“Harekete geçmeyenler, kendilerini bağlayan zincirleri fark edemezler.” [2] Antropoloji ile iktisat disiplinleri aras...
“Harekete
geçmeyenler,
kendilerini
bağlayan zincirleri
fark edemezler.”[2]
Antropoloji ile iktisat
disiplinleri arasındaki ilişkiler, nedendir bilinmez, bir hayli zaaflı
olagelmiştir.
Bu durum yalnızca
disiplinlerarası yaklaşımların oldum olası rağbet görmediği Türkiye
üniversiteleri için değil, ABD’de bu iki disiplin arasındaki ilişkilerin pek
“sıcak” olmadığını gösteriyor veriler.
Dönem dönem yapılan araştırmalar,
antropoloji dergilerinde en az alıntılanan yazıların iktisat dergilerinden
olduğunu gösteriyor. Bunun tersi de doğru.[3]
Oysa iktisat ve antropolojinin
birbirine yaklaşması, bütüncül ve çok-veçheli, tekil bir sosyal bilim açısından
son derece yararlı olacaktır.
Böylesi bir ilişkilenme, iktisatçılara,
konularının nihayetinde rakamlar, istatistikî eğriler, trendler, arz-talep
yasası gibi kurmacalar değil; arzuları, düşleri, değerleri, kaygıları,
korkuları olan “insanlar” olduğunu anımsatacaktır.
Antropologlar için ise
iktisatçılarla işbirliği, özellikle 1970’lerden itibaren disiplinlerinde galebe
çalan, kültürün insanların somut yaşam koşullarıyla neredeyse ilişkinsiz imge,
simge, anlam, tasavvur ve tahayyüller evreninden ibaret olduğu yolundaki
yanılsamanın üstesinden gelmelerinde ve praksisle yeniden ilişkilenmelerinde
yardımcı olabilir.
Bu açıdan burada buluşmamızı
sağlayan sevgili Fuat Hoca’ya teşekkür borçluyum, kendi adıma.
Şimdi dilerseniz gelin, “ilk
soru”dan başlayalım: Antropoloji nedir?
Bir kavramın “ne” olduğuna
ilişkin sorgulamanın ilk adımının, onun etimolojisine göz atmak olduğu
söylenir. Ben bu önermeye katılanlardanım.
“Antropoloji” sözcüğü Grekçe
“insan” anlamına gelen anthropos sözcüğü
ile logos sözcüğünün birleşmesiyle
oluşmuştur. Olasıdır ki Grekçe’nin en karmaşık kavramlarından biri olan logos’un buradaki anlamı, “söylem”,
anlatı”, akıl”, “bilgi ve düzen ilkesi” (Heraclitus), “akılcı söylem”
(Aristoteles) ve nihayetinde “bilim” sözcükleri ile karşılanabilecektir.
Bir başka deyişle “antropoloji”,
“insana dair bir anlatı/söylem” ve/veya, daha bilimselci bir deyişle,
“İnsanbilim”dir.
İnsanın öteki insanları anlama
çabası, çok eskiye dayanır: antik Grek, Roma yazını, Ortaçağ’ın Avrupa, İslâm
hatta Uzak Doğu sosyal düşüncesi ve seyahatnameleri, “öteki”ni tanıma, daha
doğru bir deyişle, “öteki” üzerinden kendini kavrama girişimlerinin
örnekleriyle doludur.[4]
“Antropoloji” teriminin kullanıma
girişinin, Avrupa(lı)’nın kıta yeni ve o güne dek pek tanımadığı halklarla
yoğun ve sistemli ilişkiler kurmaya başladığı XVI. yüzyıla denk düşmesi,
rastlantı sayılmamalı. Bu yüzyıl, Avrupa periferisinin çaplarının Amerika,
Afrika’nın güney ucu, Pasifik adaları, Asya içlerine dek genişlediği ve sıradan
Avrupalı’nın, Kutsal Kitap’ın “yaratılış” anlatısını, ve sonunda insanın
köklerini ve “ne”liğini sorgulamasına yol açacak inanılmaz ölçüde farklı insan
fenotipleri ve kültürleriyle tanıştığı bir çağ olmuştur. “İnsanbilim”,
seyahatnamelerden, fantastik anlatılardan, Kutsal Kitap tefsirlerinden,
Antikiteye dayalı spekülasyonlardan daha fazlasını hak ediyordu!
Kendi dışındaki yeni dünyalara
açılırken, eşzamanlı olarak büyük iktisadî-siyasal krizlerle de sarsılan
Avrupa’nın bu sarsıntılara tepkisi, Rönesans-Reformasyon-Aydınlanma olacaktır.
Wallerstein’cı anlamda bir “dünya sistemi” biçimlenirken (ya da
yeniden-biçimlenirken) Avrupa’nın parokyalizminin kabuklarını çatlattığı ve
“evrensel”in arayışlarına yöneldiği iktisadî-siyasal-toplumsal-düşünsel
dönüşümler çağı…
Terimin, bilimsel bir disipline gönderme
yapacak tarzda kullanımının izi, bu gelişmeler eşliğinde, XVI. yüzyıla dek
sürülebilmektedir. Bu yıllarda Orta Avrupalı, özellikle de Alman üniversite
hocaları ve yazarlar “antropoloji” kavramına anatomi ve fizyolojiye gönderme
yapmak üzere başvurmaktaydılar.
Terim XVII.-XVIII. yüzyıllarda,
Avrupa’nın ilahiyat çevrelerinde, Tanrı’nın insanî özelliklerini tanımlamak
üzere kullanılıyordu. Antropoloji, XVIII. yüzyıl sonlarındaysa, Rusya ve
Avusturya’da etnik grupların özelliklerine işaret eden bir terim özelliğini
kazanmıştı. Ne ki bu kullanımın yaygınlaşması için XX. yüzyıl başlarını
beklemek gerekecekti.
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda
kültürel farklılıklar içerisinde ortak insanlığa işaret etmek üzere başvurulan
kavram ise, “etnoloji” idi.
Böylelikle, örneğin İsviçreli
teolog A.C. de Chavannes, 1788’de yayınlanan Anthropologie ou science générale de l’homme’da antropolojiyi
“genel insan bilimi” olarak tanımlamakta, Alman F. Blumenbach ise 1795’te
yayınlanan kitabında, onun “doğa bilimi” olduğunu söylemektedir. Immanuel Kant
ise, Pragmatik Açıdan Antropoloji’de
(1798) terimi, insanı anatomik/fiziksel (doğal) ve kültürel yönlerini birlikte
ele alan daha sentetik bir yaklaşım sergilemektedir.
“Antropoloji” kavramı, içinde
biçimlendiği bağlamda, iki düzlemi embriyonik olarak içerir gözükmektedir:
Biyolojik ve toplumsal bir varlık olarak insanın “ne”liğine, doğal dünya
içerisindeki yerine, onu diğer canlı türlerinden ayırt edenin ne olduğuna,
toplumlar arasında açığa çıkan biyolojik ve sosyal/kültürel farklılıkların
nasıl açıklanabileceğine, insanın ortak ve tekil bir kökenden mi, yoksa farklı
“ırklar” olarak farklı kökenlerden mi geldiğine ilişkin, insan doğasına değgin
bir sorgulama olarak daha genel, felsefî bir antropoloji ile; tikel toplumların
toplumsal yaşamlarıyla kültürel örüntülerinin ampirik araştırmasına dayalı etnoloji…
“Etnoloji”
teriminin kullanıma girmesinde ise, olasılıkla ulus-devlet biçimlenişlerine ve
milliyetçiliklerin yükselişine denk düşen bir tarihsel dönemde “ethnos” kavramının, uluslara ruhunu
veren, kentsel kozmopolitanizmle bozulmamış iç halklar ya da köylülere (volk) gönderme yapacak tarzda değer
kazanması etken olmuştur.
Böylelikle iç (volk) ya da dış (völker)
halkların kültürlerinin tüm yönleriyle ampirik araştırılması olarak etnoloji, doğal ve sosyal bir varlık
olarak insanın “ne”liğini tartışan antropolojiden farklılaşırken, antropoloji
de kapsamının genişliği nedeniyle kaçınılmaz bir iç farklılaşma yaşayacaktır:
insanı doğanın bir parçası, doğal bir varlık olarak ele alan biyolojik/fiziksel
antropoloji ve/ile onu sosyal dünyası içinde, kültürel bir varlık olarak ele
alan sosyal/kültürel antropoloji.
Burada bir parantez açarak ilginç
bir ayrıntıya değinmeli: Antropoloji-etnoloji ayrımı, bir yandan da, XVIII.
yüzyılın en hararetli tartışma hatlarından biri olan, insanların tek ve ortak
bir kökenden geldiklerini savunan monojenistler ile Avrupalılarla
Avrupalı-olmayan “aşağı ırklar”ın aynı kökenden gelmiş olabileceğini reddeden
polijenistler arasındaki çekişmelerde de karşımıza çıkmaktadır. Polijenistler
kendilerini “antropolog” olarak tanımlarken, monojenistler ise “etnolog” olarak
tanımlanmayı yeğlemektedir.
Bu karmaşık ve çelişkili tarih,
antropolojinin hem genel/felsefî hem de ampirik düzlemlerde insanı tüm
yönleriyle (biyolojik/fiziksel, sosyal-kültürel) ele alma girişimi içinde olan
bir alan olduğunu gözler önüne sermektedir.
Ne ki, söz konusu tarihin
içerdiği çelişkiler, disiplinin tanımında da açığa çıkmaktadır.
Öncelikle, antropolojinin her
dalından hiçbir bilimin insanı tüm
yönleriyle inceleyebilecek kadar esnek sınırlı olamayacağı itirazları
yükselmektedir.
Herhangi bir bilim dalının hem
osteolojiyi, hem kuyruksuz büyük maymunların sosyal yaşamını, hem insan
evrimini, hem ritüelleri, hem mimarîyi, hem hukuku, hem de ne bileyim, dansı
kapsayacak kadar geniş olamayacağı yolunda itirazlardır bunlar - ve
haklıdırlar.
Aslına bakarsanız, “holistik” bir
insan bilimi olarak antropoloji fikri, pratikte ABD antropolojisine damgasını
vuran “yitip giden yerli toplumlarına değgin tüm verileri (fizikî, arkeolojik,
lingüistik, toplumsal, kültürel) derleyip belgeleme gereksinimi ortadan
kalktığında (yani son yerli grubu açlık ve yoksulluktan yitip gittiğinde ya da
asimile olduğunda) ortadan kalkacaktı: yani 1900’lerin başlarında. Bugün
disiplinin akademik tarihinin cezasını, “holistik antropoloji”de ısrar eden
akademik örgütlerde aynı bölümlerde kimi arkeolojik kazılardan elde edilen
insan dişlerinden kadim popülasyonların hastalıklarını saptamaya çalışan, kimi
etnik grupların iç sınırlarını nasıl çizdiğini araştıran, kimi ise bir
performans olarak dansın simgeciliğini çözümlemeye çalışan -ve genellikle
birbirlerinin dilini pek anlamayan- öğrenciler çekmektedir! En azından
“geleneği” sürdüren ABD ve onun modelini izleyen (Türkiye gibi) ülkelerde…
Avrupa ülkelerinin çoğunda ise biyolojik ve sosyal/kültürel antropoloji
bölümleri ayrı fakültelere tahsis edilecek kadar ayrılmıştır birbirinden.
Kuşku yok ki bizi burada
ilgilendiren alan, insanı toplumsal ve kültürel bir varlık olarak ele alıp
irdeleyen sosyal-kültürel antropoloji ya da etnoloji.
Ve yine kuşku yok ki,
sosyal-kültürel antropoloji ya da etnoloji, ilgi alanında yalnız değil. İnsan
odaklı bir dizi alanla (sosyoloji, siyaset, iktisat, psikoloji, humanities…)
paylaşıyor toplum-kültür ilgisini.
Antropoloji bu disiplinlerden,
özgül tarihi, inceleme odağı ve araştırma tekniklerini içeren bir dizi
özellikle ayırt edilir.
Özgül tarihi açısından
sosyal-kültürel antropoloji, ayrı bir bilimsel disiplin olarak akademiaya dahil
olduğu XIX. yüzyıl Batı dünyasında iki özgül bağlam göze çarpmaktaydı: Sömürgecilik
ve yeni biçimlenmekte olan ulus-devletler bağlamı. Antropoloji, her iki
düzlemde de hem kuramsal hem de pratik gereksinimlere karşılık vermeyi
üstlenmiş gözükmektedir.
Immanuel Wallerstein,[5] sosyal bilimler arasındaki
işbölümünde Batı toplumlu odaklı idiyografik (tarih) ve nomotetik (piyasa
konulu iktisat, devlet konulu siyaset ve sivil toplum konulu sosyoloji)
bilimler ile Batılı-olmayan, öteki, “ilkel”, “yazısız”, “asefalik”, “kabile”
toplumları inceleyen antropoloji arasındaki işbölümüne dikkat çeker.
Gerçekten de bir disiplin olarak
biçimlendiği XIX. yüzyıl son çeyreğinden XX. yüzyıl sonlarına dek
antropolojinin ana ilgi odağı Avrupalı-olmayan ötekiler (völker) olagelmiştir.
Ve de iç-ötekiler: yani
kentli-uygar-okur-yazar-piyasaya tabi olmayan halklar, bir başka deyişle,
köylüler…
Bu hâliyle antropolojinin,
politik-ideolojik bir girişim olduğu söylenebilir: Bir ucunda sömürgeci
Batılı’nın Batılı-olmayan öteki’yle “nasıl” baş edeceğine ilişkin verilerin
sağlanması: ücretli çalışmaya nasıl ikna edileceği, kolektif mülkiyet,
akrabalığa dayalı toplumsal örgütlenme biçimlerinden nasıl vazgeçeceği, okula
gitmeye, yurdundan göçertilmeye nasıl razı edilebileceği, vb.
Öbür ucunda ise, kendilerini
kültürel halklar olarak tanımlamaya çalışan ve Avrupa’nın diğer uluslarından
nasıl, ne için ve hangi bakımlardan tefrik edilebilir olduklarını seçebilmek
için “ulusal” kültürlerinin en saf, en arı muhafızları olarak görülen
köylülerin masallarını, dilini, giysilerini, iş araçlarını didikleyen
ulus-kuruculuğu girişimi…
Özetle, antropoloji Batılı-kentli
(sivilize) olmayan dış ve veya iç ötekini anlama çabası olarak biçimlenmiştir.
İkinci ayırt edici yön, ilgi
odağının kendisine dikte ettiği araştırma tekniğidir. Tanımı gereği az-çok
homojen, yalın, küçük insan toplulukları arasında çalışan antropoloji,
böylelikle araştırıcının alanda uzun süre “yerli”lerle yaşadığı ve yüzyüze
ilişkiler kurarak onları gündelik yaşamları içinde gözlemlediği “katılımcı
gözlem”in ana bileşenini oluşturduğu, nitel bir araştırma yöntemi olan “alan
araştırması” ile de ayırt edilmektedir.
Ve nihayet, sosyo-kültürel
antropoloji, toplum, toplumsal yapı, toplumsal örgütlenme gibi konuları göz
ardı etmemekle birlikte, bunların gerisindeki kültürel örüntülerin peşinde
oluşuyla da ayırt edilir.
Ne ki, her üç vurgunun da bugün
bir hayli sorunlu olduğunu vurgulamak gerek.
“Öteki”ni anlama/anlamlandırma
girişimi olarak antropoloji, tam da “biz” ve “ötekiler” arasındaki sınırların
iyice geçirgenleştiği, belirsizleştiği, sınaî kapitalizmin tüm dünyayı tekil ve
eşitsiz bir küresel piyasa çevresinde yeniden dizilime tabi tuttuğu bir süreçte
ortaya çıktı.
Sermaye egemenliğinin tüm yeryüzü
coğrafyasına nüfuz ettiği ve ücra halkların özerk varoluşlarına son vererek
onları tekil ve acımasız bir piyasanın içine çektiği süreçte, antropolojinin
peşinde olduğu ötekilik, hızla Batı metropollerine dahil olacaktı.
Bugünün antropologunun kafasına
bir kolonyal şapka geçirip dağları, denizleri, bataklıkları aşarak, dünyanın
öbür ucundaki, avlandıkları karibuların eti ve yetiştirdikleri mango ile
geçinen “Mundugomour”ları keşfetmesi, artık olanaklı değildir.
[Isabel Allende’nin, Brezilya
Amazon ormanlarında “keşfedilen”, ve kendilerine doğru yaklaşmakta olan
helikoptere karşı kendilerini ellerindeki borulardan zehirli oklar üfleyerek
savunmaya çalışan yerli halkın, altı ay sonra ayaklarında sahte Nike’lar,
meraklı turistlere “otantik ürünler”ini pazarlamaya çalışan çığırtkanlara
dönüşmesini anlatan hüzünlü bir yazısı vardır.]
“Mundugomour”ları keşfetmek artık
mümkün değildir, çünkü onlar artık New York, Sao Paolo, Sydney, Kinsasha, Paris
ya da İstanbul varoşlarında, marjinal işlerde çalışarak, dilenerek, fahişelik
yaparak ya da uyuşturucu ayakçılığıyla tutunmaya çalışıyorlar.
Ya da, piyasa ekonomisine
tutunmayı başarabilenleri, kendi ülkelerinde kır ile kent arasında mevsimlik
işçiler olarak çalışmakta, hamburger yemekte, cep telefonunun bir üst markasını
edinmeye uğraşmakta.
Antropologun artık kafa-göz yara
yara yeryüzünde 100-200 kişinin konuştuğu dilleri öğrenmesine de gerek kalmadı:
onlar artık kırık-dökük de olsa İngilizce (ya da Fransızca veya İspanyolca)
dertlerini anlatabiliyorlar.
Böylelikle, 1950’li yıllardan
itibaren (“post-kolonyal çağ”) antropolojide “mekânsal bir kayma”dan söz
edebiliriz: Balta girmemiş ormanlar, çöller, bataklık kıyılarından, kendi
ülkelerinin metropollerine. Kuşkusuz araştırma kendiliğinde de koşut bir kayma
yaşanacaktır: kabileden etnik gruba…
Ancak bu sömürgeci mirastan
antropolojiye asli bir eğilim kalacaktır: madun gruplar (eski sömürge halklar,
göçmenler, emekçiler, varoşlar, etnik azınlıklar, gençlik altkültürleri,
mahkûmlar, AIDS hastaları, yaşlılar, uyuşturucu bağımlıları, sokak çeteleri,
cinsel azınlıklar…) arasında çalışmak.
Yukarıda antropolojiyi diğer
insan/toplum bilimlerinden ayırt eden ikinci veçhenin araştırma teknikleri
olduğunu vurgulamıştım: küçük gruplar arasında çalışmayı yeğleyen
antropologlar, uzun süreli bir yaşam ortaklığı deneyimini içeren “katılımcı
gözlem” ile temayüz etmektedir.
Ne ki, araştırma özneleri
kentlileşip okur-yazarlaştıkça, heterojenleştikçe, survey, anket, mülakat gibi
daha “sosyolojik” yöntemler antropolojik araştırmaya dahil olmuştur.
Öte yandan, “antropolojik özne”
kentlileşip “Batılılaştıkça”, araştırma odakları sosyolojiyle giderek daha
fazla kesişmektedir. Bunun sonucu, sosyolojinin, araştırmalarında giderek daha
fazla alan araştırma tekniklerini benimsemesidir.
Şu hâlde, antropoloji ile diğer
sosyal bilimler, özellikle de sosyoloji arasındaki açı, giderek kapanmaktadır.
Ancak, antropolojinin hem
geleneksel araştırma odağı, hem de tekniğinden kalıttığı iki temel özellik,
sosyal bilimlere özgün katkısı konusunda, tayin edicidir.
Antropolojik araştırma bir
karşılaş(tır)madır: iki etnik grup, iki kabile, iki topluluk, ama en genel
hâliyle “biz” ile ötekiler arasında bir karşılaştırma üzerinden, insanlığın
ortak temelleri ve farklılıklarını anlama girişimi. Netleştireyim: Batı’nın
“Batı-olmayan” üzerinden kendini anlama girişimi.
Bu girişim, “biz” ile “ötekiler”,
“Batı” ile “Batı-olmayan” küresel dünyada ne denli iç içe geçmiş olursa olsun,
kültürel kodlara işlemiş farklılığın süregittiği varsayımına dayanmaktadır.
Antropolojik bilgi ya da
farkındalık, böylelikle, antropolojik araştırmanın Batı dünyasının
çeperlerinden ya da kendi içindeki “öteki”nden taşıdığı bilgiler, görüler,
anlamlar, insan etkinlik ve anlamlandırma çabalarının olası çeşitliliğine
ilişkin imaları içermektedir.
Bu ise, Batı(lı) bilimlerinin
aşırı uzmanlaşmış, teknikleşmiş dilinin örttüğü insanî özü açığa çıkarmada
katkıda bulunur. Çünkü bu öz, ancak bir karşılaş(tır)ma momentinde açığa
çıkabilir.
Disiplinin geleneksel araştırma
tekniklerinden kalıttığı yüzyüzelik, mahremlik, anlam dünyalarını paylaşma
girişimi, bu karşılaş(tır)ma momentine ve uzman ve teknokratik dilin deşifre
edilmesine katkı sağlamaktadır.
Neresinden bakarsanız bakın,
antropolojik bilgi, küçük bir araştırma evreninden aylar, belki de yıllar boyu
yaşanarak devşirilmiş, “mahrem” (intime) bilgidir. Genelleştirmeye olduğu
kadar, özelleştirmeye de açıktır.
Anlatmaya çabaladığım konuda şu
bilinen anekdot, oldukça açıklayıcı:
Bu anekdot, iki bakımdan
aydınlatıcı. İki toplumsal evrenin hem farklılığına hem de
kaynaştırılabilirliğine işaret ediyor.
Dünya görüşlerindeki, kendini
konumlandırmadaki, yaşamı anlamlandırmadaki farlılık(lar). Kalkınma odaklı
araçsal bir modernite/uygarlık kavrayışı ile buen vivir’e dayalı bir weltenschauung
arasındaki farklılık.
Ama aynı zamanda bu iki dünya
görüşünün bu eşzamanlılığı, bu karşılaşma, aralarındaki ilişkinin zorunlu bir
evrimsellik olmadığını da gösteriyor bize. Bu eşzamanlılık, bu karşılaşma, bu
yüzden, bir birbirine dönüşebilirliği ima etmekte. Bir başka deyişle,
yaşadığımızın tek geçerli alternatif olmadığı, bir başka şeye dönüşme
olasılığını barındırdığına işaret ediyor. Yaşam topografyalarımızın bizleri
yönelttiği alternatifsizlik duygusunu kırarak başka seçeneklerin, başka yaşam
tarzlarının, başka bir dünyanın mümkün olduğu görüsü… Varoluş biçimlerimize
hükmeden paradigmaların içerisine ne denli kısılmış olduğumuza dair bir uyarı…
Gerçekten de, yeryüzünde başka
insanlar başka türlü yaşayabiliyorlarsa (ve duyuyor/düşünüyorlarsa), bu “biz”im
için neden mümkün olmasın?
Salt bu soruyu sordurabilme
yetisi dahi, antropolojiyi mutlaka yaşanması gereken bir deneyim kılmakta.
Öte yandan, uzman söylemlerin
perdelediği yalın insan ilişkilerini açığa çıkartma yetisi de bu disiplinin
ayrıcalıklı yönünü oluşturmaktadır. Bir iktisatçıyı kendi alanını, enflasyon,
talep eğrisi, borsa hareketlilikleri, piyasa dalgalanmaları, işgücü arzı gibi
kişilikdışı terimler çerçevesinde düşünmekten kurtularak insanların yaşamlarını
sürdürebilmek için giriştikleri geçim faaliyetleri ve mübadele ilişkileri
olarak görmesini sağlayacak durugörüyle donatması…. Böylelikle de iktisadın
küçük bahçesinde sebze yetiştirip köy pazarında satan kadına, otoyolların
kenarında yenilebilir yaban otları devşiren köylülere, atık lastikleri toplayıp
Surdibi’ndeki imalatçılara satan Roman çocuklara, bunları işleyip oto
döşemesine dönüştüren yer altı atölyelerine, örgütlenmek için didinen atık
kağıt işçilerine, pazarda fiyatların ucuzlaması için akşam vaktini bekleyen ev
kadınına, işten dönünce köprünün üzerinde kalem, pil ve bilumum hırdavat
satmaya çıkan öğretmene, karısına işten atıldığını sezdirmemek için bütün gün
kahvede pinekleyen muhasebeciye, cep telefonunu bir üst modelle değiştirmek
amacıyla kendini pazarlayan öğrenci kıza, Suriyeli, Afgan, Iraklı mültecileri
Yunan kıyılarına taşıyan insan kaçakçılarına, tütüne, pamuğa, fındığa giderken
yolları jandarma tarafından kesilip kente sokulmayan mevsimlik Kürt tarım
işçilerine değgin bir alan olarak kavranılmasına verebileceği katkı…
Veriler, göstergeler, rakam ve
istatistikî temsiller olmaktan çıkıp da kanayan, acı çeken, evine ekmek
götürmek için didinen insanlara dönüştükçe, onlar için daha insanî, daha adaletli
bir iktisadî yaşama ilişkin tahayyüller de olanaklı hâle gelecektir.
Öte yandan, daha önce de
değindiğim gibi, iktisat(çılar)la daha yakın bir işbirliği, antropolojiyi de
son yıllarda saplandığı “kültüralizm” tuzağından kurtulmasında katkı sağlayacaktır.
“Kültüralizm” kavramına burada
çift veçheli bir görüngüye gönderme yapmak için başvuruyorum. İlkin,
toplumsal/kültürel birimleri, kendi kültürel haritaları içine kapanmış,
değişime kapalı, eşsiz ve biricik, sınırlı kendilikler olarak tasavvur edilen
“kültürleri” tarafından biçimlendirilmiş, “tercüme edilemez” nitelikler olarak
tasavvur etmek.
Samir Amin “kültüralizm”in bu
veçhesini, “görünüşte iç tutarlılığa sahipmiş izlenimi veren, kapsayıcı,
‘kültürel’ değişmezler varsayımına dayalı, ekonomik, sosyal ve politik
sistemlerin dönüştürücü etkisine maruz olmayan bir teori” olarak tanımlar.
Amin’e göre “bu anlayışta kültürel özgünlük zorunlu olarak farklı olması
gereken tarihsel güzergahların başlıca itici gücü” sayılmaktadır.[6]
“Kültüralizm”in bu veçhesi,
antropoloji tarihinin önemlice bir bölümüne damgasını vuragelmiştir: toplumsal
birimleri, özgül bir teritoryada, uzun bir süre birlikte yaşama yani ortak
tarih deneyimleriyle biçimlenmiş bir kültürün katılımcıları/taşıyıcıları olarak
tanımlama eğilimi.
Ana akım antropolojinin bu
“sabite”sine ilk ciddi meydan okuma, Wallerstein’ın “dünya sistemi kuramı”ndan
esinlenen “ekonomi-politik”çilerden, yani Marksist antropologlardan gelecektir.
Antropologun incelediği birimin, isterse dünyanın en ücra köşesinde olsun,
küresel kapitalist ilişkilerden “yalıtılmış” olmadığı/olamayacağı, toprakların
antropologdan önce asker, köle taciri, sömürge memuru, tüccar ya da misyonerler
tarafından “kirletilmiş”, yani müdahaleye uğramış olduğu, bu nedenle her türlü
“kültürel otantisite” iddiasının bir yanılsamadan ibaret olarak görülmesi
gerektiği savı, antropolojinin gözde kavramı “kültürel biriciklik” iddialarını[7] boşa düşürmektedir.
“Kültüralist” çerçevenin bu
meydan okumaya yanıtı, kültürlerin insanların geçinmek, barınmak, üremek,
eğlenmek, tapınmak vb. için yapıp ettikleri yani “pratik”lerinden değil,
pratiği yönlendirdiği varsayılan değer sistemleri, anlam ağları, iletişim
örüntüleri, tahayyül yapıları vb.’nden oluştuğu, yani özünde zihinsel bir “şey”
olduğunu ileri süren yorumsamacılığa sarılmak olmuştur. Bir başka deyişle,
insanların nasıl ürettiği iktisadın, nasıl çiftleştiği psikolojinin, nasıl
örgütlendiği sosyolojinin konusudur; antropolojinin görevi, tüm bu davranışları
yönlendiren gizil mental örüntüleri açığa çıkartmak, açıklamak ya da, en
doğrusu anlamak/yorumlamak olmalıdır.
En yetkin biçimini Clifford
Geertz’de bulan[8] bu kavrayış da kültüralizmin
ikinci veçhesidir.
Pierre Bourdieu’nün “teorik bir
çarpıtma”[9]
olarak tanımladığı bu tutum, “büyük kuramlar”ın yanı sıra, “sınıf”ın da
ölümünün ilan edildiği ve “yerel”e, “farklılığa” vurgunun bir çeşit entelektüel
alamet-i farika sayıldığı günümüzde antropolojiye derinlemesine nüfuz etmiş
durumdadır. “Örümcek ağı”, yalnızca antropologun (ya da dilerseniz sosyologun/sosyal
bilimcinin) araştırma öznelerini değil, bizatihî araştırıcıyı da sarmalamakta,
hareket serbestîsini kısıtlamaktadır! Nihayetinde ne denli çabalarsak
çabalayalım, kendi (kültürel) anlam ağlarımızın dışına çıkamayız; çünkü böylesi
bir “dış” mevcut değildir!
Bu türden bir kavrayış, hiç kuşku
yok ki, bilimsel girişimi toplumsal yaşam üzerindeki dönüştürücülük
iddialarından vaz geçmeye zorlarken, sosyolojik-antropolojik metni, “herhangi
bir anlatı”ya dönüştürmektedir.
Küresel kapitalizmin yeryüzünde
nüfuz edilmedik bir avuç toprak parçası, bir su birikintisi, bir solukluk hava
bırakmadığı günümüz dünyasında, bilimin dönüştürücü yetisini yitirmenin çok şey
yitirmek olduğunu düşünen biri olarak, böylesi bir çerçevenin mutlaka aşılması
gerektiği kanısını paylaşıyorum. Sosyal bilimcilerin yeri, ezilenlerin,
sömürülenlerin “adil, eşitlikçi, bir kardeşlik dünyası” düşünü hayata geçirme
çabalarından yana olmalı.
Bu nafileleştirici çerçevenin, en
azından antropoloji alanında ikili bir çabayla aşılabileceğini düşünüyorum.
Bunlardan ilki, Wallerstein öncülüğündeki Gulbenkian Komisyonu’nun yıllar önce
“Sosyal bilimleri açın!”[10] çağrısında dile getirdiği
disiplinlerarası, bütüncül bir toplum bilimi anlayışı…
İkincisi ise, sosyal bilimlerin
insanın faaliyetlerini, praksisi temel alan bir paradigmaya geri dönmesi.
Antropoloji açısından bu
çaba(lar) toplumsal varoluş ile toplumsal tahayyül, beden ile zihin, pratik ile
düşünce, yapma ile bilme, sınıf ile kültür arasındaki sahte düalizmleri ilga
edip aralarındaki, ancak birlikte varolmalarını sağlayan, ya da onları Janus’un
iki yüzü kılan diyalektik ilişkiyi açığa çıkartan bir yaklaşım benimsemek
anlamına gelecektir.
Bu da bizi, söze başlarken
değindiğim “iktisat-antropoloji” ilişkilerine geri getiriyor.
Kestirmeden söyleyeyim;
Marksizm’in İktisat ile antropolojiyi buluşturacak sağlıklı bir zemin olduğunu
düşünenlerdenim. Antropoloji disiplini açısından bu, “Marksist antropoloji”dir.
Tabii, “Marksist antropoloji”
önermesi ilk kez burada formüle edilmiyor. Karl Marx ve Friedrich Engels’in
kavram ve yöntemlerini antropolojiye uygulama girişimi olarak Marksist
antropoloji, disiplinin gündemine, Batılı toplum ve insan bilimlerinin,
1950’lerin ortalarından itibaren gerçek yaşamda olagelen değişimler ile, toplum
bilimlerin bunları açıklamada içerisine düştüğü yetersizliğe ilişkin bir
altüstlüğe, siyasal, kuramsal ve pratik bir krize bir tepki, bir yanıt olarak
1960’ların sonu, 1970’lerin başlarında girdi. Ve neredeyse yarım yüzyıldır
disipline damgasını vuran yapısal-işlevsel paradigmanın sarsılmasında,
eleştirel yaklaşımın antropoloji içerisinde başat konuma geçmesinde önemli bir
rol oynadı.
Ancak ben Marksist
antropolojinin, görevini tamamlayamadan, olanaklarını, olasılıklarını
tüketmeden, çok erken bir biçimde “antropolojik kuramlar tarihi” müzesinin bir
artefact’ına dönüştüğünü düşünüyorum.
Bunda kuşkusuz, “Marksist
antropoloji”nin, Althusser dolayımıyla, Fransız entelektüel âleminin yapısalcı
tartışmalarının ortasına deyim yerindeyse, “düşmesi”nin payı büyük. Gerçekten
de, Meillassoux, Godelier, Rey vb. gibi Althusser esinli önemli
“yapısal-marksist” antropologlar, böylelikle, bitmez tükenmez üretim
yapıları/tarzları tartışması içerisinde, entelektüel moda nesneleri olarak
tüketilip gittiler. “Üretim tarzı” tartışmaları, kaldırılan onca toza dumana
rağmen, çözüme kavuşturulamadı; ama zaman içerisinde sönümlendi - gündemden
silindi gitti.
Marksist antropolojinin içerdiği
olasılıkları hayata geçirmeden tüketilmesinde bir başka faktör ise, kanımca,
anaakım antropolojide açtığı eleştirellik gediğinden, “zamanın ruhu” uyarınca
“post-“ damgalı akımların dolmasıdır: postyapısalcılık, postmodernizm,
feminizm/postfeminizm, postmarksizm vb. vb… Böylelikle eleştiri kendini
gerçekleyemeden, eleştirinin eleştirisine, o da “eleştirinin eleştirisinin
eleştirisine” yol açacak, son derece anlamlı (ve önemli) bir girişim olarak
iktidarın eleştirisi, her şeyin eleştirisine, o ise eleştirinin heryerdeliğine,
ve sonuçta nafileliğine kapı aralayacaktır.
Sanırım günümüzün kapitalizmin
tüketiciliği tarafından (burada yalnızca bir “müşteri davranışı” olarak
tüketiciliğin söz konusu olmadığı açıktır. Kastettiğim, “yeniden üretim”i
olanaksızlaştıran bir tüketiciliktir: havanın, suyun, toprağın, doğanın, insanın
tüketilmesinden söz ediyorum) sarmalanmış günümüz dünyasında, ne sözcük
oyunları, “trope”lara indirgenmiş bir
sosyal bilim, ne de istatistiklere, eğrilere, matrislere indirgenmiş bir
iktisat, “başka bir dünya”nın olasılığına işaret etme yetisini sergileyemez.
XX. yüzyılın son onyılından
itibaren yeryüzünün çeşitli bölgelerinde patlak veren isyanlar, sosyal
bilimleri, post-modern yerelcilik ve iktidarsızlaşma perspektiflerinin ötesine
geçmeye çağırıyor. Bir başka deyişle, XX. yüzyılın sosyal devrimlerini başarılı
kılan Marksist içerikle yeniden buluşmaya çağırıyor. Ya da dilerseniz, söylem
ile eylemi, kuram ile pratiği yeniden buluşturmaya, bir praksis felsefesini
yeniden değerlendirmeye çağırıyor.
Belirtmeye gerek var mı,
günümüzde Marksist bir antropoloji, antropoloji kavramının içeriğinin biçimlendiği
XVIII. yüzyıldaki ya da selefinin 1970’lerde düştüğü hatadan kaçınmalıdır. Bir
başka deyişle, Marx’ın özellikle ilk yapıtlarında karşımıza çıkan insanın
ne’liği üzerine (felsefî) antropolojisini[11] ve antropolojik ilgiyi üretim
tarzı tartışmalarına kilitleyerek formalize eden yapısal marksizmi aşabildiği
ölçüde günümüz dünyasını ezilenlerden/sömürülenlerden yana dönüştürülmesine
katılabilecektir. Bu, Marksist antropolojinin (dilerseniz tüm Marksist sosyal
bilim savlarının), akademik bir mevzu, ya da entelektüel bir münazara teması
olmaktan çıkartılarak sokağa inmesini, yeniden hayata karışmasını
gerektirecektir. Ter atölyelerinde, boğaz tokluğuna çalıştırılan enformel
işçilerin, Beyoğlu’nun arka sokaklarında, hayata karışmak için karanlığın
basmasını bekleyen kaçak göçmenlerin, kağıt toplayıcısı Kürtlerin, misyonerce
bir tutkuyla Afrika ülkelerine açılırken aynı zamanda ticaret ağlarını
genişleten cemaatlerin, sayıları on yıl içerisinde 5 milyondan 12 küsur milyona
fırlayan, böylelikle de işsizlerin nüfus içindeki oranını aşağıya doğru
çekerken, bir yandan da yalnızca işgücünün değil, aynı zamanda muhafazakâr
ideolojinin yeniden üretimine gövdeleriyle katılan ev kadınlarının,
bürokrasinin kılcal damarlarına nüfuz ederken yeni kliyantel ağları devreye sokan
İmam-Hatip çıkışlıların… dünyasına katılmasını…
Seminer programınızın başlığının
aklıma getirdiği bir-iki noktaya değinmeden sözü bitirmek istemiyorum:
“Sermayenin antropolojisi”, gerçekten de güzel bir başlık. Ve ne yalan
söyleyeyim; antropolojik girişim açısından olağandışı.
Çünkü yukarıda da değindiğim
gibi, tarihsel birikimi, antropolojiyi “madunlar” ile ilgili bir bilim dalı
kılmıştır. “Sermaye antropolojisi” Nader’in yıllar önce “yukarıyı incelemek = studying up”[12] olarak tanımladığı işi gerçekleştirmeye
yönelik bir adımdır: madunları değil de, baskı ve sömürünün içerisinde
gerçekleştiği yapıların incelenmesi. Şöyle diyordu Nader:
“Aşağı”yı olduğu gibi ‘yukarı’yı incelemek bir
çok ‘sağduyu’ sorusunu tersinden sormamıza olanak sağlayacaktır. Bazı
insanların neden yoksul olduğunu sormak yerine, neden bazılarının bu kadar
zengin olduğunu sorarız, örneğin. Bir toplum bilimci Amerikan zengin ve orta
sınıfların sürü davranış örüntülerini nasıl açıklayabilecektir? “Çok sayıda
seçeneği var”mış gibi duranların değişim karşısındaki o fantastik direncini
nasıl açıklayabiliriz? Antropologlar nasıl olur da, köylülerin neden
değişmediğiyle otomobil sanayinin neden yeniliklere yönelmediği ya da Pentagon
veya üniversitelerin neden örgütsel olarak daha yaratıcı olamadığı sorusundan
daha fazla ilgilidir? Bu gibi aslî kurumların ve bürokratik örgütlerin
muhafazakârlığı olasıdır ki türümüz ve değişim kuramları açısından, köylülüğün
tutuculuğundan çok daha önemli sonuçlara yol açmaktadır. (s.289)
Neo-liberalizmle birlikte
sermayenin edindiği akışkanlık, kültürel modaliteleri (“kültürel sermaye”
olarak) temellük etmedeki başarısı, yeni finansal aktörlerin yükseliş ve
batışının kazandığı hız, yeni ve konvansiyonel-olmayan sermaye kesimlerinin
(“Asya Kaplanları”, BRIC, Anadolu Kaplanları, “yeşil sermaye”, yerli
girişimciliği vb. vb.) Batı değerlerini sorgulayan yükselişleri, bu öngörüleri
doğrulayarak “sermaye antropolojisi”ni hem antropoloji hem de iktisat
bilimcilerin önünde, ortak çalışabilecekleri, yeni bir alan olarak açıyor.
Marksizm ise hem iktisatçıların,
hem de antropologların bir yandan diyalog geliştirebilecekleri, bir yandan da
bilimin dönüştürücü işlevinin hakkını verebilecekleri verimli zemini
oluşturmaktadır.
N O T L A R
[1] Fuat Ercan’ın M.Ü. İktisat Fakültesi
Yüksek Lisans programı çerçevesinde, 17 Aralık 2013 tarihinde İstanbul’da
gerçekleşen “Sermayenin Antropolojisi II” seminerinde yapılan sunuş… İnsancıl,
Yıl:24, No:285, Nisan 2014; İktisat Dergisi, No:527, Temmuz 2014…
[2] Rosa Luxemburg.
[3] Bkz. Metin Cosgel,
“Conversations Between Anthropologists and Economists”, University of
Connecticut, Dept. of Economics, Working Paper, 2005-29, July 2005, http://digitalcommons.uconn.edu/cgi/viewcontent.
cgi?article=1063&context=econ_wpapers
[4] Bkz. S.Özbudun, “Ötekinin
Tarihçesi”, Kültür Hâlleri, Ütopya
Yayınları
[5] I. Wallerstein, Sosyal Bilimleri Düşünmemek - XIX. Yüzyıl
Paradigmasının Sınırları (İstanbul: Avesta Yayınları, 1997) ve Yeni Bir Sosyal Bilim İçin (İstanbul:
Aram Yayıncılık, 2003)’de.
[6] Samir Amin,
Modernite Demokrasi ve Din. Kültüralizmlerin Eleştirisi (TOFV/Özgür Üniversite,
Ankara: 2006).
[7] “Kültüralizm”in
bu veçhesi, antropolojik mirasa daha “eleştirel” yaklaşan antropologların
kavrayışlarına da damgasını vurmaktadır. İşte feminist antropolog Sherry
Ortner’ın “ekonomi politik” yaklaşıma itirazları: “(Ekonomi politik) görüşün
merkezinde, kapitalist dünya sisteminin bizim üzerinde çalıştığımız her şeye
dokunduğu (veya çoktan sızdığı) ve dolayısıyla, saha araştırmalarımızda ve
monograflarımızda anlattıklarımızın, bu sisteme yanıt olarak ortaya çıktığı
varsayımı yatmaktadır. Bu belki Avrupa köylüleri için doğru olabilir, ancak (…)
“merkezden” adım adım uzaklaşmaya başladığımızda bu varsayım oldukça sorunlu
hâle gelecektir. Bir toplum, hatta bir köy bile, kendi yapısına ve tarihine
sahiptir. (…)
Kapitalizm-merkezli
dünya görüşünden kaynaklanan sorunlar ekonomi-politikçilerin tarihe bakışını
etkilemektedir. (…) Bu bakış açısına göre, bizler toplumun tarihiyle ilgili bir
bilgiye ulaşamamakta; daha çok bizim toplumumuzun bu toplum üzerindeki
etkisinin bilgisine erişebilmekteyiz. Böylesi bir bakış açısının sonuçları
geleneksel antropolojik ilgiler dâhilinde oldukça yetersiz ve ikna edicilikten
uzak görünmektedir: Bu konular söz konusu toplumun gerçek örgütlenişi ve
kültürüdür. (…) Onlar bu diğer sistemi, onun geleneksel ve özgün yönleriyle
asla bilemeyeceğimizi iddia ederler.
(…) (Oysa) diğer
sistemleri, ayakları yere basan bir zeminden hareketle gözlemlemeye çalışmak,
antropolojinin insan bilimlerine ayırt edici, hatta belki de tek katkısıdır. Bu
bizim, saha çalışmalarımızda kıyıdaki yerlilerin bakış açısını kavramak için
edindiğimiz kapasitemizdir. Bu bakış açısı bizim bilgimizi aşan her şeyi, hatta
kendi kültürümüzdeki şeyleri bile görmemizi sağlar.” [akt.: Kaye Crehan, Gramsci, Kültür, Antropoloji (Kalkedon
Yayınları, İstanbul: 2006, ss.79-80)]
[8] “Max Weber ile
birlikte,” diyor Clifford Geertz, “insanın kendi ördüğü anlam ağlarında asılı
bir örümcek olduğuna inanmakla, kültürün bu ağlar olduğunu söylüyor, bu nedenle
de analizin yasa peşindeki deneysel bilim değil, anlam peşindeki yorumsal bilim
olması gerektiğini öne sürüyorum. Benim peşinde olduğum, açıklama, yüzeysel
muammalarının üzerine toplumsal ifadelerin inşasıdır” (Clifford Geertz, “Thick
Description”, The Interpretation of
Cultures.Selected Essays.New York: Basic Books, 1973, s.5).
[9] “Antropologun kendi
araştırma-nesnesiyle özel ilişkisi, onun gözlemi yapılan sistem içinde (seçilme
ve oyuna katılma dışında) bir yere sahip olmadığı ve içinde kendine yer
aramadığı gerçek toplumsal etkinlikler oyunu dışından bir gözlemci olarak
konumu, pratiklerin -tüm toplumsal ilişkilerin iletişimsel ilişkilere ve daha
kesin olarak işlemlerin kod çözümüne indirgendiği- yorumsamacı bir sunumuna
yönelttiği sürece, teorik bir çarpıtmanın özelliklerini içerir.” (Bourdieu)
[akt.: Craig Calhoun, “Bourdieu Sosyolojisinin Ana Hatları”, G. Çeğin, E.
Göker, A. Arlı, Ü. Tatlıcan (der.), Ocak
ve Zanaat - Pierre Bourdieu Derlemesi, İletişim Yayınları, İstanbul: 2007,
s.87)
[10] Bkz. Sosyal Bilimleri Açın, Gulbenkian Komisyonu (İstanbul: Metis
Yayınları, 1996).
[11] Bu yaklaşımın
örnekleri için bkz. George Márcus, “Marx’ın Felsefesinde ‘İnsanın Özü’ Kavramı:
Marksizm ve Antropoloji”, S.Özbudun, G. Marcus, T. Demirer, Yabancılaşma ve… (Ütopya Yayınları,
Ankara: 2008, ss.107-214); ve Thomas C. Patterson, Marx, Anthropologist, (Berg Publishers, 2009, öz. ss.39-63)
[12] Laura Nader, “Up the
Anthropologist - Perspectives Gained from Studying Up”, Dell Hymes (der.) Reinventing Anthropology, Pantheon Books
New York, 1969.
Yorum Ekle