ‘Padişahım çok yaşa!’ cümlesini üç kere tekrarlamamız
gerekiyordu. Bize Türk giysileri giydiriyorlardı: beyaz entari, onun üstüne de
siyah cüppe. Bir müdürümüz, birkaç bayan hocamız vardı. Cemal Paşa bize iyi
bakılmasını emretmişti; zira o Ermenilerin aklını ve yeteneklerini çok takdir
ediyor ve savaşı kazandığı takdirde, binlerce Türkleşmiş Ermeni çocuğun
gelecekte kendi halkını yücelteceğine, bizim gelecekte kendisine destek
olacağımıza inanıyordu...”
Halide Hanım
ve Cemal Paşa’nın Suriye ve Lübnan’daki görevleri 1917’de bitti ama Ermeni
yetimlerinin çilesi bitmedi. Ermeni Soykırımı’nın mimarı Talât Paşa’nın kara
kaplı defterinde Ermeni yetimlerinin sayısının 10 bin 269 olduğu; bunların
6.768’inin yetimhanelere, 3.501’inin ise Müslüman ailelere dağıtıldığı
yazılıydı. Başbakanlık Arşivi ise kız ve erkek çocukların ailelerinden
alınmaları, Ermenilerin bulunmadığı Müslüman köylerine dağıtılmaları ve Müslümanlarla
evlendirilmeleri veya yetimhanelere konulmaları ve özellikle Müslüman
âdetlerine göre yetiştirilmeleri konusunda onlarca belge ile dolu.[66]
iii)
Arjantinli gazeteci Avedis Hadjian, ‘Türkiye’deki Gizli Ermenilerin Ayak
İzleri’ başlıklı haberinde Anadolu’da ve İstanbul’da sayıları yüz binlerle
ifade edilebilecek Ermeni kökenli vatandaşın kimliklerini gizleyerek
yaşamlarını sürdürdüklerine işaret edildi.
Hadjian’ın
İstanbul, Amasya, Diyarbakır, Batman, Tunceli ve Muş’u dolaşarak yaptığı
araştırmanın ilk durağı İstanbul’da Kurtuluş’ta başlıyor. Habere göre, yaklaşık
1 asırdır gerçek kimliklerini gizleyen insanların büyük çoğunluğu doğu
illerinde olmak üzere, İslâm dininin Sünnilik ve Alevîlik gibi çeşitli
mezheplerini benimseyerek Türk ya da Kürt kimliği altında yaşıyor. Her şeye
rağmen özellikle Batman’ın Sason ilçesinin köylerinde yaşayan küçük bir
topluluk, hâlen Hıristiyanlıklarını korumaya devam ediyor.
Gizli
Ermenilerin sayısını tam olarak kimsenin bilmediğinin altını çizen Hadjian,
birçok gizli Ermeni’nin kimliklerini açık etmekten korktuğuna şahit olduğunu
anlattıktan sonra Palulu bir gizli Ermeni’nin sözlerini şöyle aktarıyor:
“Türkiye, Ermeniler için hâlâ tehlikeli bir yer.”
Değişik
kimlikler altında yaşayan gizli Ermeniler, kimliklerini açık yaşayan Ermeni
vatandaşlarla ilişkiye girmekten de kaçınıyor. Yabancılarla ilişki kurmuyor.
Hadjian, gizli Ermenilerin bir kısmının dedelerinin ya da ebeveynlerinin Ermeni
olduklarını kabul etmelerine ve Türk ve Kürt komşularınca Ermeni ya da gavur diye
adlandırılmalarına rağmen bunu reddettiklerini, bazılarınınsa gerçek
kimliklerini kabul etmelerine rağmen bu bilgiyi kendi çocuklarından
sakladıklarını anlatıyor.
Hadjian, bir
kimsenin gizli Ermeni olduğunu anlamanın hiç de kolay olmadığını söyleyerek
çeşitli örnekler sunuyor: Örneğin, Amasya’nın son Ermeni’si olan ve Hıristiyan
inancına göre yetiştirilmiş Hrant Dink’le aynı okulu bitiren Rafel Altıncı
Müslüman olup, bir Türk kızıyla evlenmiş, kızını da Türk olarak yetiştirmiş.
Arıkan yıllar sonra yeni yeni kabul ediyor Ermeniliğini. Muş’un bir köyünde
yaşayan Jazo Uzal, kışı geçirdiği İstanbul’da kiliseye giderken, yazın döndüğü
köyünde oruç da dahil Müslüman ibadetlerini yerine getiriyor.
Öte yandan,
Diyarbakırlı avukat Mehmet Arkan, yedi yaşına kadar ailesinin Ermeni olduğunu
bilmeden büyüyor. Arkan, “10 sene öncesine kadar herkesten kimliğimizi
saklıyorduk ama artık Diyarbakır’da Ermeni olmak tehlikeli değil” diyerek Surp
Giragos Kilisesi’nin restorasyonunu örnek veriyor. Arkan, Sünni olmasının ve namaz
kılmasının kendini daha az Ermeni hissettirmediğini söylüyor.
Bazı
durumlarda gizli Ermenilik beklenmedik dönüşümler de yaşamış. Örneğin 1915
olaylarından sağ kurtulan Palu’nun Bagin Köyü’ndeki Ogasyan aşireti, Amerika’ya
göçerek Rhode Island’a yerleşmiş. Tarlalarında çalıştırılmak üzere bir Kürt
aşiret reisinin kaçırdığı ailenin küçük oğlu Kirkor daha sonra ağa tarafından
yetim Zerman’la çok küçük yaşta evlendiriliyor. Her ikisi de Palu’nun bir
köyüne yerleşip, İslâm’ı seçip, Türkçe isimler alıyor. Hacca bile gidiyorlar
birlikte. Yıllar sonra ABD’deki akrabalar Kirkor ve Zerman’la bağlantı
kuruyorlar. Şimdi Kirkor ve Zerman’ın bir torunu Harput’ta imam, ikinci
kuşaktan yeğenleri Oshayan Cloloyan ise New York Ermeni kilisesinin
başpiskoposu olmuş.
Hadjian,
Tunceli ve çevresinde de gizli Ermenlerin varlığından söz ettiği yazısında
Sason’da tanık olduğu olaydan bahsediyor. Raman Dağı’na hacı olmaya giden
Ermeni kafiledeki 6-7 yaşındaki bir kız çocuğunun sırtındaki beyaz çuval
rüzgârın etkisiyle ters dönünce Ermeni hacını gören yazar, fotoğraf çekmek için
yaklaşıyor. Görüntü vermemek için yüzünü eşarbıyla gizleyen küçük kız, “Ermeni
misin, ailende Ermeniler var mı?” sorularına “Biz Müslümanız” diyerek yanıt
veriyor.[67]
iv) Tüm
baskılara rağmen Ermeni kökenini öğrenip kimliğini değiştirenlerde son yıllarda
ciddi bir artış var.
“Herkes bizi
Kürt Müslüman olarak bilirdi. Babam annem dindardı. 12 yaşıma geldiğimde
mahalledeki çocuklar bana ‘gavur’ demeye başladı. Anneme sordum ve Ermeni
olduğumu öğrendim. Bize okulda ‘Ermeniler insanları kesti’ demişlerdi. Ermeni
olduğum için ağladım. Yıllarca arada kaldım. Ve sonra asıl dinime dönmeye karar
verdim. Müslümanlıkta bir laf vardır: Aslını inkâr eden haramzadedir...” Yusuf
Yılmaz böyle anlatıyor “Araf”ta kalmayı ve özüne dönmeyi. Yılmaz tek örnek değil.[68]
v) “Gizli
Ermeniler” kimliklerini eskisine göre daha cesurca açıklıyor. Diyarbakırlı
Gaffur Türkay, “Sünni Müslüman’ım ama Ermeni’yim” diyor.
Daha önce
görevden alınan eski Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu’nun,
Türkiye’de yaşayan Kürtlerin Türkmen, kendilerini Kürt-Alevî olarak
tanımlayanlarınsa Ermeni kökenli olduğunu söylemiş, “gizli Ermeniler”le ilgili
kayıtlar olduğunu öne sürmüştü. Bu sözleri büyük tartışma yaratan Halaçoğlu,
Türkay’ın sözleri için, “Sadece Diyarbakır değil, Türkiye genelinde gizli
Ermeniler var ve artık kimliklerini açıklıyorlar” diyor.
Artvin ve Rize
illerinde yaşayan ve Ermenice’nin bir lehçesini konuşan Müslümanlaşmış
Ermeniler de kendilerini ‘Hemşinli’ olarak tanımlıyor. Kendisi de Hemşinli olan
araştırmacı ve politikacı İsmet Şahin, Hemşinlilerin Hıristiyan âdetlerini
koruduklarını söyledi. Tunceli’deki ailesinin Kürt-Alevî kimliğiyle yaşadığını
söyleyen belgeselci Kazım Gündoğan da kimliğini gizleyen Tuncelili Ermenilerin
“dualarını doğada yaptıklarını” söylüyor.[69]
vi) Yıllardır komşularının ya da iş
arkadaşlarının büyük bir bölümü, onları ‘Müslüman Kürt’ olarak
kabul etti; çok az kimse, “Ermeni” kökenli olduklarını biliyordu. Bilenlerin
çoğu da Hıristiyan kökenlerini görmezlikten geliyordu.
Oysa, onlar yıllarca “gizli Ermeni” olarak yaşamlarını sürdürmek
zorunda kaldılar. Nüfus cüzdanlarında “Müslüman”, kalplerinde
ise “Hıristiyan” yazıyor, kendi aralarında evleniyorlardı.
Ancak, son yıllarda ana dinlerine, ana kimliklerine dönmeye başladılar.
Özellikle 1950 sonrası artan “mahalle baskısı” sonucu dinlerini değiştirmek zorunda kalan
Ermeni ailelerinin çocukları, artık kimliklerine “Hıristiyan” yazdırıyor.
Bu geri dönüşü yaşayan ailelerden biri de
Türkiye Ermenileri Patrikliği Patrik Genel Vekili Aram Ateşyan’ın ablasının torunları 33 yaşındaki Mesure
Kaplan ve 28 yaşındaki Cihan Beskisiz. Mesure, kendisi gibi uzun süre Ermeni
kimliğini saklamak zorunda kalan eşi Kudbettin Kaplan, 5 yaşındaki oğlu Mardik
ve erkek kardeşi Cihan’la
birlikte 19 Eylül 2010 günü Akdamar’daki ayini yönetmek için Van’a gelen dayıları Ateşyan’ı
ziyaret etti. 4 ay önce nüfus cüzdanlarını değiştirerek Hıristiyan/ Ermeni
kimliklerini resmîleştiren Mesure ve Cihan kardeşler vaftiz oldu.[70]
Şimdi burada durup sormalıyız: “O hâlde”?
ABD PATENTLİ İLLÜZYON(LAR)
Tanınsa
da, tanınmasa da gerçek orta yerde; boylu boyunca karşımızda…
Gerçeğin
varlığı kimsenin, hiçbir şeyin tanımasına “endeksli” değil ve olamaz da…
Ama bu konuda farklı düşünüp, ABD patentli illüzyon(lar)a
müthiş “değer biçen”ler var.
Biz onlardan değiliz… Yani “ABD bu kez
soykırımı tanıyabilir,”[71] umuduyla yaşayan Ara Nazaryan’dan farklı
bir yerde duruyoruz.
Açık, açık telaffuz edelim: ABD için Ermeni
Soykırımı/ Gerçeği, sadece ama sadece uluslararası ilişkilerde bir şantaj
aracı/ kozudur; hepsi bu kadar…
Bu noktada
Robert Fisk’in, “1939’da Hitler’in generallerine sorduğu soruyu hatırlamaya
değer. Hitler doğu Avrupa’daki milyonlarca Yahudi’yi öldüreceği Polonya seferi
öncesinde basit bir soru sormuştu: “Bugün Ermenileri kim hatırlıyor?” Evet,
Hitler Obama’dan duymuş olmayı isteyeceği cevabı aldı,”[72]
uyarısını kimsenin “es” geçme şansı yoktur; olmamıştır; olamaz da…
Tam da bu
noktada İskender Aruoba’nın, ‘Soykırım
Demeyecek, Garanti Veririm!’ başlıklı yazısından bir bölümü aktarmak
gerekiyor:
“ABD ile epeyce ticaret yapmış ve oralarda
yaşamış biri olarak ben Hüseyin İskender Aruoba, gayet net ifade edeyim!
Hüseyin Yıldırım Obama asla ve kat’a
‘Soykırım’ demeyecektir!”
“Neden” mi?
Gayet basit;
ABD Başkanı Barack Obama’nın 24 Nisan 2010’da “Ermeni Soykırımını Anma Günü”
açıklamasına ilişkin ‘Los Angeles Times’ın yorumundaki üzere: “ABD yönetimi,
Türkiye ile gerginlik istemiyor. İlişkileri gerginleştirmek ABD’nin Irak ve
Afganistan’a sevkıyat rotalarını riske sokabilir, Ortadoğu barış girişimleri ve
İran ile ilişkiler gibi konuları karmaşıklaştırabilir…”
Bu kadar da
değil; “1915’te yaklaşık 1.5 milyon Ermeni’nin Osmanlı Türklerince kitlesel
katliama tabi tutulması, XX. asrın en karanlık sayfalarından biri. Konu
neredeyse bir asır sonra hâlâ yankı buluyor. Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler
Komitesi’nin katliamları soykırım olarak kabul etmesiyse, ABD’nin Irak,
Afganistan, Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu’daki kritik önemde bir
müttefiki olan Türkiye’yle ilişkileri zedeleyebilir,”[73]
notunu da düşüyor Steven A. Cook…
Bu kadar da
değil; “İstenmeyen sonuçlara dikkat etmeli. ABD Kongresi’nin bir komitesinin
Ermeni soykırımı üzerine onayladığı tasarı tarihsel bir yanlışı düzeltebilir,
ancak bunu yaparken Ortadoğu’da barışçıl bir geleceği de tehlikeye atabilir.
İsrail’in sakar anti diplomasisine kızan ve AB’den geçer notu alma
başarısızlığı karşısında aşağılanmış hisseden Türkiye’nin, Batı’yla top oynamak
için gerekçeleri tükeniyor. Kongre’deki oylama ve İsveç meclisindeki benzeri,
Türkiye’yle Batılı müttefikleri arasında yeni bir takoz oluşmasına katkıda
bulunuyor ve onu tehlikeli bir biçimde İran’a doğru itiyor,”[74] diye ekliyor Catherine Philips…
İş böyle
olunca da ABD’de federal temyiz mahkemesi, 1915 olaylarında ölen Ermenilerin
yakınlarına hayat sigortası kapsamında tazminat ödenmesi yönündeki eyalet
yasasını, ABD dış politikasına karıştığı için iptal etti.[75]
Ayrıca
Ermenilerin Türkiye Cumhuriyeti, Ziraat Bankası ve Merkez Bankası’nı dedelerinin
mallarına el koymakla suçladığı davada, Türkiye egemen bağışıklık ilkesi yani
“hiçbir ülke yabancı bir ülkede yargılanamaz” prensibini kullanarak savunma
vermezken; Ermeniler ise insanlığa karşı işlenen suçların bunun istisnası
olduğunu söyleyerek soykırım iddialarını hatırlattı. ABD mahkemesi ise davanın
görülebilmesi için davacıların soykırımı kanıtlaması gerektiğini, bunun da
mahkemenin yetki alanının dışında olduğuna karar verdi.
Yargıç Dolly
Gee böyle bir girişimin Washington’daki federal hükümetin dış ilişkileri
yürütme yetkisine müdahale olacağına hükmetti. Dolayısıyla davanın esası
konusunda görüş bildirmeden dosyayı teknik nedenlerden kapattı. Eğer Beyaz
Saray ya da ABD Kongresi geçmiş yıllarda soykırımı tanımış olsaydı davanın
görülmesinin önünde böyle bir engel olmayacak, mahkeme direkt olarak iddiaları
inceleyebilecekti. Bu durumda da zaman aşımı, mağdur olduğu söylenen kişilerin
vatandaşlık statüsü gibi olgular devreye girecekti.
California’da
2010 yılında Garbis Davoyan tarafından açılan ve daha sonra benzer talepleri
olan Bakaryan davası ile birleştirilen dosyada, Türkiye Cumhuriyeti, Ziraat
Bankası ve Merkez Bankası’nın 1915’te el konan, satışı yapılan mallar nedeniyle
haksız zenginlik elde ettiği, mal sahiplerinin ise zarara uğradığı iddia
ediliyordu. Dava dilekçelerinde iki bankanın Türkiye’nin eylemlerine aracılık
yaptığı savunuluyor ve soykırımın tanınması isteniyordu.[76]
ABD budur; bu kadardır; ötesi ise asla
değil…
PARLAMENTO KARARLARI İLE “SOYKIRIMI
TANI(T)MA”!
Yeri
gelmişken bir şeyin altını daha çizelim: Ermeni Soykırımını/ Gerçeğini tanıma
parlamentolara endekslenir ise, soru(n), uluslararası ilişki ve şantaj
denklemlerine feda edilir…
Tarihi
gerçekleri belirlemek parlamentoların ihtisas alanı değildir. Kararın “nihaî”
mercii, halkların vicdanı ve baskısıdır. Parlamentolar ancak ve ancak bu
vicdanın (ve basıncının) gereğini yerine getirme mercileridir.
Bu konuda
tarihçi Christian Delporte şunu diyor: “Adı resmî tarih olan bir şeyin
varlığına karşıyız. Peki niçin? Çünkü ortada özgür ve bilimsel araştırmaya
itiraz eden engellere gerek olmadığını düşünüyoruz. Ancak ortada güç yoluyla
belirli bir gerçeği dayatan bir yasa varsa, bu resmî gerçekle çelişecek
sonuçlara varan tarihçilere yönelik kovuşturmalar olacaktır. Böylesine boğucu
bir ortamda kim özgür biçimde araştırma yapabilir? Demokles’in kılıcı yanı
başındayken kim düşünebilir? Biz neredeyiz? Tarih, her şeyden önce özgür
tartışma konusudur ve böyle de kalması gerekir.”[77]
Evet kimileri için parlamentolardaki şunlar
tür etkinlikler “başarı” ilan edilebilir…
i) Ukrayna’da yerel yönetimler birbiri ardına 1915 olaylarını soykırım olarak
tanıyan ve Ukrayna yönetimini de soykırımı tanımaya çağıran kararlar alırken bu
yönde önemli girişim, Kiev Belediyesi’nden geldi. Kiev Belediye Başkanı Leonid Çernovetski’nin yakın akrabası olan Belediye Meclis Üyesi
Viktor Grinyuk tarafından Belediye Meclisi’ne sunulan öneri, üyelerin tamamına yakınının oylarıyla kabul edildi.
Kararda, dünyadaki pek çok ülkenin “Ermeni soykırımı”nı
tanıdığı ve Ukrayna Parlamentosu’nun
ve Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç’in
de bu yönde “gereken kararı
almaları gerektiği” ifade
ediliyor…[78]
ii) İsrail’de
muhalefette olan merkez sol çizgideki Meretz partisi lideri Haim Oron’un,
Ermenilerin 1915 olaylarıyla ilgili soykırım iddialarını bir kez daha İsrail
parlamentosunun gündemine taşıyacağı belirtildi…[79]
Ancak bunlar “suya yazmak”tan öteye bir
anlam ve değer ifade etmezler, edemezler… Çünkü devletler, tek Saikleri
“çıkarlar” olan güvenilmez pragmatiklerdir.
“Nasıl” mı?
Örneğin İran
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Hamid Baghaey, “Yüz yıl önce Osmanlı döneminde
Ermenilere karşı soykırım uygulandı. Ermeniler Türkiye’den özür ve tazminat
bekliyor,”[80] der demesine de;
ardından hemen bizzat Kültür Mirası, Turizm ve El Sanatları Kurumu Başkanlığını
da yürüten Baghaey, “Basın yayın organları, Türkiye ve Ermenistan arasındaki
hukuki ihtilaflar konusunda özel bir tahlilde bulunduğumuzu telakki ettiler,
ancak biz bu konuyu tekzip ediyoruz” ifadelerini kullanır![81]
VE BUGÜN…
Ve
durmadan -içi boş- “demokratikleşme paketleri”nin açıldığı bugünde Ermeniler
mi?
Sadece
‘Yerevan-Oragark’ gazetesi köşe yazarı Alin Ozinian’ın, “Türkiye
sınırları içerisinde ne zaman bir gayrimüslime maddi, manevi ya da fiili bir
saldırıda bulunulsa bunun mutlaka bir sebebi, yani kısaca bir ‘bahanesi’
vardır,” saptamasının altını çizerek somut birkaç şey aktarmakla
yetinelim!
i) Dört Ermeni
kadının art arda saldırıya uğradığı Samatya’da oturan Seta Teyze, “Ah... Biz
hep korktuk bu ülkede. Bazen diyorum ki kendime keşke Ermeni olmasaydım”…[82]
ii) İstanbul
Samatya’da 28 Aralık 2012’de vahşice öldürülen 85 yaşındaki Maritsa Küçük’ün
kızı Bayizar Midilli ve torunu Ani Artar katil zanlısı Murat’ın cinayeti tek
başına işlediğine inanmadıklarını söyledi. Midilli, adli vaka olarak
gösterilmeye çalışılsa da bunun bir nefret cinayeti olduğunu ifade etti.[83]
Samatya’daki
seri saldırıların faali olduğu iddia edilen Murat Nazaryan’ın sadece bir
cinayetle suçlanması kafa karıştırdı: Başka saldırganlar mı var? Uyuşturucu
kullanan Nazaryan, suçlandığı tek cinayetle ilgili de hiçbir şey hatırlamıyor…[84]
iii) “Türk
Tarih Kurumu’nun, üniversitelerde Ermeni meselesini araştıran öğrencileri takip
ettiği ortaya çıktı”… [85]
iv) Batman
Gümüroğlu Jandarma Karakolu’nda askerliğini yapan er Sevag Şahin Balıkçı’nın
ilkin doğrudan vurulduğunu belirtip sonradan ifadesini geri çekti. Halil Ekşi,
ilk duruşmada, katil zanlısının yakını olan Bülent Kaya’nın baskısı sonucunda
ve birlikte ifadesini değiştirdiğini belirterek, “Benim askerlikte verdiğim
ifadede tehlikeli yerler varmış, onlara yaramıyormuş, ifademi değiştirmem
gerekiyormuş,” dedi…[86]
v) Muş’ta
kalan ve şehirde bir zamanlar Ermenilerin yaşadığının son kanıtı olan Kale
Mahallesi, 21 Ekim 2012’de Bakanlar Kurulu kararı ile kentsel dönüşüm kapsamına
alındı. Dönüşüm projesi çerçevesinde mahallede yıkılması planlanan 500 evin
yerine TOKİ, 770 daire inşa edilecekti. Binaların yüzde 80’i yıkıldı…[87]
vi) Tekirdağ
Malkara’da ‘Meşatlık’ adı verilen tarihi Ermeni mezarlığı tamamen yok edildi.
Yıllar önce yağlı güreşler için çim saha yapılan mezarlıkta en son Malkara
Belediyesi tarafından ‘ocakbaşı’ olarak kullanılacak bir bina yapıldı.
Malkara’da Ermeni mezarlığının ilk tarihi hakkında kesin bilgi yok. Malkara
merkeze 1.5 kilometre
uzaklıkta olan mezarlık, Tapu Kütüğü’ne göre 1 Eylül 1976’da “metruk mezarlık
ve yol fazlası arsa” olarak kayıtlara geçirildi. Yıllar içinde mezarlığın
taşları söküldü…[88]
vii)
Fındıkla’da gökkuşağı renklerine boyanan merdivenlerin griye boyanmasının
ardından başlayan merdiven boyama eylemleri Türkiye’nin dört bir yanına
yayıldı. Bu süreçte, Agos gazetesine ve Hrant Dink’in öldürüldüğü yere yaklaşık
5 metre
mesafedeki, Halaskargazi’de Şafak Sokak’ın girişindeki merdivenler de kimliği
belirsiz kişiler tarafından bordo maviye boyandı…[89]
“Yeter” mi? Hayır yetmez! Bir de Ahbarik
Hrant var…
AHBARİK HRANT İÇİN HATIRLATMA
Hrant’ın
katledilişinin altıncı yılı için İstanbul’a gelen Noam Chomsky’nin, “Dink ifade
özgürlüğü için kendisini feda etti,” dediği O; 1.500.001’inci Ermeni’dir; hâlâ
Ermeni Soykırımı Meselesinin/ Gerçeğinin hâlledemediğinin kanıtıdır…
Hatırlayın:
Talat Paşa kendisine Ermenileri tehcir ederek sorunu çözemeyeceklerini, yanlış
yaptıklarını söyleyen İngiliz Büyükelçisine “Son Ermeni de tehcir edildi ve
mesele bitti” demişti. Ama meselenin bitmediği, ne hâle geldiği gözler
önündedir. Dışlamayla, kovmayla meseleler çözülmüyor…
Mesele
bitmediği, mantık da değişmediği için yeni sorunlar çıktı. Yılları aşan bir
süreç ve hâlen Hrant’ın katlinin gerçek sorumluları yok. Talat Paşa o zamanlar
meseleyi hâllettiğini düşünmüştü. Şimdikiler de “Üç beş tane milli duygularını
zaptedemeyen heyecanlı gence” havale etti ama kamu vicdanı bunu kabul etmedi.
Durum tam da
‘Utanç Duyuyorum!’[90] diye haykıran
Fethiye Çetin’in ifadede ettiği üzeredir: “Devletin unutturma çabasına rağmen
toplum bu cinayeti unutmuyor ve artık bu cinayetin suç ortağı olmayı
reddediyor. Çünkü biliyoruz ki, bu cinayetin aydınlatılması, ülkenin
aydınlatılması demektir…”
Ancak
bunun hiç de kolay olmadığını ‘Demokrat Yargı Eşbaşkanı’ Yargıç Orhan
Gazi Ertekin’in, “Ermeni’nin, Rum’un, sosyalistin, liberalin olmadığı bir yargı
‘müsamere’den başka bir şey değildir. Türkiye’de adalet arayışının muhatabı bir
yargının olmadığı gerçeğini görmeliyiz,” deyişindeki üzere yaşayarak
öğrendik!
Yargıtay 9.
Ceza Dairesi, Hrant Dink cinayeti davasıyla ilgili temyiz kararını açıkladı:
Örgüt var ama terör örgütü değil, basit bir suç örgütü. Daire “Eylemin siyasi
olması terör için yeterli değil” derken; Dink davasında bir yılın özeti şu:
Mahkeme, Ogün Samast’ın TİB kayıtları ve MİT’in Meclis komisyonuna gönderdiği
evraklardan, “gizli olmayanları” istedi. Evraklar geldi ancak mahkeme aynı
kurumlara tekrar yazı yazdı: “Bunlar devlet sırrına girer mi?”
Hâl ve gidiş
tam da bu!
Evet Fethiye
Çetin’in, “Dink cinayeti, öncesi ve sonrasıyla planlanmış bir cinayettir.”
“Ermeni olduğu için. Yine üst düzey bir askeri yetkili şunu dedi: “Hrant Dink’i
korumak cesaret ister.” Ermeni çünkü. Korumaya değer bulunmuyordu, direkt
cezalandırıyordu. Çünkü o Ermeni. Azınlıklara düşmanlık. Ermenilere biraz daha
fazla...” “Aslında şu anda, başlangıçtaki noktanın da daha gerisindeyiz,”
haykırışlarına karşın böyledir bu!
Hem de “Dink
ailesi haklı olarak isyan ediyor… Devletin oyununa alet olmayacağız… Yargı bizlerle
alay etti… Bu müsamerede yokuz…” derken!
Bunlar
böyleyken nasıl olur da devlet ağzı/ söylemini unutabiliriz?
HATIRLANMASI/ UNUTULMAMASI GEREKEN DEVLET
AĞZI/ VE SÖYLEMİ[91]
|
|
GENELKURMAY
BAŞKANLIĞI’NDAN HRANT DİNK İÇİN AÇIKLAMA (2004)
|
“Kendisi
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ilk kadın savaş pilotu olarak Türk havacılığının
onursal bir ismidir.
Sabiha
Gökçen aynı zamanda Atatürk’ün Türk kadınının Türk toplumu içinde bulunmasını
istediği yeri gösteren değerli ve akılcı bir sembolüdür.
Böyle
bir sembolü amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak milli bütünlüğe ve
toplumsal barışa katkısı olmayan bir yaklaşımdır.
Bir
iddiayı, milli duygu ve değerleri de kötüye kullanarak bu şekilde
yayımlamanın habercilik olarak nitelendirilmesini kabul etmek mümkün
değildir.
Ulusal
birlik ve beraberliğimizin en güçlü olması gereken bu dönemde milli birlik ve
beraberliğimize ve milli değerlerimize yönelik bu tip yayımların ne amaçla
yapıldığı Türk toplumunun büyük bir kesimince artık anlaşılmakta ve endişe
ile izlenmektedir.”
|
CEMİL
ÇİÇEK’TEN HRANT DİNK’E İTHAFEN (2005)
|
“Birçok
derneklerimiz özgürlük yok diyorlar ya... Milleti arkadan hançerleme, iftira
etme özgürlüğü var. Özerk kuruluşları da göreve davet ediyoruz. Hükümet
olarak yetkimiz olsaydı, gereğini yapardık...
Bu
millete küfretme, bu milletin nüfus cüzdanını taşıyanların aleyhte propaganda
yapma, ihanet etme dönemini artık kapatmak lazım...”
|
İSTANBUL
VALİLİĞİ’NDE VALİ YARDIMCISI VE İKİ MİT MENSUBUNUN DİNK’E UYARISI (2006)
|
“Hrant
bey, siz tecrübeli bir gazetecisiniz. Daha dikkatli haber yapmanız gerekmez
mi? Sonra böyle haberlere ne gerek var.
Bakın
ortalık nasıl allak bullak oldu. Hayır biz sizi biliyoruz ama sokaktaki adam
ne bilsin.
Bu
tür haberleri başka bir niyetli sanabilirler. Bu tür haberlere daha dikkat
etmek gerekmez mi. Sizin yazdığınız bazı yazılardan her ne kadar üslubunuza
katılmasak da niyetinizin kötü olmadığını anlayabiliyoruz.
Ancak
herkes bunu böyle anlamayabilir. Ve toplumun tepkisini üzerinize
çekebilirsiniz.”
|
Ya “Devlet
tutumu” mu?
Agos Gazetesi
Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesini bilerek engellemeyen kamu
görevlileri, cinayetin üzerinden 6 yıl 6 ay geçmesine karşın hâlâ yargı önüne
çıkarılmış değil. Gizlilik kararıyla yürütülen soruşturma dosyası ise yine
görevsizlik ve yetkisizlik kararlarıyla Trabzon ve Ankara’ya dağıtıldı.
İstanbul’daki sorumlular hakkında ise yeniden İstanbul Valiliği’nden soruşturma
izni istendi.
Dönemin
İstanbul Valisi Muammer Güler hakkındaki suç duyurusu ise soruşturmanın
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yapılacağı gerekçesiyle Ankara’ya
gönderildi. Dönemin İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü görevlileri Celalettin
Cerrah, Ahmet İlhan Güler, Bülent Köksal, İbrahim Pala, İbrahim Şevki Eldivan,
Volkan Altınbulak, Özcan Özkan, Bahadır Tekin ve dönemin İstanbul Vali
Yardımcısı Ergun Güngör hakkında ise soruşturma izni için İstanbul Valiliği’ne
yazı yazıldı. Valilik İl İdare Kurulu, 28
Kasım 2013 tarihli kararla soruşturma izni talebini reddetti. Karara göre,
İstanbul Valiliğindeki görüşmeye ilişkin olarak, ‘görüşmenin gayet samimi ve
nezaket kuralları içerisinde geçtiği’ gerekçesiyle soruşturma izni verilmedi.
Valilik, son olarak 5 yıllık zaman aşımının geçmesini de kararına gerekçe
gösterdi…
Bu kadar da
değil! Trabzon İstihbarat Şube Müdürlüğü sırasında Hrant Dink’e yönelik ilk
eylem bilgisine ulaşan ve Erhan Tuncel’i yardımcı istihbarat elemanı yapan
Engin Dinç, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı görevine
atandı!
Kimsenin kuşkusu yok; Yetvart Danzikyan’ın
ifade ettiği gibiydi her şey: “Hrant Dink, devlet içi bir mutabakat ve
sessizlik sonucu öldürüldü. Bunu planlayan vardı, bilenler vardı, bu cinayetin
işlenmesini sessizce bekleyenler vardı.”
Ancak “Hükümet
görünürde bile suçu sabit olan polis ve bürokratları terfi ettirdikçe, savcılar
ve mahkemeler görevlerini savsakladıkça manipülasyonlar sürüp gidecek!
Hrant Dink
katledilmekle kalınmadı. Cinayeti üzerinden hâlen psikolojik harp operasyonları
polis-asker ikilemi üzerinden sürdürülmeye devam ediliyor. Cinayeti kim ve
niçin adım adım örgütledi? Kim yol verdi? Kim soruşturmayı engelledi? Ya da
onların insani duygulardan yoksun jargonu ile sorarsak, kafesi kim kurdu? Hangi
avın izi sürülüyordu? Hangi sisli ortam beklenildi? Av için kullanılan yem de
bir av mıydı? Bir taşla iki kuş mu vurulmak istendi? Bu soruların cevapları
aranıp bulunması gerekirken hâlen ortalık manipülasyondan geçilmiyor.
Cinayet öncesi
olduğu üzere cinayet sonrası, hükümet üzerine düşen sorumluluğu yerine
getirmedikçe de bu manipülasyonların sonu gelmeyecek gibi. Nasıl gelsin ki;
hükümet görünürde bile suçu sabit olan polis ve bürokratları açığa alıp
haklarında suç duyurusunda bulunması gerekirken terfi ettirdikçe, savcılar ve
mahkemeler görevlerini savsakladıkça bunlar sürüp gidecek!”[92]
Dur denilmesi gereken de tas tamına budur!
HİÇBİRİMİZ
MASUM DEĞİLKEN KEFARET (TAZMİNAT) MESELESİ
Buncasının ardından ve hiçbirimiz masum
değilken; 2015’in eşiğinde, 100’e 1 kala kefaret
(tazminat) meselesine gelince, bizim tavrımız: Ermeni Soykırımı kurbanlarının/
mağdurların topraklarına dönmesi ve bununla bağıntılı tüm taleplerinin
karşılanmasıdır…
Bu böyle
olunca ilk reddedilmesi gereken “made in USA” patentli ‘The Times’dan Tony
Halpin’in, “Türkiye’nin Ermeni soykırımını tanıyan Rusya’yla yakınlığı,
ABD’deki olası tanımaya verdiği tepkiyle tezat oluşturuyor. Ankara’nın
Ermenilere vereceği en iyi tazminat acılarını tanıyıp özür dilemek olacaktır,”[93] diye formüle ettiği tavır(sızlık)
olmalıdır!
Bu elbette yetmez; bunun bir adım ötesi de
kolektif bir suç olan Ermeni Soykırımı’nı “dedelerimiz” üzerinden
sorgulamaktır!
Ermenilerin
mallarını geri istememesi için yıllarca ülkeye sokulmadığını söyleyen tarihçi
Taner Akçam, “Tapu Müdürlüğü’nün talimatı var, bilgi vermek yasak” vurgusuyla
hatırlatarak ekliyor: “1950-60’lı yıllarda Suriye’den Lübnan’dan ziyarete
gelmek isteyen Ermenilere Türk konsolosluklarında bir kağıt imzalattırılıyor;
‘Ben Türkiye’ye gidince mallarım hakkında hiçbir hak iddia etmeyeceğimi garanti
ederim’ diye. Yani Türkiye bu insanlar içeri girip mallarını isterse, sorun
çıkacağını biliyor…
Benim ana
tezim şu: Şu anda bir Ermeni gelip ‘Malımı benim adıma 70- 80 yıl işletmişsin,
faizini de istemiyorum, malımı ver’ dese, bunun karşısında ‘Hayır’
diyebileceğimiz herhangi bir hukuk kuralı yok. Bu nedenle Tapu Kadastro
Müdürlüğü 1983 ve 2001’de bölgelere yolladığı bir tamimde ‘Birileri 1915’teki
malları hakkında bilgi isterse sakın vermeyin’ diyor.
Asıl önemli
olan altını çizmek istediğim de bu: Büyük bir toplumsal destek görüyor. Varlık
Vergisi örneği çok meşhurdur. Devlet el koyar ama mezatta satılır eldeki
mallar, İstanbul’da hangi evde mezat olduğuyla ilgili gazetelere ilan verilir.
Gazetelere göre yüzlerce insan bu evlere yağmaya gider. Ben bugüne kadar
herhangi bir İstanbullunun bir yerde yazdığını duymadım. ‘Dedemden, nenemden
utanıyorum, çünkü haksız biçimde kolundan tutulmuş, evinden atılmış, Aşkale’ye
gönderilmiş ve hatta orada ölümle karşı karşıya kalmış birisinin malını benim
dedem nenem yağmaladı,’ dediğini duymadım. Ben, Hıristiyan mal zenginliği
üstüne oturmanın toplumun bilinçaltında olduğuna inanıyorum.”[94]
Evet Ermeni Soykırımı’ndan herkes nemalandı;
bu nedenle de masum değiliz hiçbirimiz![95]
Ermenistan
Başsavcısı Hovsepyan, “Soykırımın 100’üncü anma yılı yaklaşıyor. Ermenistan
devleti ve diyaspora, davamız için büyük hukuk mücadelesine hazır olmalı. Hukuk
savaşının nihai hedefi soykırım mirasçılarının gereken tazminatları almasıdır.
Tüzelkişi sayılan Ermenistan Kilisesi Türkiye’de şans eseri ayakta kalan kilise
ve onlara bağlı mülkü geri alabilmeli. Ermenistan devleti ise malum olaylar
sırasında kaybettiği toprakları geri almalıdır. Benim kanaatime göre tazminat
elbette maddi olmalı.
Soykırım
konusunda muhatabımız Türkiye’dir. Bu suçu Türkiye işlemiştir. Ayrıca bunu
yapan Türkiye’nin yardakçıları da olmuştur. Hukukçular iyi bilir. Bu tür suçlar
işlenirken başroldeki oyuncunun arkasında ona fikir babalığı yapan, kışkırtan
yabancı uyruklu kişiler, örgüt ve hatta devletler olmuştur. Son dönemde bu
üçüncü devletlerin kimler olduğuna dair ipuçları da yayınlanmaya başlandı,”[96] dese de; ABD Federal Temyiz
Mahkemesi, 1915 soykırımında hayatını kaybeden Ermenilerin mirasçılarının,
kendilerine ödeme yapılması için sigorta şirketlerine dava açamayacağına
hükmetti.
San
Francisco’daki 9’uncu Temyiz Mahkemesi, California eyaletinde 11 yıl önce kabul
edilen ve 1915 soykırımında yaşamını yitiren Ermenilerin mirasçılarına, sigorta
şirketlerine karşı dava açma yetkisini veren yasayı bozdu. Mahkemedeki 11
kişilik yargıç heyeti, oy birliğiyle aldığı kararda, Alman sigorta şirketi
Munich Re AG’ye Ermeniler tarafından açılan davayı düşürdü.[97]
Meselenin çözümü ABD (ve benzerleri) tarafından kilitlenmek
istense de çeşitli çözüm önerileri dillendiriliyor.
Mesela Orhan
Kemal Cengiz, “Türkiye, Ermeni soykırımı konusunda hem özür dilemeli hem de
Ermenilerin maddi zararlarını gidermek için ‘iç hukuk yolları’ oluşturmalı,”[98] derken “Türkiye tazminat ödemeli
mi?” sorusunun altını çizen Sevan Nişanyan ekliyor:
“Bana
sorarsanız 1915 için ödememeli. Ya da sembolik bir şey ödemeli. Gençliğimde
sosyalisttim; belki onun kalıntısıdır, miras hakkını mutlak bir hak olarak
göremiyorum. Ayrıca soykırımın ve inkârın trajedisinin para pazarlığına tahvil
edilmesini ahlâken sakıncalı buluyorum. Bununla birlikte tazminat talebinin de
pratikte içinden çıkılmaz sorunlara ve haksızlıklara yol açacağını düşünüyorum.
Ölen ölmüş, giden gitmiş. Bu aşamada mal derdine düşmenin faydası yok.
Fakat
alacağından vazgeçme hakkı borçluya değil, alacaklıya aittir. O hakka da saygı
göstermek gerekir.
Daha yakın
tarihte eski politikanın devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin
giriştiği bazı yağmalama eylemleri, belki ayrı bir kapsamda ele alınabilir.
Devlet tarafından örgütlendiği açıkça ortaya çıkan bir 6-7 Eylül 1955 talanı
var. 60.000 İstanbullu ve adalı Rum’un 1963-1964’te malını mülkünü terke mecbur
edilip sınır dışı edilmesi var. 1976’da Yargıtay kararıyla gayrimüslim
vakıflarının 1936’dan sonra edindikleri mülklere tazminatsız el konulması var.
1980-1981 gizli kararnameleriyle Ermenilerin ve Rumların taşınmaz mallarını yok
pahasına elden çıkarmaya zorlanması var. Bu olayların mağdurlarının bir kısmı
hâlen hayatta. Onlarla el sıkışıp helalleşmek için vakit çok geç sayılmaz
sanırım…”[99]
Ancak bunları
yaparken; Ahmet Türk’ün “ne olduysa oldu, haydi özür dileyip barışın, bu iş
bitsin”ci tutum(suzluğ)unu da şiddetle reddetmeliyiz!
Ve nihayet her şeyden
önce unutulmamalıdır ki, mesela Harput’ta tiyatroyu 1880’de, fotoğraf
stüdyosunu da 1890’da kuracak bir uygarlık düzeyini Anadolu’da gerçekleştirmiş
1.5 milyonu aşkın Osmanlı Ermenisinin Anadolu’dan silinerek bugün İstanbul’da
sayılarının 55.000’e inmesini hafifletecek gerekçe aramak için insanda bir
vicdan sorunu bulunması gerekir.
T.“C”’nin, “1915 olaylarında Ermeni vatandaşların maruz soykırımın
bütün Türkler’in öz acısı olduğu”nu açıklayan bir bildirimde bulunması ve kapıların
açılıp ata topraklarına dönen Ermenilere -hukuki durum ne olursa olsun!- el
konmuş malların tazmin edilmesi cihetine gidilmesi “olmazsa olmaz”dır...
LİBERALLERİN İŞLEVİ HAKKINDA BİR PARANTEZ
Ermeni
Soykırımı Gerçeği’nde de liberallerin “hayırlı” bir rolü söz konusu değildir.
Bir Bask Atasözü’ndeki gibi, “Igaroa, igaro/
Geçmiş geçmiştir” diyen onların hâl-i pür melalini 4 Aralık 2013 tarihli
yazısında Ali Bayramoğlu, “Bir dönem, uzunca bir dönem Dink davasının derin
devlet denen aygıtı ortaya serecek neşter olacağını düşündük,” karşılıksız
beklentileri betimler!
Bunu da en iyi
“Kimi liberal tarihçiler, 1915’te yaşanan olgunun bir soykırım olduğu noktasına
geldiler sonunda. İnsanlığa karşı işlenen suçu, bir şekilde Osmanlı’nın üstüne
yıkarak, suçun sorumluluğunu ve bu ‘kirli iş’ten modern Cumhuriyeti arındırmak
olarak da anlayabiliriz bunu,” saptamasıyla Ragıp Zarakolu özetler…
Veya Etyen
Mahçupyan’ın şu mırıldanma ya da iç çekişi: “Türkiye’nin Ermeni soykırımı
meselesinde ilk yapması gereken, kendi insanlarına onların geçmişini de
kucaklayacak bir biçimde sahip çıkması olmalı. Türkiye hem kendi yüce gönüllü
Türk ve Kürt Müslümanlarını, hem de hayatta kalma uğruna ihtida eden Ermeni
Müslümanlarını ‘tanımalı’... Bu tanıma, soykırımın tanınmasından çok daha
önemlidir. Çünkü hem dünyaya insani değerleri öne çıkaran bir mesaj verilmesini
ima eder”!
KAÇINILAMAZ HESAPLAŞMA/ YÜZLEŞME İÇİN!
Artık
konuşmak, paylaşmak, araştırmak yetmez! Paulo Freire’nin, “Yüzleşme
noktasında ne mutlak cahiller ne de yetkin bilgiler vardır; sadece hâlen
bildiklerinden daha fazlasını birlikte öğrenme girişimi içindeki insanlar
vardır,”[100] uyarısını “es” geçmeden kaçınılamaz
hesaplaşma/ yüzleşmeye muhtacız…
Yaşananları
değiştiremeyiz. Ama geçmişle hesaplaşabiliriz.
Bunu için de
Oscar Wilde’ın, “Düşen bir çığda hiçbir kar tanesi kendisini olup bitenden
sorumlu tutmaz,” uyarısını kulağımıza küpe ederek; 1915’te yaşananlara ilişkin
dört temel soruyu net biçimde yanıtlamalıyız:
i) Olayların
faili kim?
ii) Ermeni
mülklerine kim el koydu?
iii) Kim özür
dilemeli?
iv) Ne
yapılmalı?
Dört yanıt
“olmazsa olmaz”dır. Çünkü Ludwig Maximilian Üniversitesi, ‘Türkiye Çalışmaları’
Öğretim Üyesi Dr. Talin Suciyan’ın ifadesiyle, “1915, 1916’da bitmedi.
Cumhuriyet tarihi bir tekerrürler tarihi mi?” sorusunun devreye soktuğu inkârcı
korkuların kâbusu hep karşımızda olacaktır…
Nihayet
unutulmamalıdır ki resmî ideolojik korkularını aşan, kefaretini ödeyen bir hesaplaşma/
yüzleşmeye hepimizi özgürleştirecek ve kardeşliği kof bir slogan olmaktan
kurtarıp, muhtacı olduğumuz gerçeğe tahvil edecektir. “Bir daha asla!”
diyebilmenin, Anadolu topraklarında son kalan gayrımüslimlerin, farklı
etnisitelerin, Kürtlerin, Alevîlerin yaşam güvenliğini ve özgürlüğünü sağlamanın
tek yolu da budur!
9 Ocak 2014 13:41:02, İstanbul.
N O T L A R
[1] 18
Ocak 2014 tarihinde ‘Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’ ile ‘Batı Ermenileri
Ulusal Kongresi’ tarafından Ankara’da düzenlenen “Hrant Dink’in Katline 2015
Perspektifinden Bakmak” başlıklı yuvarlak masa toplantısına sunulan
tebliğ… Kaldıraç, No:152, Şubat 2014…
[2]
Enver Gökçe.
[3]
Cengiz Aktar, “24 Nisan Nedir”, Taraf, 23 Nisan 2013...
http://www.taraf.com.tr/cengiz-aktar/makale-24-nisan-nedir.htm
[4]
Şükrü M. Elekdağ, “Ermenistan’ın Kuşatma Stratejisi”, Cumhuriyet, 19 Nisan
2010, s.9.
[5]
Şükrü M. Elekdağ, “Türkiye’ye Yapılan Yargısız İnfaz”, Cumhuriyet, 20 Nisan
2010, s.9.
[6]
Şükrü M. Elekdağ, “Devlet Sorumlu Tutulamaz”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2010, s.9.
[7] Özay
Mehmet, “Anadolu’da Neler Oldu?”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2012, s.9.
[8]
Cengiz Çandar, “Rejim Çatırdarken...”, Radikal, 11 Nisan 2010, s.11.
[9]
Hasan Pulur, “1915’in Türk Sosyalistleri”, Milliyet, 26 Nisan 2010, s.3.
[10]
Türkkaya Ataöv, “Ermeni Aznavour’un Olumlu Atılımı”, Cumhuriyet, 28 Şubat 2012,
s.2.
[11]
Namık Kemal Zeybek, “Ermeniler Niye Korktular?”, Radikal, 10 Nisan 2010, s.16.
[12]
Yıldırım Koç, “Osmanlı’da Etnik Kimlik Mücadelesinin Kurbanları”, Aydınlık, 28
Mayıs 2013, s.5.
[13]
Şükrü M. Elekdağ, “Osmanlı’yı Parçalama Stratejisi”, Cumhuriyet, 22 Nisan 2010,
s.9.
[14]
Şükrü M. Elekdağ, “Ermeniler Silahlanmaya Başlıyor”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2010,
s.9.
[15]
Şükrü M. Elekdağ, “Osmanlı’nın Özel Kuvvetleri”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2010,
s.9.
[16]
Şükrü M. Elekdağ, “Hükümetten Radikal Kararlar”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2010,
s.9.
[17]
Taha Akyol, “Akçam’dan Mektup Var”, Hürriyet, 20 Aralık 2012, s.20.
[18]
Orhan Kemal Cengiz, “Erdoğan Soykırım Anıtına Gitmeyecekse...”, Radikal, 2
Aralık 2013, s.14.
[19]
Aras Yayıncılık’tan çıkan Raymond H. Kévorkian ve Paul B. Paboudjian’ın ‘1915
Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler’ kitabına bir göz atalım mı
birlikte? Bakalım nasıl anlatıyor Muş’u: “299 kilise, 94 manastır, 53 hac yeri
ve 5669 öğrencili 135 okulun bulunduğu 339 köyde, 140.555 Ermeni’yi barındıran
Muş sancağı, Ermenilerin yaşadığı en kalabalık ve etnik açıdan en homojen
yapıya sahip bölgeydi. Daronlu antik Mamigonyan Prensliği’nin bulunduğu bölgede
yer alan sancak, beş kazaya bölünmüştü: Muş, Sasun, Manazgerd, Pulaneğ/ Bulanık
ve Varto/ Gumgum... XX. yüzyılın başlarında, Muş evleri genellikle moloz taşı
ve kerpiçten inşa edilmişti; hatta taş duvarlar örülerek yapılmış olanları
vardı, çoğunlukla ahşap oymalı balkonları bulunan bu evler iki ya da üç
katlıydı. Bütünüyle Muş Ovası’yla örtüşen aynı adlı kazada, 1914’te, 103 köy ve
kasabaya dağılmış 75.623 Ermeni yaşıyordu. Bu merkezde 113 kilise, 66 manastır,
18 hac yeri ve 3057 öğrencinin okuduğu 87 eğitim kurumu bulunuyordu.”
[20]
Hrant Kasparyan, “Muş’ta Bir Tarih Yok Oluyor”, Taraf, 16 Kasım 2013, s.4.
[21]
Taner Akçam, “Devlet Müslüman Ermeni’nin Peşinde”, Taraf, 5 Ağustos 2013, s.10.
[22]
Nazan Özcan, “Bize Kalan Üç Kuşak Sessizlik”, Radikal, 20 Ocak 2013, s.30-31.
[23] Ara
Toranyan, “Ahtamar Propagandası Tutmadı”, Le Monde, 7 Ekim 2010.
[24]
Phil Gamagelyan, “Ahtamar’da Güçlü Bir Tohum Atıldı”, The Armenian Weekly, 29
Eylül 2010.
[25] Vartan Oskanyan,
“Türkiye Diyalog Şansını Kaçırdı”, Los Angeles Times, 7 Şubat 2007.
[26]
Edvard Nalbantyan, “Protokolleri Kilitleyen Taraf Türkiye”, The Wall Street
Journal, 12 Ekim 2010.
[27]
“Dolma Diplomasisi Zekâmıza Hakaret”, The Armenian Weekly, 6 Ekim 2010.
[28]
Edmond Y. Azadyan, “Türkiye, Ermenileri Birbirine Düşürdü”, Mirror Spectator, 6
Eylül 2010.
[29]
“Erivan Yine Hesapsız Bir Maceraya Atıldı”, The Economist, 2 Eylül 2009.
[30]
Muhammed Nureddin, “Karabağ Israrının Sonucu Baştan Belliydi”, Şark, 25 Nisan
2010.
[31]
Vicken Çeteryan, “Türkiye, Protokolleri Dağlık Karabağ’da Gömdü”, Open
Democracy internet sitesi, 20 Ekim 2010.
[32]
Christopher Hitchens, “Sınır Dışı Tehdidi AB’den Gelseydi...”, Slate internet
sitesi, 5 Nisan 2010.
[33]
Pınar Ersoy, “Türkiye Neden Talat Paşa’yı Savunuyor?”, Milliyet, 21 Ocak 2012,
s.21.
[34]
Leon Z. Surmelian, Soruyorum Sizlere Hanımlar ve Beyler?, Aras Yay., 2013.
[35]
Ayşe Hür, “1915 Ermeni Soykırımında Kötüler ve İyiler”, Radikal, 28 Nisan 2013,
s.26-27.
[36] A.
Hicri İzgören, “Soykırım ve Yüzleşme”, Gündem, 25 Nisan 2013, s.15.
[37]
Recep Maraşlı, Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı, Peri Yay.,
2009.
[38]
“Taraf yazarı Markar Esayan’ın kaleme aldığı, 1915 olaylarından sorumlu 300
İttihatçı’yı yargılayan İstanbul’daki mahkeme bu olayın dünden bugüne ele
alınış biçiminde bir sorun olduğunun ve yaşanan acıların baştan beri reddedilmediğinin
delili. Yazının başlığı da dikkat çekici: ‘Aslında 1915’i yargılamıştık’.
Hâlbuki soykırım iddiasını adeta siyasî slogan yapmış Ermeni diasporasının da
resmî tezleri savunan yaklaşımı da aynı derecede görmezden geldiği çok önemli
bir detay bu. Divan-ı Harb-i Örfi zabıtlarına göre 1919-1922 dönemini kapsayan
yargılamalarda, tespit edilebilen toplam 62 adet dava sonucunda 20’ye yakın
idam cezası verilmiş ve bunlardan üçü infaz edilmişti. O zamanki İstanbul
gazeteleri, satırı satırına mahkeme safahatını, suçlamaları, savunmaları,
tutanakları yayımlamıştı.” (Abdülhamit Bilici, “Aslında 1915 Yargılanmıştı!”,
Zaman, 30 Nisan 2011, s.18.) Bu “malumat”ın atladığı “küçük” bir ayrıntı var:
Soykırım sanıklarının yargılanması, Osmanlı/Türk makamlarının inisyatif ya da
iradesi değil, İngiliz işgal kuvvetlerinin baskısının sonucudur!
[39] “Lewy: Soykırım
Belgeleri Kuşkulu”, Radikal, 30 Ağustos 2005, s.6.
[40] Tufan Türenç,
“Prof. Erich Feigl’ın Çarpıcı Gerçekleri”, Hürriyet, 22 Nisan 2005, s.18.
[41]
François Georgeon, Histoire de L’Empire Ottoman (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi)
içinde “Son Çırpınış”, s.623-625, Fayard, Paris, 1989.
[42] Sefa Kaplan,
“Robert Fisk’in Soykırım Mektubu Sahte Çıktı”, Hürriyet, 30 Ağustos 2007, s.7.
[43] Avni Özgürel,
“Savaş Yıllarındaki Arzular”, Radikal, 24 Nisan 2005, s.11.
[44]
Aydın Hasan, “Cemal Paşa’nın Dramı”, Milliyet, 11 Ekim 2008, s.24.
[45]
Vahan Bayburtyan, “Kırderı, Haygagan Hartsı yev Hay-Kırdagan Haraperutyunnerı
Badmutyan Luysi Nerko” (Tarihin Işığında Kürtler, Ermeni Sorunu ve Ermeni-Kürt
İlişkileri), Yerevan, 2008, s.7.
[46]
Hamo K. Vartanyan, “Arevmıdahayeri Azadakrutyan Hartsı yev Hay
Hasaragagan-Kağakagan Hosanknerı XIX Tari Verçin Karortum” (XIX. Yüzyıl Son
Çeyreğinde Batı Ermenilerinin Kurtuluş Sorunu ve Ermeni Sosyal-Siyasal
Akımları), Yerevan, 1967, s.99.
[47]
Hovsep Hayreni, “Soykırımla Silinen Batı-Ermenistan’ın Tarihsel Gerçekliği
İnkâr Edilemez!”, 2 Ağustos 2013… http://nabukednazar.blogspot.com/2013/11/soykrmla-silinen-bat-ermenistann.html
[48]
Hovsep Hayreni, “Abdülhamit Kırımlarının Canlı Bir Örneği: 1895 ARAPGİR”, 1
Kasım 2013… http://www.armenieninfo.net/hovsep-hayreni/5788-abdul-hamid-1895-ermeni-katliamlari-ve-arapgir.html
[49] Naci Kutlay,
“Hrant Dink, Kürtler ve Ermeniler”, Radikal İki, 4 Şubat 2007, s.7.
[50]
“Balo, 1910’lu yıllarda Dersim-Hozat’ta Ermenilere karşı yapılanlarda aktif rol
oynamış bir ‘Dersimli’. Yakalanarak kendisine getirilenleri, bugün adına ‘Kayış
Yolu’ adı verilen uçurumlardan tekmeleyerek aşağı atmasıyla ünlenmiştir...
Balo’nun hikâyesindeki en çarpıcı yan ise kendisinin de bir zamanlar ölüme
yolladığı insanlar gibi aynı uçurumdan aşağı düşerek can vermiş olması.
Dersimliler bu durumu şimdi, “Etme kulum, bulursun zulüm” şeklinde ifade
etmekte. Ne gariptir ki Ermenilere yapılan zulmün en büyük failleri, bugün
kendileri de aynı zulme maruz kalan Kürtler olmuştur.” (Yalçın Çakmak,
“Kürtlerde Ermeni Olmak”, Radikal, 25 Ocak 2012, s.18.)
[51]
Yalçın Doğan, “BDP’den Ermenilere Çiçek”, Hürriyet, 1 Mayıs 2013, s.14.
[52]
Ayşe Hür, “1915’te Kürtlerin Rolü Neydi?”, Radikal, 21 Temmuz 2013, s.14-15.
[53]
Hasan Cemal, “Erdoğan, İş 1915’e Gelince İttihatçı, Kemalist Kesilmeye Devam
Edecek mi?”, T24, 12 Kasım 2013…
http://t24.com.tr/yazi/erdogan-is-1915e-gelince-ittihatci-kemalist-kesilmeye-devam-edecek-mi/7819
[54]
Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-I, Osmanlı’da Ermeni ve Rum
Mallarının Türkleştirilmesi (1914-1919), Evrensel Yay., 2013, s.252-253.
[55]
Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-II, Evrensel Yay., 2013,
s.155-162, 362-372.
[56]
Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-I, Osmanlı’da Ermeni ve Rum
Mallarının Türkleştirilmesi (1914-1919), Evrensel Yay., 2013, s. 222-234 ve 310-329.
[57]
Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-II, Evrensel Yay., 2013, s.60-90,
256-265.
[58]
Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-I, Osmanlı’da Ermeni ve Rum
Mallarının Türkleştirilmesi (1914-1919), Evrensel Yay., 2013, s.329-353.
[59]
Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-II, Evrensel Yay., 2013,
s.164-180.
[60]
Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-I, Osmanlı’da Ermeni ve Rum
Mallarının Türkleştirilmesi (1914-1919), Evrensel Yay., 2013, s. 344-347 ve 347-353.
[61]
Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-II, Evrensel Yay., 2013,
s.417-425, 551-560 ve Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-I,
Osmanlı’da Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1914-1919), Evrensel
Yay., 2013, s.366-367.
[62]
Nevzat Onaran, ‘Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi-II, Evrensel Yay., 2013,
s.182-196.
[63]
Ferda Balancar, “Türkiye’nin Gayriresmi İktisat Tarihi”, Agos, 9 Aralık 2013…
http://agos.com.tr/haber.php?seo=turkiyenin-gayriresmi-iktisat-tarihi&haberid=6261
[64]
Nazan Özcan, “… ‘Gavur Sara’ Direndi Ama...”, Radikal İki, 10 Kasım 2013, s.11.
[65]
Khatchig Mouradian, “Talat Adında Bir Ermeni”, Radikal, 26 Temmuz 2013, s.17.
[66]
Ayşe Hür, “1915’ten 2007’ye Ermeni Yetimleri”, Radikal, 20 Ocak 2013, s.32-33.
[67]
“Anadolu’nun ‘Gizli’ Ermenileri”, Radikal, 16 Şubat 2013, s.6-7.
[68]
Mine Tuduk-Tarık Işık, “Ermeni Kimliğine Dönenler Artıyor”, Radikal, 20 Kasım
2010, s.12-13.
[69]
Vercihan Ziflioğlu, “Ermeniyiz Elhamdülillah”, Radikal, 25 Haziran 2011, s.8.
[70]
Okan Konuralp, “Artık Kimliklerine Hıristiyan Yazdırıyorlar”, Hürriyet, 21
Eylül 2010, s.17.
[71] Ara
Nazaryan, “ABD Bu Kez ‘Soykırım’ Diyebilir”, The Armenian Weekly, 16 Nisan
2010.
[72]
Robert Fisk, “Hitler Cevabını Aldı”, The Independent, 6 Mart 2010.
[73]
Steven A. Cook, “… ‘Soykırım’ ABD’ye Pahalıya Mal Olur”, Council of Foreign
Relations, 5 Mart 2010.
[74]
Catherine Philips, “Tasarılar Türkiye’yi İran’a Yaklaştırıyor”, The Times, 18
Mart 2010.
[75]
Elçin Poyrazlar, “Ermenilere Tazminat Darbesi”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2009,
s.10.
[76]
Pınar Ersoy, “ABD Soykırımı Tanısaydı Sonuç Farklı Olabilirdi”, Milliyet, 29
Mart 2013, s.23.
[77]
Christian Delporte, aktaran: Haşim Salih, “Tarihi Gerçekleri Belirlemek
Meclisin İhtisas Alanı Değil”, Şark ül Evsat, 24 Aralık 2011.
[78]
Deniz Berktay, “Bir Tanıma Kararı da Kiev Belediyesi’nden”, Cumhuriyet, 5 Mayıs
2010, s.10.
[79]
“Ermeni İddiaları Knesset’e Gidiyor”, Cumhuriyet, 28 Mart 2010, s.11.
[80] “…
‘Soykırım’a Üst Düzey Tanıma”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2010, s.11.
[81]
“Baghaey’den Ermeni Tekzibi”, Radikal, 30 Ağustos 2010, s.11.
[82] “Ah
Keşke Ermeni Olmasaydım”, Taraf, 28 Ocak 2013, s.5.
[83]
Zeynep Kuray, “Adli Vaka Değil, Nefret Suçu”, Birgün, 4 Temmuz 2013, s.2.
[84]
İsmail Saymaz, “Samatya’da Birden Fazla Saldırgan mı Var?”, Radikal, 24 Mayıs
2013, s.9.
[85]
Billur Özgül, “Ermeni Araştırmaları Fişleniyor”, Taraf, 13 Aralık 2013, s.10.
[86]
İsmail Saymaz, “Er Sevag’ın Tanığı: İfademi Baskıyla Değiştirdim”, Radikal, 20
Aralık 2013, s.8.
[87]
Ayça Örer, “Muş’taki Ermeni Mirasının Yıkımı Durdu”, Radikal, 30 Temmuz 2013,
s.4-5.
[88]
“Ermeni Mezarlığına ‘Ocakbaşı’…”, Radikal, 11 Temmuz 2013, s.6-7.
[89]
“Merdivenler Bordo-Mavi Renklere Boyandı”, Cumhuriyet, 9 Eylül 2013, s.5.
[90]
Fethiye Çetin, Utanç Duyuyorum!, Metis Yayınevi, 2013.
[91]
Hayko Bağdat, “TC”, Taraf, 5 Ekim 2013, s.4.
[92]
Erdal Doğan, “Polis-Asker İkileminde Hrant Dink Cinayeti”, Taraf, 17 Aralık
2013, s.12.
[93]
Tony Halpin, “En Değerli Tazminat Özür”, The Times, 5 Mart 2010.
[94]
Tuğba Tekerek, “Vicdanları Tapuya Gömdüler”, Taraf, 23 Temmuz 2013, s.9.
[95]
“Finans kapitalin dini, imanı ve vicdanı yoktur,” (Ragıp Zarakolu, “Finans
Kapitalin Dini, İmanı ve Vicdanı Yoktur”, Günlük, 5 Şubat 2011, s.6.)
vurgusuyla ekliyor Ragıp Zarakolu: “Toplam 103 sigorta şirketine Osmanlı
Ermenileri’nin sigorta işlemi yaptırdığını söyleyen ABD’li Ermeni asıllı Avukat
Vartkes Yeghiayan, “Avrupa’dan 100, ABD’den 3 sigorta şirketi, Osmanlı
imparatorluğunda poliçe satmaktaydı” dedi. Ve uluslararası sigorta şirketleri
Osmanlı yurttaşlarına ayrımsız hiçbir şey ödemedi. Kısacası Ermeni
soykırımından onlar da nemalandılar.” (Ragıp Zarakolu, “Kirli Olmayan Yok”,
Günlük, 25 Mart 2011, s.11.)
[96]
“Toprak Alalım”, Hürriyet, 7 Temmuz 2013, s.22.
[97]
“Ermenileri Yine Yüzüstü Bıraktılar”, Gündem, 25 Şubat 2012, s.13.
[98]
Orhan Kemal Cengiz, “Hukuk, Tazminat ve Çözüm”, Radikal, 10 Nisan 2012, s.18.
[99]
Sevan Nişanyan, “Hukukçunuz Diyor ki”, Radikal, 4 Ocak 2012, s.19.
[100]
Paulo Freire, Ezilenleri Pedagojisi, çev: Dilek Hattatoğlu, 9’uncu baskı,
Ayrıntı Yay., 2013, s.68.
Yorum Ekle