“Efendileri korkutan, havada uçuşan, kağıda geçen ve sözle taşınan fikirler değildir. Onları korkutan örgüttür, örgütlü mücadeledir, ...
kağıda geçen ve sözle taşınan fikirler değildir.
Onları korkutan örgüttür, örgütlü mücadeledir,
o fikirleri hayata geçirme girişimleridir.”[1]
Aslına bakılırsa, o uçsuz bucaksız, politik deneyimleri büyük ölçüde farklılık gösteren, farklı iktisadî gelişmişlik düzeylerinde, farklı tarihleri yaşamış ülkeleri, “Latin Amerika” tanımı altında türdeşleştirmek, kıtaya değgin herhangi bir olay ya da süreçten tekil, türdeş bir görüngüymüş gibi söz etmek, konuyu fazla basitleştirmek oluyor.
Bu “barış süreçleri”nden söz ederken de böyle. Nihayetinde, kıtanın farklı ülkelerinin geçirdiği (ya da örneğin Kolombiya söz konusu olduğunda hâlen geçirmekte olduğu), adına “barış süreci” denilen iç savaşı sonlandırma yolundaki müzakere ve anlaşma işlemleri, pek çok nüansla -kimi zaman ise anahatlarda- ayrışıyor.
Yine de, kimi ortak yönleri saptamak mümkün. Türkiye’de şu an yürümekte olan “süreç”le karşılaştırmada kimi fikir ve ölçütler sunabilmesi amacıyla, ben bu yazıda Latin Amerika “barış süreçleri”nin örüntüsünü yakalamaya çalışacağım.
Dediğim gibi, 20. yüzyılın ikinci yarısında, farklı sürelerde ve tarzlarda iç savaşlar yaşamış Latin Amerika ülkelerinin, yani Nikaragua, El Salvador, Guatemala, Meksika ve Kolombiya’nın barışı tesis etme girişimlerini ortaklaştıran kimi ana hatlara işaret edilebilir. Ama dilerseniz önce kuşbakışı olarak bu ülkelerin her birinde iç savaşın hangi koşullar altında patlak verdiğini ve seyrini ve nasıl sonlandığını özetleyeyim.
Nikaragua
Nikaragua’da Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN) ülkeyi 1936’dan beri yönetmekte olan ABD destekli Somoza hanedanını 1979’da devirerek iktidara gelmişti. Bu, hem bölgedeki hem de kıtadaki ABD çıkarları için çok ciddi bir tehdit anlamına geliyordu; ABD FSLN’i yıkmak için kapsamlı bir kirli savaş mekanizmasını harekete geçirecekti; komşu Honduras, El Salvador ve Kostarika üzerinden ülkeye sistemli saldırılar düzenlerken, ülke içinde de karşıdevrimci contra’ları örgütleyerek isyanı körükledi…
Nikaragua’da “barış süreci”, FSLN hükümeti ve kontralar arasında 1987’de girişilen görüşmelerle başlasa da, bu müzakereler hiçbir sonuç elde edilmeden bitecektir. Contra eylemlerini sonlandıran “süreç” ise, neredeyse tümüyle savaşan aktörlerin dışında gerçekleşecekti: Orta Amerika devletleri, BMÖ ve ABD arasında… ABD, 1980’lerin sonlarında, üzerindeki uluslar arası kamuoyu baskısına karşın, ülkede ağır insan hakları ihlâllerinden sorumlu Contra’lara sağladığı destekten vazgeçmeye gönüllü gözükmüyordu. Ülke 1990 seçimlerine, Bush yönetiminin Contra’lara sağladığı 60 milyon dolarlık “insanî” yardım, Honduras’taki üslerden süregiden saldırılar, ABD ambargosu ve yoğunlaşmış contra faaliyetleri altında girdi ve FSLN seçimleri kaybetti.
Nikaragua’da “barış süreci”, ancak FSLN’in iktidarı yitirişinin ardından başlatılabilecekti. Beş Orta Amerika devlet başkanının talebi üzerine BM ve Amerika Devletler Örgütü (OAS)’la bağlantılı olarak oluşturulan üç özel birim “süreç”e gözlemci ve kolaylaştırıcı olarak destek vermekteydi: Honduras’ta üslenen contra’ların silahsızlandırılması ve dağıtılmasından sorumlu Destek ve Doğrulama Komisyonu (CIAV); contra’lara silah sevkiyatının durdurulmasından sorumlu BM Orta Amerika Gözlem Grubu (ONUCA); ve seçimlerin adil ve şeffaf koşullarda gerçekleşmesini izlemekle görevli BM Nikaragua Seçimleri İzleme Gözlem Grubu (ONUVEN)…
Ancak Nikaragua’daki iç savaşı bitiren, ABD’nin açıkça destekleyip finanse ettiği, Violetta Chamorro önderliğindeki koalisyonun seçimleri kazanmasının ardından işlevsizleşen contra’lara yardımı kesmesi oldu… Contra’lardan sonuncusu, seçimlerden üç ay sonra, silahlarını CIAV görevlilerine teslim edecekti![2] “Silahsızlandırılmış” contra’lar ise, etkin oldukları sürece denetimi ellerinde tuttukları ülkenin kuzeyinde, haydut çeteleri olarak varlıklarını uzun süre sürdüreceklerdi: insan kaçırma, cinayet, şantaj ve soygunlarla…
Nikaragua’nın “barış süreci” diğerlerinden birkaç bakımdan farklıdır: müzakere formatı ve tarafları, muğlak ve tanımsız kalmış, BM ve Avrupa ülkeleri bu süreçte aktif roller üstlenememiş, iç savaşta da, “barış”ın tesisinde de ABD’nin iradesi neredeyse tek başına belirleyici olmuştur.
El Salvador
El Salvador’da iç savaşın tarihi, 1970’li yıllarda, topraksız köylülerin, kent yoksullarının, işçilerin, öğrencilerin sokaklara dökülen muhalefeti karşısında ABD destekli ordunun kanlı operasyonlarına dayanır. Bu süreçte ordu, El Salvador halkına karşı ağır insanlık suçları işlemiştir. Ordunun yanı sıra, ABD destekli paramiliter ölüm mangalarının eliyle hem kentlerde hem de kırsalda katliamlar, yargısız infazlar, faili meçhuller, tecavüz, işkence kol gezmiştir.
1980 başlarında ülkede sol güçler (gerilla örgütleri ve siyasal partiler), 1930’lu yılların antiemperyalist halk kahramanı Farabundo Martí’nin adına atfen Farabundo Martí Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN) adını alan cephe örgütünün şemsiyesi altında birleşti. İç savaş ise, resmen 1980 Martı’nda El Salvador’un Kurtuluş Teologu Başpiskoposu Monsenyör Oscar Romero’nun San Salvador Katedrali’nde yaptığı bir konuşma sırasında öldürülmesi ve 30 Mart’taki cenaze törenine katılanlara bombalı saldırı düzenlenmesiyle başladı.
Nikaragua’daki devrimin Orta Amerika’ya yayılmasından kaygı duyan ABD’nin eğitim, lojistik, silah ve personel olarak desteklediği El Salvador ordusu ve ona bağlı paramiliter ölüm mangaları ile FMLN arasındaki iç savaş, 12 yıl sürdü. Ve Ocak 1992’de BM’nin gözlemciliğinde, El Salvador hükümeti ile FMLN yöneticileri arasında Mexico City’deki Chapultepec kalesinde imzalanan barış anlaşmasıyla resmen sona erdi.
İç savaş, geride her birinde yüzlerce kişinin katledildiği onlarca katliamın acılarını, binlerce ölü, yaralı, işkence mağduru, tecavüze uğramış binlerce kadın, yüzlerce boşaltılmış, yakılmış köy bırakarak sonlanmıştı. Nüfusu ancak 7 milyonu bulan ülkede iç savaşın ölümcül bilançosunun 75 000 kişi olduğu hesaplanmaktadır: yani nüfusun yüzde biri iç savaş sırasında katledilmiştir!
El Salvador’daki “barış süreci” ya da hükümetle FMLN arasındaki görüşmeler, katliamların uluslar arası tepki çekmeye başlaması, ABD Kongresi’nin ülkenin ordu ve ölüm mangalarının faaliyetlerindeki rolünü tartışmaya açması, sayıları milyonları bulan mültecilerin basıncı ve kıta ölçeğinde yaygınlaşan neo-liberal siyasalara “demokratikleşme” söylencelerinin eklemlenmesi sonucunda, BM gözetiminde başlayacaktı. Öte yandan müzakerelerin başlatılması ve sürdürülmesinde Katolik Kilise’nin basıncı da göz ardı edilmemelidir. Sonuçta imzalanan barış anlaşması, ülkenin belli başlı yapı ve kurumlarının reforme edilmesi için bir takvim belirlemenin yanı sıra, geçmişteki ihlâllerin kovuşturulması ve gelecekteki ihlâllerin önüne geçilmesine yönelik bir Hakikât Komisyonu’nun tesisini karara bağlıyordu.
Barış anlaşmasının öngördüğü reformlar arasında:
- El Salvador’un kamu güvenliği kuvvetleri Ulusal Polis, Milli Muhafızlar ve Hazine Polisi’nin tasfiye edilip yerine orduyla hiçbir kurumsal bağı olmayan, eğitimli ve insan haklarını düzenleyen yasalara bağlı bir ulusal sivil polis gücünün kurulması;
- Ordunun sivil otoriteye ve yasalara tabi olacak şekilde yeniden düzenlenmesi - birliklerin sayılarının azaltılması, Milli İstihbarat dairesinin tasfiyesi, askerin polis görevi görmesine olanak veren mevzuatın değiştirilmesi;
- FMLN eski militanlarına, terhis edilen askerlere ve kiracı konumundaki 25 000 köylüye toprak dağıtılmasını sağlayan bir toprak reformu bulunmaktaydı.
Ancak en önemlisi, savaş suçlarını araştıracak, suçluların tespitini ve yargı önüne çıkartılmalarını sağlamakla yükümlü Hakikât Komisyonu’nun kurulmasıydı. Kolombiya eski devlet başkanı Belisario Betancur başkanlığında, bir Venezuelalı ve bir ABD’li üç üyeden oluşan komisyon, sekiz ay içerisinde binlerce birincil ve ikincil tanık dinleyip binlerce belgeyi değerlendirdi. Komisyonun “Çılgınlıktan Umuda: El Salvador’da 12 Yıllık Savaş” başlıklı raporu 15 Mart 1993 tarihinde yayınlanacaktı.
Raporda belgelenen 22 bin şikâyetin yüzde 60’ı yargısız infazlar, yüzde 25’i kayıplar, yüzde 20’si ise işkenceyle ilgiliydi. İncelenen şiddet vakalarının yüzde 85’i devlet kaynaklıydı. Raporda insan hakları ihlâlcilerinin isimleri tek tek veriliyor, suçlu subay ve memurların görevden alınarak kamu hizmetlerinden yasaklanması tavsiye ediliyordu. Yanısıra, geniş çaplı hukuksal reformlar tavsiye edilmekteydi. Örneğin, yargı bağımsızlığının güvence altına alınması, El Salvador’un tüm uluslar arası insan hakları sözleşmelerini imzalayıp onaylaması gibi düzenlemelere öncelik verilmesi öneriliyordu. Öte yandan, El Salvador yasal sisteminin kovuşturma yetisinden yoksun olduğu gerekçesiyle, faillerin kovuşturulması temennisi raporda yer almaktaydı; yanı sıra, kurbanların zararlarının tazmini öngörülüyordu.
El Salvador hükümetinin BM’nin girişimleri ve Hakikât Komisyonu’nun tavsiyeleri karşısındaki ilk tepkisi, raporun yayınlanmasından beş gün sonra, 20 Mart 1993’te, savaş suçları dahil olmak üzere raporda insan hakları ihlâllerine adı karışan herkes için koşulsuz “genel af” ilan etmek oldu. Bu, katliamları, işkenceleri, yargısız infazları gerçekleştirmiş, tecavüz, köy yakma, talan, insan kaçırma vb. suçlara karışmış ve bu eylemlerin emrini vermiş, onları örgütlemiş on binlerce asker ve paramiliterin dokunulmazlık zırhıyla toplum içine karışması anlamına geliyordu.
Bu affın yanı sıra, Barış anlaşması gereklerinin ya da komisyon tavsiyelerinin pek azı yerine getirilecekti. Örneğin, daha önce silahlı kuvvetlerle iç içe geçmiş, çeteleşmeye teslim, yolsuzluklara boğulmuş polis örgütlerinin tasfiye edilip yerine yeni bir “Ulusal Sivil Polis” teşkilâtı kurulmuş olsa da, bu örgüt tasfiye edilen polis teşkilâtlarından unsurlarla doldurulmuş, orduyla ortak operasyonların sürdürülmesinin de etkisiyle, fazla bir etkinlik göstermemiştir. Barış anlaşmalarında öngörülen toprak reformu, ülke topraklarının büyük bölümünü elinde tutan elitin direnişiyle karşılaşınca, askıya alınmıştı. İç savaş kurbanlarının zararının tazmini kararı da, kaynak yetersizliği gerekçesiyle uygulamaya sokulamamıştır.
Ancak El Salvador’daki “Barış Süreci”nin en acılı sonucu, hiç kuşku yok ki, barışın nihayet tesis edileceği ve ülkede koşulların normale dönmesini sağlayacağı varsayılan 20 Mart 1994 seçimlerinde, sokak ortası infazların, insan kaçırmaların, işkencenin, ölüm tehditlerinin, yani paramiliter terörün olanca hızıyla sürdüğü hileli bir kampanya sonucunda, sivil halk üzerindeki baskı ve terörün, katliamların baş sorumlusu faşist ARENA partisi adayının (Armando Calderon Sol) oyların yüzde 49.2’sini alarak devlet başkanı seçilmesi oldu. Calderon Sol’un El Salvador’daki iç savaşta sivil halka uygulanan vahşetten sorumlu olduğu, bizzat CIA belgeleriyle açığa çıkmıştı!
Seçim kampanyası sırasında, Barış anlaşmasıyla birlikte siyasal partiye dönüşen FMLN’in onlarca adayı öldürüldü (Barış anlaşmasından seçimlere kadar öldürülen FMLN aktivisti sayısı: 40); sendika militanları ve insan hakları aktivistleri kaçırıldı, işkenceden geçirildi…
Bir başka deyişle, Chapultepec anlaşması, El Salvador’daki iç savaşı yalnızca “resmen” sona erdirmişti. “Barış”, FMLN’in silahlı gücünün büyük ölçüde tasfiye edilmesine yol açarken, karşısındaki faşist şiddet, özellikle de paramiliter güçler üzerinde fazla etkili olamamıştı. El Salvador’un ölüm mangaları, 1993 affının kendilerine sağladığı dokunulmazlık zırhı altında, zamanla suç çetelerine evrildiler. Önceden latifundistlerin, hükümet güçlerinin ve ordunun hizmetine sundukları güçlerini, doğrudan kendi çıkarları için kullanmaya koyuldular.
Bugün 7 milyonluk El Salvador, uyuşturucu kaçakçılarından silah kaçakçılarına, oto hırsızlarından organ mafyasına, kadın tacirlerinden fidye çetelerine, organize suça teslim olmuş durumdadır. 100 000’de 69 ile El Salvador, cinayet oranının en yüksek olduğu ülkeler arasındadır (2011 verisi). Suçları “kovuşturacağı” varsayılan emniyet ve yargı kurumları ise, genellikle ya sindirilmiş, ya da rüşvetle teslim alınmış durumdadır.
El Salvador 2009’daki seçimlerden bu yana, FMLN’in adayı, gazeteci Mauricio Funes’in devlet başkanlığında yönetiliyor. Ancak, “ne solculuk, ne de sağcılık yapacağım. Hedefim ülkeyi ileriye taşıyacak bir program,” diyen Funes, iç savaş canilerinin yargı önüne taşınmasını sağlayacak adımları atmakta belirgin bir şekilde ayak sürüyor. Belki öncelikle bu yetki kendisinde değil de Anayasa Mahkemesi ve özerk Cumhuriyet başsavcısında olduğu için; belki El Salvador parlamentosunda çoğunluğun hâlâ başta ARENA olmak üzere sağcı partilerde olması nedeniyle; belki orduda tedirginliğe yol açmamak için; belki de yeniden açılacak davaların FMLN’in başına patlamasından çekindiği için…
Her durumda, El Salvador’da “barış süreci”nin katliam, infaz, işkence, tecavüz ve diğer savaş ve insanlık suçlarının faillerini isim isim belgeleyen Hakikât Komisyonu raporuna karşın, savaş suçlularının cezalandırılmasına ilişkin somut bir getiriyle sonuçlandığı söylenemez.
Guatemala
Guatemala, 1951’de devlet başkanı seçilen ve ülkede geniş kapsamlı bir toprak reformuna girişen Jacobo Arbenz Guzman’ın 1954’te CIA tarafından örgütlenen bir askerî darbeyle devrilmesinin ardından, ülkeyi ardına kadar ABD şirketlerinin çıkarlarına ve ABD’nin askerî üslerine açan generaller birbiri peşisıra iktidara gelecekti. Baskıların, gelir dağılımındaki devasa eşitsizliklerin, özellikle de ülke nüfusunun yüzde 60’ını oluşturan yerlilerin karşı karşıya kaldığı derin ayırımcılığın sonucu, 1960’ların sonlarına doğru başlayan gerilla mücadelesi oldu. Ülkenin belli başlı gerilla grupları, 1982’de bir cephe örgütü olan Guatemala Ulusal Devrimci Birliği (URNG)’ni oluşturmak üzere birleşeceklerdi.
Birbirini izleyen darbeler ve sahte seçimlerle işbaşına gelen albay ve generallerin gerilla faaliyetlerine tepkisi, tavizsiz, acımasız ve kesintisiz bir terör politikası olacaktı. Bu politikalar Guatemala ordusu ve onun paramiliter destekçisi (elbette ABD Ordu Özel Birlikleri tarafından eğitilip donatılan) Ölüm Mangaları tarafından yürütülmekteydi. Ülkedeki kontrgerilla faaliyetleri öylesine boyutlanmıştı ki, ABD başkanı Jimmy Carter, 1979’da Guatemala ordusuna her türlü askerî yardımın askıya alınması kararını alacaktı. (Ne ki ABD yardımının el altından sürdürüldüğü, sonradan belgelerle açığa çıkacaktır.)
Guatemala İç savaşı, 1982’de bir darbeyle iş başına gelen General Efrain Ríos Montt’un cuntası döneminde zirve yaptı. Montt seleflerinden devraldığı, gerillaya sivil desteği kesmeyi hedefleyen topyekûn temizlik politikasını olanca şiddetiyle sürdürdü. Köyler boşaltılıyor, ürünler ve hayvanlar ateşe veriliyor, yerlilerden devşirilmiş bir çeşit korucu sistemi olan “özsavunma devriyeleri” yerli cemaatlere kan kusturuyordu. Gerillaya destek verdiğinden kuşku duyulan siviller, kafaları kesilerek, boyunları kırılarak, dövülerek öldürülüyordu. Kadınlar, gebe olanlar dahil, kitlesel tecavüzlerin kurbanıydı. Çocuklar bu vahşetten masun değildi; askerlerin ve paramiliterlerin, ebeveynlerin gözü önünde çocukların kafalarını kayalara çarpa çarpa öldürdüğü sonradan insan hakları örgütleri tarafından rapor edilecektir. İş öylesine çığrından çıktı ki, 1983 Şubatı’nda gizli bir CIA telgrafında ülkede “sağcı şiddette artıştan kuşkulanıldığı, insan kaçırma ve faili meçhul sayısında büyük bir artış yaşandığı kaydediliyor ve bu tırmanış, Montt’un güvenlik görevlileriyle yaptığı ve “gerillaların artık mahkemeye çıkartılmasını istemediğini” belirtip “uygun gördükleri biçimde davranmaları” talimatını verdiği gizli toplantıya atfediliyordu. (Ancak bu, Montt’un ABD nezdinde gözden düşmesine yol açmış değildir. Reagan, “kişisel bütünselliği olan bir devlet adamı” olarak tanımlamaktaydı!)
Guatemala İç Savaşı değişen yoğunluklar ve gelgitlerle 1996’ya dek sürdü. Sona erdiğinde, geride (12-13 milyon nüfuslu ülkede) çoğu hükümete bağlı güçler eliyle katledilmiş 150 000’den fazla ölü, 50 000 kadar kayıp, 1 milyonun üzerinde sığınmacı bırakmıştı! Barış görüşmeleri gereği oluşturulan Hakikat Komisyonu, kurbanların yüzde 83’ünün Maya yerlileri olduğunu bildirerek, olayları “soykırım” olarak tanımlıyordu. Ve
Çoğunlukla sonuçsuz bir şekilde 10 yılı aşkın süren barış müzakereleri, Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra, BM gözetiminde hızlanacak ve etkinleşti.
Böylelikle siyasi partiye dönüşen URNG ve hükümet 1994 ve 1995’te insan hakları, yerinden edilmiş kişilerin geri dönmesi, savaş suçlarının açığa çıkartılması ve yerli hakları konusunda bir dizi (toplam 12 adet) anlaşma imzaladılar. Taraflar, BM’nin müzakere sürecinde bir arabulucu tayin etmesi talebinde bulunmuşlardı. Hükümet ve URNG temsilcilerinden oluşan komisyon, toprak reformu konusunda da verimli bir müzakere sürecine girişti.
Guatemala barış sürecinde sivil toplum üye ve kuruluşlarının katılımı da teşvik edilmişti; bu yolla Ulusal Uzlaşı Komisyonu (CNR) ve Sivil Toplum Meclisi (ASC) gibi sivil forumlar, hem resmî müzakerelerin başlatılmasında aktif bir rol alabilmişler (CNR ile URNG arasında 1990 yılında Oslo’da varılan anlaşma tarafların soruna siyasal çözüm aramasını teşvik ediyordu), hem de müzakerelerde yol gösterici bir rol oynayabilmişlerdir. Nihaî anlaşmanın imzalanması ise Aralık 1996’da gerçekleşecekti. BM Güvenlik Konseyi, 20 Ocak 1997 tarihli 1094 sayılı kararıyla barış anlaşmalarının uygulanmasını gözetmek üzere Guatemala’ya askerî gözlemciler gönderilmesini benimsedi.
URNG ile hükümet arasında imzalanan barış anlaşmaları, şu konuları kapsamaktaydı:
-İnsan haklarına saygı ve insan haklarıyla ilgili kurumların güçlendirilmesi;
-Sığınmacıların geri dönmesi ve yeniden yerleştirilmesi;
- Bir Hakikat Komisyonunun kurulması;
-Yerli halkların kimlik ve haklarının tanınması;
-Sosyo-ekonomik konular ve toprak reformu;
-Sivil toplumun güçlendirilmesi ve ordunun rolünün yeniden tanımlanması;
-Gerilla güçlerinin toplumla bütünleşmesinin sağlanması ve URNG’nin siyasal partiye dönüşmesi;
-Anayasa ve seçim sistemi reformu;
-Bütün anlaşmaların onaylanması ve uygulanması.
Anlaşmaların imzalanmasından sonra, hükümet, URNG, BM’nin anlaşmanın uygulanmasını gözetmekle yükümlü özel komisyonu Minigua’nın üyeleri ve sivil toplum temsilcilerinden oluşan bir Barış Komisyonu oluşturuldu.
Anlaşmalar gereği oluşturulan Tarihî Aydınlatma Komisyonu (CEH) Guatemala halklarının devlet güçleri elinde yaşadığı facianın tüyler ürpertici boyutlarını gözler önüne sererken, çok önemli bir saptamada bulunuyordu: Komisyonun raporuna göre, gerilla grupları iç çatışmalar boyunca hiçbir zaman devlet için gerçek bir tehlike teşkil etmemişlerdi. Askerî potansiyelleri bunun için çok düşük, sayıları orduyla baş edemeyecek kadar sınırlıydı. Dahası, ordu ve devlet bu güç eşitsizliğinin farkındaydı ve ayaklanma tehdidini, her türlü örgütlenme ve muhalefet girişimini bastırmak amacıyla bilerek abartıyorlardı. Böylelikle devlet şiddetinin kurbanlarının büyük bölümünü gerillalar değil, sivil yurttaşlar oluşturmaktaydı![3]
CEH’in nihaî raporu, tazminat ve uzlaşı konusunda bir dizi önlem önermekteydi: bir Ulusal Tazminat Programı’nın oluşturulması, kayıpların araştırılması, kurbanların kemiklerinin ailelerine teslim edilmesi, devlet başkanı ve URNG liderliğinin mağdurlardan resmen özür dilemesi, anıtlar ve anma günleriyle kurbanların anılarının yaşatılması, genç kuşaklara iç savaşın dehşetini anlatabilmek ve bir saygı kültürü geliştirebilmek için raporun yaygınlaştırılması… Raporda yanı sıra, taraflar arası varılan anlaşmalar uyarınca toplumsal ve hukuksal reformların gerçekleştirilmesi, adil bir toprak dağıtımı, toplumsal eşitsizliklerin giderilmesini sağlayacak önlemlerin hayata geçirilmesi isteniyordu.
Ne ki Barış Anlaşmaları’nda öngörülen reformların büyük bölümü, ülkede 1999’da yeni Anayasa için yapılan referandumla reddedildi.[4] Bu, hükümetleri anlaşmalarda öngörülen yasal reformları, özellikle de yerli haklarını hayata geçirecek yasal çerçeveden yoksun bırakacaktı.
Uygulanması Anayasal çerçeve gerektirmeyen düzenlemeler ise, büyük toprak sahipleri ile sanayicilerin muhalefeti nedeniyle gerçekleştirilemedi: vergi reformu ve toprak reformu böylece, birbirini izleyen sağcı hükümetler eliyle sulandırılıp kuşa çevrilecekti.
Yalnızca Barış Anlaşması’nda öngörülen reformlar değil - Tarihî Aydınlatma Komisyonu’nun tavsiyelerinin de pek azı hayata geçirilebilmiştir: Ulusal Tazminat Programı (PNR) 2003’te oluşturularak 52 333 kayıtlı tecavüz, işkence, infaz ya da kayıp kurbanının 24 000 kadarına (ya da ailelerine) parasal tazminat ödenmesi sağlandı, örneğin. Ancak tazminat büyük ölçüde “manevî” ya da simgesel kalacaktı sokaklara kurbanların isimlerinin verilmesi, anma günleri, anıtlar vb.
CEH Raporu’nun yayınlanmasından (1999) kısa bir süre sonra Başkan Alvaro Arzú hükümetin iç savaşta işlediği suçlardan dolayı resmen özür diledi. Onu URNG yöneticileri izleyecekti. Ancak mevcut devlet başkanı Otto Pérez Molina 2012’de, ordunun büyük bölümünün yerlilerden oluştuğu gerekçesiyle rapordaki “soykırım” tanımını reddetti.
Rapor, kısmen Maya dillerine çevrilerek ülke çapında dağıtıldıysa da, okuryazarlığın özellikle kırsal yerli cemaatlerinde çok düşük olması nedeniyle etkisi oldukça tartışmalıdır. İç savaş sırasında katledilenlerin kemiklerinin çıkartılmasına ve teşhis edilebilenlerin ailelerine teslim edilmesine devam ediliyor.
İç savaş suçlularından bazıları ise yargı önüne çıkartılabildi. En önemli yargılama ise, hiç kuşkusuz, Efrain Rios Montt’un soykırım suçlamasıyla hâkim karşısına çıkartılmasıydı (12 Ocak 2012). Montt 10 Mayıs 2013’te suçlu bulunarak 80 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Ancak karar üst mahkemece bozuldu; dava Ocak 2015’ten itibaren yeniden görülmeye başladı.
Öte yandan, yargılamalar konusunda fazla iyimser olmamak gerek… Çünkü Guatemala’nın mevcut devlet başkanı Molina, iç savaş döneminde ordu istihbaratının başında olan bir emekli general!
Günümüzde Guatemala Barış anlaşmalarının öngörüleri, yasal dayanaktan yoksundur. Toplumun büyük ölçüde sanayici ve büyük toprak sahiplerinin muhafazakâr koalisyonunun hegemonyası altında olması, iç savaşı tetikleyen derin yapısal eşitsizliklerin dokunulmadan süregitmesini sağlıyor. Nüfusun büyük bölümünü oluşturan yerli cemaatleri “parya” statüsünde tutan ırkçılık ise, hâlen büyük ölçüde sürmekte[5]…
Şurası kuşkusuz: Guatemala’da durum birgün değişecekse, bu, toplumun “en alttakiler”ini, “parya”sını oluşturan ve kendilerine karşı işlenen insanlık suçlarıyla bilenen yerliler eliyle olacak; yoksa bir elleriyle iç barış, adalet ve kalkınmayı sağlıyormuş gibi yapıp öbür elleriyle her türlü değişim çabasını var güçleriyle engelleyen ıskartalık savaş suçluları eliyle değil…
Meksika
Meksika, bu örneklerden 1990’lardaki iç çatışmanın çok sınırlı, kısa süreli ve yerel boyutlu olmasıyla ayırt edilir.
Bilindiği üzere, Meksika Devlet Başkanı Ernesto Zedillo’nun imzaladığı, ABD ce Kanada’yla serbest ticareti öngören Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın yürürlüğe gireceği 1 Ocak 1994 günü, ülkenin güneyindeki, Maya dillerini konuşan yerli nüfusun yoğun olarak yaşadığı Chiapas eyaletinde, ilginç bir gelişme oldu. O gün, 3000 kadar yüzleri kar maskeli, silahlı yerli eyaletin belli başlı kentlerine inerek silahlı ayaklanmayı başlattıklarını ilan ettiler.
Ayaklanmanın gerisinde, uluslar arası finans kurumlarının baskısıyla 1980’li yılların başlarından itibaren neoliberal yapısal uyum programlarının toplumda yol açtığı derin iktisadi ve toplumsal kriz yatmaktaydı. Kriz, tarihsel ayırımcılık ve ırkçılığın mağduru, yoksul ve marjinalleşmi yerli cemaatleri daha da ağır biçimde vurmaktaydı. Kendilerine Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) adını veren isyancıların talepleri arasında, NAFTA’nın derhâl yürürlükten kaldırılması, ülkenin demokratikleşmesi, 1917 Anayasası’nın öngördüğü toprak reformunun gerçekleştirilmesi, yerlilerin özerkliğinin tanınması ve Chiapas’daki doğal kaynaklardaki paylarının arttırılması bulunuyordu.
Hükümetin kısa süreli şaşkınlığının ardından ordu devreye girdi, iki hafta kadar süren çatışmaların ardından, 150 kayıp veren isyancı yerliler Lacandone ormanlarına çekildiler. Meksika içindeki ve uluslararası sivil toplum örgütlerinin devreye girmesi sonucu, özellikle de özgürlük teologu San Cristobal de las Casas piskoposu Samuel Ruíz’in arabulucuğunda 12 Ocak günü ateşkes ilan edildi. Barış görüşmeleri ise, Mart 1995’te San Andrés Larráinzar köyünde başlayacaktı.
1996’da Barış ve Uzlaşma Komisyonu (COCOPA) EZLN ve federal hükümet arasında varılan San Andrés anlaşması üzerine temellenen bir Anayasa değişikliği tasarısını formüle etti. Zedillo yönetiminin kabul ettiği COCOPA Planı, Uluslar arası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 169 sayılı Konvansiyona uygun olarak yerli kültürü ve toprak ve özerklik haklarını öngörmekteydi.
Ne ki COCOPA Planı hiçbir zaman hayata geçirilmedi - tersine, iktidar (ordu ve paramiliterler eliyle) şiddeti tırmandırdı. Şiddet olayları, paramiliterlerin Acteal köyünde gerçekleştirdiği, 45 kişinin hayatına mal olan katliamla zirveye varacaktı.
Ancak Chiapas ayaklanması, Zedillo’nun 71 yıllık iktidar partisi Kurumsal Devrimci Parti’nin (PRI) de sonunu getirecektir. 2000 yılında yapılan seçimlerde, kampanya boyunca Zapatista sorununu “15 dakikada çözeceği” vaadinde bulunan sağcı neoliberal PAN (Milli Eylem Partisi)’ın adayı Vicente Fox başkanlığa geldi. Fox göreve geldiğinde San Andres anlaşmasını yürürlüğe koyacağı vaadinde bulunmuştu. Ancak bunun yerine, 2001’de San Andres Anlaşması’nda öngörülen düzenlemeleri sulandırarak anlamsızlaştıran bir “Yerli Yasası”nın kongreden geçmesini sağlayarak San Andres’i geçersiz kıldı. Fox döneminde gerçekleştirilen Anayasa değişikliğiyle Meksika yerlilerin hukuksal özerkliğini tanımış oluyordu. Böylelikle ülkenin yerli cemaatleri:
-Birlikte yaşama ve örgütlenmenin iç biçimleri üzerine karar alma;
-Anayasal ilkeler ve İnsan Haklarıyla çelişmemek kaydıyla iç çelişkilerini kendi normatif sistemleri doğrultusunda çözüme kavuşturmak;
-Cemaat dil ve kültürlerini muhafaza edip zenginleştirmek;
-Stratejik alanlar dışında topraklarındaki kaynaklardan tercihli olarak yararlanmak;
-İç yetkelerini ve belediyeler nezdindeki temsilcilerini kendi geleneksel işlemleri doğrultusunda göreve getirmek
maddeleriyle ifade edilen sınırlı bir özerkliğe kavuşmuş oluyorlardı.
Yeni yasa ILO ve Ulusal İnsan Hakları Komisyonu başta olmak üzere pek çok uluslar arası ve ulusal kurum tarafından sert bir biçimde eleştirildi. Zapatistalar ise hükümetle her türlü müzakereyi askıya alıp, kendi bölgelerinde özerk Juntas de Buen Gobierno (İyi Yönetişim Cemaatleri)’larını inşaya koyulacaktı (2003).
Kolombiya
Günümüzde Latin Amerika’da etkin olan tek gerilla hareketi FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri) da bir kez daha Kolombiya hükümetiyle barış müzakerelerine başlamış durumda.
“Bir kez daha”, diyorum; çünkü FARC ile Kolombiya hükümeti arasında, örgütün tarihi boyunca önemli-önemsiz, pek çok müzakere süreci yaşandı.
FARC’ın kökeni, köylülerin 1948-58 yılları arasında ülkeyi kasıp kavuran ve büyük bölümü köylülerden oluşan 200 bin kişinin ölümüne yol açan iş savaş (La Violencia) ve onu izleyen “Hızlandırılmış İktisadî Kalkınma” programı sürecinde kitlesel olarak topraklarını yitiren köylülerin oluşturduğu silahlı özsavunma güçlerine dayanmaktadır. Bogota ve Cali arasındaki dağlık bölgede üslenen FARC, Kolombiya Komünist Partisi’nin silahlı kanadı olarak kuruluşunu 1964 yılında ilan etti. Kolombiya’nın yapısal toplumsal eşitsizlikleri ve köylülerin içlerinde yaşadıkları marjinalleşme koşulları, örgütün tabanını sürekli geliştirmesinin önünü açacaktı.
Tahmin edilebileceği üzere bu gelişme, Latin Amerika’da “ikinci bir Kûba” oluşumundan dehşete kapılan ve Kolombiya topraklarında petrol, kömür, muz, gibi alanlarda önemli yatırımları bulunan ABD ile Kolombiya devleti arasında “karşı-ayaklanma” stratejisi çerçevesinde kirli bir işbirliğine yol açacaktı. Diğer Latin Amerika ülkelerinde uygulanan taktikler (köy boşaltmalar, kır ve kentlerde etkin olan ölüm mangaları, muhalif sivillere yönelik faili meçhul cinayetler, katliamlar) Kolombiya’da da devreye sokuldu.
Ne ki FARC “kolay lokma” olmadığını kısa sürede gösterecekti. 1980’lere dek kırsal bölgelerde etkinlik gösteren FARC, bölgesindeki kokain üretiminin önem kazanmasının da etkisiyle (örgüt uyuşturucu ticaretinden vergi almaktadır ve bu önemli bir finans kaynağıdır), etkinlik tabanını kentlere doğru kaydıracaktır. 2000 yılına gelindiğinde örgüt, diğer iki gerilla grubuyla (ELN ve M-19) birlikte Kolombiya topraklarının yaklaşık yarısını denetim altında tutmaktaydı.
Örgüt 1985’te başkan Betancourt’un barış çabaları karşısında bir iyi niyet gösterisi olarak bir siyasal parti (Yurtsever Birlik -UP) kurup legal alana taşınma girişiminde bulundu; ne ki güvenlik güçleri ve paramiliter saldırılar, üye, aday ve yöneticilerinin büyük bölümü “faili meçhul”e kurban giden UP’nin faaliyet göstermesine olanak tanımayacaktı - öldürülen parti üyelerinin sayısı 4-6000 olarak hesaplanmaktadır.
Örgüt ile hükümet arasında barışı sağlama konusunda yakın tarihin en ciddi girişim, 1998’de Devlet başkanı Andrés Pastrana’nın FARC’a 42 000 km²lik askerden arındırılmış bir alan sağlayarak görüşmeleri yürütmeye çağırması oldu. Ancak görüşmeler güvensizlik nedeniyle 2002’de sonuçsuz bir şekilde sona erecek, Pastrana orduya FARC kontrolündeki alanı geri alma emrini verecekti.
2002 başkanlık seçimlerini, “FARC’ın kökünü kazımaya yeminli” şahin Alvaro Uribe kazandı. Uribe ABD desteğiyle 2003’de FARC üzerine “Plan Patriota” adıyla bilinen saldırı planını yürürlüğe koydu. Birbirini izleyen harekâtlar sırasında FARC denetimindeki toprakların büyük bölümü, devlet güçlerinin eline geçti, çok sayıda gerilla ve örgütün en önemli komutanlarından bazıları öldürüldü. Öte yandan ordu, örgütün kırsal desteğini kesmek üzere köy boşaltmaları sürdürüyordu - böylelikle 48 milyon nüfuslu ülkede 5 milyon kadar iç sığınmacı açığa çıkacaktı: nüfusun yaklaşık yüzde 10’u!
2010’da başkanlık dönemi sona eren “şahin” Uribe’nin yerine onun savunma bakanı Juan Manuel Santos’un seçilmesi, önceleri Uribe’nin “demir yumruk” politikalarının süreceğinin işareti olarak algılanmıştı. Santos’un başkanlığının ilk yılında gerçekten öyle de oldu: FARC en önemli komutanlarından Victor Julio Suarez (Eylül 2010) ile lideri Alfonso Cano’yu (Kasım 2011) saldırılarda kaybetti. Cano’nun yerine geçen Rodrigo Londoño Echeverri ise FARC’ın barış müzakerelerine hazır olduğunu ilan edecekti. Bir iyi niyet gösterisi olarak da elindeki güvenlik güçlerini serbest bırakacağı ve fidye için insan kaçırma taktiğinden vazgeçeceğini duyurdu.
Taraflar arasında “keşif” mahiyetindeki ilk temaslar, -sonradan açıklanacağı üzere Venezuella devlet başkanı Hugo Chavez’in desteğiyle- gizlilik içinde 2012’de Küba’da gerçekleşti. Bu görüşmelerde tarafların formel bir barış çerçevesi üzerinde anlaşmaya varması üzerine müzakereler resmen Ekim 2012’de Oslo’da başlayacaktı.[6]
Görüşmeler sürerken Kolombiya hükümeti, iç sığınmacılar konusunun çözüme kavuşturulmasında bir adım olarak “Kurbanlar ve Toprak İadesi Yasası”nı Kongre’den geçirdi. Bu adım, FARC’ın toprak reformu koşulunu karşılamasa da, barış sürecine toplumsal destek sağlama yolunda bir girişim olarak değerlendirilecekti. Bunu çatışmalar sırasında suç işleyen güvenlik güçleri ve gerillalara suçlarını itiraf etmeleri durumunda ceza indirimi sağlayan yasanın kabulü izledi. FARC ise iki aylık tek-taraflı ateşkes ilan etti.
Taraflarca anlaşmaya varılan çerçeve anlaşması, barış görüşmelerinin altı konu üzerinden sürdürülmesini hükme bağlıyordu: 1) Kırsal kalkınma ve toprak politikası;[7] 2) FARC’ın siyasal katılımı; 3) Çatışmalara son verilerek isyancı güçlerin toplumsal yaşama katılması; 4) Yasadışı koka ekimi ve uyuşturucu kaçakçılığı; 5) Kurbanların tazmin edilmesi; 6) Nihaî anlaşmanın yürürlük mekanizmalarının güvence altına alınması.[8]
Taraflar müzakerelerin gizlilik içinde yürütülmesi konusunda ilke anlaşmasına vardıklarından, kamuoyu, müzakere sürecindeki gelişmeler hakkında, her madde sonuçlandırıldığında yapılan kısa açıklamalardan haberdar oluyor.
Böylelikle, müzakerenin ilk maddesi olan toprak sorununun Mayıs 2013’de, ikinci madde olan FARC’ın siyasal katılımı konusunun ise Kasım 2013’te sonuçlandırıldığı duyuruldu. Anlaşmaya göre çiftlik toprakları bir fon aracılığıyla topraksız köylülere dağıtılacak, küçük çiftçiler ve köylülerin güvenliği ve kredi, teknik destek ve pazarlama bilgisi ile desteklenecekler. FARC’ın 9 milyon hektarlık toprağın “özerk köylü rezerv bölgeleri”ne tahsisi önerisi ise reddedildi.
Üzerinde anlaşmaya varılan “siyasal katılım” maddesi ise, Kolombiya’nın kurumsal çerçevesinde siyasal muhalefeti güvence altına alıyor, muhalefetin medyaya erişimi önündeki engellerin kaldırılmasını taahhüt ediyor; siyasal parti kurma işlemlerini kolaylaştırıyor; “Uzlaşı ve Birlikte Yaşama Konseyleri” aracılığıyla sivil toplumun manevra alanını genişletiyor; özellikle FARC bağlantılı muhalefet adaylarının can güvenliğini taahhüt altına alıyor; kadınların siyasal katılımının önünü açacak önlemler almayı kabul ediyor ve seçim şeffaflığını güvence altına alıyor.
Kolombiya’da FARC ile devlet arasındaki barış müzakereleri, hâlen hükümetin operasyonları ancak tam anlaşmaya vardıktan sonra bırakacağını açıkladığı, FARC’ın da eylemlerini yer yer sürdürdüğü bir zemin üzerinde sürmekte. Nasıl sonuçlanacağını ise, zaman gösterecek…
* * *
Görüldüğü üzere, farklı sürelerde kısmî ya da bütünsel ayaklanma ve iç savaşlara sahne olmuş Latin Amerika ülkelerinin 1990’lı yıllardan itibaren yöneldikleri “iç barışı sağlama” süreçleri, tekil, türdeş bir model sunmuyor bizlere.
Ama yine de kimi ortak özelliklerini yakalayabilmek, mümkün.
- Öncelikle, Latin Amerika’daki “barış süreçleri”nin, büyük ölçüde, sosyalist bloğun tasfiyeye uğradığı ve kıtanın neredeyse bir bütün olarak neoliberal ekonomik modele boyun eğdiği 1990’lı yıllarda yoğunlaştığı gözlemleniyor. Bir başka deyişle, kıta üzerinde rakip tanımayan bir egemenlik kurma çabasındaki ABD’nin “ayaklanma bastırma” doktrinlerinden, farklı bir paradigmaya yönelişi temsil etmekteler.
- Bu, aynı zamanda ABD dışındaki (başta Batı Avrupa ülkeleri olmak üzere) aktörlerin kıta politikalarına dahil olma yolundaki heveslerine denk düşüyor. Barış müzakerelerinin başlatılması ve sürdürülmesindeki “arabuluculuk” rolü, İspanya, Fransa ya da İngiltere gibi “eski dostlar”ın yanı sıra, İsveç, Norveç gibi yeni aktörlerin de kıta ülkelerine “giriş” yapmalarında bir kanal işlevi görmekte.
- Öte yandan, barış süreçleri aracılığıyla yolsuzluklara belenmiş askerî diktatörlüklerin ya da “hanedanların” tasfiye edilip kıtada az-çok sürdürülebilir demokratik rejimlerin tesis edilmesi ve bunlara “sivil toplum” desteğinin yaratılması (“devletin küçültülmesi” retoriğinin Latin Amerika versiyonu), neoliberal ekonomi-politikalarla daha uyumlu bir çerçeve oluşturuyor. Böylelikle, “barış müzakereleri”nin hepsi, kıta ülkelerinde az-çok şeffaflık terimleri çerçevesinde cereyan eden seçimlerle işbaşına gelen, iç ve dış denetim mekanizmalarına tabi, güçler ayrılığı ilkesine ve örgütlenme, basın, gösteri vb. özgürlüklerine saygılı hükümetlere yol verdi…
- Tabii ki, yalnızca görünüşte... Gerçeklikte ise, 1990’lı yıllarda iktidara gelen neoliberal güdümlü hükümetler olanca “demokratlık” ve “şeffaflıkları” içerisinde kapıları ardına kadar Çokuluslu Şirketlerin faaliyetlerine açacak, sosyal destek programlarını terk edecek, ihracata dayalı büyüme stratejileri çerçevesinde toprak dağılımındaki eşitsizliği katmerlendirecek, bulaştıkları yolsuzluklarla büyük çaplı sosyal krizlere yol açacak ve nihayetinde, kıta ülkelerinde 2000’li yıllarda gözlemlenen sola yönelişi tetikleyeceklerdi…
Sonuç olarak Latin Amerika’daki iç savaşlar ya da gerilla ayaklanmalarının, ülke toprakların ve ülke servetinin büyük bölümüne sahip oligarşilere karşı yükselen halk muhalefetini ABD destekli devlet ve kontra terörüyle bastırma girişimine karşı başlatılan silahlı mücadelenin bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Ne ki “barış”, iç savaşa yol açan iktisadî ve toplumsal koşullarda fazla bir değişikliğe yol açmamıştır.[9] Dahası, “barış süreçleri”yle birlikte hızlanan (neo)liberalizasyon, gelir dağılımındaki eşitsizlikleri daha da büyüterek pekiştirecektir. Boşta kalan “kontra”ların, “ölüm mangası” mensuplarının önemli bir kısmını oluşturduğu suç çeteleri, yolsuzluklar ve sağlık ve eğitim gibi temel kamusal hizmetlerin tasfiye edilmesinin yol açtığı toplumsal kırılganlaşma da cabası…
O hâlde, şu saptamayı rahatlıkla yapabiliriz: Latin Amerika’daki “barış süreçleri”nin kazananı, neo-liberalizm olmuştur. “Süreç”ler, halkların iç savaş öncesi içinde bulunduğu ve iç savaşa yol açan iktisadî ve toplumsal açmazlardan, yoksulluk ve yoksunluk kıskacından kurtulmasını sağlamak bir yana, bir mafya kapitalizminin kurumsallaşarak ülkedeki eşitsizlikleri, gelir dengesindeki bozuklukları ve gündelik terörü daha da kökleştirmesiyle sonuçlanmıştır.
İç savaş ya da çatışmalardan çıkış yolu arayan halk güçlerinin bu deneyimlerden çıkartabileceği en önemli ders, sonucun ancak adaletli olması, bir başka deyişle, çatışma ve/veya iç savaşa yol açan koşulların, ezilenlerden yana köklü bir biçimde dönüştürülmesini sağlaması durumunda “barış” adını hak edeceğidir.
Bunun dışındakiler, madunların, halk(lar)ın, ezilenlerin değil, efendilerin, egemenlerin “çözüm”üdür.
26 Ocak 2015 12:57:07, Ankara.
N O T L A R
[*] Mevsimlik Dergi, No:1, Bahar 2015.
[1] Ernest Mandel.
[2] Marc W. Chernick, “Peacemaking and Violence in Latin America”, The International Dimensions of Internal Conflict, Michael Edward Brown (der.), Center for Science and International Affairs, Harvard University, 1996: 283-85.
[4] Referanduma seçmenlerin yalnızca yüzde 17’si katılmıştı. Büyük bir bölümü okuryazar olmayan kırsal yerli nüfus çoğunlukla sandıklara gitmemiş, muhafazakâr partilerin ve özel medyanın ateşli “hayır” kampanyasına maruz kalan Ladino (Avrupa kökenliler) kentliler ise, reformlara “hayır” demişlerdi.
[5] Guatemala verilerinin derlendiği kaynaklar: “Guatemala’s Peace Process.Context, analysis and evaluation.” Conciliation Resouces.http://www.c-r.org/accord-article/guatemalayüzde E2yüzde 80yüzde 99s-peace-process-context-analysis-and-evaluation#sthash.tgU99HU2.dpuf. Conflict Management in Latin America, Experience from Swedish development cooperation, SİDA, 2003; “Guatemalan Civil War”, Wikipedia, http://en.wikipedia.org/wiki/Guatemalan_Civil_War.
[6] Görüşmelere devlet tarafında eski bir başkan yardımcısı, emekli bir ordu komutanı, Kolombiya İşadamları kuruluşundan bir temsilci, milli emniyet teşkilatı eski genel müdürü, Santos yönetiminin eski güvenlik danışmanı; FARC adına ise gerilla komutanları katılmaktadır.
[7] Hâli hazırda Kolombiya topraklarının yüzde 52.2’si, nüfusun yüzde 1’inin elindedir.
[8] June S.Beittel, Peace Talks in Colombia, 3 Nisan 2014, Kongre Araştırma Servisi Raporu, s.17.
[9] Uzun süre Kolombiya’da bulunmuş çatışma çözüm ve yönetişim uzmanı şöyle diyor: “Örneğin Guatemala’daki barış anlaşmaları yerli hakları ve toprak reformu konusunda bir hayli kapsamlı olmakla birlikte, bu düzlemde hiçbir şey gerçekten değişmiş değil. Ve Güney Amerika’daki barış süreçlerinden çıkartılabilecek en önemli derslerden biri bu. Barış için itim, bu ülkelerin halklarından gelecek yerde, yabancı yatırımları çekebilmek için ülkelerinin şöhretini düzeltmek gerektiğini kavrayan hükümet ve sosyal elitlerden geldi. Onlar toplumsal kesimlerin dahi edilmesiyle hiçbir ilişkisi olmayan bir iktisadi modernleşme peşindeydiler. Böylesi barış süreçleri sınırlı bir toplum desteği sağlayabildi ve onları, ülke iç savaştan suç batağına doğru sürüklenirken şiddete artış izledi.” (“Could FARC Talks Trigger a New Approach to Peace in the Region?” 31 Ocak 2014, http://spp.ceu.hu/article/2014-01-31/could-farc-talks-trigger-new-approach-peace-region#sthash. wN8WWJLl.dpuf)
Yorum Ekle