“Etik açıdan toplum bilimleri insanlığa hizmet etmeli; ancak sınıflar, etnik gruplar, uluslar vb. arasındaki çelişkilerl...
“Etik açıdan
toplum bilimleri insanlığa hizmet etmeli;
ancak sınıflar,
etnik gruplar, uluslar vb.
arasındaki
çelişkilerle dolu bir dünyada,
herkesin
çıkarlarına hizmet etmek
olanaksız
gözükmektedir.
Ezilenlerle
ezenlerin dolayımsız çıkarları arasında
bir seçim yapmak
zorunda kalırsak,
sorumluluğumuz
ilk elde ve öncelikle birincileredir:
çünkü özel
yetkinliğimiz bu alandadır.”[1]
Şu satırlara göz atar mısınız?
“Bu yazı rahatlıkla ‘Ernesto Laclau’nun popülizm çözümlemeleri, Gezi
Direnişini anlamamız için zengin bir kavramsal malzeme sunuyor’ cümlesiyle
başlayabilir, bir kavram ile bir olay arasındaki mesafeyi en kolay yoldan
kapatmayı tercih edebilirdi. Gezi’de olayın hakikâtinin peşine düşenler,
çokluğun canlı etinin izini sürenler, yazlıklarını çıkarmayı reddedip
kışlıklarıyla mevsim geçişini kafalarında erteleyip yeni olana geleneksel
kategorilerle riske girmeden ışık tutmayı yeğleyenler hep bu yoldan gittiler…”
Sanırım bu çetrefil girizgâhın
ardından yazı, “Gezi Direnişi”nin Laclau’nun (Türkçesi 2007’de yayınlanmış) bir
kitabının kuramsal çerçevesi ile açıklamanın pek de sağlıklı olmadığını
tartışıyor. (“Sanırım” diyorum, çünkü kısacık olmasına karşın, okunması bir
hayli meşakkatli bir metin…)
Derdim kişisel(leştirilmiş) bir
polemik olmadığı için, satırların yazarının adını vermek istemiyorum; paragrafı Birgün gazetesinin kitap ekindeki bir
kitap tanıtım yazısından aldığımı belirtmekle yetineyim.
Tekrar ediyorum, niyetim herhangi
bir kişi ya da çevreyle polemiğe girişmek değil. Geçtiğimiz aylarda (tam da
Melih Gökçek’in üniversiteden geçirmek istediği yolun yapım çalışmaları
sırasında, öğrencilerin inşaat makinelerine ve polise direnişinin orta yerinde,
kampüsün gaz bulutlarıyla kaplandığı, plastik mermilerin havada uçuştuğu bir
ortamda Ulus Baker anısına ODTÜ’de gerçekleştirilen bir sempozyuma sunulan
tebliğlerden birinin başlığının “Deleuze’cü açıdan Gezi” ya da ona benzer bir
şey olduğunu duymuş olmasam… Ya da Haziran 2013 kalkışmasına bizzat katılmış genç
akademisyenlerin, tanıklık ettikleri olayları “Deleuze’cü”, “Guattari”ci,
“Baudrillard’cı”, “yapıbozumcu”, “karnavalesk” vb. terimler çerçevesinde
tartışma konusundaki şevklerine tanık olmasam… “Münferit” der geçerdim. Ama
“sorun” münferit değil.
Sorun
bu tip yaklaşımların, günümüzde sosyal bilimcilerin, genç akademisyenlerin,
sosyal bilimlerin 1980’lerden bu yana yöneldiği, süslü bir retorikle kaplanmış
“vazgeçiş”e hevesle sarılmaları.
Vazgeçiş…
“Büyük anlatılar”dan, her türlü “nesnellik” savından, “bilimsellik”
iddialarından, “açıklama” gayretinden, “dönüştürücülük” niyetinden, “etkinlik”
isteğinden, 11. Tez’den…
Ve
teslim oluş: “Tarihin sonu”, “İdeolojinin ölümü”, “Gerçekliğin yitimi”, “hiper
gerçeklik”, “Her şey kopyanın kopyasının kopyası” söylemlerine…
Bu “vazgeçiş”, bu “teslim oluş”
hiç kuşku yok ki neoliberal kapitalizmin hem kamusal olan her şeyi, hem de
bios’u yok etme tehdidiyle yüklü “Pyrrhus zaferi”yle birebir ilişkili.
“Piyasa”, yeryüzünün en ücra bucağını, Senegalli çocukların düşlerini, El
Salvador maquiladora’larında gençliklerini tüketen kadınların emeklerini,
Amazon yerlilerinin yucca bahçelerini, dokuz yaşında gelin edilen, daha doğrusu
dedeleri yaşındaki Katarlı petrol şeyhlerine satılan Suriyeli, internet
üzerinden pazarlanan Taylandlı kız çocukların yaşam sevincini, kendi
ürettikleri sütleri bebelerine içiremeden Nestle’ye satmak zorunda bırakılan
Hintli köylülerin geçimlerini, büyük Kuzey metropollerinin albenisine kapılıp
sosyalizmden vazgeçen Polonyalı işçileri, son konuşmacıları çocuklarına
öğretemediği için ölüm döşeğinde yatan yerel dilleri, tuvalet kâğıdı üretmek
için katledilen ormanları, borulara tıkıştırılan dereleri, petrol ürünlerinden
nükleer atıklara dev bir çöplüğe dönüşen toprakları ve denizleri, kısacası bu
koca dünyadaki her şeyi, ama her şeyi kendine boyun eğdirmek üzere temellük
ederken… bilim (ya da üniversiteler) bu saldırıdan ne kadar masun kalabilirdi
ki?
Üniversite 1980’li yıllarda
toplumsal - kamusal her şeyi kullarından “kâr, daha çok kâr”dan başkaca bir talebi
olmayan serbest (yoksa “dizginlerinden boşanmış” mı demeli?) piyasa tanrısına
kurban eden neoliberal kapitalizmin hedef tahtasına yerleşmekte gecikmedi.
Üniversiteler hem bir “israf kaynağı” (öyle ya, eğitim ücretsizdi,
araştırmacılar kapitalist sistem açısından getirileri şüpheli birçok “lüzumsuz”
konuda zaman, kaynak ve enerji harcıyorlardı; dahası “abes” bir kamuculuk
anlayışıyla, devasa bir pazar oluşturabilecek olan öğrenciler ucuz yurtlar,
yemekhaneler, ücretsiz ulaşım, ders notu dağıtımı vb. yoluyla sübvanse
ediliyordu!) hem de kamu sırtından AR-GE faaliyetlerini yıkabilecekleri
potansiyel araştırma kurumlarıydı.
Kuzey ülkelerinden başlamak üzere
üniversitelerin bu tasallut karşısındaki tepkileri, Slaughter ve Leslie’nin
(1997), “yüksek öğrenci sübvansiyonlarından, temel ya da ‘merak-yönelimli’
araştırmalardan ve fakülte ve kurumsal özerklik”ten (s.214) vazgeçerek,
“akademik kapitalizm” dedikleri, kaynak yaratıcı girişimlere yönelmek oldu.
Yazarlar “akademik kapitalizm”i “dış parayı sağlamak amacıyla kurumsal ya da
profesöryel piyasa ya da piyasa-benzeri çabalar” (s.8) olarak tanımlıyordu.
“Piyasa-benzeri çabalar”dan kasıtları dış kaynak sağlayıcılarından “bağış ve
kontrat, teberru fonları, üniversite-sanayi işbirliği, profesörlerin
şirketlerine kurumsal yatırımlar, öğrenim ücret ve harçları” gibi fonlar için
rekabet; piyasa davranışından kast ettikleri ise, patentleme, lisanslama, mal
ve hizmet satışı gibi kâra yönelik faaliyetlerdi.[2] (s.11)
Ne ki, “akademi-piyasa
füzyonu”ndan tüm disiplinlerin aynı ölçüde “nasiplendiği”ni öne sürmek zor.
Moore, Kleinman, Hess ve Frickel
(2011) bilim ile neoliberal küreselleşme arasındaki ilişkileri irdeledikleri
makalelerinde, “bilgi ekonomisinin büyümesi ve üniversite-sanayi ilişkilerinde
yeni örüntülerin ortaya çıkışı”ndan söz ederken, dayanıklı tüketim malları
üreten sanayilerin eski tarımcı ülkelere doğru kaydırıldığı bir ortamda, zengin
sanayileşmiş ülkelerde enformasyon teknolojileri, biyoteknoloji, nanoteknoloji
gibi bilim-yoğun sanayilerin değer kazandığını kaydediyorlar. Buna karşılık,
yazarlara göre refah devleti kavramıyla güçlü bağları olan okul ve bölümlerin
(örneğin kriminoloji, sosyal hizmetler, kamu sağlığı ve bazı toplum bilimleri)
yanı sıra, “eski sanayi tipleriyle bağlantılı bölümlerin de -kimya ve fizik
gibi- değer yitimine uğramaktadır”.
Piyasanın, daha doğrusu piyasanın
en önemli aktörleri olan (çokuluslu) şirketlerin ilgisi pazarlanabilir
teknolojilerin geliştirilmesi üzerinde yoğunlaşırken, üniversitelerin
yitirdikleri kamusal fonları piyasadan karşılamak üzere (“yükselen” taleplere
yanıt verecek şekilde) yeniden yapılanmaya yöneldikleri, bu süreç içerisinde
temel ve sosyal bilimlerin ağır hasar gördüğü, bir sır değil.
Ancak sosyal bilimlerin
neoliberal kapitalizm tarafından (neredeyse) topyekûn değersizleştirilmesi
sürecinin bir başka (ve üniversite-dışı) boyutu daha var: Sosyal bilimcilerin
“sosyal gerekirlikleri”nin, daha doğrusu “sosyal rolleri”nin altının oyulması.
Bunun bir boyutunu, neoliberalizmin dayattığı hukuk çerçevesinde devletlerin
çevre, yurttaş sağlığı, küçük üreticileri korumak gibi kontrol mekanizmaları ve
müeyyidelerinin aşındırılması ve bu tip konularda denetim “yetki”sinin
yaptırımları muğlak ve yetersiz “uluslar arası yönetişim aygıtları”na
aktarılması oluşturuyor. Bu durum, “toplumsal düzenlemelerin serbest ticaret
anlaşmalarıyla uyum içerisinde olması gerektiği ve toplumsal düzenleme açık bir
şekilde piyasalara müdahaleci bir yaklaşım olduğuna göre, toplumsal müdahâlenin
giderek olanaksızlaşması” [Moore vd. (2011)] sonucunu getirmektedir. Bir başka
deyişle, toplum bilimcilerin yönetim aygıtları/kurumları nezdinde “düzenleyici”
olarak konumlarını yitirmeleri, işlevsizleşmeleri, değersizleşmeleri… Öyle ya,
devletin toplumun dezavantajlı kesimlerine yönelik koruyucu işlevleri, ya da
kamu yararı gözeten müdahale olanakları “serbest piyasaya müdahale” başlığı
altında olanaksızlaştırılmışsa, bu üniversitelerin ve bilim insanlarının devlet
tarafından “kamu yararına” istihdamını da olanaksızlaştırmakta ve onları devlet
nezdinde değersizleştirmektedir. Bir örnek vereyim: Türkiye’de sosyal
bilimlerin (devlet nezdinde) en “prestijli” yılları, hiç kuşku yok ki, hızlı
ve/fakat plansız büyüme yönelişinin yol açtığı hızlı sanayileşme ve kentleşme
olgularından kaynaklanan sorunlarla baş edebilme konusunda (DPT kanalıyla)
sosyal bilimlere “planlı kalkınma”ya katkıda bulunması (Benedict, Tümertekin,
Mansur 1971: x; ) için müracaat edilen 1960’lardır. Böylelikle örneğin,
Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü ve Türk Sosyal Bilimler Derneği tarafından
düzenlenen ve 23-25 Şubat 1970 tarihleri arasında toplanan ‘Türkiye’de Sosyal
Araştırmaların Gelişmesi’ konulu Konferans”nın sonuç bildirisi, bugün pek az
sosyal bilimcinin hayal etmeye cüret edebileceği iyimserlikte bir taleple son
bulmaktaydı: “Toplumumuzun sosyal
sorunlarının çözümlenmesine ve ülkemizin kalkınmasına yardımcı olacak sosyal
bilim araştırmalarına öncelik vermek, araştırıcılar arası işbirliğini sağlamak
ve araştırmaların yürütülmesini desteklemek üzere Devletçe özerk bir Sosyal
Araştırmalar Kurumu kurulması gereklidir.” (SBD, 1970: 253)
40 yıl kadar sonra, sosyal bilim
öğrencilerinin formasyon haklarının ellerinden alındığı, öğrenci sempozyumları
için yer bulamadıkları bugün böylesi bir talep insana ne denli akıl almaz bir
iyimserlik gibi geliyor, değil mi?
İktisadî-siyasal aygıtın sosyal
bilimciyle ilişki kesmesinin çok da kötü olmadığını düşünenler olabilir;
kanımca haklıdırlar da… Bu “kopuş” sosyal bilimciler için iki açıdan
bağımsızlaşma olanağını içermektedir: İlkin akademik aidiyetin
pseudo-elitizminden bağımsızlaşmak: -Ne denli zengin ve derinlikli olursa
olsun- birikim ve yetilerine atfedilen değerin “yapısal” değil, bağlamsal,
koşullu ve arızî olduğunu görmek, “bilim emekçileri” olarak toplumun madun
kesimleriyle duygudaşlık kurmalarının kolaylaştıracaktır. İkincisi ise,
devletten ve onun sosyal bilimcilere biçtiği rol(ler)den bağımsızlaşmak… madun
kesimlerle duygudaşlığın ötesinde, bilimsel emeğin paylaşımı olanağının önünü
açacaktadır.
Ancak, söylemesi kolay…
Kabul etmek gerekir ki sosyal
bilimler toplumların iktidar-dışı kesimleriyle yakınlaşma seçeneğiyle ilk kez
karşı karşıya kalmıyorlar. Batı üniversitelerini de kapsamlı biçimde etkisi
altına alan 1968 rüzgârı, genç bilim insanlarını hızla radikalleştirmiş,
toplumu ve hayatı eşitlikçi ve paylaşımcı bir ethostan yana dönüştürme
düşlerini akademi dışında olduğu gibi, akademi içinde de yaygınlaştırmıştı[3]...
Bu eğilimin elle tutulur sonucu “eleştirel
kuram”ın yükselişi oldu. Varlığını belki en çok Frankfurt Okulu’na borçlu olan
“eleştirel kuram” kısa sürede sosyal bilimlerin her bucağını saracak, o güne
dek sosyal disiplinlerin “kazanımlar hanesi”ne yazılmış olan her veriyi, her
bilgiyi kuşkulu hâle getirecekti: (sosyal) bilimlerin “nötrlük” ve “nesnellik”
savları tarafından perdelenen, egemen sınıf (ya da sömürgeci) çıkarlarının
hizmetine koşulması; madunların seslerini bastırış tarzları, eril merkezciliği;
akademi-içi iktidar hiyerarşileri, azınlıkların baskılanış tarzları,
giderekbilimsel yetke iddiaları, hatta bizatihi bilim… Hiçbir bilgi, yönelim,
değer, girdi, veri… zincirlerinden boşanmış bu (öz)eleştirellik selinden
kendini kurtaramayacaktı. Eleştirel kuramdan postmodern kinisizme bu savrulma,
neoliberal kapitalizmin akademia’yı temellüküyle eklemlendiğinde, sosyal
bilimlerde kendini bir retorik alanına, “trope”lar oyununa dönüştürme,
etkisizleşme ve “sosyal”den kopma tutumu mutlaklaştı.[4]
Sprague (2008: 700-701), “insan
bilimlerinin toplumsal aktörlerin kendilerini iyi -yani boyun eğici- uyruklara
dönüştürecek söylemleri nasıl yaratıp dolaşıma soktuklarını inceleyen”
Foucault’nun izinden hayatı dönüştürmeye aday bir eleştirellik yöneliminin
nasıl bitimsiz ve bezdirici bir “sözcük oyunları” dizisine dönüştüğünü,
akademik feminizmin anaakıma eklemlenme sürecinde izlemektedir:
Akademik
disiplinler Messer-Davidow’a göre üç yoldan “iyi uyruklar” üretilmesine katkıda
bulunur: 1. Bir disiplin bilinebilir olanı ve onu nasıl bilebileceğimizin sınırlarını
çizen bilgi söylemleri üretir. Dorothy Smith sosyolojinin nesneleştirici
pratiklerinin, yaşanan deneyimin gündelik dünyasıyla hiçbir ilişkisi olmayan,
daha tipik olarak, onları tanınmayacak ölçüde çarpıtan, birbirleriyle oynaşma
hâlindeki soyut inşalardan oluşan bir “sanal gerçeklik”i inşa ediş tarzını
irdelemiştir. Messer-Davidow ise feministlerin de toplumsal hiyerarşilerin
dibindekilerin yaşam ve önceliklerinden uzak, yüksek ölçüde soyut söylemler
ürettiğini bildirir. Soyut akademik söylemlere belenmiş akademik feministler
sürekli olarak kimlikler (cinsel, ırksal, metodolojik vb.) arası bölünmeleri
vurgulama etrafında örgütlenmiş ve her biri kendi öncelik ve gündemlerine sahip
yenilerini piyasaya sürmekteler. Bölünme ve söylemlerimiz, feminist toplumsal
değişimin önündeki engelleri oluşturuyor.
İkinci
olarak, bir disiplin, örgütlü bir toplumsal kendilik olarak faaliyetlerimizi
örgütler. Sosyoloji alanında toplumsal görüngüleri disiplin adına anlamaya
çalışanlarla bunu toplum için yapanlar arasında bir sınır var. Bu durum ise,
hesap verilebilirlik sistemini zaafa uğratır. İçeridekiler yalnızca çoğunlukla
bizlerle aynı sınıf ayrıcalıklarını paylaşan hakem üyelerini tatmin etmeyi
gözetirler.
Üçüncü
olarak ise, disiplin, gelecekteki pratisyenlerini kendi algılama, düşünme,
değerlendirme, ilişkilendirme ve eyleme tarzlarına eğitir. Disiplin onları
akredite edip kullandıktan sonra, “iyi uyruk” pratiklerini gözetmeyi
sürdürürler.
Sosyal bilimlerdeki postyapısal,
postmodern, postmarksist söylemlerin pek azı, Sprague’ın akademik feminizme
yönelttiği eleştirilerden kaçınabilecektir; günümüzde, alanın bir hayli
“radikal” savlarla yüklü, keskin, lafazan, tumturaklı, ancak ayağı yere
basmayan münazaralarla dolduğunu görmek, zor değil.
Oysa dünyanın hâli, hâlâ tam da
(kendini “muhalif postmodernist” olarak tanımlayan) Boaventura de Sousa Santos (1998: 122-23)’un
betimlediği üzeredir; ve bu hâl, sosyal
bilimcilerin birbirlerine anlamlarını ancak kendilerinin çözebildikleri
muammaları yönelterek oyalanmalarına elvermiyor:
Dünya
nüfusunun yüzde 21’ini barındıran ileri kapitalist ülkeler dünya mal ve hizmet
üretiminin yüzde 78’ini kontrol edip, üretilen enerjinin yüzde 75’ini
tüketiyor. Üçüncü Dünya’daki tekstil ya da elektronik işçileri aynı
üretkenlikte aynı işleri yaptıkları Avrupalı ve Kuzey Amerikalı işçilerden 20
kat daha az para kazanıyor. Borçlu Üçüncü Dünya ülkeleri gelişmiş ülkelerin
servetine her yıl aldıkları borçtan 30 milyar dolar fazlasını ödeyerek nakit
katkıda bulunuyor. Aynı dönemde Üçüncü Dünya ülkelerinde elde edilebilir besin
yaklaşık yüzde 30 oranında daha azalmış durumda. Yüzyılımızda açlıktan ölen
insan sayısı zirve yaptı. Zengin yoksul uçurumu durmaksızın genişliyor.
Özgürlük
vaatlerine gelince, yalnızca Hindistan’da 15 milyon çocuk köle olarak
çalıştırılıyor; Brezilya ve Venezüella’da polis ve cezaevi şiddeti,
İngiltere’de ırksal çatışmalar 1989-1996 arasında üçe katlandı; kadınlara
yönelik cinsel şiddet, çocuk fuhşu, sokak çocukları, mayın kurbanları,
uyuşturucu bağımlıları, HIV taşıyıcıları ve eşcinsellere karşı ayrımcılık;
etnik temizlikler, dinsel şövenizm…
18.
yüzyıl boyunca 68 savaşta ölen insanların sayısı 4.4 milyon iken, 20. yüzyılda
237 savaşta 99 milyon insan yaşamını yitirdi. 18.-20. yüzyıllar arasında dünya
nüfusu 3.5 kat arttı, oysa savaş zayiatındaki artış oranı 22 kat.
Ve
nihayet, doğa üzerine tahakküm vaadleri doğanın tahribatı ve ekolojik krize yol
açmakta. 50 yılda dünya ormanlarının 1/3’ü yok oldu. Günümüzde ÇUŞ’lar Amazon
ormanlarında 12 milyon dönümlük arazideki ağaçları kesme hakkını elde tutuyor.
Çölleşme ve su kıtlığı önümüzdeki onyılda en çok Üçüncü Dünya ülkelerini tehdit
etmekte. Dünya nüfusunun 1/5’i suya erişimden yoksun.
Bu
tablo bizleri toplumumuzun doğası ve ahlâksal niteliğini
sorgulamaya ve kuramsal olarak bu tip sorulara vereceğimiz yanıtlar üzerinde
temellenen alternatifleri araştırmaya yöneltiyor…
Bu satırlar, 1998’de yazıldı. 15
yıl sonra, durum daha iyi değil. Neoliberal talan koşullarında katmerlenen
sorunlar, kendini devletten ve piyasadan bağımsızlaştırmış bilimcilerin
müdahalesine açık...
Ancak böylesi bir müdahale için
sosyal bilimcilerin akademia koridorları, dergi sayfaları, kendilerini
erişilmez ve masun hissettikleri küçük, muhalif mahfiller ile hayatı
buluşturmaları, bir kez daha sokağa inmeleri gerekecek. Yalnızca ölümlülerin
ekmek kavgalarını, sevdalarını, soylulaştırılan mahallelerinden sürülüşlerini,
yoksullaşmalarını, etnik damgalanışlarını, dindarlaşmalarını, dışlanma
süreçlerini, boyun eğişlerini, uzlaşma çabalarını, isyanlarını… gözlemleyerek
bu malzemeyi madunların asla erişemeyeceği tumturaklı, iddialı akademik
metinlere dönüştürmek üzere değil. Aynı zamanda birikim ve yetilerini, daha
eşitlikçi, özgürlükçü, yaşanabilir, insanca bir dünya adına, madunlarla,
ezilenlerle, sömürülenlerle paylaşıma sokarak.
Bu özlemin “akademik” dile
tercümesi, sosyal bilimler alanını uzun bir süre işgali altında tutan
“kuramsal-uygulamalı sosyal bilimler” ikilemini (ve genellikle bir “sosyal
hizmet” girişiminden öte bir şey olmayan “uygulamalı sosyal bilimler”
anlayışını) “Ezilenlerle ezenlerin dolayımsız çıkarları arasında” tercihini
yapmış, yeni ve “katılımcı, angaje bir kamusal sosyal bilimi” tanımlayarak
aşmaktır.
Dünya halklarının Seattle’dan
Arap Baharı’na, Brezilya’dan Türkiye Haziran’ına, 20. yüzyılın son onyılından
itibaren yöneldiği siyasete kitlesel ve doğrudan müdahaleler süreci, bu tip bir
sosyal bilimler anlayışını olanaklı kılan toplumsal zemini oluşturmaktadır.
N O T L A R
[*] Mülkiye Dergisi, 2014 38 (2), Yaz
2014…
[1] Gjessing (1968: 402).
[2] Örneğin, Kanada
üniversitelerinin “akademik kapitalizm”e yöneliş sürecine ilişkin bir inceleme
için bkz. Metcalfe (2010)
[3] ASA (American Sociological
Association: Amerikan Sosyoloji Derneği) Başkanı Michael Burawoy (2004: 6) bir
konuşmasında, bu radikalleşme eğiliminin Amerikan sosyolojisi içerisinde nasıl
tezahür ettiğini şöyle anlatır: “Böylelikle siyasal sosyoloji Amerikan seçim
demokrasisinin erdemlerinden vaz geçip devleti ve sınıflarla ilişkilerini,
siyasal süreçler olarak toplumsal hareketleri ve demokratik katılımın
derinleşmesini incelemeye başladı. Çalışma sosyolojisi uyarlanma süreçlerinden
tahakküm ve işçi hareketlerinin araştırılmasına döndü. Tabakalaşma incelemeleri
meslek prestiji hiyerarşisi içerisindeki toplumsal devingenlikten toplumsal ve
iktisadî eşitsizlik yapılarının –sınıf, ırk, toplumsal cinsiyet- incelenmesine
yöneldi. Kalkınma sosyolojisi modernleşme kuramını terk edip azgelişmişlik
kuramı, dünya sistemleri analizive devlet güdümlü büyüme çalışmalarına yöneldi.
Irk teorisi asimilasyon kuramlarından siyasal iktisat ve ırksal formasyonların
incelenmesine döndü. Sosyal teori Weber ve Durkheim’ın daha radikal yorumlarını
sunup Marx’ı kanon’a ekledi…”
[4] “İlk bakışta
ampirisist-pozitivist felsefenin boyunduruğundaki söylemlere karşıymış görünen
şatafatlı, ama bazıları daha baştan kültür piyasasında metaya tahvil
edilebilirce paketlenmiş karşı söylemleri, sözgelimi postmodernliği,
kurgusökümcülüğü ve çokkültürlülüğü vb. pazarlayan akademik-kültürel
uzmanlıklardan söz ediyorum,” diyordu, -toprağı bol olsun- Ünal Nalbantoğlu
2008: 16). “Bol da lâf salatası sergileyen bu sözde köktenci söylemlerin hangi
tür iktidarlara yatırım yaptıklarını ve sonunda nesnel olarak neye hizmet
ettiklerini sorguladığımızda, statükoya örtük hizmet vermek dışında, tutucu,
hatta gerici olduklarını görmek zor değildir.”
KAYNAKLAR
Benedict Peter, E. Tümertekin, F. Mansur (1971)
‘Önsöz’, E. Tümertekin, F. Mansur, P. Benedict (der.), Türkiye: Coğrafî ve
Sosyal Araştırmalar (İstanbul, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Coğrafya Enstitüsü).
Burawoy, Michael (2005). “2004 ASA Presidential
Address: For Public Sociology”, American
Sociological Review, c. 70, no.1, ss.4-28.
de Sousa Santos,
Boaventura. (1998). “Oppositional Postmodernism and Globalizations [Commentary]”.
Law & Social Inquiry, c. 23, no.
1, ss.121-139
Gjessing, Gutorm
(1968). “The Social Responsibility of the Social Scientist”
Current Anthropology, C. 9, no. 5, ss.397-402
Metcalfe, Amy Scott (2010). “Revisiting Academic
Capitalism in Canada:
No Longer the Exception”, The Journal of
Higher Education,vol.
18, no. 4, ss.489-514.
Moore, Kelly, D. Lee Kleinman, D. Hess, S.Frickel
(2011) “Science and Neoliberal Globalization: A Political Sociological
Approach”, Theory and Society, 40(5),
505-532.
Nalbantoğlu, Ünal (2008). “Daimon’suz Bilim?”, Bilim ve İktidar. Ankara, Dipnot Yayınları, 34-39.
SBD (Sosyal Bilimler Derneği) (1970) ‘Sonuç
Bildirgesi’ in Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü ve Türk Sosyal Bilimler
Derneği Seminerinde Sunulan Bildiriler (23-25 Şubat1970) (Ankara, Hacettepe Üniversitesi Yayınları
D-11).
Slaughter, Sheila & L. Leslie (1997). Academic capitalism: Politics, policies and
the entrepreneurial university. Baltimore: John Hopkins
University Press.
Sprague, Joey
(2008). “The Good, The Bad and The Public”, Gender
and Society, vol. 22, no. 66, ss.697-704.
Yorum Ekle