“Akıl başka şeylere gitti mi, gözler görmez olur.” [1] Laiklik konusu, galiba “kalu bela”dan beri bu ülkenin gündeminde olmayı sü...
“Akıl başka şeylere gitti mi,
gözler görmez olur.”[1]
Laiklik konusu, galiba “kalu bela”dan beri bu ülkenin gündeminde olmayı sürdürüyor[2] - ve öyle gözüküyor ki, özellikle de “yeni” Anayasa tartışmalarının bir kez daha su yüzüne çıkacağı önümüzdeki günlerde, başköşeye oturacak. Burada dikkat çeken durum, 1980-2010 arası kesitte neredeyse münhasıran “türban” konusuna kilitlenmiş laiklik tartışmalarının, günümüzde çok daha kapsamlı, köklü ve köktenci bir mahiyet kazanmış olması. Türkiye’de artık laikliğin şu ya da bu gündem maddesine ilişkin olarak neyi gerektirdiği değil, bizatihi kendisi tartışma konusu…
Erdoğan “Laikliği”
Teslim etmeli, AKP zevatı da konuyu tartışma gündeminde tutmak, soğutmamak için ellerinden geleni esirgemiyorlar; bu satırlar yazıldığı sıralarda, milliyetçi-maneviyatçı Türk sağının verimli dölyatağı MTTB’nin eski militanı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Milli Görüş günlerinden “abisi”, Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın “Yeni Anayasa’da laiklik ilkesi yer almamalı, Anayasa dindar olmalı” sözlerinin kopardığı fırtına, henüz yatışmıştı. Ama hava, yeni fırtınalara gebe.
Ancak, pek çok liberale “şaşırtıcı” gelen, Tayyip Erdoğan’ın bu sözlerin ardından devreye girerek “yok öyle şey, Meclis başkanının şahsi görüşüdür; biz ‘özgürlükçü laiklik’ten yanayız” mealindeki sözleriydi. Örneğin Ahmet İnsel şöyle belirtiyor şaşkınlığını: “Beklenmedik olan, bu sözlerin Tayyip Erdoğan tarafından eleştirilmesiydi. Kahraman’ın şahsi görüşü olduğunu ilan etmekle yetinmeyip sözlerini geri aldırdı. Kahraman, bir aşındırma denemesi yapmakla şimdilik kaldı. Başbakan bunu fırsat bilip, partisinin otoriter laiklik yerine özgürlükçü laikliği savunduğunu iddia etti. Bu özgürlükçü laiklik lafına mim koyalım.”[3]
Gerçekten de Kahraman cumhurbaşkanının devreye girmesi üzerine kısmî bir geri adım attı: “Anayasanın dindar olması beyanımdaki kastım; hiçbir ayrım yapmaksızın din ve vicdan özgürlüğünün anayasamızın lafzi ve ruhu ile güvence altına alınmasını sağlamayı temenni etmektir. Laikliğin farklı inanç gruplarına sağladığı hürriyetlerin mevzuatta yer bulması, devlet ve milleti karşı karşıya getirmeyen bir laikliğin tarifi ve tatbikatı yeni anayasada olmalıdır.”[4]
Özgürlükçü ya da devletçi, pek çok laiklik savunucusu, bu sözleri bir yandan beyanatın kamuoyunda uyandırdığı tepki, bir yandan da parti içerisinde konunun zamansız gündeme getirilişine dair eleştiriler nedeniyle “taktik” bir geri çekilme olarak yorumladı.[5]
Acaba öyle mi?
Tayyip Erdoğan, henüz başbakan iken, 2011 yılında “Arap Baharı” turu kapsamında Mısır, Tunus ve Libya’yı ziyaret etmiş ve bu ülkeleri “laikliğe çağırmıştı”. Önce Mısır’da çıktığı bir TV programında “Ben laik değilim[6], Müslümanım, ama laik bir devleti yönetiyorum. Laiklik ile Müslümanlık çelişmez” açıklamasını yaptı, bu açıklama Müslüman Kardeşler arasında şiddetli tartışmalara yol açacaktı.[7]
Erdoğan hızını alamamış olmalı ki, aynı çağrıyı, bu kez Tunus’ta, geçici hükümet başkanı Essebsi ile birlikte düzenlediği basın toplantısında yineledi:
Başbakan Erdoğan sorulan bir soru üzerine, “(…) Biz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz. Laiklik konusunda Anglosakson bir laiklik anlayışı veya Batılı anlamda bir laiklik anlayışı değil. Kişi laik olmaz. Devlet laik olur. Bir Müslüman, laik bir devleti başarılı bir şekilde yönetebilir. Laik devlet, her inanç grubuna eşit mesafededir. İster Müslüman olsun, ister Hıristiyan olsun, ister Musevi olsun, ister ateist olsun. Hepsinin güvencesidir. Olayın aslı budur. Bu tartışmalara vesile olabilir. Biz böyle inanıyoruz, böyle düşünüyoruz.”[8]
Bu açıklamalar da, o günlerde Erdoğan’ın “liberalleştirici” etkisine daha fazla bel bağlayan seküler-liberal çevrelerde coşkuyla karşılanmıştı: “İnanması güç; Türkiye’deki laikliğin yeminli karşıtı Erdoğan, kendi laiklik tanımını Arap Baharı’nda estiriyor,” [9] diyordu örneğin Murat Yetkin.
Malûm; Tayyip Erdoğan, mantıksal tutarlılığı”yla maruf bir şahsiyet değil. Söylemleri genellikle pragmatizmle demogoji arasında salınıp duruyor; bir gün göklere çıkardığını ertesi gün yerin dibine batırabiliyor (örneğin Gülen Cemaati) ya da bir gün yerin dibine batırdığıyla ertesi gün kolkola girebiliyor (TSK, İsrail…) Gözlerimizin içine baka baka yalan söylediğine de pek çok kez tanık olduk (Kabataş’da başörtülü hanım kızımıza saldıran, bebeğini darp eden üstleri çıplak Gezi’ciler; camide içki içenler vb.)
Bu tutumu laiklik konusundaki söylemlerinde de gözlemlemek mümkün; nitekim (Mısır’daki sözlerinin Erdoğan açısından büyük bir değişime işaret ettiğini söyleyen) Alev Coşkun, Tayyip Erdoğan’ın laiklik konusunda daha önce sarf ettiği sözlerden küçük bir seçki sunuyor bizlere:
• “Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor... Bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek yahu! Sen bunun önüne geçemezsin ki... Millete karşı yürümez zaten.”
• “Hem laik hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın, ya laik! İkisi bir arada ters mıknatıslanma yapar.”
• “Müslümanın yaratıcısı Allah kesin hâkimiyet sahibidir. ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ koskoca bir yalan. Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır...”
• “‘Türkiye Cezayir olur mu?’ diye soruyorlar. Biz hazmettire hazmettire geliyoruz, Allah’ın izniyle... Bu düzenin koruyucusu olamayız, mümkün değil...”
• “... 1.5 milyarlık İslâm âlemi Müslüman-Türk milletinin ayağa kalkmasını bekliyor. Kalkacağız. Işıkları göründü. Allah’ın izniyle kıyam (ayaklanma) başlayacak...”[10]
Tüm bunlar doğru… Ama biz yine de Erdoğan’ın Mısır ve Tunus’da sarf ettiği sözlerle İsmail Kahraman’ın “Yeni Anayasa’da laiklik olmasın,” kerameti konusunda söylediklerinin düşünülmüş, tasarlanmış bir tutuma, bu bakımdan da bir insicama denk düştüğü kanısındayız. Nitekim, kendisi de Hırvatistan ziyaretinde Meclis Başkanı’nın açıklamalarına ilişkin görüşü sorulduğunda, şu yanıtı veriyor:
“Meclis Başkanımız Anayasa tartışmaları bağlamında kendi kanaatlerini ortaya koymuştur, düşüncelerini ortaya koymuştur. Şahsımla ilgili ise benim biliyorsunuz ta başından itibaren bu konudaki düşüncelerim bellidir.
Hele hele Mısır’daki yaptığım konuşma bu konuda çok çok önemli. Kurucusu olduğum partimin de programında bu zaten çok açık, net yer almaktadır. Buradaki bütün gerçek şudur, yani devlet, tüm inanç gruplarına inançlarını yaşama hususunda eşit mesafededir ve laiklik budur.
Bunu bizler partimizi kurduğumuz zaman tüm dünyadaki laik sistemleri inceleyerek ki, bunlar da zaten Anglosakson laiklik, kara Avrupasının laiklik anlayışını, bütün bunları inceleyerek bizler partimizin bu konudaki anlayışını o zaman programımıza yerleştirdik ve Cumhurbaşkanlığı adaylığımda da yine bizim cumhurbaşkanlığımla ilgili beyannamemin içerisinde de bunlar var ve bu konuda Türkiye’de şu andaki bu müzakere bence ülkemizin gündemini çok farklı yerlere çekme gayretinden başka bir şey değildir diye düşünüyorum.”[11]
İsmail Kahraman’ın “uyarıldıktan” sonraki açıklaması (“farklı inanç gruplarına hürriyetler sağlayan, devlet ile milleti karşı karşıya getirmeyen laiklik”) ise “Başkan”ıyla rezonansa çekildiğine, AKP kurmaylarının özgül bir laiklik tanımında uzlaştığına ve Türkiye’deki mevcut laiklik tanımını yavaş yavaş kendi tanımlarına doğru bükmekte olduklarına işaret etmektedir.
“Özgürlükçü Laiklik” mi?
Dinsel referans çerçevesinden hareket etmeyen pek çok sağ-liberal yazarın “devletçi/otoriter laiklik”e karşı “özgürlükçü laiklik” olarak coşkuyla selamladığı bu yeni tanımın “test sürüşü”, Anayasa Mahkemesi’nin CHP’nin 2013 yılında 4+4+4 eğitim sistemini düzenleyen yasaya karşı açtığı davanın reddedilme gerekçesinde gerçekleşmiştir. AYM, uzunca bir alıntıyla laikliği şöyle yorumlamaktaydı bu gerekçede:
“Laikliğin tarihsel gelişimi incelendiğinde, din olgusuna yönelik yaklaşım farklılıklarına bağlı olarak, kavramın iki farklı yorumu ve uygulamasının bulunduğu görülmektedir. Bunlardan, katı laiklik anlayışına göre din, bireyin sadece vicdanında yer bulan, bunun dışına çıkarak toplumsal ve kamusal alana kesinlikle yansımaması gereken bir olgudur.
Laikliğin daha esnek ya da özgürlükçü yorumu ise dinin bireysel boyutunun yanında aynı zamanda toplumsal bir olgu olduğu tespitinden yola çıkmaktadır. Bu laiklik anlayışı, dini sadece bireyin iç dünyasına hapsetmemekte, onu bireysel ve kollektif kimliğin önemli bir unsuru olarak görmekte, toplumsal görünürlüğüne imkân tanımaktadır. Laik bir siyasal sistemde, dini konulardaki bireysel tercihler ve bunların şekillendirdiği yaşam tarzı devletin müdahalesi dışında ancak, koruması altındadır. Bu anlamda laiklik ilkesi din ve vicdan özgürlüğünün güvencesidir.
Dinler ve inançlar, mensuplarının yaşam biçimlerini, kimliklerini ve diğer insanlarla ilişkilerini etkiler. Din ve inanç yönünden toplumların çeşitlilik arz ettiği, toplumda farklı dinlerin, inançların ya da inançsızlıkların bulunduğu da tarihsel ve sosyolojik bir gerçekliktir. Bu nedenle, demokratik ve laik devletin temel amaçlarından biri, toplumsal çeşitliliği koruyarak, bireylerin sahip oldukları inançlarıyla barış içinde bir arada yaşayabilecekleri siyasal düzenleri inşa etmektir. Laiklik, devletin din ve inançlar karşısında tarafsızlığını sağlayan, devletin din ve inançlar karşısındaki hukuki konumunu, görev ve yetkileri ile sınırlarını belirleyen anayasal bir ilkedir. Laik devlet, resmî bir dine sahip olmayan, din ve inançlar karşısında eşit mesafede duran, bireylerin dini inançlarını barış içerisinde serbestçe öğrenebilecekleri ve yaşayabilecekleri bir hukuki düzeni tesis eden, din ve vicdan hürriyetini güvence altına alan devlettir. Devletle dinin ayrılığı, din ve vicdan hürriyetinin bir gereği olmanın yanında, dinin siyasi müdahalelerden korunması ve bağımsızlığını sürdürmesi için de gereklidir.
Farklı dini inançlara sahip olanlar ya da herhangi bir inanca sahip olmayanlar laik devletin koruması altındadır. Nitekim Anayasa’nın 2. maddesinin gerekçesinde yapılan tanıma göre, ‘Hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen lâiklik, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dinî inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tâbi kılınmaması anlamına gelir.’ Devlet, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşebileceği ortamı hazırlamak için gerekli önlemleri almak zorundadır.
Bu anlamda laiklik, devlete negatif ve pozitif yükümlülükler yüklemektedir. Negatif yükümlülük, devletin bir dini ya da inancı resmî olarak benimsememesini ve bireylerin din ve vicdan hürriyetine zorunlu nedenler olmadıkça müdahale etmemesini gerektirmektedir. Pozitif yükümlülük ise devletin, din ve vicdan hürriyetinin önündeki engelleri kaldırması, kişilerin inandıkları gibi yaşayabileceği uygun bir ortamı ve bunun için gerekli imkânları sağlaması ödevini beraberinde getirmektedir.
Laikliğin devlete yüklediği pozitif yükümlülüğün kaynağı, Anayasa’nın 5. ve 24. maddeleridir. Anayasa’nın 5. maddesine göre, Devletin, temel amaç ve görevlerinden biri ‘kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.’
İnsan haklarına ilişkin milletlerarası antlaşmalarda da korunan din ve vicdan hürriyeti, bireyin manevi gelişimine hizmet eden temel hak ve hürriyetlerin başında gelmektedir. Din eğitimi ve öğretimi, Anayasa’nın 24. maddesinde din ve vicdan hürriyetinin bir gereği olarak kabul edilmiştir. Bu maddede, öncelikle din eğitimi ve öğretiminin devletin gözetim ve denetimi altında yapılacağı, din kültürü ve ahlâk öğretiminin ilk ve ortaöğretimde okutulan zorunlu dersler arasında olduğu, bunun dışındaki din eğitim ve öğretiminin ise ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlı olduğu belirtilmektedir.
Laik devlet, dinler karşısında tarafsız olmakla birlikte, toplumun dini ihtiyaçlarının karşılanması konusunda kayıtsız değildir. Laiklik ilkesi, doğup geliştiği Batı’da, dinin toplumsal ve kamusal alandan tamamen dışlanması sonucunu doğurmamış, dini ihtiyaçların karşılanmasına yönelik devlet politikalarını beraberinde getirmiştir. Devlet okullarında ve özel okullarda öğrencilere din eğitim ve öğretiminin verilmesi bu politikaların başında gelmektedir.”[12]
Bu, çok dikkate değer bir “laiklik” yorumu. Ve Cumhuriyet gazetesinden Kemal Göktaş’ın da dikkati çektiği üzere; aynı mahkemenin 2008 yılında türban yasağının kaldırılmasının iptali davasında verdiği karardaki laiklik tanımından tamamen farklı değerlendirmeler içeriyor: “AYM, 2008’de ‘Çoğunluk ya da azınlık dinine, felsefi inançlara veya dünya görüşlerine mensup olup olmadıklarına bakılmaksızın, din ve vicdan özgürlüğü ayrımsız ve önkoşulsuz olarak herkese tanınır’ derken 2013’teki kararında çoğunluğa öncelik tanıyan bir yorum yapmakta sakınca görmüyordu. AYM, 2008 kararında ‘Laik devletin tüm işlem ve eylemlerinde dinler ve inançlar karşısında eşit ve tarafsız davrandığı bir cumhuriyet’ tanımının altını çizmişti. Oysa 2013 kararında ‘Anayasa, çoğunluk dininin inanç, ibadet ve eğitim ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik resmi mekanizmalar öngörmüştür. Bireylerin bu alandaki yaygın ve müşterek ihtiyaçlarının karşılanması laikliğe aykırı görülemez’ denilerek çoğunluk dinine öncelik verileceğini, üstelik devlete bu anlamda pozitif bir yükümlülük yüklenerek de çoğunluk dininin dindar yorumunun esas alınacağını hükme bağlıyordu.”[13]
Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu laiklik yorumu, (Taha Akyol [14] gibi) sağ, (Osman Can[15] gibi) orta ve (Abdullah Damar gibi) “sol” liberallerce “özgürlükçü laiklik” olarak selamlanacaktı.
Selamlanacaktı, çünkü liberaller, başta “başkan”ları olmak üzere AKP kurmayları tarafından telaffuz ve AYM’ce de teyit edilen bu “yeni” yorumu, seküler bir referans çerçevesinden okumuşlardı. Onlara göre Tayyip Erdoğan’ın bu “yeni” laiklik tanımı, anti-Jakoben, postmodern, postseküler yeni Batılı çerçeveyle uyumluydu.
Bu “yeni” çerçevede din, bireylerin vicdanlarına gömülmesi ve asla kamusalda boy göstermemesi gereken (ve nihayetinde er ya da geç bilim, rasyonalite, pozitivizm vb. karşısında yitip gidecek) bir “arkaizm” olarak değil, toplumsal-kültürel bir görüngü, kaçınılmaz kamusal imaları olan bir kimlik göstereni, bir anlamlandırmalar sistemi, anlam haritası olarak tanımlanıyordu. Bu yeni din tanımı, devlet-din ilişkilerine bakışı da değiştirmişti.
Çokkültürlü, çoğulcu postmodern durumda devlet, herhangi biriyle angajmana girmeksizin, herhangi bir dinsel söyleme teslim olmaksızın farklı dinsel iddiaların kamuda görünürlük edinmesinde kolaylaştırıcılık işlevini üstlenmeliydi. Fransız İhtilali sonrası Fransa’da devreye giren (ve aslında Avrupa için de eşsiz sayılabilecek) Jakoben, “tepeden inmeci”, dayatmacı laiklik devri kapanıyor, dinlerle barışık, inançlara saygılı, onların kamusal görünürlüklerini regüle eden “özgürlükçü laiklik” çağı açılıyordu!
Burada sorulması gereken soru, şu: Recep Tayyip Erdoğan (ve çevresi) ile her tondan liberal aydınların “bütün inanç gruplarına eşit mesafeli bir devlet”te tecessüm eden laiklik kavrayışları, acaba aynı anlam haritalarından mı kalkınmaktaydı?
Laiklik mi, “Zımmî Hukuku” mu?
Biz, Tayyip Erdoğan ile AKP kurmaylarının kalkındıkları yeni “laiklik” tanımının klasik laikliğe seküler ve postmodern bir eleştiriden değil, bal gibi İslâmî-Osmanlı referansından hareket ettiğini öne sürüyoruz…
Bu ne mi demek?
AKP iktidarının bir bakıma ihdası için çabaladığı Osmanlı İmparatorluğu, kuşku yok ki bir İslâm devletiydi. Ama kendini belirli bir dinsel referansa dayandıran tüm imparatorluklar gibi, yayıldığı topraklar üzerinde farklı dinsel grupların varlığıyla baş etmek zorundaydı. İyi haber: İslâm, kendisini Muhammed’in dinine dayandıran devletlere, sınırları içerisindeki farklı dinsel gruplara “ne” yapılabileceğine ilişkin bir rehber sunmaktaydı: “İslâm’ın devletleşmesi ve yayılması sürecinde farklı gayrımüslim cemaatlerle imzalanan anlaşmalar, özünde zımmî statüsündekilere Müslüman koruması altında dinsel, hukuksal ve bireysel özgürlüklerin tanınması güvencesi karşılığında, vergiler (haraç ve cizye), Müslümanlara yerleşim ve erzak sağlama zorunluluğu ve düşmanlarla ittifak yapma yasağı gibi yaptırımlar getirmektedir.”[16] Hiç kuşku yok ki bu düzenlemeler, tarihsel konjonktüre göre gevşeyip sertleşebilmektedir; örneğin Abbasî halifesi Harun el Reşit döneminde zımmîlere kemer takma, belirli bir başlık kullanma, saç kesim biçimi, Müslümanlarla aynı kumaş ve tipte giysi giymeme, eskileri muhafaza etmekle birlikte yeni kilise inşa etmeme vb. konularda yeni koşullar dayatılabilecektir. Ama, nihayetinde, İslâm devletinin hâkim olduğu topraklarda zımmîlik diye bir statü vardır, ve gayrımüslim teb’a için kısmî bir özerklik sağlamaktadır.
Kötü habere gelince; zımmîlik statüsü, yalnızca “Kitaplı dinlere” (Yahudilik, Hıristiyanlık… Sabîilik gibi inanç sistemlerinin konumu ise tartışmalıdır) tanınmaktadır. Bunların dışında kalanlar ise, “kâfirler” olarak iki seçenekle karşı karşıyadır: İslâm’a ihtida ya da kılıçtan geçirilmek…
Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarında yaşayan “kitaplı” gayrımüslim cemaatler karşısındaki tutumu da bu doğrultuda olmuştur: onlara haraç ve cizye ve çeşitli kısıtlamalar dayatmak, dinsel liderlerinin seçimine sıkça müdahale etmekle birlikte, kendi inançları doğrultusunda yaşamalarına “hoşgörü” göstermek…
İslâmcıların “laiklik” referansları, çoğunlukla Aydınlanma’ya dayanan seküler/ladinî bir çerçeveye değil, bu (İslâmî) uygulamaya dayanmaktadır. “Batılı” (ve tabii ki “bâtıl”) laiklik tanım(lar)ı[17] karşısında onların “yerli ve millî”leri budur: İslâmî “laiklik”! Açımlamak gerekirse, bir “hakikât rejimi” olarak İslâm’ı ve onun hükümranlığını hiçbir şekilde tartışmaya açmaksızın, diğer (“kitaplı”) cemaatlere tabi bir statü sağlamak. Dinsel referanslı bir “laiklik” kavrayışı.
Laikliğin Dili
Oysa, söylemeye gerek var mı bilmiyoruz; laiklik, özünde Aydınlanma, özellikle de Fransız Aydınlanması’ndan kaynaklanan ve iktidar nosyonunun ilahî alandan dünyevî alana taşınmasını öngören seküler bir sürecin ürünüdür; kavramın kendisi hem (dünyevileşme/zamansallaşma anlamında) sekülerleşmenin ürünüdür, hem de herhangi bir dinsel referansla tanımlanamayacak, bizatihi “seküler” bir kavramdır.
Kavramın bugün genel kabul gören tanımıyla “din (aslında Kilise) ile Devletin ayrılması” ve/ile “devletin herhangi bir resmî din taşımaması ya da herhangi bir dine ayrıcalık tanımaması” anlamını üstlenmesi, anayurdu Fransa’da dahi uzun ve zahmetli bir sürecin sonucu olmuştur: Fransız İhtilali’ni izleyen 1790 Anayasası, Kilise mallarının kamulaştırılmasını; din görevlilerinin Anayasa’ya bağlılık yemini etmelerini ve devlet tarafından maaşa bağlanmalarını öngörüyordu. 1801’de ilan edilen Konkorda ile katolisizm “Fransızların çoğunluğunun dini” hâline gelirken Katolik Kilise’nin atama, ücretlendirme ve eğitim gibi işlevleri de tümüyle devletin kontrolü altına soktu. Protestanlık ve Yahudilik de benzer yönetmeliklerle devlet denetimine tabiydi. Laiklik Fransa’da klasik tanımına ancak bundan yüz yıl kadar sonra, Konkorda’yı ilga eden 1905 tarihli “Kiliselerle Devletin Ayrılması” yasasıyla ulaşacaktır. Yasa şöyle demektedir:
“Madde 1 - Cumhuriyet inanç özgürlüğünü garanti altına alır. Devlet, kamu çıkarına aykırı olmamak koşuluyla kültlerin özgürce uygulanmasını garanti altına alır.
Madde 2 - Cumhuriyet hiçbir kültü tanımaz, ücretlendirmez, desteklemez. Bunun sonucu olarak, mevcut yasanın yayınlanmasını izleyen 1 Ocak tarihinde Devlet, vilayet ve belediye bütçeleri kültlerin uygulanmasıyla bağlantılı her türlü harcamadan arındırılacaktır.
Böylelikle Kilise malları Devlete devrolur, kült binaları belediyelere (kilise ve tapınaklar), vilayetlere (piskoposluklar) ya da Devlet’e (katedraller) devrolur. Dolayısıyla Fransa’da kiliselerin kapatılması ya da ibadet özgürlüğünün engellenmesi söz konusu olmamıştır. Dinleri tasfiye etme ya da ibadet özgürlüğünün sınırlandırılması yolunda bir irade de söz konusu değildir: siyasal ve ideolojik hedef, Kilise’nin -başta okul olmak üzere- etki ağlarını sınırlandırarak Devlet ve kurumlarının laikliğini sağlamak olmuştur.”[18]
100 yıl boyunca Batı dünyasında ve 19. yüzyıl sonundan itibaren “modernleşmeyi/ulus-devlet modelini seçen (ya da seçmek zorunda bırakılan) dünyanın geri kalanında siyasetin, devlet aygıtının dinsel alandan ayrıştırılması ve dünyevileş(tiril)mesi anlamına gelen “bu” laiklik çeşitli varyantlarıyla (Anglosakson/Fransız; “sekülarizm/laiklik tartışmalarına burada hiç girmeyelim) 20. yüzyıl sonlarına dek ana hatlarıyla hüküm süregeldi: ta ki bu tarihlerde bir yandan başta İslâm dünyası olmak üzere köktendinci hareketlerin, özellikle de siyasal İslâm’ın; Batı’da ise eski sömürgelerin mirası kültürel/dinsel çeşitliliğin ya da heterojenleşmenin getirdiği tanınma taleplerinin bilinen düsturlarla yönetilmesinin mümkün olmadığının açığa çıkmasına dek. “Çokkültürcülük”, “postsekülarizm”, “dinselin kamusala taalluku”, “özgürlükçü laiklik” vb. isimlerle adlandırılan süreç, böylece açığa çıktı.
Ancak, bu süreci destekleyen postmodern yaklaşım(lar), nihaî olarak dinsel değil, seküler nitelikli soru ve argümanlardan beslenmekteydi: Ulus devletler dahilinde açığa çıkan dinsel çeşitlilikle nasıl baş etmeli? Dinsel açıdan “nötr” bir kültür gerçekten mümkün mü? Vicdan/birey özgürlüğü ile devlet aygıtının herhangi bir dinsel yönelimce temellük edilmemesi arasındaki denge nasıl sağlanır? Vb. vb. Ve hiçbiri, laikliği bir dinsel inancın mutlak doğruluğu, tartışma-dışılığı ya da herhangi bir “Hakikât rejimi” öncülünden hareket etmemektedir.
Bir başka deyişle, laikliğin ne olduğu, nasıl olması gerektiğiyle ilgili tartışmalar, dinsel ıstılahlarla değil, seküler terimlerle yürütülebilir ancak. Haldun Gülalp’in son derece isabetli saptamalarıyla:
“(…) Din veya dini inanç, o inancı taşıyanlar tarafından kutsal olarak kabul edilir, öyle muamele görür. Buna kimsenin itirazı olamaz. Ama söz konusu kutsallık sadece inanan kişiyi bağlar. Düşüncenin ise kutsallığa ihtiyacı yoktur. Düşünce ikna edici olduğu ölçüde etkileyicidir. Düşünce, kutsallık yönünden değil, etkileyicilik yönünden değerlendirilir. Bu nedenle de, dindar olsun veya olmasın, herhangi bir düşünceye kutsallık atfeden bir kişi, tanım gereği, düşünce özgürlüğü yanlısı olamaz. Kutsal diye tanımladığı düşünceye aykırı, farklı bir düşünceyle karşılaştığında kulaklarını tıkayacaktır.
O hâlde, dini inanca ona inananlardan bağımsız olarak bir kutsallık atfedilemez, çünkü o inanç ancak onu paylaşanlar tarafından kutsal kabul edilir; ama düşünce ve vicdan özgürlüğü yanlıları, o inanca kutsallık atfeden dindarlara bu inanç özgürlüğünü tanımakla yükümlü olurlar. Buradaki ölçü, dini inancı korumak değil, kişinin özgürlüğünü korumaktır. İnancı koruma diye bir görev söz konusu olacaksa, o görev, o dine inananlara aittir. O dine (veya herhangi başka bir dine) inanmayanlara böyle bir görev yüklenemez. Onlara sadece dindarların inanma hakkını koruma görevi yüklenebilir ve yüklenmelidir. Yine vurgulamak gerekir ki, insan hakları kıstasları açısından, dindara dinini koruma görevi, ancak başka insanların haklarına tecavüz etmemek kaydıyla verilebilir. Dindar kişi dinini tebliğ eder; başarılı olursa ne ala, olmazsa yapacak bir şey yoktur. (…)
Dindarlarla diğerleri arasındaki ortak yaşam alanında kararların nasıl alınabileceği sorusunun yanıtı, hukuksal eşitlikte yatar. Şöyle ki, herhangi bir ortak problem müzakere edilirken, bir kişi kendi inancını argüman olarak ileri süremez. Çünkü o kişinin inancı ancak onu yönlendirebilir, bir başkasını ilgilendirmez. Dolayısıyla, bir kişinin inancının ona yüklediği gerekler ve zorunluluklar, başkalarının yaşam alanı üzerinde bir belirleyicilik taşımamalıdır. İkincisi, ortak müzakere içerisinde herhangi bir karar oluşturulurken, muhataplar birbirlerinin anlayıp kabul edebilecekleri mantıksal tezlere başvurulmalıdırlar. Bir kişinin inancı şunu veya bunu gerektiriyorsa, bu durum sadece o kişiyi bağlar. Dolayısıyla, inanç sahibi kişi ya muhataplarını ikna etmeli ya da kendi inancının gereklerini diğerlerini sınırlamayan kendi özel alanında karşılamalıdır.
Bu son formül, bildiğimiz laiklik düzenlemesinin temel ilkesidir. Laiklik dinsizlik değildir. Laiklik bir değer sistemi de değildir. Laiklik, hukuk devletinin temel bir yapıtaşı, öznel değer yargıları ile hukukun ilkelerini birbirinden ayırmanın yoludur. Herkesin kendi dilediği değer sistemine sahip olmasına olanak tanıyan bir yönetim biçimidir. Ortak hukuk, evrensel kurallarla belirlenmiştir. Yöneticilerin sadece onu koruyup kollaması yeterlidir ve en doğrusudur. Ortak yaşamı düzenleyen hukukun evrensel ilkeleri ise çok basittir: İnsanlar diledikleri gibi yaşamakta özgürdür, ama ancak bir diğer kişinin özgürlüklerinin başladığı noktaya kadar! Yani, insanların hakları, diğer insanların hakları ile sınırlıdır.
Bir hukuk düzeninde eşitliğin anlamı budur. Bu bir ortak yaşam formülüdür, bir ahlâki değer yargısı içermez. Benim haklarımı ihlâl etmediği sürece, ben kimsenin değer yargılarına karışamam. Hâliyle, devlet de karışamaz. Dolayısıyla, ortak yaşam formülünü uygulamakla, yani yurttaşlarının hukukunu korumakla yükümlü olan devlet, insanlara değer empoze edemez. Eğer geçmişte laiklik yukarıdan empoze edilmesi gereken bir değer sistemi gibi algılanmışsa, bu bir hatadır. Laiklik, sahip olduğu değer sistemi ne olursa olsun, herkese lazımdır. Ortak bir yaşamın barış içinde sürdürülmesinin başka bir yolu yoktur.”[19]
İcraata Bakılınca
Oysa Recep Tayyip Erdoğan ve AKP kurmaylarının laiklik “model”inin belkemiğini (Sünnî-) İslâm’ın tartışılmazlığı oluşturuyor. Cumhurbaşkanı ve partisinin anlamlandırma çerçevelerini İslâm’ın biçimlendirdiği, bir “sır” değil. Bizzat Erdoğan, bunu pek çok kez dillendirdi.[20]
Bu saptamaya “dün dündür, bugün bugündür,” yollu itiraz edenler çıkabilir; o zaman gelin, güdücü zihinsel şifreleri, Cumhurbaşkanı ve partisinin icraatlarından çıkarsamaya çalışalım.
Turan Eser’in saptamasıyla 2002-2016 yılları arasında, 60 yeni İlahiyat Fakültesi, 20 bin yeni Kur’an kursu açılmış, 80 bin yeni imamın yanısıra 50 bin din öğretmeni göreve başlatılmıştır. Bu dönem, “Kutlu Doğum Haftası” adı altında bir “geleneğin icadına” da sahne olmuş; eğitim sistemi (hafızlık eğitiminin ideal olarak 9 yaşında başlayacağı gerekçesiyle getirilen 4+4+4 sistemi, zorunlu ve seçmeli Sünnî İslâm dersleriyle[21]) dinselleştirilmiş; başörtü serbestisi ilkokullara dek yaygınlaştırılmış[22]; dış politika Siyasal İslâmcı tezler doğrultusunda yeniden yapılandırılmış; TRT ve TÜBİTAK gibi kurumlar “uhrevîleştirilmiş”; sağlık hizmetleri “din psikolojisi” ve “manevî bakım” gerekçeleriyle dinsel (tabii Sünnî-İslâm) etkilenimlere açılmıştır.[23]
Tüm bunlar (ve daha pek çok diğerleri) “devletçi, otoriter, baskıcı, vesayetçi, tepeden inmeci, vb.” vasıflarla tanımlanan Kemalist laiklikten devralınan (ve AKP iktidarı eliyle toplum üzerinde bir çeşit -resmîleşmemiş- şeyhülİslâmlık misyonuyla donatılan) Diyanet İşleri Başkanlığı[24] eliyle gerçekleştirilmektedir. Bir başka deyişle DİB, devletin toplumsal yaşamı Sünnî İslâm umdeleri doğrultusunda yeniden örgütleme girişimlerinin aracı misyonunu üstlenmiştir.
Tabii sorun yalnızca Diyanet İşleri Başkanlığı değil. Erdoğan’ın (ve partisinin) siyasal ve toplumsal yaşamı İslâm’ın özgül bir yorumu doğrultusunda yeniden biçimlendirme girişimlerinin bir veçhesi de, “yandaş” çevrelerce “uhrevî” bir hâleyle donatılan “Başkanlık sistemi”ni dayatma girişimleri oluşturuyor.
“Bugün Türkiye’de “otoriterleşme” denen şeyi, dinselleşmeden ayırarak ele almak, bu ikisi birbirini tamamlamıyormuş gibi değerlendirmek mümkün mü? Elbette ki değil, bilakis konuşulanın başkanlıktan ziyade bir tür monarşi olduğunu, üstelik, ‘Neden halife de olmasın?’ sorusunun ciddi ciddi sorulabildiğini biliyoruz. Tek adamlığın inşası dünyevi kavramlara değil, dinsel kavramlara referansla hayata geçiriliyor, tek adama ‘tanrı tarafından seçilmişlik’ ve bunun üzerinden bir kutsiyet atfediliyor. Demek ki otoriterleşmeye karşı durmanın yolu bu kutsiyete karşı durmaktan, ‘laik’ bir rejim talep etmekten geçiyor,” saptamaları haksız mı?[25]
“Pekâlâ, iktidar ‘kendi’ laiklik anlayışı çerçevesinde hiç mi bir şey yapmadı?” diye sorulabilir. Yapmaz olur mu?
Bu konuda, Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün, resmi web sitesinde “Türkiye’deki farklı inanç gruplarına yönelik reformlar” başlığı altında yayınladığı haber, gerçekten de çok açıklayıcı. Şöyle deniliyor haberde:
“Türkiye, farklı inanç gruplarının dini özgürlük ve toplumsal yaşama dair taleplerine demokratikleşme reformlarıyla yanıt veriyor. Bu kapsamda vakıf arazilerinin iade süreci devam ediyor. Bugüne kadar 1014 adet vakıf arazisi cemaatlere iade edilirken; 30 Eylül 2013’te açıklanan Demokratikleşme Paketi kapsamında, Mor Gabriel Vakfına ait 244 dönümlük arazi Süryanî cemaatine iade edildi. Bununla tarihin en büyük iadesi gerçekleştirildi. Öte yandan, farklı inanç gruplarına mensup cemaatler tarafından kullanılan ibadethanelerin restorasyonu işlemlerine hız verildi. Öte yandan, Trabzon Sümela Manastırı ile Van Akdamar Kilisesi uzun yıllar sonra ayine açıldı.
Türkiye’de hâlihazırda 165 cemaat vakfı faaliyetlerini aktif olarak sürdürüyor. Bu vakıfların; 76’sı Rum, 53’ü Ermeni, 19’u Musevi, 10’u Süryanî, 3’ü Keldanî, 2’si Bulgar, biri Gürcü, biri de Maronî cemaatine ait.
Geçmişte dini özgürlükleri ve mülkiyet hakları çeşitli gerekçelerle daraltılmış olan farklı inanç gruplarına bağlı cemaatlerin sorunlarının çözümüne yönelik son yıllarda çok sayıda düzenleme hayata geçirildi. İlk olarak Vakıflar Kanununda yapılan değişikliklerle cemaat vakıflarının taşınmaz mal edinmeleri ve bunlar üzerinde tasarrufta bulunmaları konusunda önemli iyileştirmeler ve kolaylıklar sağlandı. Bu kapsamda taşınmaz malların cemaat vakıfları adına tescili için Bakanlar Kurulu’ndan izin alınması şartı kaldırıldı. Ayrıca, cemaat vakıflarının tasarrufları altında bulunduğu belirlenen taşınmaz malların vakıf adına tescili için yapılacak başvurular bakımından öngörülen 6 aylık süre, 18 aya çıkarıldı. 2008’de çıkarılan yeni Vakıflar Kanunu ile de çok sayıda taşınmaz, başvuruları üzerine cemaat vakıfları adına kaydedildi. (…)
Buna ek olarak, farklı inançlara sahip vatandaşların ibadet yerlerine ilişkin özgürlüklerin genişletilmesi amacıyla İmar Kanunu’nda değişiklik yapıldı. İmar Kanunu’nda yer alan ‘cami’ ifadesi ‘ibadet yeri’ olarak değiştirilerek tüm ibadet yerleri kanun kapsamına alındı. Bu kapsamda ‘İl, ilçe ve kasabalarda mülki idare amirinin izni alınmak ve imar mevzuatına uygun olmak şartıyla ibadethane yapılabilir’ düzenlemesi getirilerek tüm dinlere ilişkin ibadethane inşasına ilişkin şikâyetler ortadan kaldırıldı.”
Haberde, bunun yanısıra gayrımüslim yurttaşların ibadethanelerinin restorasyonu çalışmalarına hız verildiği, farklı inanç gruplarının temsilcileriyle Cumhurbaşkanı ve/veya Başbakan’ın katılımıyla istişarî toplantılar düzenlendiği, (çok ilginçtir ki dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun bu toplantılardan birinde, cemaat temsilcilerine hitaben, “Hangi dini, mezhebi, etnik temelden gelirse gelsin bütün yurttaşlarımızın canı, malı, ırzı, aklı, namusu bizim için bütün dinlerde azizdir. İslâm geleneği içinde bütün o temel esaslara baktığımızda, insan onurunun korunması, canının korunması aklın, neslin korunması, dinin korunması bütün geleneklerin kabul ettiği evrensel ilkeler,” dediği aktarılıyor!); 2010’da yayınlanan bir başbakanlık genelgesiyle devlet kurumlarına gayrımüslim yurttaşlara kamu kurumlarındaki işlemlerinde güçlük çıkartılmaması gerektiğinin hatırlatıldığı; farklı inanç gruplarına mensup kişilerin eğitim hakkının geliştirilmesi amacıyla Ermenice ders kitaplarının hazırlanıp ücretsiz dağıtım yapıldığı, bir düzenlemeyle Basın İlan Kurumu’nun farklı inanç gruplarına ait gazetelerde resmi ilan yayınlamasının önünün açıldığı… vb. aktarılmakta. [26]
Bu örnek, Erdoğan-tipi “laiklik”in “ne” olduğunu açık biçimde ortaya koyuyor: Önce Erdoğan’ın da laiklik’ini tanımlarken sık sık başvurduğu “farklı inanç grupları” kavramı:
“Farklı” inanç grupları, yani İslâm-olmayanlar. Salt bu terim bile, “devlet aklı”nın İslâm’ı esas, diğerlerini ise ikincil kabul ettiğini ortaya koymuyor mu?
Bitmedi; AKP devletinin dilinde “farklı inanç grupları” terimi “kitaplı” dinleri, yani İslâm hukukunun “zımmî” statüsünü tanıdıklarını kapsıyor: Hıristiyan denominasyonları ve Yahudiler.
Peki “diğerleri” mi? Onlar Ezidîler, deistler, agnostikler, Yahova Şahitleri, Bahailer…) Cumhurbaşkanı’nın PKK’ye kafası kızdıkça tekrar etmekten pek haz ettiği “bunlar Zerdüşt!” kategorisiyle aynı yazgıyı paylaşıyorlar: şimdilik toptan kılıçtan geçirilmeseler de, görmezden geliniyor, “yok” sayılıyorlar.
Öte yandan, çağdaş “zımmîler”in de “tam yurttaşlık haklarından yararlanabildikleri, ya da iktidarın bu konuda fazla gayretkeş davrandığı söylenemez. Örneğin gayrımüslim yurttaşların, başta Emniyet, TSK ve Dışişleri gibi memuriyetlerden men edilmesi, sıkışma anlarında devletlular tarafından onlara yöneltilen “bizim misafirimizsiniz, yemek yediğiniz çanağa pislemeyin” uyarıları, Hrant Dink, Rahip Santoro, Zirve Kitabevi, Er Sevag cinayetlerinin soruşturulmasındaki ayak sürüme[27], devletin birincil muhatabı “makbul vatandaşlar” ın Sünnî Müslüman yurttaşlar olduğunu net bir biçimde duyumsatmaktadır bizlere.
Ama yine de, onların en azından “Erdoğan laikliği” tarafından tanınan ve kabul edilen bir statüleri var: “farklı inanç grupları”.
Ya farklılıklarını, Sünnî olmadıklarını, ayrı ibadethanelere, farklı ayinlere, Sünnîlerinkine hiç benzemeyen dinsel-kültürel adetlere sahip olduklarını, bu nedenle de devlet eliyle yürütülen Sünnî endoktrinasyondan bağışık tutulmak istediklerini yıllardır iktidar(lar)a anlatmaya çalışan, tanınmak için uğraşan Alevîler için ne demeli?
Aslına bakılırsa, Erdoğan/AKP “laikliği”nin mihenk taşını (ülkede güçlü bir ateist, hatta laik itiraz yükselemediği ölçüde) Alevîler oluşturuyor.
Çünkü kimin inanç açısından “ne” olduğunu tayinle görevlendirilmiş Diyanet, Alevî inancının “farklılığı”nı tanımayı ısrarla reddediyor. Alevîlik Diyanet (ve genelde AKP İslâmcılığı) indinde en iyi olasılıkla bir “kültürel/folklorik” varyantı, en kötü olasılıkla (“kız verilmemesi” gereken) rafızî bir akımı oluşturuyor. Ve iktidar tüm kurumlarıyla onları “hak dinine döndürmek” için harıl harıl çalışıyor: Alevî köylerine durmaksızın cami inşa edilip imam atanması; cem evlerine ibadethane statüsü tanınmaması konusundaki ısrar[28]; Alevî öğrencilerin (“Din Kültürü” adı altında Sünnî İslâm’ı va’zeden) zorunlu din derslerinden bağışık tutulma taleplerinin reddedilmesi… Sünnî referanslı iktidar partisinin Alevîlik bahsindeki tutumu, bir yandan Kürtleri “Türk” ilan edip, bir yandan da “tehdit unsuru” ve “ikinci sınıf” konumunda gören Kemalist rejimin tutumunu andırmıyor değil!
Buraya dek söylediklerimizi toparlayacak olursak; Tayyip Erdoğan’ın, başlarda liberal çevrelerde “tepeden inmeci devlet laikliğinden özgürlükçü laikliğe geçiş” olarak bir hayli heyecan uyandıran “laiklik” çağrılarının, aslında laikliğin doğasına aykırı olarak, seküler argümanlara değil, İslâm’a, İslâmî ıstılahlara, “zımmîler”e yönelik İslâm hukukuna dayandığını iddia ediyoruz. Erdoğan ve AKP’nin dilinde devletin “farklı inanç grupları”na eşit mesafede durması, (Sünnî) İslâm’ın dışında kalan (kitaplı dinlere mensup) cemaatlere yönelik bir söylemin ötesine geçmiyor. Devlet ise, AKP’nin elinde (rotayı Batı uygarlığına kırmış; bu nedenle de bir yandan İslâm’a dayanan, ama bir yandan da onu denetlemeyi hedefleyen) Kemalist rejim karşısında bir “restorasyon” hamlesi olarak, (çoğunluğun dinsel özgürlüğünü güvence altına alma gerekçesiyle) “İslâmlaştırıcı/ Sünnîleştirici bir misyon üstlenmekte…
Tabii ki Laiklik… Ama Nasıl? Sosyalist bir Yaklaşım İçin Sesli Düşünceler
Bu coğrafyanın insanları, dikotomilerle düşünmeyi seviyor. İki kutup kurgular, bunları birbirine karşıt olarak tanımlar, birinin yanında saf tutar, muhatabınızı safını belli etmeye çağırırsınız. Günün gözde dikotomilerinden biri, genellikle Cumhuriyet ile birlikte benimsenen devletçi/tepeden inmeci/Fransız tipi[29] vb. “Kemalist” laiklik ile liberalizm esinli “özgürlükçü laiklik” arasında.
İlkinin ne olduğu, -en azından Türkiye bağlamında- az çok belli: çöken bir imparatorluktan artakalan bir çekirdek coğrafyanın hem dinsel hem de etnik açıdan heterojen nüfusundan türdeş bir “ulus” yaratmaya kalkışan ve bunun belirleyeni olarak “din”i (Sünnî-İslâm) seçen, ama aynı zamanda (Batı tarafından temsil edilen) “çağdaş uygarlık düzeyine erişmek” gibi bir kaygısı olan bir devletin, seçtiği dini denetim altında tutma aygıtı… Din işlerinden sorumlu bir Diyanet İşleri Başkanlığının bir devlet kurumu olarak işlev gördüğü, imamları devletten maaşlı, “nev-i şahsına münhasır bir laiklik!
Bu nedenledir ki, “milli sermaye”nin yaratılması, gayrımüslim azınlıkların sistemli biçimde mülksüzleştirilmesi ve tasfiyesi olarak anlaşılır. İdeal “türdeş” nüfus, “Ne mutlu Türk’üm” dediği kadar,” elhamdülillah, Müslüman’ım” da diyen bir toplumdur. Standart T.C. yurttaşı doğduğunda kendisine ailesinin rızası dışında din hanesinde “İslâm” yazan bir nüfus kağıtı verilir, öldüğünde ise İslâmî bir cenaze töreniyle gömülür. Yaşamı süresinde dinsel farizaları yerine getirmesine de karışılmaz: namaz kılar, oruç tutar, imkânları varsa hacca gider vb. 1980’den bu yana da ilköğretimde zorunlu din/İslâm dersleri alır. Ama o kadar. Devlet eliyle “resmen” intisab ettirildiği dinin gereklerini ya da olanaklarını yerine getirmeye, daha doğru bir deyişle İslâm’ın buyruklarını kamusal alanda uygulamaya kalkıştığında (kamusal alanda örtünmek, poligami, miras hukuku, tekke ve zaviyeler, faiz vb.) karşısında, kendisine “Sünnî-müslüman” olmayı empozeeden devleti bulacaktır. (En azından AKP iktidarına dek durum, kaba hatlarıyla böyleydi.)
Ancak yine de, “Cumhuriyet tarihi boyunca Sünnî’ye dünyayı cehennem eden bir anlayışı getirdi,”[30] diyen Gergerlioğlu’nun abartısına kapılmamak gerek. Kemalist laik T.C.’de Sünnî Müslümanın hiç değilse dinsel yaşamını regüle eden bir Diyanet İşleri başkanlığı vardır; Alevîlerin ise, Cumhuriyet rejiminin Sünnî bir devlet tarafından topluca katledilmelerini önleyeceğine dair (Dersim, Maraş, Çorum ve Sivas’ta boşa düşen) umutlarından başka bir şeyleri olamamıştır. Ne tanınma, ne statü, ve hatta ne de gönül alma. Tüm bir Cumhuriyet tarihi boyunca hakları ve durumları Lozan’dan bir adım ileri gidemeyen, buna karşılık Varlık Vergilerini, Aşkaleleri, 6-7 Eylül’leri, Kıbrıs çıkartması günlerini yaşamak zorunda kalan ve genellikle “rehin” muamelesi gören gayrımüslimler bahsine ise hiç girmeyelim.
Peki, bu laiklik’in zıddı olarak kurgulanan “özgürlükçü laiklik” ne ola?
Aslına bakılırsa, “eski tüfek”, “ulusal solcu”lardan başka herkesin laikliğin Kemalist versiyonuna veryansın ettiği bugünlerde, yükselen yıldız “özgürlükçü laiklik”i tarif etmek, daha zor. AYM’den, Ahmet Davutoğlu’ndan, sosyalistlere büyük bir çoğunluk bu yeni tip laiklikten dem vursa da, hem duruş hem de niyetlerin farklılaştığı bir noktada ortak bir tanıma ulaşmak olanaksız.
Aslına bakılırsa bu, sosyalistler açısından gereksiz, hatta sakıncalı da…
Bizce sosyalistlerin aslında devletin dini denetlemeye kalkıştığı bir versiyondan olduğu kadar, “dinle barışık” ve/veya “çoğulculuğu olduğu kadar dinin kamusal görünürlüğünü destekleyen bir devlet” liberal tasarımlarına dayalı “postseküler” laiklikten de uzak durması gerekiyor.
Açımlayalım:
Laikliğin “yeni” tanımlama girişimleri, çoğulculuğu ve bireyin özgürlüğünü teslim etmekle birlikte din(ler) karşısında daha “hayırhah” bir tutumu öngörüyor. Bu açıdan, AYM’nin yukarıda sözünü ettiğimiz karar gerekçesindeki “Laik devlet, dinler karşısında tarafsız olmakla birlikte, toplumun dini ihtiyaçlarının karşılanması konusunda kayıtsız değildir” ibaresi, oldukça açıklayıcı. Devletin tüm inanç (ve de inançsızlık) biçimlerine eşit mesafede durması, ilkece kabul görürken, aynı solukta dinlerin kamusal alanda görünürlüğünü kabul eden bir tanımın bu “eşit” mesafeyi nasıl koruyabileceği ise meçhul. Örneğin, bireylerin devletin (“eşit mesafe” gibi) angajmanlarını aynı duyarlıkla benimsemesine ilişkin bir garanti olmadığına göre; kamu görevlilerinin (yargıç, öğretmen, doktor vb.) dinsel simgeler taşımasını kabullenen bir devletin, memurunun kendi inancını paylaşmayan bir yurttaşa karşı “nötr”lüğünü nasıl güvence altına alabileceği, belli değil. Ya da öğrenim müfredatına şu ya da bu dinin şu ya da bu yorumunu -ister zorunlu, ister seçmeli olsun- dahil eden bir eğitim sistemi, kuramsal planda kabullendiği “çoğulculuğu” nasıl hayata geçirecektir?
Sanırız sosyalistlere düşen, dinle ne dargın, ne barışık, dine karşı “kayıtsız” bir anlayışı savunmak olmalıdır.
Marx’ın, dine ilişkin: “Din insanı değil, insan dini yaratır. İnsan kendini henüz bulmadığı ya da yeniden yitirdiği zaman, din onun bilincidir. İnsanın dünyası insandır, yani devlet ve toplum. İşte bu devlet ve toplum dini meydana getirirler. Din dünyanın bilincidir. Gelgelelim dünya yozlaşmış olduğundan, bilinci de bozulmuştur. Din bu dünyanın genel kuramı, ansiklopedisi, ahlâkçıl mantığı, ahlâkçıl değeri, görkemli bütünleyicisi, coşkunluğu, kişiyi hayalde gerçekleştiren ve avutan ana temidir. Dinsel yoksulluk bir yandan gerçek sıkıntının, yoksulluğun belirtisi, öbür yandan da onun protestosudur. Din mutsuzluktan ezilmiş bir yaratığın özlemi (umudu), ruhsuz bir dünyanın ruhu, akılsız bir dünyanın aklıdır. Din halkın afyonudur. (...) Bu bakımdan dinin eleştirilmesi, üzerine aylasını (hâlesini) serptiği bu gözyaşı vadisinin eleştirilmesiyle başlar. Eleştirme insanoğlunun zincirlerini örten hayalden çiçekleri söküp atar. Elbette bunu, süssüz ve hayalsiz zincirler taşısın diye değil, zincirlerinden tümden kurtulsun, sahici çiçekler devşirsin diye yapar. Böylece, onun, erginliğe ermiş bir kimse gibi düşünmesine, davranmasına ve kendi gerçeğini kavrayıp işleyebilmesine yol açar,”[31] sözleri geçerliliğini günümüzde de korumaktadır.
Bu görüşlerin ışığında sosyalistlerin “din eleştirisi”, dinsel tasarım ve kurguların zeminini oluşturan dünya eleştirisinden başlar. Dini, dinsel düşünce tarzını etkisiz kılmak isteyen, işe dini var eden maddi koşulları değiştirme çabasıyla başlamalıdır.
Bu nedenledir ki Marksistler, gerek din, gerekse devletin nihayetinde sönümleneceği bir toplumsallığa ilişkin iyimserliği muhafaza etmekle birlikte, Jakoben anti-klerikaller değillerdir. Marksist, ya da Marksizm-esinli pratik, dine karşı “ne yasaklayıcı” ve/fakat ne de teşvik edici olmakla temayüz eder. Böylelikle, örneğin, Marx, “Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi’nde kilise ve devletin tam olarak birbirlerinden ayrılması, bütün dinsel cemaatlere hiç bir ayrıcalık ve öncelik tanınmadan onların sadece bir dernek, bir dostluk grubu olarak kabul edilmesini ve bütün eğitim verme, eğitim kurumu kurma yetkilerinin ellerinden alınmasını savunur.”
Sovyet Devrimi de, pek çok alandaki radikal müdahalelerine karşın, örneğin dini yasaklamak, ibadethaneleri kapatmak vb. uygulamalara gitmemiştir. “Sadece yüzyıllardır bir suç şebekesi gibi çalışan Ortodoks Kilisesi’nin sahibi bulunduğu çok geniş topraklara el konmuştur, Çar aynı zamanda, Rusya’daki Ortodoks Kilisesi’nin resmi başkanı sıfatını da taşıyordu. Bu mallar onun şahsi malıydı. Çarlık zamanında baskı altında tutulan Müslümanlık, Musevilik ve diğer dinler çok daha fazla özgür oldular. Kilise, cami ve havra ile devlet işleri arasında tam bir ayrım ve mesafe kondu.”[32]
Böylesi bir yaklaşımın Türkçe’ye tercümesi, devletin dinsel ideoloji ve kurumlarla her türlü ilişkisini kesmesi, dini tümüyle inananların uhdesine bırakmasıdır. Ama aynı zamanda bir dinsel grubun diğer(ler)i üzerindeki tahakkümünün önüne geçecek mekanizmaları elde tutması ve belki de en kritiği: dinsel inançların kişisel bir tercih ve seçim olmasını güvence altına alması bu yaklaşımın esaslı bir parçasını oluşturur. Bir başka deyişle, devletin bireysel özgürlükleri cemaatin kolektif baskısı karşısında koruması, bireylerin inanma olduğu kadar inanmama (ya da seçim yapma) özgürlüğüne sahip çıkması önemlidir…
Böylesi bir yaklaşımda hiç kuşku yok ki ne (mevcut ya da reforme edilmiş hâliyle) Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kuruma, ne de eğitim müfredatında (zorunlu ya da seçmeli) din derslerine yer yoktur. Bunlar, inananlar topluluğunun işidir; devlete düşen, farklı cemaatler ya da cemaat-birey ilişkilerindeki tahakküm ve istismarın engellenmesidir.
Devletin din karşısındaki kayıtsızlığı, hiç kuşku yok ki kamu mallarının dinsel görünümlü gerekçelerle, dinsel iddialı kurumlar eliyle yağmalanmasını engellemeyi de içerir. “Dinsel” bir misyon savı taşıması, hiçbir kuruma diğerleri karşısında bir ayrıcalık nedeni olamaz.
Ve söylemeye gerek var mı, din karşısında mutlak bir kayıtsızlık/ilişkinsizlik hattı izleyecek olan devletin her kademedeki görevlilerinin dinsel inanç ya da inançsızlıklarını kamusal alanda tezahür ettirmeleri söz konusu olmayacaktır.
Böylesi bir tasarımda “devletin kutsal değerleri koruması” vb. gibi hükümler de geçersizdir, elbette. Eleştiriye, eleştirelliğe büyük önem veren sosyalistler için “kutsal”, uhrevi kılığına girmiş dünyevi bir iddia, bir iktidar-meşrulaştırıcıdır. Sosyalist eğitim sistemi, sorgusuz biatı değil (kendi savları dahil) herşeyi sorgulayan bir eleştirelliği hedefleyecektir. Din bundan bağışık değildir.[33]
Ve nihayet, sosyalistler için laiklik/sekülarizmin toplumsal tabana yayılması, ya da daha doğrusu, Yavuz Çobanoğlu’nun deyişiyle “geniş toplum kesimlerinin talebi”[34] kılınması, toplumsallaşması için uğraşmak, önemlidir.
Çünkü kitleler, kendi deneyimleriyle, kendi mücadeleleriyle kazandıkları değerlerden kolay kolay vazgeçmezler.
9 Haziran 2016 18:17:52, Ankara.
N O T L A R
[*] Newroz, Temmuz 2016…
[1] Publilius Syrus.
[2] Prof. Kemal Karpat 15 yıl kadar önce “Türkiye, entelektüel enerjisinin yüzde 75’ini laiklik tartışmalarında harcıyor,” demiş. (Akt. İsmail Özcan, “Temel Bir Çağdaşlık Kriteri: Laiklik”, Milliyet, 2 Mayıs 2016, s.22.)
[4] Ömer Faruk Gergerlioğlu, “Laikliğin Tanımı”… www.omerfarukgergerlioglu.com
[5] “Kahraman’ın kendini tekzip eden açıklaması, inkâr manzumesi, temsilcisi, zabiti olarak gördüğümüz Saray’ın bile arkasında durmaması, geri vitese takmaları hep birlikte yükselttiğimiz toplumsal muhalefetin sonucu.” (Özgür Özel, CHP Grup Başkanvekili. Nurcan Gökdemir-Can Uğur, “Kişisel Görüş Değil AKP’nin Kimliği”, Birgün, 28 Nisan 2016, s.9.)
[6] Yurda döndüğünde bu sözlerin yanlış çeviriden kaynaklandığını, kendisinin, “ben dinsiz değilim” dediğini belirtecektir. (“Laiklik Gidiyor Dindar Anayasa Geliyor”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2016, s.4.)
[11] Abdullah Karakuş, “Cumhurbaşkanı Erdoğan: Devlet Tüm İnançlara Eşit Mesafededir”, Milliyet, 27 Nisan 2016, s.23.
[12] Abdullah Damar, “Sol-Sosyalist Parti Programlarında Laiklik”, Özgür Medya, 26 Haziran 2013… http://www.ozgurmedya.org/sol-sosyalist-parti-programlarinda-laiklik---abdullah-damar-1949.html
[15] “Türkiye, 2000’lerin başından beri demokrasiye geçiş dönemi yaşıyor. Türkiye’de toplumun talepleri üzerinde yeni bir sistem inşa ediliyor. Demokratik, laik, sosyal hukuk devletine geçiliyor. Bu ülke ilk kez laikliğe geçiyor!” (Osman Can, “Bizdeki Laiklik Prusya Laikliği”, Taraf, 19 Ekim 2010, s.16.)
[16] Sibel Özbudun, Hermes’ten İdris’e. Bir Dinsel Geleneğin Dönüşüm Dinamikleri. Ütopya Yayınları, Ankara, 2004. ss.240-41.
[17] Oysa, Samir Amin’in de vurguladığı üzere, laiklik Batılı bir fenomen değil, modernitenin bir koşuludur. “Modernizasyon, laiklik ve demokrasi dini yorumların evriminin (veya devriminin) eseri değil, tam tersine, dini yorumlar az çok başarıyla diğerlerinin ihtiyaçlarıyla uyumlanmasının sonucudur,” der Samir Amin (Samir Amin, Modernite, Demokrasi ve Din, Kültüralizmlerin Eleştirisi, TOFV-Özgür Üniversite Yayınları, Ankara, 2006: 28.)
[18] Jean-Paul Burdy ve Jean Marcou, “Laicité/Laiklik: Introduction”; Cahiers d’études sur la Mediterranée orientale et le monde turco-Iranienne, sayı 19, Ocak-Haziran 1995.
[19] Haldun Gülalp, “Laikliğin Anlam ve Önemi”, Birgün Pazar, Yıl:11, No:411, 25 Ocak 2015, ss.12-13.
[20] İşte Erdoğan’ın çeşitli vesilelerle sarf ettiği sözler: “İslâm karşısında laik biri değilim.” (16.05.2007, IPI Dünya Kongresi). “Elhamdilüllah Müslümanım diyenlerin, şeriatçıyım demesi de gerekiyor,” (Milliyet, 21 Kasım 1994); “Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye. Yahu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek.” (Hürriyet, 21. Ağustos 2001); “Egemenlik kayıtsız şartsız milletin lafı koskoca bir yalan. Egemenlik kayıtsız şartsız Allahındır.” (https://www.youtube.com/watch?v=wKc0GBrzNwA); “Referansımız İslâm’dır; tek hedefimiz İslâm devletidir,” (21 Temmuz 2012); “Bize göre demokrasi amaç değil, ancak bir araçtır. Hangi sisteme gitmek istiyorsanız, bu düzenlerin seçiminde bir araçtır. Türkiye, kendisine din olarak Kemalizmi almış, başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikte ettirmiştir. Oysa en üst belirleyici İslâm'ın ilkeleridir. Her şey ona göre belirlenir.” (“İkinci Cumhuriyet Tartışmaları” kitabındaki söyleşisinden. http://www.acikistihbarat.com /Sayfalar/haberdetay.aspx?id=4308)
[21] “Örneğin eğitimde diğer din ve mezhepten öğrencilere ders seçme özgürlüğü bulunmuyor. Sünnî İslâm inancının resmi temsilcisi bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmi protokoldeki sırası geçen sene 52. sıradan 10. sıraya yükseltildi. Devlet kadrolarında her din veya mezhepten kimseler eşit ölçüde yer bulamıyor.” (Osman Bahadır, “Laiklik Nedir?”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1376, 2 Ağustos 2013, s.12.)
[22] “Devletin imkânları ile özel alanın, AKP’nin dini yorumuna uygun “değerler”e göre tanımlaması ve toplumu buna uymaya zorlaması, devletin laiklikten uzaklaşmasının en açık örneklerdir. Bu son yıllarda artmıştır. Bunun en açık örneklerinden birisi de; önceki yıl yapılan ve geçtiğimiz günlerde Danıştay tarafından da onaylanan ilkokulda başörtüsü serbestisidir. Bu serbesti, toplumda var olan farklı mezhep ve dinlere mensup öğrencilerin dini sembollerinin kullanılmasını izin vermediği için, bu düzenleme, devletin bir dini yorumu iradi olarak tercih etmesi ve bunu topluma dayatmasıdır.” (Murat Aksoy, “Laiklik Bugünün Değil 2023 Türkiyesi’nin Hedefi”, 29 Nisan 2016… http://www.haberdar.com/laiklik-bugunun-degil-2023-turkiyesi-nin-hedefi-makale,1100.html)
[24] Diyanet İşleri Başkanlığı, Tek Parti döneminde CHP’nin bir yandan Sünnî-İslâm’ı devlet dinine dönüştürme, bir yandan da bu yolla denetimi altına alma siyasasının bir sonucu olarak kurulmuştur. İleride de değineceğimiz üzere, “Türk-tipi laiklik”in özgül yönünü oluşturur. İşin ilginç yönü, bu “devletçi laiklik” kurumunun, bu laiklik yorumuna en ağır eleştirileri yönelten AKP tarafından sorunsuzca temellük ve tahkim edilerek toplumsal yaşamın merkezine taşınmasıdır. Özgür Mumcu’nun deyişiyle “Doğru İslâm”ı öğretmek neden devletin görevi olsun! Neyin doğru İslâm olduğunu devlet hangi yetkiye dayanarak, nasıl belirleyebilir? (…) Efendim, Bizans’tan bu yana bu coğrafyada din devletin kontrolü altında, bizim laiklik anlayışımız kendine özgüdür, denebilir. Bu sadece artık bırakılması gereken bir geleneğin sürdürülerek günümüze taşındığı anlamına gelir. (…) Şimdi o laik zannettiğimiz devlet, zamanında dini denetlemek için kurulmuş kurumlar eliyle laiklikten iyice uzaklaşacak.” (Özgür Mumcu, “Türkiye Laik Değil”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2014, s.3.)
[26] Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü, “Türkiye’deki farklı inanç gruplarına yönelik reformlar” http://kdk.gov.tr/haber/turkiyedeki-farkli-inanc-gruplarina-yonelik-reformlar/523
[27] Bu konuda bkz. Dr. Elçin Aktoprak, “Bir ‘Kurucu Öteki’ Olarak Türkiye’de Gayrımüslimler”, Ankara Üniversitesi, SBF, İnsan Hakları Merkezi, Ankara, 2010, özellikle ss.44 ve sonrası.
[28] AİHM, Alevîlerin yasal statüsünün, cem evlerinin tanınmamasının ‘ayrımcılık’ olduğuna hükmederek Türkiye’yi mahkûm etti. (Fikri Sağlar, “Laiklik Demokrasinin Temelidir”, Birgün, 28 Nisan 2016, s.9.)
[29] Osman Can buna “Prusya tipi laiklik” diyor. (Osman Can, “Bizdeki Laiklik Prusya Laikliği”, Taraf, 19 Ekim 2010, s.16.)
[32] Murat Ceyişakar, “Din, Laiklik ve Marksizm (1)”, Politika, Yıl:2, No:32, 23 Mayıs 2016, ss.18-19. Aynı makalede Lenin’den şu anekdot aktarılmakta: Kendisine Ortodoks Kilisesi’nin etkisi altında kalan bir grup işçinin dini bir sendika kurup greve gitmek İstediklerinde ne yapılması gerektiğini soran devrimcilere Lenin’in cevabı hemen aralarına katılıp Ateizm propagandası yapmak şeklinde olmaz. Şöyle der: “Hayır bir materyalist böyle durumlarda grevi destekler ve greve katılan işçilerin Tanrı inancına göre yüzeysel arzularının işçileri bölmesine karşı durur. (...) Materyalist olmak, yani dinin düşmanı hem de diyalektik materyalist olmak gerekir... Ama bu düşmanlık soyut bir düşmanlık, teorik bir düşmanlık değil, sürekli aynı şeyleri tekrarlayan ve yerinde sayan bir propagandacı olmak değil, sınıf savaşımı zemininde, somut, kendisini en geniş yığınların içinde ve en iyi şekilde eğiten bir yöntemle olmalıdır.” (V.İ. Lenin, Tüm Eserler, C.15, s.410, Almanca.)
[33] “Tüm ana akım sol ve sağ hareketler, din karşısında fazlasıyla saygılı. Böylesi bir saygının olası sonuçları ise dindarların kamu kaynakları dağıtılırken kontrolsüz bir şekilde kayrılması ve özel olarak muhafazakâr kesimlerin ama genel olarak aslında tüm toplumun kültürel kodlara karşı eleştirel bir bakışı içselleştirmekten sürekli bir şekilde sakınması hâlinde somutlaşıyor. Kadın-erkek eşitliği gibi en gerekli konular bakımından bile din ya da dinle meşrulaştırılan pratikler kamusal tartışmaya konu edilmiyor. Gelinen nokta ise düşündürücü. Din demokratikleşemiyor. Bu durum da ister istemez çoğulculuğu destekleyen tavır ve tutumların marjinal kalmasına ve baskın çoğunlukçu dilin kendini güçlü bir şekilde yeniden üretmesine yol açıyor. (Armağan Öztürk, “Laiklik ve Dindarlık”, Radikal İki, 1 Nisan 2012, s.9.)
[34] “Evet laiklik, dünden daha sağlam biçimde yeniden tesis edilmeli ama öncelikle bunun ilk deneyimde olduğu gibi yukarıdan değil, alttan ve kitlesel anlamda geniş toplum kesimlerinin ciddi bir talebi olarak gelmesi gerekiyor.” (Berkant Gültekin, “Yrd. Doç. Dr. Yavuz Çobanoğlu: Laiklik Kavramı Artık Dünden Daha Önemli”, Birgün, 3 Mart 2016, s.11.)
Yorum Ekle