“Quaerite et invenietis.” [1] 1) Neden Antropoloji? Öncelikle insan ve kültür odaklı, çokyönlü bir disiplin olduğu için antropoloj...
“Quaerite et invenietis.”[1]
1) Neden Antropoloji?
Öncelikle insan ve kültür odaklı, çokyönlü bir disiplin olduğu için antropoloji. Yani hem insana (ve de tüm insanlara) değgin her şeyle (iktisat, siyaset, hukuk, toplumsallık, kültür, çevre, biyoloji…) ilgilendiği, hem insan(î) olan her şeyi kapsama alanına dâhil ettiği, hem de anlamlandırma çerçeveleri arasındaki bağlantılılığı gözettiği için antropoloji. Bir başka deyişle, sosyal bilimler çoğunlukla görüngü kategorileri arasındaki sınırları gözetmekle (“bu psikolojinin sorusu - (diyelim ki) bir iktisatçı olarak benim ilgi alanıma girmez!”) uğraşırken, antropoloji bu sınırların ihlâlini görev edinmiş bir disiplin. Evet, insan dünyasına değgin şeyleri anlamaya/anlamlandırmaya çalışırken alanları birbirinden ancak yapay olarak (analitik amaçlarla) soyutlayabiliriz. Oysa bu gerçeklikte bu alanlar bir bütündür ve de bir arada işler/etkir. Antropoloji ise bu ilişkinliği, etkileşimi varsayarak başlar işe.
Ama yalnızca bu değil. Antropoloji, tarihsel biçimlenişi açısından “aşağı”yı, onun dilini, onun zihniyetini anlamaya çalışan bir disiplin. Yani madunların bilimi: sömürge halkları, yerliler, etnik/dinsel azınlıklar, işçiler, köylüler, marjinaller, sokak çeteleri, mahpuslar, yaşlılar… Bir başka deyişle, ne yazık ki hâlâ daha iyi bir terim bulamadığımız için “alt-kültür” olarak nitelediklerimiz. Bu, onu “madunların/ezilenlerin sesi” olmaya çok yakın bir pozisyonda tutuyor.
Dahası var: Farklı kültürler arası karşılaştırmalı yaklaşımıyla, bize “değer” ya da “biricik” bildiğimiz hiçbir şeyin mutlak, eşsiz olmadığını göstermesi de önemli. Örneğin, küçük ölçekli, barışçıl hortikültüralistlere baktığınızda pekâlâ devletsiz, göçer çobanlara baktığınızda AVM’siz yaşanabileceğini görüyorsunuz. Ya da tek dinsel pratikleri zaman zaman atalarının iskeletlerini topraktan çıkartıp onlara ziyafet çekip, dans etmek olan Betsileolar’a baktığınızda insanların karmaşık dinsel sistemler olmadan da yaşayabildiğini anlıyorsunuz.
Ve nihayet, olasılıkla yukarıda söylediklerimle ilintilendirilebilecek olan, antropolojinin kendi birikimleri ve yönelişi aracılığıyla ırkçı argümanları çürütmede başvurulabilecek bilimsel söylemlerin kaynağını oluşturması. Düşünsenize, başlangıçta “tüm insan ırklarını sınıflandırmak ve yerli yerine koymak” saikiyle (en azından sömürgeci antropolojinin temel Saiklerinden birisi bu) ortaya çıkan bir bilim dalı, tüm araştırma ve uğraşlarının sonunda ırkların sınıflandırılmasında nesnel olarak geçerli olabilecek bir verinin bulunamayacağı sonucuna varıyor. Bugün, antropolojinin bulgularına başvurmadan ırkçılığa karşı argüman üretmek, pek mümkün değil.
2) Peki, antropolog kimdir? Ne yapar?
Kanımca antropolog yalnızca antropoloji tahsil etmiş, bu konuda yüksek lisans, doktora tamamlamış kişi değildir. Antropolog, kültürler arası sınırları ihlâl etmeyi kendisine mesele edinmiş kişidir. İnsanların dünyaları arasında sonsuz bir gezinti içindedir; insanın öğrencisidir.
Peki kültürler arası sınır nasıl ihlâl edilir? Bunun bir yolu, hiç kuşkusuz “orada” olarak. Bir köy, kasaba, mahalle, “ıslah”evi, türkü bar, fabrika… ile “dış”ı arasındaki sınırların nasıl biçimlendiğini, insanların bu sınırlara boyun eğiş ve ihlâl ediş biçimlerini gözlemlersiniz.
Ama dilerseniz bunu tarih içinde de yapabilirsiniz: 19. Yüzyıl başındaki İstanbul’da gündelik yaşamı bugünle karşılaştırabilirsiniz örneğin. Tabii ki gündelik yaşamın erişilebilir en ayrıntı, en sıradan belgelerine ulaşarak.
Ya da, ne bileyim, insanların geçimlerini temin ediş biçimleriyle dansları ya da bedenlerini kullanış biçimleri arasındaki ilişkiler üzerinde durabilirsiniz…
Özetle, antropolog, kültürel bir alanın “iç”i ile “dış”ı arasındaki ilişkilerin peşindedir. Yolculuğunun sonunda ise, “iç” ile “dış”ı ayıran sınırların nasıl kültürel olarak inşa edilmiş olduğunu keşfetmeyi umacaktır.
3) Antropoloji biliminin gelişimi bağlamında düşünecek olursa Türkiye’deki durumunu nasıl yorumlayabiliriz?
Türkiye’de antropoloji, bilirsiniz, “Türk”ü bulma çabası olarak başladı. 19. yüzyıl herc-ü mercinin içinden, göçler, katliamlar, mübadeleler sonucu oluşan demografik karmaşa içerisinde, kurulan yeni devlete bir “ulus” (ve giderek o ulusa da bir “tarih”) imal etmek üzere göreve koşuldu. Bu nedenle de ağırlıklı olarak fizik antropolojiydi: Türk olmanın fiziksel kriterlerinin saptanması ve tarih içerisinde alabildiğince geri götürülmesi.
Etnografi, ise bu mamûl ulusa (bu arada bütün ulusların “mamûl” olduğunu belirtmeli…) standart(lar) getirme işine koşulmuştu; bir bakıma fizik antropolojinin yedeğindeydi. “Türk”ler hangi alet-edevatları kullanırlar, türküleri nedir, nasıl dans ederler, neye inanırlar, duygularını, düşüncelerini nasıl ifade ederler, nasıl kız ister, nasıl evlenirler, ne yer, ne içerler vb…
Kurucu evrenin ardından, bir süre işlevini tamamlamış addedilerek unutuluşa terk edilen antropolojinin Türkiye’deki ikinci canlanışı, kalkınma iktisadının gözde olduğu 1960-70’li yıllar olmuştur. Kalkınmanın yalnızca iktisadî çabalardan (üretimi arttırmak, köprü, yol, baraj inşa etmek vb.) ibaret olmadığı, sosyo-kültürel boyutlara da sahip olduğu bilinciyle planlamacı mantık, toplum bilimleri de yardıma çağırmıştır. Bu dönemde hazırlanan monografilerin çoğu, dikkat ederseniz sosyo-kültürel değişme üzerinedir: toplumun farklı kesimleri ve yörelerinin sanayileşme, kentleşme ve yayılan kapitalist üretim ilişkilerine ne denli hazır olduğu, direnç noktalarının ne olabileceği, el yordamıyla da olsa anlaşılmaya çalışılmıştır. Hiç kuşkusuz, gerçekleştirilen araştırmaların planlama aşamasında ne denli yararlı olduğu, araştırma sonuçlarının dikkate alınıp alınmadığı, apayrı bir soru.
Üçüncü evre ise, öyle sanıyorum ki ikili -ya da mevcut iktidarı da göz önünde bulundurursak üçlü- basıncın etkisi altında biçimleniyor. Bunlardan ilki, ülkenin etnik ve kültürel çeşitliliğinin keşfi. Bir başka deyişle, Türkiye’de antropoloji günümüzde, kuruluş yıllarında baskılamaya çalıştığı kültürel çeşitliliği keşfetmeye yönelmiştir: Kürtler, Lazlar, Çerkesler, Araplar, Nusayrîler, Ezidîler, Karapapaklar, Poşalar, Ermeniler, Romanlar, Rumlar, Pontuslar, Yahudiler… aklınıza ne gelirse…
Bu, işin bir yönü. İkinci yön ise, diğer sosyal bilimlerle paylaştığı bir baskı: üniversiteler giderek piyasanın talepleri doğrultusunda yeniden biçimlendirilirken, piyasaya, özel sektöre bir girdi sağlamayan bilim dalları giderek değersizleşiyor.
Antropoloji kanımca tam bu arada, yaman bir çelişki yaşıyor. Az önce de değindiğim üzere, esas ilgi alanı “madunlar”, “alttakiler” olan bir disiplinin “piyasa”ya sunabileceklerinin sınırlılığı sorunu. Belki bilirsiniz, uluslar arası finans kurumları, finansmanına katkıda bulunduğu projelerde antropolog istihdamını şart koşar çoğunlukla. Bunda, geçmişte kültürel direnç noktalarını hesaba katmayan projelerin başarısızlığa uğramış olması deneyiminin payı vardır. Bugün bu tür projeleri yürüten şirketler ise, istihdam ettikleri antropologları, projelerinden etkilenecek grupların rızasını imal etmekle görevli halkla ilişkiler uzmanları olarak görmekteler. Bu, antropologu aralarında çalıştığı insanları aldatma, yanlış yönlendirme ya da ekmeğinden olma ikilemiyle karşı karşıya bırakıyor.
Benzer bir durum, kültürü tanımaya gereksinim duyduğunun giderek daha fazla ayırtına varan reklam sektörünün antropologlardan yararlanmasında da söz konusu.
Bir başka deyişle, antropologun piyasaya eklemlenmesi yönündeki itim, onu ağır etik sorunlarla karşı karşıya bırakıyor.
Ve üçüncü yön, Türkiye akademik camiasında son on yılda ağırlaşan muhafazakârlaşma/dinselleşme basıncı. Şimdilik çatışma antropolojinin vazgeçilmezi olan Evrim Kuramı çerçevesine yerleşiyor gibi görünse de, kendisi çeşitliliğin bilimi olan ve göreciliği va’zeden antropolojinin, kendi doğasından ödün vererek “tekçi” dayatmalara boyun eğip eğmemesine dayanacak yakın bir süre içerisinde sorun. Çarpıcı bir örneği, ders verdiğim bir alandan, din antropolojisinden vereyim: Öğrencilerime birer antropolog olarak, diyelim ki Pueblo yerlilerinin senkretik inançları, Inuitlerin animistik pratikleri, Mbutilerin ormanın kudretine olan imanları ile İslâm dini arasında “ilerilik-gerilik” ya da “gelişkinlik-ilkellik” açısından herhangi bir fark olmadığını, din antropolojisi açısından her birinin eşit ölçüde “din” olduğunu anlatırken, Türkiye’de iktidar partisinin giderek yaygınlaştırdığı “hakikât rejimi”yle çelişiyorum. Ve bir gün bunun yasal yaptırımıyla (ya da hangi biçimi alacağı öngörülemez bir “mahalle baskısı”yla karşılaşmayacağından emin değilim.
4) Türkiye’deki antropoloji eğitiminin geçirdiği evreleri de ele aldığımızda şu anki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hiç kuşku yok ki antropoloji eğitimi de, yukarıda çizmeye çalıştığım çerçeveden bağımsız değil. Antropoloji disiplininin ürettiği bilgi, piyasanın talepleriyle çok sınırlı ölçülerde örtüşebiliyor. Kamu sektörü ise antropologun yapabileceği katkılardan pek yararlanamadığı için -Türkiye’de devlet yöneticileri, özellikle de sosyal bilimler söz konusu olduğunda, “sosyolojinin de, psikolojinin de, kültürün de en iyisini ben bilirim” zihniyetinde, ve de toplumsal sorunları ya silah zoru ya da kooptasyonla çözümleme alışkanlığındadır- antropoloji bölümlerinin mezunları -konularını ne denli severlerse sevsinler- işsizlik ve alanlarının dışındaki sektörlerde çalışmak seçenekleriyle karşı karşıya kalıyor. Bu ise, son dönemlerde alanın eskiye oranla çok daha fazla popülarite kazanmış olmasına karşın, antropoloji bölümlerine olan ilgiyi azaltıyor. Gerek öğretim elemanları, gerekse öğrencilerde bir hevessizlik halet-i ruhiyesi yaratıyor bu durum.
Şöyle söyleyeyim, bu ülke, her şeyiyle antropolojik araştırmalar açısından bir cennet. Nereye elinizi atsanız, birbirinden ilginç, birbirinden çekici konularla karşılaşırsınız. Dahası, antropologların düğüm düğüm olmuş toplumsal sorunlarımızın -haydi şimdilik çözüm demeyelim- ama en azından anlaşılmasında muazzam katkıları olabilir. Tarım politikalarından enerji santralleri inşaatına, Kürtlerin taleplerinden kentsel dönüşüme, aile içi şiddetten nefret suçlarına, antropologların katkıda bulunamayacağı bir alan yok… Ama bunun için yönetim kadrolarının toplum bilimlerin önem ve işlevleri konusunda çok daha duyarlı, akademik camianın ise postmodern sinizismden biraz daha uzak olması gerekiyor.
5) Bir antropolog ne kadar nesnel olabilir?
Antropolojik -ya da toplumbilimsel- nesnellik, hiç kuşkusuz ki pozitivist metodolojilerin matematiksel kesinliğine ulaşma iddiasından farklı bir şey. Antropolog, belirli bir kültürün içerisinde biçimlenmiştir; araştırma sürecinde ise kendisininkinden farklı bir kültür içerisinde yol almaktadır; ve bu süreç içerisinde kendi kültürel değerlerinin (giderek, epistemolojisinin) dışına bütünüyle çıkması mümkün değildir. Ama şu soru da önemli: bu ne kadar gereklidir? Yani bizimkinden farklı bir kültürün örüntülerini anlayabilmek için illa kendi kültürümüzün “dış”ına mı çıkmalıyız?
Bence tam tersi, -bilincinde olarak- belli bir kültüre dahil olmak, bize (herhangi) bir kültüre dahil olmanın ne olduğunu öğretir. Bir örnek vermek gerekirse, bir dili bilen bir kişinin başka bir dili öğrenmesi, hiçbir dili konuşamayan bir kişiden çok daha kolaydır. Çünkü bir kültüre sahip/ait olmak, bilinçli ya da bilinçsiz, kültürün öğrenilebileceğinin bilgisidir. Farklı bir kültürel ortama dahil olan herkes bunu deneyimler: “Biz böyle yapmayız; biz öyle davranmayız; biz bunu demeyiz…” Farklılığın ayırtına varmak, aynı zamanda ötekini anlayabilme olasılığının da başlangıcıdır. Antropolog bunu temrinli olarak yapar; onun temrininin en önemli yönü, kendi kültürünün en üstün ve/veya en değerli olduğu görüşü, yani etnik merkezciliğe karşı her an uyanık olması gerektiğine dair edindiği bilinçtir.
Öte yandan, sosyal bilimler, doğa bilimleri gibi laboratuar ortamlarında çalışmasalar da, yani etkenleri yalıtlama olanaklarından yoksun olsalar da, çoğul nedensellikleri ve etkileşimleri içerisinde toplumların genel yönelişleri konusunda bir takım sonuçlara varabilmekte ve öngörülerde bulunabilmektedir.
6) Geçmişte ve günümüzde antropolojinin ideolojilerle, siyasetle ilişkisi nasıl olagelmiştir?
Kim, ne siyasetin, ideolojinin dışında kalabilir ki? Bana kalırsa, sosyal bilimciler siyasetin, ideolojinin dışında kalma iddiası gütme yerine -çünkü bu mümkün değil- etkileşime girecekleri, destekleyecekleri ideolojileri bilinçli olarak seçmeli ve bunu meslektaşlarına, okurlarına, öğrencilerine açıkça ilan etmelidirler. Bu anlamda, ve bir önceki sorunuzla bağlantılı olarak, ben “nesnellik” ile “yansızlık”ın farklı konular olduğunu düşünüyorum. Konusu insan(lar) olan sosyal bilimlerde nesnellik, doğa bilimlerinden farklı olarak tanımlanmak ve sınırlılığının bilincinde olmak koşuluyla belirli bir dereceye kadar mümkün iken, “yansızlık”, yani politika/ ideoloji-üstü olma savı karşılıksızdır. Birkaç nedenle:
Öncelikle, antropolog kendisini istihdam eden kurumun (kamu, özel, STÖ…) konum ve niyetleri bağlamında konumlanmaktadır. Araştırması ve vargıları belirli bir niyet doğrultusunda kullanılacaktır: bir ilaç şirketi adına bir bölgede geleneksel sağaltımda kullanılan şifalı bitkilerin envanterini çıkartırken de, çok-dilli eğitim programlarının hazırlanmasına katkıda bulunurken de, HES inşaatlarına karşı köylülerin neden direndiğini araştırırken de, piyasaya yeni çıkacak bir çayın kültürel olarak nasıl daha çekici kılınabileceğine bakarken de… bir politika açısından hareket etmekte ve bir ideolojiye hizmet etmektedir.
İkinci olarak, antropologun içinde çalıştığı insan toplulukları da toplumsal ve siyasal olarak eşitsiz konumlara bölünmüştür genellikle. Antropolog kesimlerden birini -üstelik de kasıtsız olarak; diyelim ki kendisiyle ilişkiye geçmeye en fazla gönüllü olanlar, bu kesimin mensupları olduğu için, ya da kendi yaş ve cinsiyetinin yarattığı ünsiyet nedeniyle...- aşırı ölçüde temsil ederken, diğerlerini bastırabilir, görünmezleştirebilir. Birileri çıkıp da dert edinene dek antropologların Batı-dışı bağlamlarda yaptıkları araştırmalarda yerli yetişkin erkeklerin kadınlar ve gençlere oranla aşırı ölçüde temsil edilmesi örneğin, antropolojinin ideolojinin dışına kaçamayacağına bir örnektir.
O zaman, siyaseti de, ideolojiyi de eleştirel ve bilinçli bir tarzda seçmek gerek. Nihayetinde, kadınlar ve gençler arasında çalışmayı seçmek, ya da geleneksel şifalı bitkilerini Çokuluslu şirketlere kaptırmak istemeyen yerel toplulukların, HES inşaatıyla topraklarını, yerlerini yurtlarını, ya da geçim kaynaklarını yitirmekten endişe duyan köylülerin, piyasanın yaşamın her alanını istila etmesine, her şeyi içine almasına karşı direnenlerin seslerini duyurmayı seçmek de ideolojik bir tercih değil midir?
5 Şubat 2015 10:44:11, Ankara.
N O T L A R
[*] Antropolog Dergisi, No:1, Mayıs-Haziran 2015…
[1] “Arayın ve bulun.”
Yorum Ekle