“Tıp bilgisiyle bakınca hakikaten despotların kardeşler arasından çıktığını çok iyi görüyorsunuz. Demokrasi, kardeşlik, eşitlik, ada...
“Tıp bilgisiyle bakınca hakikaten
despotların kardeşler arasından
çıktığını çok iyi görüyorsunuz.
Demokrasi, kardeşlik, eşitlik, adalet
söyleminden geçmeyen despotizm yok.”[1]
“L’Etat, c’est moi” dermiş Fransa’nın “Güneş Kral”ı XIV. Louis… “L’Etat, c’est moi/ Devlet, benim!”
Öyle bir yükseklik sarhoşluğu veriyor olmalı, çevresi el pençe divan, eli ceketinin düğmelerinde, gerdanı bükmüş, gözlerinin içine bakmaya cesaret etmeden ağzınızdan çıkacak en ufak bir sözü yerine getirmek üzere aportta bekleyen bir kapıkulları yığınıyla çevrelenmiş biçimde yaşıyor olmak.
Öyle bir yükseklik sarhoşluğu veriyor olmalı, her güne, özenle seçilip çalışma masasının üzerine saygıyla yerleştirilmiş gazete sayfalarında, sütunlarında kendini yere göre sığdırmayan bir tabasbusun muhatabı olarak başlamak; ekranlarda her gün kendini ve her sözünde keramet arayan yağdanlıklarının bitmez tükenmez vıcık vıcıklıklarıyla günü kapatmak.
Öyle bir yükseklik sarhoşluğu veriyor olmalı, bir zamanlar kendisine zırnık değer vermeyen allame profesörleri, omzu kalabalık askerleri, monşer diplomatları huzurunda aletse durdurmak, yerli yersiz azarlayabilmek…
Öyle bir yükseklik sarhoşluğu veriyor olmalı, bir telmihiyle durumdan vazife çıkartan yüzlerce milletvekiline aynı anda parmak kaldırtıp indirtmek, binlerce bürokratı mevcut mevzuatı delik deşik edip “Beyefendi”nin canının çektiğini düşündükleri bir şekle-şemale büründürmek için koşturacak kudrette olmak…
Öyle bir yükseklik sarhoşluğu veriyor olmalı, mermerleri Floransa’dan, ahşabı Habeşistan’dan, perdelik kumaşları Çin-Maçin’den getirtilmiş, bahçesinde en nadide çiçeklerin açılıp, Hanımefendi’nin yumurtaları kahvaltı sofrasından eksik olmasın diye bıldırcın yetiştirilen, kapısında tarihteki bilumum Türk devletlerinin askerlerinin nöbet beklediği, kurna tasları altından, halıları ipekten, döşemelikleri bulunmaz Hint kumaşından, çay bardakları elmastan bir Sarayda yaşıyor olmak…
Ve öyle bir yükseklik sarhoşluğu veriyor olmalı, kullarının karşısına her çıktığında, “Padişahım çok yaşa!” nidalarının yeri-göğü inletmesi…
* * *
Oysa yakın zaman öncesine dek “Türkiye’nin zencileri” diye nitelerlerdi kendilerini… Başörtülü kızlarını, ülkede üniversitelere alınmadılar diye Amerikalar’da okutmak zorunda kalışlarından yakınır, cuşa gelip okudukları bir manzume yüzünden zindanlarda çürütüldüklerinden dem vururlar, partilerinin milletvekillerine, “sakın vekil seçildim diye yaşam tarzınızı değiştirmeye, daha lüks muhitlere göç etmeye kalkışmayın” talkınını verirlerdi. Ahmet Kaya’nın ezgileriyle, 12 Eylül asılmışlarının mektuplarından okudukları satırlarla gözyaşlarına hâkim olamaz, “susturulmuşların sesi, kimsesizlerin kimsesi” olmaktan dem vururlardı…
“Devletlûlar”…
Çoğaldılar… Her köşe başından, pıtrak gibi bitiyorlar. İrili ufaklı. Ahir zaman padişahının binlerce modeli dolaşıyor ortalıkta. Yüzyıldır “kapıcı” muamelesi gördüklerini düşündükleri, bu nedenle içlerindeki hıncı bir türlü boşaltamadıkları cumhuriyetin dümenini ele geçirmiş olmanın sarhoşluğunda, bazıları… Başkaları ise rüzgâr nereden esiyorsa o istikamette bükülmeyi marifet bellemiş olmanın verdiği pişkin alışkanlıkla, şimdiki saltanat kayığının küreklerine yapışmış. “Tekne su almaya başlarsa atlayıp canımı bir başka kayığa atarın, ne de olsa”nın teyakkuzunu elden bırakmadan…
Çoğaldılar… “Üst”teki karşısında el kavuşturup boyun kırarken “alt”taki karşısında aslan kesiliyorlar.
İçlerinden biri, üzerine hiç vazife olmayan bir şey yaptı…
Mülki amiri olduğu ildeki bir okulda bir sınıftan daldı içeri hışımla. Öğretmenin saçı biraz uzun, biraz dağınık, traşı 2-3 günlüktü… Öğrencilerinin önünde bastı kalayı: “Bu saç sakal ne? Sen ne biçim öğretmensin? İnsanlar dışarıda görseler dilenci zannedip para verirler!” Öğretmeni traş olmaya gönderdikten sonra hızını alamayıp, okul idarecilerine döndü: “Siz eşek başı mısınız? Yönetemiyorsanız, istifa edin!”
Sonra? Sonrası biliniyor. Dört eğitim sendikası bir araya gelerek meslektaşlarının kırılan onuruna sahip çıkmak üzere bir protesto yürüyüşü düzenledi. Ne ki, kendisini çok seven öğrencilerinin gözü önünde hakarete uğrayan öğretmenin kırık kalbi daha fazla dayanamayacaktı… Yürüyüş sırasında duruverdi…
Bazı insanlar için onur çok önemlidir… Bazen yaşamdan da… Onuru kırılmış bir yaşamı sürdürmektense, sessizce çekip gitmeyi yeğlerler. Halil Serkan öğretmen de öyle yaptı. Geriye, öğrencilerine el yazısıyla yazılmış altmış kitaplık bir kitap öneri listesi ve Schopenhauer’in ‘Din Üzerine’sini okurken çekilmiş bir fotoğrafı miras bırakarak çekti, gitti…
Devletlûlar!
Arkalarında ahir zaman padişahının olduğu güvencesiyle, zücaciyeci dükkânına girmiş bir fil gibi kırıp döküyorlar, ayakları altında hoyratça çiğniyorlar her şeyi. Kimi kendisini sinirlendiren yurttaş için yanındaki güvenlik görevlilerine dönüp, “alın şu gavatı…” buyuruyor. Kimi “Yahudiler Mescid-i Aksa’da terör estirirken biz onlara sinagog yaptırıyoruz” diye dikleniyor; kimi Soma’da ahir zaman padişahını protesto eden acılı yurttaşa basıyor tekmeyi; kimi halkın üzerine gaz bombası atmada tereddüt eden memurunun boğazına yapışıyor: “sık lan, sık!” Kimi öğrencilere veriyor talkını: “Makyaj yapıp kıvırtırsanız, sonunuz Özgecan gibi olur!” Ya da erkek öğrencilere taciz timi kurdurup kısa etek giyen kız öğrencilerin üzerine salmaya kalkışıyor. Kimi ise topraklarını, yaşamlarını HES’lere karşı savunan köylülerin, patron işçilerinin can güvenliği için üç kuruşluk masraftan kaçındı diye birbiri peşisıra iş cinayetlerine kurban giden işçilerin tepkisi üzerine saldırtıyor güvenlik güçlerini!
Devletlûlar!
* * *
İşin doğrusu, bu ülkede devlet hiçbir zaman yurttaşların vergileriyle işleyen, onlara hizmetle yükümlü bir aygıt olarak görülmedi. Maaşları yurttaşlardan alınan vergilerle ödenen, görevleri onlara hizmetten, onların işlerini pürüzsüz, takazasız yürütmekten ibaret olan, işlerini doğru dürüst yapmadıklarında geri çağrılabilecek görevliler tarafından işletilen bir mekanizma.
Hayır, Türkiye’de devlet, kalu beladan beri bir kutsal, bir hâkim-i mutlak, dokunmaya kalkışanı yakan, her türlü eleştirinin üstünde bir güç kaynağı olarak algılanmış ve sunulmuştur. Gölgesine değen herkesi dokunulmazlık ve mutlak bir kudretle donatan müthiş bir “mana”[2] kaynağı… Gayrımaddî, hatta ruhanî, hepimizin, her şeyin üzerinde, kendine özgü bir aklı, bir geleneği olan, zaman-ötesi, mitolojik bir tarihe mündemiç, herhangi bir zarara uğramaması konusunda hepimizin her an teyakkuzda olması gereken, güçlü olduğu ölçüde sürekli tehdit altında bir geist! Seküler ama tinsel; kudretli ama kırılgan; gayrımaddî ama somut ve ölümcül bir yaptırımcılıkla donanmış; mitolojik ama aktüel…
Bu “devlet efsanesi” belki Ön Asya ve Ortadoğu’nun despotik devletlerine dayanıyor; belki Kayı boyu göçerlerinin Bizans İmparatorluğu ile karşılaşmalarından türettiği bir “şey”, belki bir Orta Asya mirası, belki de bir Cumhuriyet icadı… Konumuz bu değil.
Konumuz, bu “icad”ın, bu “mitos”un mana’sıyla donananların, yaşamlarımız, düşlerimiz, hatta toprağımız, havamız, denizlerimiz üzerinde hoyratça tepinme, her şeyimizi yağmalama hakkını kendilerinde görmeleri.
Devletlûlar!
Yakın geçmişte Kemalist Cumhuriyetçi idiler… “Laik Cumhuriyet”lerini korumak ve kollamak adına Kürtler, komünistler, Aleviler, işçiler, köylüler, kadınlar, gençler… ve de İslâmcıların hayatını karartırlardı.
Şimdiyse İslâmcı Neo-Osmanlıcılar… Ecdad yadigarı “Yeni Türkiye”lerini korumak ve kollamak adına Kürtler, komünistler, Aleviler, işçiler, köylüler, kadınlar, gençler… ve de laiklerin hayatını karartıyorlar.
10 Nisan 2015 16:15:48, Ankara.
N O T L A R
[*] Tîroj, Yıl:13, No:74, Mayıs Haziran 2015…
[1] Cemal Dindar (Psikiyatr). http://www.diken.com.tr/psikiyatr-cemal-dindarla-erdogan-analizi-2/
[2] Mana: Polinezya ve Melanezya bölgelerinde rastlandığı için bölgenin yerel dillerden türetilmiş, sahip olanı yaşam enerjisi, kudret, ustalık, olağanüstü yetiler vb. ile donattığı varsayılan kişilikdışı güce gönderme yapan terim.
Yorum Ekle