“Kendi alevlerinizle yanmaya hazır olmalısınız. Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?” [1] 21. yüzyıl Latin Amer...
“Kendi alevlerinizle
yanmaya hazır olmalısınız.
Önce kül olmadan kendinizi
nasıl yenileyebilirsiniz?”[1]
21. yüzyıl Latin Amerika’ya, küresel ölçekli neoliberal talanın elinde bunalmış, yaşam olanakları daraltılmış, örgütleri dağılmış, hem pratik hem de ideolojik olarak bir hayli geri adım atmak zorunda kalmış emekçiler için umut verici gelişmelerle girmişti. 1994 yılının başında, tam da Meksika’nın ABD ile imzaladığı Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA)’nın yürürlüğe gireceği gün, yüzleri kar maskeli, elleri silahlı birkaç yüz Maya köylüsünün Chiapas eyaletindeki San Cristobal de las Casas’ı işgal etmesi, herşeyin tükenmediğine, umudun Pandora’nın kutusunun dibinde beklemekte olduğunu göstermişti adeta.
EZLN kalkışmasını yeni umut verici gelişmeler izleyecekti: Neoliberal politikaların ekonomik ve siyasal bataklığa sürüklediği Venezüella’da sol-halkçı önder Hugo Chávez’in devlet başkanlığına seçilmesi (1998); Şili’de sosyalist Ricardo Lagos’un 2000 yılı başkanlık seçimlerinde sağcı Şili için İttifak adayı Joaquín Lavín’i bozguna uğratması; 2006 seçimlerinde ise Sosyalist Partili Michelle Bachjelet’nin göreve gelmesi; 2002’de Arjantin’de sol-Peroncu Nestor Kirchner’in, Brezilya’da ise sol-popülist Lula da Silva’nın devlet başkanı seçilmesi; Uruguay’da sol partilerin oluşturduğu Frente Amplio (Geniş Cephe)’nun ülke politikasına yüzyıl boyunca hükmeden liberal-muhafazakâr tahterevallisini kırarak Tabaré Vázquez’in devlet başkanı seçilmesini sağlaması (2004: Vázquez bir sonraki seçimlerde yerini aynı partiden, eski kent gerillası José Mujica’ya bırakacaktı); 1999-2005 arası ülkeyi sarsan emekçi ve yerli ayaklanmaları sonucunda 2005 seçimlerinde Aymara sendika lideri Evo Morales’in Bolivya’da devlet başkanı olması; aynı yıl Honduras’ta devlet başkanı seçilen liberal Manuel Zelaya’nın kısa sürede sol politikalara yönelmesi; Ekvator’da sendikaların, sosyal hareketlerin ve yerli örgütlerinin desteklediği Rafael Correa’nın devlet başkanı seçilmesi (2006); aynı yıl eski gerilla lideri Daniel Ortega’nın Nikaragua’nın devlet başkanı olması; 2008’de Paraguay’da Kurtuluş teoloğu eski rahip Fernando Lugo’nun devlet başkanı seçilmesi; 2009’da El Salvador’da FMLN adayı Mauricio Funes’in başkanlığa getirilmesi; 2011’de “ulusal solcu” Olanta Humala’nın iktidara gelmesi…
Uluslararası Politika Akademisi’nin web sitesinde yer alan 3 Mart 2014 tarihli bir yazı, daha iki yıl önce kıtada politik durumu şu saptamayla özetliyordu: “Burada dikkat edilmesi gerekilen temel unsur 34 Latin Amerika ve Karayip ülkesinin 20’sinin hâlâ neoliberal sisteme ayak uydurması değil, Latin Amerika’nın büyük ülkelerinin sol politikaları benimsemiş partiler tarafından yönetiliyor olmasıdır.”[2]
Çoğu 20. yüzyılın ikinci yarısını, birbirine karşı darbe yapan ABD destekli askerî cuntalar silsilesinin cenderesinde geçiren kıta ülkeleri, bu noktaya, 1990’lı yıllarda (yine ABD mahreçli) neoliberal siyasalar eliyle “sivilleşmeyi” yaşamış ve uğradıkları neoliberal talan ve yıkımın ardından varmış ve kıta on yıl içerisinde Sol’un çeşitli versiyonlarının boy gösterdiği bir sahneye dönüşmüştü.
Giriş
Ne ki bu trend, pek uzun ömürlü olacakmış gibi gözükmüyordu. 2010’lu yıllar, ABD’nin doğal müttefiki yerel elitlerin, Çokuluslu şirketlerin, ABD istihbaratının bu sol iktidarlara karşı manevralarına olduğu kadar, emekçilerin ve bir kısmında da yerli halkların iktidar politikalarına karşı sokaklara dökülmesine sahne oldu. Bugün ne yazık ki kıtada tüm dünyadaki emek eksenli-sol muhalefete umut veren “Latin solu”, göze görülür bir gerileme içerisindeydi.
Bu gerileme, örneğin Honduras’ta Liberal Parti adayı olarak girdiği başkanlık seçimlerini kazandıktan sonra orta sol politikalara yönelen; Latin sağının (ve hiç kuşku yok ki ABD’nin) nefret objesi Fidel Castro ve Venezüella devlet başkanı Hugo Chávez’le iyi ilişkiler geliştiren; ABD’nin ülkelere dayattığı serbest ticaret anlaşmalarına alternatif olarak Küba ve Venezüella öncülüğünde kurulan ALBA’ya katılma niyetini açıklayan… Manuel Zelaya’ya karşı yüksek yargı darbesi biçimini aldı. Zelaya, 2009 yılında, hakkında Yüksek Mahkeme’ce çıkartılan görevden alma kararının ardından, askerler tarafından derdest edilerek Costa Rica’ya sürgüne gönderildi…
Honduras’daki “başarılı” azil ABD ve Latin Amerika sağını cesaretlendirmiş olmalı ki, benzeri kongre ya da yargı darbeleri, Paraguay ve Brezilya’da da yaşandı: Paraguay’da, Pepe Escobar’ın “Amerika kıtasının en yolsuzu desek az kalacak” diye tanımladığı senato, 2012’de Lugo’yu, “toprak reformuyla bağlantılı karanlık bir olayı idare edememekten suçlu bularak “azletti”.[3]
Brezilya’da ise, Lula’nın ardılı Dilma Roussef yine bir parlamento darbesiyle, yolsuzluk suçlamalarıyla Mayıs 2016’da Senato tarafından görevden alındı.
Senato darbeleri, Venezüella ve Ekvator’da ise girişim aşamasında kalarak başarısız oldu. Venezüella’da 2002 yılında ordunun üst kademeleri tarafından Chávez’e karşı yapılan darbeyle sağcı bir iş adamı olan Pedro Carmona Başkanlık görevine “atanmış”, ABD de bu yönetimi hemen tanımıştı. Ancak Latin Amerika ülkelerinin darbeyi sert bir dille eleştirmeleri darbecileri açıkta bıraktı. İki gün sonrasında Cumhuriyet Muhafızları durumu kontrole alarak Chávez’in görevinin başına dönmesini sağladılar. Ancak iş bununla kalmayacak, Chávez yaşamı boyunca pek çok sivil darbe girişimini boşa çıkaracaktı.
Ekvator’da ise 2010’da Correa, özlük haklarının kısıtlanmasına isyan eden polisin darbe girişimini ordu ve kendisine sadık polis güçleri sayesinde atlatacaktı. “12 saat rehin tutulduğu hastaneden kurtarılıp sarayına götürülen Correa, öldürülmek istendiğini belirtip ABD’yi suçladı.”[4]
Askerî, polisiye ya da sivil/parlamenter darbelerin işlemediği yerlerdeyse iki tür gelişme gözlemleniyor: solcu liderlerin sağın adayları karşısında seçimleri kaybederek iktidardan düşmesi (Arjantin) ya da güç yitirmesi (Bolivya, Venezüella), ve buna koşut olarak otokratlaşması (Bolivya, Ekvator)…
Sosyalistlerin, devrimcilerin 2000’li yıllarda neoliberal dayatma ve oldubitti karşısında umutlarını ayaklandıran Latin Amerika’nın “sol” dalgasının bu geri çekilişini iyi değerlendirmesi, “başka bir dünya” tahayyülünü ete kemiğe büründürebilme girişimlerinde “Latin dersleri”nden yararlanmaları gerek.
Böyle bir değerlendirme girişimine kalkışmadan önce, bölge ülkelerinin deneyimlerinin teker teker ele alınması, sanırım öğretici olacaktır.
Brezilya’dan başlayalım.
Brezilya: İşçi Partisi’nin “Çakallarla Dans”ı
Brezilya Emekçiler Partisi (PT) 1980’de, emekçileri temsil iddiasıyla kurulmuştu. 1982 seçimlerinde yüzde 3 oy kazanan parti 1989’da sendika lideri Lula’nın başkanlık seçimlerini kıl payı kaybetmesiyle birlikte, iddialı bir özne olarak siyasete ağırlığını koyacaktı. Lula tam dördüncü girişiminde, 2002’de başkan seçildi. PT 2006’da Lula’yla, 2010 ve 2014’te de Dilma Rousseff ile başkanlığı sağa kaptırmadı.
Rousseff 1970’lerde askeri cunta döneminde zindanlarda yatmış eski bir gerilla lideriydi. Lula’nın önce enerji bakanlığına, sonra genel sekreterliğine getirdiği teknokrat özellikleri ağır basan bir kişilik olarak tanınmaktaydı
PT, Brezilya solunun tüm renklerini, sosyal hareketleri ve sendikaları bünyesinde toplayan şemsiye bir örgüt olarak kuruldu. Hükümette merkeze yanaşmasıyla radikal unsurlar bünyesinden kopsa da, solun en büyük adresi olmaya devam ediyor.[5]
Niyet, 2018 seçimlerinde, Anayasa art arda üç dönem başkanlık yapmayı engellediği için iki dönemini tamamlayan Roussef yerine Lula’nın yeniden aday olması gibi görünüyordu.[6]
Ancak, ülke, Bilkent Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Berk Esen’in deyişiyle, “Yaklaşık 3 senedir giderek daha kötüleşen bir ekonomik durgunluk ve onun tetiklediği ama kontrol edilemedikçe iktidar için varoluşsal bir tehdit hâline gelen bir siyasi krizle boğuşuyor”du. Brezilya, yaklaşık 10 yıl boyunca Lula’nın liderliği altında hep siyasi istikrar ve ekonomik büyümeyle anılagrlmişti. “Bu olumlu tablo önce ulaşım ücretlerine yapılan zamlara karşı başlayan, ama sonra Dünya Kupası ve Olimpiyatlar için yapılan pahalı yatırımlar başta olmak üzere iktidarın ekonomik politikalarına tepki şeklini alan protestolarla yıkıldı. Lula’nın ardından 2010 yılında seçilerek iktidara gelen İşçi Parti adayı Dilma Rousseff’in popülaritesi, 2014 seçimlerini çok az farkla da olsa kazanmasına rağmen, ekonomik büyümenin hızının ciddi anlamda düşmesi sonrası hızla eridi. İşte tam bu ortamda, Rousseff yönetimi, Sergio Moro adlı enerjik ve idealist birinin yürüttüğü Lava Jato (Araba Yıkama) adlı yolsuzluk soruşturmasıyla sarsıldı. Soruşturma çeşitli inşaat şirketlerinin Brezilya devletine ait petrol şirketi Petrobras’a değerinden daha yüksek harcamalar yazdırıp, bu meblağın bir miktarını önemli siyasetçilere rüşvet olarak dağıttığını ortaya çıkardı. Eski başkan Lula da olmak üzere onlarca üst düzey siyasetçi bu soruşturma kapsamında sorgulandı ve süreç hâlen devam ediyor… Rousseff yönetimi yolsuzluk soruşturmasından önce bile parlamentoda güçlü bir çoğunluğa sahip değildi ve soruşturma sonrası yasama organında iyice zorlanmaya başladı. Muhalefet ise giderek artan ekonomik sıkıntıları kullanarak, Rousseff yönetimine olan tepkisini önce sokaklara ve sonra da parlamentoya taşıdı. Muhalefet, Araba Yıkama soruşturmasını bir bahane olarak kullanarak çok düşük halk desteğine karşın istifa etmemekle direnen Rousseff’i azletme sürecini başlattı. ”[7]
Başardı da… Senato, 12 Mayıs 2016 tarihinde gerçekleştirdiği oylamada, 22 “hayır”a karşılık 55 “evet” oyuyla Rousseff’i görevinden azletti. İşin ilginç yanı, Rousseff’i azletmek için “2014 yılında seçimi kazanmak için bütçe hesapları üstünde yasadışı bir şekilde oynama yapmak ve Petrobras’ın başında olduğu dönemde kurumdaki yolsuzluklardan haberdar olmak”[8] dışında bir “suç” bulamayan senatörlerin kendilerinin gırtlaklarına kadar yolsuzluğa batmış olmaları. Örneğin, “şu an itibariyle Meclis ve Senato üyelerinin yaklaşık yarısı yolsuzluk, para aklama ve seçim hilesi suçlamalarıyla karşı karşıya. Bu isimlerin hatırı sayılır bir oranı muhalefet partilerinde siyaset yapıyorlar. Ellinin üstünde milletvekili “Araba Yıkama” operasyonu kapsamında soruşturuluyor… Mesela bugün Başkan Rousseff’ın en önemli muhaliflerinden olan Parlamento Başkanı Cunha da aynı operasyon kapsamında soruşturulan isimlerden biri. Cunha 40 milyon dolara yakın bir parayı rüşvet olarak alıp, İsviçre bankalarına yatırmakla suçlanıyor… (Rousseff’in azil girişimlerinin başını çeken ve Başkanın azledilmesiyle şu sıralar geçici devlet başkanlığı görevini üstlenen, Rousseff’in başkan yardımcısı) Michel Temer’in adı, ethanol ihalesindeki yolsuzluk iddialarında geçiyor.”[9] Dilma’nın azli yönünde oy kullanan senatörlerin “zafer”i cuntanın işkenceci şeflerine adamaları da cabası![10]
Bir başka deyişle, Brezilya oligarkları ile ABD, büyük olasılıkla bir 2018 başkanlık seçimlerinde karizmasını hâlâ koruyan Lula’nın adaylığının önünü kesmenin de telaşıyla,[11] gırtlağına kadar yolsuzluğa batmış siyasal elit eliyle “en günahsız” olan Rousseff’i tasfiye etmişti. 2013’den bu yana Brezilya sokaklarını sarsan ve gaz ve tazyikli suyla bastırılmaya çalışılan kitlesel protesto gösterilerinin arkaplanında…
Bir “Başarı Öyküsü”…
Oysa çok değil, 2-3 yıl öncesine dek BRIC’in Brezilya’sı, anaakımda bir “başarı öyküsü”süydü; “Brezilya demir, petrol ve soya gibi birçok üründe çok zengin doğal kaynaklara sahip bir ülke olarak ve sergilediği ihracata dönük ekonomi politikaları ile son yıllarda yüksek büyüme oranı elde ederek BRIC denen hızlı büyüyen ülke grubunun parlak oyuncularından biri hâline gelmişti.”[12]
Ya da: “Brezilya’nın performansı göz kamaştırıcı. Lula döneminde Brezilya’da büyüme hızı yüzde 4 ile 1990’lı yılların iki katından fazla oldu. On yıl önce krizlerle boğuşan Brezilya 2025’te dünyanın beşinci büyük ekonomisi olmaya aday.
Dünyada gelir dağılımının hâlen en bozuk olduğu on birinci ülkesi olan Brezilya’da nüfusun beşte biri resmen yoksul. Lula’nın uyguladığı Bolsa Familia planı sayesinde yoksulluk üçte bir oranında azaldı ve eşitsizliği ölçen Gini katsayısı 0,6’dan 0,54’e geriledi. Yani durumda bir devrim olmasa da hissedilir bir düzelme var. Sağlık ve eğitim politikaları da başarılı. 1993-1995’te 5,4 olan ortalama eğitim süresi 7,6’ya yükseldi. Birçok yoksul Brezilyalı orta sınıfa taşındı. Yoksulluktan çıkan 20 milyon yeni tüketici, yerli ve yabancı sermayenin iştahını kabartıyor.”[13]
Korkut Boratav, Türkiye ile Brezilya’nın uluslararası malî krizle baş etme performanslarını karşılaştırdığı yazısında şöyle diyor: “Lula, borçları erken ödeyerek standby anlaşmalarına son vermiş ve neoliberal makroekonomik reçeteyi, IMF’den bağımsız olarak uygulamıştı. Bu uygulama belli bir hareket serbestliği de sağlamıştı. ‘Esnek kurlara’ bağlılık, zaman zaman ‘esnetilmiş’; rezerv biriktirmeye öncelik verilerek döviz fiyatlarının aşırı ucuzlaması frenlenmiştir. Uluslararası krizin çevre ekonomilerini etkilemeye başladığı tarihte (Ağustos 2008’de) Bank of International Settlements (BIS) tarafından hesaplanan dövizin efektif reel fiyatına bakalım. Tam on yıl öncesiyle karşılaştırılırsa, Brezilya’da reel döviz fiyatı aşağı yukarı değişmemiş; Türkiye’de ise üçte bir oranında ucuzlamıştır.
Bir diğer farklılaşma iki ülkenin dış ticaret rejimlerinde gözlenmiştir: AB ile Gümrük Birliği, Türkiye’nin gümrük tarifeleri üzerindeki özerkliğini büyük ölçüde tasfiye etmiştir. Brezilya ise ABD ile ne ikili ne de çok taraflı bir serbest ticaret veya gümrük birliği anlaşması yapmamıştır.
Döviz kurları ve dış ticaret rejimleri arasındaki ayrışma, iki ülkenin dış dengelerindeki gelişmeleri de farklılaştırmıştır. Dünya ekonomisinin kriz-öncesi canlanma konjonktürünü kapsayan 2003-2007 döneminde Lula yönetimindeki Brezilya her yıl dış fazla vermiş; AKP yönetimindeki Türkiye ise cari açıklarını dörtnala artırmış; bunların toplamı sözü geçen beş yıl içinde 117 milyar dolara ulaşmıştır.
Türkiye uluslararası krizden bu nedenlerle daha ağır etkilenmiştir. İki kriz yılında (2008-2009’da) Brezilya büyümüş; Türkiye küçülmüştür.
Bölüşüm ilişkilerine bakıldığında, Lula Brezilya’nın temel toplumsal gerilimlerini oluşturan emek-sermaye ve topraksızlar-kapitalist çiftçiler çelişkilerinin üzerine gitmemiş; bunların yerine kamu kaynaklarının önemli bir bölümünü 15 milyon yoksul aileye (Bolsa Familia programı içinde) yapılan nakit ödemelerine ayırmış; sekiz yılda reel asgari ücreti yüzde 54 oranında artırmış; diğer sosyal harcamaları da yukarı çekmiş; yoksulluk oranını düşürmeyi başarmıştır.”[14]
Cui bono? Kimin için?
Hayri Kozanoğlu, 21. yüzyıl başlarında yükselişe geçen Latin Amerika solunda iki ana eksenin ortaya çıktığını söylüyor: “Bir yandan Venezüella’nın, Bolivya’nın, Küba’nın oluşturduğu ‘iyilik ekseni’, öte yanda Brezilya’nın başını çektiği ‘mutabakat ekseni’. Chávez 21. yüzyılın sosyalizminden söz ederken, ‘iyilik ekseni’ kapitalizmi karşısına almaktan çekinmiyor; Brezilya-Şili-Uruguay hattında ise sol hükümetler sosyal politika uygulamalarıyla yetinip, genel hatlarıyla neo-liberal politikalarla arasına mesafe koymuyordu.”
Bolivya ve Venezüella’nın ne kadar “iyilik ekseni” oluşturduğu tartışması bir yana; Lula ve ardılı Roussef’in, neoliberal politikalardan kopmak bir yana, bu politikaları küresel malî kriz derinleştikçe yoğunlaştırdıkları bir sır değil. PT Ulusal Yönetim üyesi, Sol-Marksist eğilimin lideri, İşgal Edilen Fabrikalar Hareketi eski koordinatörü Serge Goulart, Rousseff yönetimini “programı ve bileşimi ile İşçi Partisi’ni içinde barındıran burjuva bir hükümet” olarak tanımlarken, hem Lula, hem de Rousseff yönetimlerinde “İşçi Partisi’ni (PT) ve Merkezi Sendikal Hareketi (CUT) kontrol altından tutmanın bir yolu olarak “Toplumsal Barış” söylemi sayesinde kapitalistler kazançlarını en üst düzeye çıkardık”larını vurguluyor:
“Lula, 2003 yılında ‘Brezilya burjuvazisinin gölgesi’ denebilecek, partiler ve şirketlerden oluşan bir koalisyon hükümeti oluşturdu. Merkez Bankası’nın yönetimine Boston Bankası’nın eski bir yöneticisi yerleştirildi. Hazine Bakanlığı Washington’daki Bush ve Condolezza Rice ile ortaklaşarak adlandırıldı ve oluşturuldu.
Lula’nın 2003 ile 2011 yılları arasındaki temel ekonomik ve politik yönelimleri, Dilma yönetime geçtiğinde, 1.5 trilyon doları geçen uluslararası borç ve dünyanın en yüksek faiz oranıyla oluşturulan spekülasyonla birlikte ülkeyi alım, birleşim ve techizat alanları için uluslararası sermayeye açtı.
Büyük şirketlerin finansmanı için devlet destekli programlar hiçbir zaman önceden kabul edilen seviyelere ulaşmadı ve bireysel krediler 25 milyar dolardan 300 milyar dolara yükselerek ülkede daha önce hiç ulaşılmayan bir seviyeye çıktı. Toplam kredi miktarı (şirketler dahil) GSYH’nin yüzde 40’ına ulaştı, yani 1 trilyon dolara.
Lula’nın ihracatla ilgili ilk çabaları finans alanını açmak ve modernize etmek, büyük hazine arazilerini ticari tarıma (agronegocio) açmak ve uluslararası sermayenin toprak mülkiyetine izin vermek oldu. Tarım reformu pratik olarak açık bir şekilde durdu. Eğitimde Lula yönetiminin ilk çabası özel üniversiteleri büyük teşvikler ve federal burslar aracılığıyla teşvik etmek ve yaymaktı. Sağlıkta, yerel ve genel sağlık hizmeti veren yapıları özel işletmelere çevirmeye çabaladı, bu işletmeler kâr amacı gütmeyen sosyal işletmeler olarak adlandırıldı, fakat aslında bunlar sağlıkla ilgili ulusal ve uluslararası şirketlerin uzantılarıydılar.
Lula devlet şirketlerini özelleştirmeye devam etti (barajlar, demiryolları, otobanlar, havalimanları vb..), daha önce Fernando Henry Cardoso (FHC) hükümeti döneminde Petrobras adlı devlet şirketinin tekelinde olan petrolü açık artırma yollu ihalelerle özelleştirdi. Sevinen bankacılar Lula’nın ‘on numara başkan’ olduğunu söylüyorlardı, finansörler ve büyük şirketler ‘Kalkınma Konseylerine’ katıldılar. 2009 yılındaki G-20 toplantısında Barack Obama kendisine ‘Lula, işte bu adam!’ diyecekti.
Lula hükümeti 300 milyar dolarlık ‘kamu-özel işbirliğini’ oluşturarak, Brezilya’yı limanlar, tren yolları, yollar ve havalimanları yapımı aracılığıyla tarım-maden ihracatında modern bir platforma dönüştürmeyi amaçlayan ‘Hızlandırılmış Büyüme Planı (PAC)’nı yarattı.
Devletin borçları hiçbir zaman bu kadar olmamıştı (1 trilyon dolar) ve ekonomi uluslararası spekülatif sermayeye bu kadar bağımlı kılınmamıştı…
Şimdi, Dilma hükümeti Lula tarafından yönlendirilen ‘büyük koalisyon’dan veya PMDB’den oluşuyor. Burjuva partisi hükümetin başkan yardımcılığını yürütüyor. Koalisyonun diğer bileşenleri, PP gibi öteki partiler ise 20 yıl Brezilya’yı yöneten resmi cunta partisi.”[15]
Şunu vurgulamak gerek; Brezilya’da İşçi Partili Lula da Silva iktidarı, bir yandan “biraz neoliberal, biraz kalkınmacı hibrid bir program”ı[16] uygulayarak, yüksek emtia fiyatlarına dayanan yüksek ihracat girdileri ve bol ve ucuz kredi sayesinde Brezilya’yı “yükselen ekonomilerin lideri” konumuna yükseltmekle hem içeride hem de dışarıda oligarşilerin takdirini kazanmıştı. Uluslararası siyaset alanındaki (ABD’ye karşı sürdürdüğü) “bağımsızlıkçılık” ve “Latin Amerikacılık” söylemi, 1960’larda kıtayı kasıp kavuran antiemperyalizmin gölgesini üzerine doğru çekerken, sosyalist blokun çözülmesiyle iyice yalnızlaşmış Küba ile geliştirdiği dostça ilişkiler, hem kıtanın hem de dünyanın sol/devrimci güçlerinin gönlünü kazanmasının önünü açmıştı
Ancak Brezilya “sol”unun, ya da Lula da Silva-Dilma Rousseff iktidarının esas dayanağı, büyüyen ekonominin kaynaklarının bir kesimini toplumun yoksul kesimleri arasında dağıtmasıydı: bu çerçevede, açlık sınırında yaşayan 44 milyon kişiye, 3 öğün yemek kampanyası başlatıldı; en alt gelir seviyesindeki 12 milyon aileye (35 milyon kişi), bütçeden ayda 65 dolar yurttaşlık aylığı bağlandı; aylık geliri 40 doların altında olanlara, 65 doları tamamlayacak şekilde aradaki fark bütçeden ödendi.[17] 50 milyondan fazla yurttaş çocuklarını okula göndermek karşılığı ‘Bolsa Familia’ sosyal yardım programından yararlandı. Üniversiteye girişte emekçi çocuklarına öncelik tanındı. Yoksulluk yüzde 55, aşırı yoksulluk yüzde 65 geriledi.[18]
Bir başka deyişle, Lula ve (en azından başlangıçta) ardılı Rousseff iktidarları, kapitalist mülkiyet ilişkilerine dokunmaksızın, Çokuluslu şirketlerin egemenliğine dayalı neoliberal politikaları, bu politikaların toplumun en kırılgan kesimleri üzerindeki yıkıcı maliyetlerini minimize ederek sürdürmeye çabalamış, ülkenin “büyüme” trendi sürdüğü sürece de hem içerideki hem de dışarıdaki oligarkların takdirini üzerinde toplamıştı.[19]
Masalın Sonu
Ancak Brezilya ekonomisi, yaygınlaşan küresel durgunluk karşısında daha fazla direnemeyecekti. 2010 yılında yüzde 7.5 büyüyen ülke ekonomisi, 2011’de yüzde 2.7’lik büyüme oranıyla adeta “çakıldı”. Credit Suisse’in 2012 büyüme tahmini ise yüzde 1.5 dolaylarındaydı ve küresel finans çakalları, vakit yitirmeksizin ulumaya koyulmuşlardı: “Wall Street Journal’a beyanat veren ve geçmişte BRIC kısaltmasını icat eden Goldman Sachs analisti ve gelişen ülkeler ekonomisti Jim O’Neill, ‘Brezilya en azından yüzde 3.5 on yıllık büyüme ortalaması elde etmediği takdirde BRIC grubundan çıkar!’ diyor.”[20]
Brezilya oligarkları, daralan ekonomik kaynaklardaki paylarını yitirmemek için, gözlerini yoksulların “Bolsa”sına (çanta, para çantası) diktiler: “sol”cu PT, “popülist” politikalardan, “israf”tan vazgeçmeli, geniş çaplı işten çıkartmaların önünü açmalı, özelleştirmelere hız vermeli, ücretleri düşürmeli, sosyal bütçeleri daraltmalı vb. idi…
Rousseff’in bu taleplere tepkisi oldukça mülayim ve hayırhah oldu: Ucu ucuna kazandığı 2014 seçimlerinin hemen ardından kemer sıkma politikalarının mimarı Joaquim Levy’yi maliye bakanlığına getirerek Brezilya oligarklarını ve uluslararası finans çakallarını rahatlatmaya çalıştı. Yanısıra, “harcamaların ve yatırımın azaltılması, kamu çalışanlarının maaşlarının dondurulması, (…) sosyal güvenlik katkılarının sona ermesi, emekli aylığı reformu, çalışma reformu, mali reformlar” hükümet programında yerini almıştı. Hazine Bakanlığı açıklıyordu: “Bazı harcamaları kısacağımız bir program hazırlamaktayız, özellikle (...) fonları. Bu, elimizdeki faiz dışı fazlalıkları koruyarak açığı ve kamusal borcu önemsiz hâle getirmek demek. Yapısal olarak, (...) harcamalarındaki düşüş çok az olmayacak, ciddi oranda düşüş olacak.” [21]
Brezilya bugün ciddi bir ekonomik kriz yaşıyor. 10 milyondan fazla işsiz var, çalışanların geliri düşüyor, 18 yaş üstü nüfusun yüzde 40’ı; 58 milyon Brezilyalı borç içinde.
Ekonomik krizin 10 milyonun üzerinde işsizle, 58 milyon kişiyi borç içinde yaşama sürükleyerek en fazla vurduğu[22] Brezilyalı emekçiler bir yandan bu kemer sıkma politikalarına, bir yandan da sağın emek örgütlerini ve İşçi Partisi’ni kriminalize etme girişimlerine karşı yığınsal bir karşı duruş sergiledi. 2012 yılında 400 bin memur, 90 gün süreyle devasa bir grev örgütledi, örneğin.[23] Protestolar, Dünya Kupası nedeniyle iktidarın yoksul mahallelerinde devlet terörünü yoğunlaştırdığı 2013 yılında sokak çatışmalarına dönüştü[24]; sağlık ve eğitimdeki yetersiz destekler öğrencileri sokağa döktü, metal sektöründe de büyük işçi grevleri yaşandı.
Rousseff’in emekçilerin baskıları sonucu geri adım atacağı korkusu (Joaquim Levy görevden alınmıştı) azil sürecini tetikleyince, halk protestoları da yön değiştirecekti.[25] Brezilya Devrimci Komünist Partisi Yöneticisi Jorge Batista Brezilya’daki son süreci şöyle aktarıyor: “17 Nisan’da meclisteki görevden alma oylamasına kadar halk hareketi mevcut hükümetin kemer sıkma politikalarına karşı yükselmişti. Dilma Rousseff hükümeti halk desteğini kaybetmişti. Bu nedenle işçi sınıfı ve genel olarak halk bu hükümeti savunmak için harekete geçmedi. Fakat şimdi yeniden hareketlenme başladı, bu kez ‘Temer defol’ sloganıyla sokağa çıkılıyor. Sendikal hareket ise on ayrı konfederasyona bölünmüş durumda. Bazıları yeni hükümeti destekliyor, diğerleri ise Dilma Rousseff ve hükümetini destekliyor. Yaşanan süreç ulusal karakterde ya da yaygın grevler örgütlenmesini giderek zorlaştırıyor. Bu süreçte insanları yaşananlar konusundan gerçekten aydınlatacak bir çalışma yapmanın önemini görüyoruz. Brezilya’daki siyasi sistem burjuvaziye ve emperyalist çıkarlara boyun eğerek tamamen yozlaşmıştır. Tek gerçek alternatif halk iktidarıdır.”[26]
Brezilya Dersleri
Brezilya örneği, aslına bakılırsa “Latin Amerika’da Sağın geri dönüşü” ba’bında diğer ülkeler (Honduras, Paraguay, Venezüella, Bolivya, Arjantin…) için elverişli bir “şablon” oluşturuyor. Yanısıra, neoliberal çağda, Yunanistan’ın Syriza’sı ve olasıdır ki İspanya’nın Podemos’u da dahil, “sol” alternatiflerin yetmezlikleri konusunda münbit olanaklar sunuyor. Bu nedenle, Brezilya’dan çıkartılacak dersleri kıtanın gerileyen diğer “solcu” rejimlerine genelleştirmek, dolayısıyla da “Başka bir dünya mümkün” söylemimizin altını bundan böyle daha nitelikli bir dolguyla takviye etmek, mümkün.
Öncelikle, Brezilya deneyimi, Hugo Chávez’in dilinde “21. yüzyıl sosyalizmi” olarak vaftiz edilen tahayyülün mülkiyet ilişkilerinin dönüştürülmesindense “yeniden-dağıtım”ı yeniden düzenleyerek, “neo-kalkınmacı” hamlelerle sağlanan büyümenin getirilerinden toplumun en yoksul kesimlerinin aldığı payı büyütmek suretiyle yoksulluğu azaltma projeksiyonuyla sınırlı olduğunu gösteriyor. Latin Amerika’daki sol yükselişin ne Brezilya, Arjantin, Paraguay, Honduras gibi “light” versiyonları, ne de Venezüella, Bolivya, Ekvator gibi “sert” uygulayıcılarında mülkiyet ilişkilerinde köklü bir dönüşüme yol açmadığı, açıktır.
Bırakın sınıfların “ulusal” diziliminde bir değişiklik yaratmayı, Latin Amerika “sol”unun neo-kalkınmacı hamleleri, “ulusal sermaye” ile küresel sermayenin entegrasyonu sürecini hızlandırmak gibi “ters” bir sonuç verdi. El Colegio de la Frontera Sur’da profesör Peter Rosset’in sözleri, Brezilya bağlamında bu yönelimi açıkça sergilemekte:
“Merkez sol hükümetler uluslararası kuruluşların Brezilya’da mevcudiyetini mümkün kıldı. Bu, Brezilya’da mevcut olan bazı sektörlerdeki şirketlerin bir çeşit füzyon geçirmesini beraberinde getirdi. Çünkü temelde inanılan şey, eğer ki Brezilya ekonomisi küresel pazara açılacak ise, bazı şirketlerin özellikle bazı sektörlerde birleşerek büyük ulusal şirketler hâline gelmesi, kendi alanlarında bir çeşit öncü rol üstlenmesiydi. Örneğin madencilik alanında Vale Şirketi buna örnek olarak gösterilebilir. Bu şirketler ilk bakışta ulusal ekonomiyi sürdürecek ulusal çaplı tekeller olarak görünüyordu. Ancak bu şirketlerin büyük bir kısmı küresel finans kapital tarafından satın alınmıştı. Aynı zamanda tarım ve madencilik sektöründe, köylülerin toprağa erişim hakkının altını oyan maden şirketleri ve tarım şirketleri ortaya çıkmıştı.”[27]
Bir başka deyişle, 21. Yüzyıl Brezilya (“Latin Amerika” olarak da okunabilir) solu, “ulusal bağımsızlığı sağlamak” adına 1950’li yılların “ulusal kalkınmacı” formüllerine sarılırken[28], neoliberal kapitalizmin “dünyasında, sermayenin ne ölçüde “küreselleştiğini”, unutmuş gözüküyordu! Böylelikle, İşçi Partisi, küresel sermayenin basıncı karşısında, iktidara taşınmasına gövdesini koymuş “Topraksızlar Hareketi”ne rağmen Toprak reformu vaatlerini sümenaltı ederek latifundiaları başta soya olmak üzere ticarî monokültüre açacaktı.[29]
Brezilya deneyiminden çıkartılacak bir başka ders, “yoksulları hayata katma” yönündeki girişimlerin, onları belirli bir kapasiteye sahip tüketicilere dönüştürmenin ötesinde bir ufka seslenmediğidir. Yoksullar, içine kıstırıldıkları dışlanma çemberini kırsınlar ki, piyasayı rahatlatacak, ekonominin dönmesini sağlayacak bir alım gücüne kavuşsunlar… Bu, kapitalizmin yeniden üretilmesidir.
“Sao Paulo’nun telefon üzerinde hızlı parmaklara sahip olan gençleri, dünya üzerindeki sokakları ele almış durumda,” diyor Lula da Silva”Brezilya’nın gençlerine mesaj”ında. “Protestolar; demokrasinin olmadığı, işsizliğin giderek arttığı Tunus ve Mısır gibi ülkelerde ya da demokratik hükümetlere sahip ama yine de ekonomik krizden kurtulamayan İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerde yaşanıyor olsaydı bu durumu açıklamak çok daha kolay olurdu. Fakat protestolar; şu an tarihinde en düşük işsizlik oranının, ekonomik ve sosyal hakların genişlemesinin tadını çıkarıyor olmasına rağmen Brezilya gibi bir ülkede de yaşanabiliyor.
Birçok analist son yaşanılan protestoların, siyasetin reddedilmesi olarak görmekte. Bana göre ise tam tersi bir durumla karşı karşıyayız: protestolar, asıl demokrasiye ulaşabilmek için insanları teşvik etmek amaçlı yapılmakta.
Ben sadece kendi ülkem Brezilya adına bir yorumda bulunabilirim ki protestoların sosyal, ekonomik ve siyasi açıdan önemli başarılara imza attığına inanıyorum. Son on yılda Brezilya’nın fakir ailelerinden üniversiteye gidebilen öğrenci sayısı iki katına çıkmış durumda. Keskin olan eşitsizliği ve yoksulluğu kesinlikle azaltmış bulunmaktayız. Bütün bunlar çok önemli başarılardır ama yine de bu durum genç kesime tamamen normal gelmektedir. Özellikle de aileleri hiç bir şeye sahip olmayanlara!
Bu genç insanlar 1960 ve 1970 yıllarında ki askeri diktatörlüğün baskısını yaşamamış ve görmemiş insanlar. Maaşımızı aldığımız zaman hemen marketlere koşup, ertesi gün fiyat artmadan alışverişimizi tamamladığımız 1980 enflasyonunu da yaşamadılar. Durgunluk ve işsizlik döneminin en fazla olduğu 1990’larını ise çok az hatırlıyorlar. Daha fazlasını istiyorlar.
Böyle olması gerektiği anlaşılabilir bir durum. Kamu kalitesinin artmasını istiyorlar. Yükselen orta sınıf da dahil olmak üzere milyonlarca Brezilya’lı ilk arabalarını ve ilk uçak biletlerini aldı. Toplu taşıma daha verimli olmalı ve büyük şehirlerde yaşamı daha da kolaylaştırmalıdır.
Gençlerin duyduğu kaygı sadece maddiyata değil. Onlar eğlence ve kültürel faaliyetlere daha fazla ve daha kolay erişimde bulunmak istiyorlar. Ama bütün bunlardan önce istedikleri şey; Brezilya’nın son zamanlarda da açıkça göstermiş olduğu çağdışı siyaseti ve seçim sisteminin bozulmaları olmadan, daha şeffaf, daha açık ve daha temiz siyasi kurumlara sahip olmak! Bu isteklerin çok çabuk olmayacağını bilsek de bu taleplerin meşruluğu inkâr edilemez. Para bulmak ve paraya sahip olmak, bu amaçlarını, hedefleri gerçekleştirebilmek ve bir zaman çizgisi yaratabilmek için çok önemli.”[30]
Söylemin, Gezi kalkışması sırasında şaşkınlığa düşen AKP “sosyolog”larını çağrıştıran (“Her şeyleri var işte, daha ne istiyorlar?”) tınısı bir yana, Brezilya gençliği için daha çok tüketme özgürlüğünden ötesini istememesi, düşünmemesi, oldukça açıklayıcı! Bu Brezilya’da etkin olan toplumsal hareketlerin bir bölümünün (örneğin MST) “eşitlikçi, paylaşımcı, ortaklaşmacı, çevresel ve toplumsal sorunlara duyarlı insan” biçimlendirme idealine fazlasıyla yabancı, uzak bir projeksiyon!
Mülkiyet (dolayısıyla da sınıf) ilişkilerini (ve de insanı) değiştirmemenin yanısıra, Latin Amerika’nın sol iktidarları, toplumsal hareketlerle kliyentalist ilişkiler oluşturarak, onların dejenerasyonuna katkıda bulunmuşlardır. Kaynakların yeniden dağıtımında sivil toplum örgütlerinin muhatap kılınması, çoğulluk ortamında denetim zaafları ölçüsünde) bu sektörde eşitsizliklere, yeni elitlerin oluşumuna, bölünmelere yol açmaktadır.
Hiç kuşku yok ki bu durum, “21. Yüzyıl sosyalizmi” kavrayışına derinlemesine nüfuz etmiş “yeni sol” söylemlerle de bağıntılıdır. “21. Yüzyıl solcu”ları, Sovyetik dejenerasyonu eleştirirken, sınıf mücadelesi, işçi sınıfı iktidarı, proletarya diktatörlüğü, üretim araçlarının kolektivizasyonu gibi temel Marksist önermelerle bağlarını koparmada aceleci davranmışlardır. Yerine ikame ettikleri “çoğulculuk, çeşitlilik, çokkültürcülük, kimlik politikaları, adem-i merkeziyetçilik, özyönetim, iktidarın reddi, diyalog, uzlaşma” vb. söylemler ise, emekçiler lehine kazanımların kalıcılığını güvence altına alacak araçları sağlamakta fena hâlde yetersizdir.
Şu hâlde, kapitalizmle ciddi sorunları olan, onun sürdürülemezliği ve eşitlikçi, özgürlükçü bir alternatifle ikame edilmesi gerektiğini düşünen herkese, ve tabii ki öncelikle, sosyalistlere düşen, kimilerinin yaptığı gibi Brezilya’daki (ve de kıta genelindeki) hiç de iç açıcı olmayan gelişmeleri ABD/CIA ve/ile yerel oligarkların manevralarına, komplolarına indirgeyip soyut bir “kitlelerin/emekçilerin direnişi” umuduna sığınmak yerine, dünyayı dönüştürme yönündeki mücadelede Latin Amerika deneyiminin olumlu ve olumsuz yönleri üzerine derinlemesine düşünerek sosyalistlerin, devrimcilerin bundan sonraki adımları konusunda somut önermeler üretmektir.[31]
Dünyanın gidişatı, kaybedecek fazla vaktimiz olmadığını gösteriyor…
6 Temmuz 2016 09:26:35, Ankara.
N O T L A R
[1] F. Nietzsche.
[2] “Latin Amerika’da Sol Partilerin Yükselişi ve Brezilya ile ABD’nin Dansı”, 3 Mart 2014… http://politikaakademisi.org/2014/03/03/latin-amerikada-sol-partilerin-yukselisi-ve-brezilya-ile-abdnin-dansi/
[3] Olay Escobar’ın anlatımıyla şöyle gelişmişti: “15 Haziran’da bir grup polis ve komando, başkentten 200 km uzaktaki Curuguaty’de tahliye emrini zorla uygulamaya hazırlanıyordu ki, çiftçilerin arasına sızan keskin nişancılar tarafından pusuya düşürüldü. Tahliye kararını Colorado partisinin eski başkanı ve eski senatör olan zengin toprak ağası Blas Riquelme’yi koruyan bir yargıç çıkarmıştı. Riquelme’nin yasalara uydurduğu sahtekârlıkla ele geçirdiği devlete ait 2 bin hektar toprak, topraksız çiftçilerin işgali altındaydı ve çiftçiler Lugo’dan toprağın yeniden paylaştırılmasını talep ediyordu. Curuguaty’de sonuç 6’sı polis, 11’i çiftçi toplam 17 ölü ve en az 50 yaralı oldu. Oysa tahliyeyle görevlendirilen Özel Operasyon Grubu adlı elit güç, ABD’nin Kolombiya Planı çerçevesinde Kolombiya’da kontrgerilla eğitiminden geçmişti. Paraguay Planı’na gelirsek, çok basit: Her çiftçi örgütlenmesine tümüyle suç örgütü yaftası yapıştırarak onları kırsal bölgeleri uluslararası tarım ticaretine bırakıp terke zorlamak.” (Pepe Escobar, “… ‘Demokratörlük’ Ülkeleri”, Asia Times, 4 Temmuz 2012.)
[7] Can Uğur, “Yolsuzluk İşçi Partisi’yle Sınırlı Değil Sağcılar Durumu Çarpıtıyor”, Birgün, 4 Mayıs 2016, s.4.
[8] yagk.
[9] yagk…. Yanısıra, “azil sürecinin mimarı, dünkü oylamanın yöneticisi Meclis Başkanı Eduardo Cunha, Petrobras’taki dev hortumlama şebekesiyle bağlantılı olarak milyonlarca dolar rüşvet almakla suçlanıyor. Rousseff azledilirse görevini devralacak yardımcısı Michel Temer de yasadışı petrol sanayii anlaşmalarına karıştı.” (“Brezilya Rüyası İçin Kâbus Günü”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2016, s.7)
[10] “Aşırı sağcı vekil Jair Bolsonaro, oyunu cuntanın işkence şefi Carlos Brilhante Ustra’ya adadı. Gençlik yıllarında diktaya karşı mücadele veren solcu gerilla lideri Rousseff de Ustra’nın işkencelerinden geçmişti.” (“İşkenceciye Adanan Oylar”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2016).
[11] PT, Lula’yı dokunulmazlık şemsiyesi altına alabilmek için bakan olarak kabineye girmesi yolunda bir manevra yaptıysa da, bu girişim Anayasa Mahkemesi savcısı Gilmar Mendes tarafından askıya alınacak, yolsuzluk suçlamalarından Lula da Silva da kurtulamayacak (“… ‘Bakanlık Formülüne’ Savcı Çelmesi”, Milliyet, 20 Mart 2016, s.14), hatta kısa süreliğine gözaltına da alınacaktı (“… ‘Efsane’ Lidere Gözaltı”, Cumhuriyet, 5 Mart 2016, s.13.)
[14] Korkut Boratav, “Latin Amerika’da ‘Sol’ İktidarlar: Brezilya Örneği”, Birgün, 30 Kasım 2010, s.5.
[17] Meral Tamer, “Lula’nın Sıfır Açlık Reçetesi ve Kılıçdaroğlu”, Milliyet, 30 Mayıs 2010, s.8.
[19] Bu takdirin somut göstergelerinden biri; son başkanlık seçimlerinde Dilma Rousseff’in seçim kampanyasına Brezilya oligarşisinin sunduğu 80 milyon dolarlık destek. (“Bu kampanyaları finanse edenler büyük şirket sahipleri, bankacılar, sermaye sahipleriydi,” diyor Devrimci Komünist Parti (PCR) merkez yöneticilerinden Luiz Falcão. “Ve bu paraları alan siyasetçiler büyük müteahhitler ve uluslararası kapitalist gruplarla anlaşmalar yaptılar. Seçimlerin ardından, bu bağışları değerinin üzerinde ödeme yapılmış milyon dolarlık bu anlaşmalarla geri verdiler.” (Elif Görgü, “Brezilya, Kırk Katırla Kırk Satır Arasında”, Evrensel, 6 Nisan 2016, s.10.)
[23] Serge Goulart, “Brezilya Yargısı Engizisyon Mahkemelerine Dönüşerek İşçi Partisi ve CUT’a Saldırıyor”, Gündem, 22 Ocak 2013, s.11.
[24] “Dilma Rousseff 60’lı yıllarda diktatörlüğe direnen yeraltı örgütünde militan. Yıllar sonra enerji ve sanayide öne çıkan Rousseff ekonomik mucizeyi gerçekleştiren Lula’dan sonra başkan seçiliyor, “Ülkenin Annesi” sıfatıyla. Ama, “anne” çocuklarını iyi emziremiyor.
Ulaşım, gıda fiyatları katlanıyor, kiralar üçle çarpılıyor, okul ve hastane hizmetleri kötüleşiyor, üretim düşüyor, büyüme hızı düşüyor, Lula zamanında başlayan büyük yatırımlar yerinde sayıyor, harabe hâlinde, üstüne üstlük su kıtlığı ve trafik keşmekeşi. Elektrik sürekli kesiliyor, maçlar oynanırken kesilirse sürpriz olmaz.
Bunlara karşı ücretler yetersiz. Halk öfkeli, kupa harcamalarının vergilerinden karşılandığını düşünüyor.
Brezilya’da hayat zorlaşırken, yeni statlar yükseliyor. FIFA kendi ölçülerine göre, yeni stadyumlar istiyor. Brezilya yapıyor, tahminen 2.7 milyar Euro’ya, kupanın toplam maliyeti ise 9.9 milyar Euro dolayında. Ekmek bulmakta zorlanan halk, stadyumları görünce çıldırıyor, milyonlar grevde ve gösterilerde.
Buna karşı Rousseff ‘anne şefkatini’ unutuyor, yeni antiterör yasası getiriyor. Eylemde yakalanan herkes terörist sayılacak, ceza katlanacak. Halk iyice çılgına dönüyor.” (Yalçın Doğan, “Çacando Elefantes Brancos”, Hürriyet, 8 Haziran 2014, s.20.)
[25] Brezilya’nın ilk kadın Cumhurbaşkanı olan Dilma Vana Rousseff’e destek için ülke çapında binlerce kişi yürüyüş yaptı ve ‘Darbe’ istemediklerini haykırdı. Göstericiler Rio de Janeiro, Sao Paulo ve Brasilia dahil olmak üzere ülkenin 31 şehrinde eski şehir gerillası da olan Dilma’nın İşçi Partisi’nin kırmızı renkli bayrağını dalgalandırdılar. Yürüyüşte ‘Darbeye hayır’ ve ‘Demokrasi’ pankartları açıldı. (“Brezilyalılar Darbeye Karşı Ayakta”, Gündem, 4 Nisan 2016, s.13.)
[26] Elif Görgü, “Brezilya’da Bir Darbe Var, Suç Ortağı da İşçi Partisi”, Evrensel, 20 Mayıs 2016, s.10.
[27] Abdullah Aysu, “Peter Rosset: Brezilya, Darbe, Çiftçiler-MST”, Gündem, 9 Mayıs 2016, s.11.
[28] 1948’de kurulan ve 1950’den itibaren Arjantinli iktisatçı Raúl Prebisch’in yönetimini üstlendiği BM Latin Amerika İktisadi Komisyonu (ECLA) yarıküre ve ötesinde kalkınma politikalarını köklü tarzda etkileyen bir “entelektüel devrim” başlatmıştı. ECLA öğretisi, ağırlıklı olarak hammadde ihracatına dayalı Latin Amerika ülkelerinin ticaretteki uzun vadeli düşme eğiliminden olumsuz yönde etkilendiğini ileri sürmekteydi: zaman içerisinde, aynı miktarda ithalatı sürdürebilmek için daha fazla ihracat yapmak gerekiyordu. Prebisch’e göre bunun nedeni, dünya ekonomisinin “merkez”indeki tekelci güçlerin uluslararası ticaret aracılığıyla “çevre”den artı aktarımıydı. Bu nedenle ihracat yönelimli kalkınma kronik dış ticaret açıklarına ve piyasa salınımları karşısında kırılganlığa yol açmaktaydı - 20. yy. ortalarında Latin Amerika ülkelerinin çoğunun ihracat gelirlerinin yarıdan fazlası bir avuç maldan sağlanmaktaydı. Prebisch yönetiminde ECLA iktisada “yapısal” bir yaklaşım geliştiriyordu: ithal ikameci sanayileşme ve iç pazarların canlandırılmasına bağlı içe dönük (ihracat yerine) bir kalkınma modeli. Latin Amerika solunun 1960’lı yıllarındaki anti-emperyalist, bağımsızlıkçı söylemleri, şu ya da bu biçimde Prepisch’in Keynes’ci tezlerinin etkisini taşımaktadır. (Bkz. Marc Edelman ve Angelique Haugerud, “Introduction: The Anthropology of Development and Globalization; The Anthropology of Development and Globalization. From Classical Political Economy to Contemporary Neoliberalism. 2005, s.12.)
[29] “Brezilya İşçi Partisi - PT, parti önderi Lula ile bir merkez sol hükümeti ilk defa başa geldiğinde ki bu parti köylü hareketinin önemli bir ittifakıydı, köylü hareketi tarım reformunun hızlanacağını ve merkez sağ dönemden çok daha fazla toprağın köylülere dağıtılacağını düşünüyordu. (…) Lula iktidara geldiği zaman Brezilya’da hâlihazırda finansal sermaye yerleşik olarak bulunuyordu. Latifundia’yı verimli ve modern arazilere, şirket tarımına çevirmek, özellikle soya olmak üzere ihracata yönelik girişimlerde bulunmak istiyorlardı. Bunun nedeni bu arazileri küresel ekonomi ve tarımsal yakıtlar için kullanmaktı. Lula hükümeti mecliste her daim azınlık hükümetiydi. Yönetimi sağlayabilmek için bir çeşit ittifak yapması gerekiyordu. Tarım şirketleri ve finans kapitalle ittifak yaptılar. (…) Toplumsal hareketler PT hükümetine karşı hayal kırıklığı içerisindedir. PT, tarım reformunu gerçekleştirmek yerine durdurmuştur. Tarım reformunu durdurdular, çünkü tarım şirketleri ve finans kapital ile ittifak yaptılar. (…) Sadece tarım reformunun durması değil; tarım reformu mücadelesinde elde edilen kazanımların geri alınması, toplumsal hareketlere karşı doğrudan şiddet, saldırılar, polis saldırıları gibi durumlar da söz konusu.” (Abdullah Aysu, “Peter Rosset: Brezilya, Darbe, Çiftçiler-MST”, Gündem, 9 Mayıs 2016, s.11.)
[30] Luiz Inácio Lula da Silva, “Lula’dan Brezilya’nın Gençlerine Mesaj”, Birgün, 24 Temmuz 2013, s.11.
[31] UCLA’dan Perry Anderson’un şu saptamaları, hayatî önem taşıyor: “Güney Amerika’da bir döngü sona eriyor. 15 yıldır ABD’nin ilgisinden muaf biçimde, ticaretteki tırmanıştan ve halk geleneğinin derin rezervlerinden faydalanan kıta, dünyada isyankâr sosyal hareketlerinin düzen karşıtı hükümetlerle bir arada var olabildiği tek yerdi. 2008 krizinin ardından isyanlar dünyanın dört bir yanına yayıldı. Ancak aykırı hükümetler henüz belirmedi. Şimdi bu küresel istisna sona eriyor. Yerini alacak bir yer de henüz ufukta görünmüyor.” (“Bir Döngü Sona Eriyor”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2016, s.13.)
Yorum Ekle