“Kendi kendini bile anlamayan düşünceler, sadece onlar gerçektir.” [2] Söze şunu vurgulamakla başlamalı: Liberal ahlâk kuramı...
“Kendi kendini bile
anlamayan düşünceler,
sadece onlar gerçektir.”[2]
Söze şunu vurgulamakla başlamalı: Liberal ahlâk kuramının varsaydığı, tüm zamanlar ve tüm insanlar için geçerli, tekil, bütüncül bir “etik” tasavvuru, bir yanılsamadan ibarettir.
Bu önermeye ilişkin uzun uzadıya tartışmalara girişmek -hele ki siz felsefeciler karşısında- antropoloji çıkışlı biri olarak benim haddim değil. Ama yine de sözlerimi açımlamak durumundayım.
1) Giriş: “Evrensel bir Ahlâk” mı?
Liberal siyaset kuramının merkezinde bencil birey yer alır. Ta 16. yüzyıldan, Machiavelli, hatta Luther’den bu yana… Tabii, onların izinden bireyciliği bir kuram olarak formüle etme görevini başaran, ertesi yüzyılda Leviathan’ında insan doğasının temel gerçeğinin kendini korumak olduğunu ileri süren Thomas Hobbes olacaktır. Hobbes’a göre “herkesin herkesle savaşı”nda iyi ile kötü, kendini koruma güdüsüyle ilintilidir: iyi olan, güçlü olandır. 17. yüzyıldan beri ahlâk kuramı Hobbes’un mantığının göreci sonuçlarıyla baş etmeye çalışsa da rekabetçi bireyi ahlâka ilişkin tüm tasavvurların temeline yerleştirmek, yol olagelmiştir.
Bu noktada antropolojik birikimimin bana sağladığı o “heimlich” özgüvenle şunları öne sürebilirim:
“Birey” tasavvuru, dolayısıyla da “bireycilik” Batı Avrupa’nın, kapitalizmin gelişmesiyle bağlantılı, bir hayli özgül tarihsel koşullarının ürünüdür. Evrensel değildir. Avrupa-dışı toplumlarda, hatta pre-kapitalist Avrupa’da insanlar kendilerini özgül çıkar ve/veya sorumluluklarla yüklü “bireyler” olarak değil, mensubu oldukları “cemaatin” (aile, klan, kabile, dinsel cemaat…) mütemmim bir parçası olarak duyumsamaktadırlar. Öyle ki, “birey-merkezciliğiyle” maruf antropolog Bronislaw Malinowski dahi, “ilkel hukuk”un bu “kolektivist” yönünü elimine edememekte, sadece törpülemekle yetinmektedir:
“Toplumsal ilişkilerin hukuksal doğasında en dikkate değer olgu, olasıdır ki karşılıklılığın, al-ver ilkesinin en yakın akraba grubu, klan içerisinde dahi egemen olmasıdır. Daha önce de gördüğümüz gibi, dayı ile yeğenleri, erkek kardeşler, hatta bencillikten en uzak olan bir erkekle kız kardeşi arasındaki ilişki dahi, tümüyle karşılıklılık ve hizmetlerin geri ödenmesi üzerine temellenmektedir. (…) Klan ilkel hukukta genellikle tek yasal kişi, tek kendilik olarak betimlenir. Bay Sidney Hartman ‘birim birey değil, akraba grubudur, birey akraba grubunun bir parçasıdır,’ der; bu, akraba grubunun -totemik klan, fratri, moiety ya da sınıf- toplumsal yaşamda koordine gruplara karşı karşılıklılık oyununu oynadığı rolü ele aldığımızda hiç kuşku yok ki böyledir. Ancak klan içindeki yetkin birlik konusunda ne demeli?” (Malinowski, tarihsiz: 15)
Kapitalist-olmayan toplumlarda bireyler karşılıklı yükümlülükler içeren bir ilişki sistemi içerisine doğarken, ancak modern kapitalist toplumun şafağındadır ki, bireyler kendilerini herhangi bir toplumsal bağla sınırlandırmış olarak görmemeye başlamışlardır. (MacIntyre, 1966: 121-128). Ve kapitalist-olmayan tüm toplum biçimlerindeki sosyal ilişkilerde başat rol oynadığı sosyal bilimcilerce gözlemlenen “karşılıklılık” ilkesini, olanakları ölçüsünde imha etmeye çalışmışlardır. Aydınlanma filozoflarının tarif ve baş etmeye çalıştığı toplum, toplumsal karşılıklı yükümlülükler sisteminin büyük ölçüde aşındığı, kırlardan kentlere göçle, savaşlar (Avrupa’yı kasıp kavuran 30 Yıl Savaşları), din mücadeleleri (Reformasyon’la sonuçlanacaktır), toplumsal altüstlükler, ayaklanmalar ve devrimlerle[3] kasıp kavrulan, tüm kerterizlerin altüst olduğu, kişinin toplum içindeki hak ve yükümlülüklerini tanımlayan feodal bağların hızla çözüldüğü, sömürgelere kitlesel göçlerin yaşandığı kargaşa yıllarıdır. Hobbes’a “herkesin herkesle savaşımı”nı kurgulatan kargaşa.
Biliniyor, Hobbes’un devletin gerekliliğini anlatmak üzere kurguladığı, devletin bulunmadığı “doğal durum”da eşit yaratılmış, dolayısıyla da aynı şeylere sahip olmak isteyen insanlar, bir yandan kendi varlıklarını sürdürebilmek, bir yandan da isteklerini elde edebilmek için sürekli bir mücadele içindedir. İnsanları korkutacak, onları bazı hareketleri yapmaktan men edecek bir kuvvetin bulunmadığı doğa durumunda, “herkesin herkesle mücadelesi vardır”. Doğal yaşam, özü itibariyle bir savaş dönemidir. Üstelik bu savaş geçici bir hâl de değildir. Doğal düzende savaş süreklidir. İşte böylesine bir savaşın hüküm sürdüğü doğal düzende “insan insanın kurdudur” (Ağaoğulları ve Köker, 2000:179).
Ne var ki hiç kimsenin can ve mal güvenliğinin bulunmadığı “bu” doğal durum, sonsuza kadar süremez. Doğa durumunun güvensizliğinden ve kötülüklerinden kurtulmak isteyen insanlar bir sözleşme aktetmek zorundadır. İnsanların aklı ve tutkuları, onları barış (sözleşme) yapmaya yöneltir. Bu “toplumsal sözleşme”ye uyulmasının güvencesi ise, “devlet”tir.
Hobbes ve Avrupa’da yükselmekte olan merkezî monarşilerin rasyonelini açıklamaya çalışan diğer Aydınlanma filozoflarının hırs ve bencil çıkar kavgalarıyla tükenmelerinin önüne geçmek üzere “toplumsal sözleşme” fikrine başvurdukları toplum(lar), görünüşte Avrupa dışında yeni “keşfedilen” “yabanıl” toplumlar, ama gerçekte17. yüzyılın özgül koşullarının ilahî yetkeye dayalı işleyişlerini, toplumsal bağlarını, mekânsal ilişkilerini çözdüğü, aşındırdığı, tahrip ettiği 17. yüzyıl Avrupa’sıdır: birey, bu toplumların bağrında biçimlenen yeni kapitalist toplumsal ilişkilerden doğmuştur… Tabii bireyi merkezine yerleştiren etik öğretiler de…
Ahlâk öğretilerinin “durumsallığı”na ilişkin bu saptamadan aldığım cesaretle, iki çıkarsama yapmama izin verin.
1. Etik değerler, içinde biçimlendikleri iktisadî, siyasal, tarihsel ve toplumsal bağlam çerçevesinde değişime uğramaktadırlar.
2. Verili tarihsel koşullarda toplumdaki tüm bireylere taalluk eden, tekil, kapsayıcı bir etik sistemden söz etmek, olanaksızdır. Hele ki, üretim ilişkilerinin toplumları çıkarları zıt sınıflara böldüğü sınıflı toplumlarda
Bu sunuşta, bu iki çıkarsamayı, çok değil, günümüzden 20-30 yıl öncesine dek “modern” toplumların çerçeve değer sistemini oluşturan “Batı(lılık)”ın günümüzde uğradığı erozyonu, nedenlerini ve sonuçlarını tartışmada açımlamayı amaçlıyorum.
2) “Dünyanın Batılılaşması”
Başlık, bilindiği üzere, Serge Latouche’a (1996) ait. “Batılılaşma” Latouche’un (1996: 50-51) izini sömürgeciliğin başlangıcına (15. yüzyıl) dek sürdüğü, Batı (Avrupa)’nın “kendini yeryüzüne evrensel ve yeniden üretilebilir bir model olarak sunduğu iktisadî ve kültürel bir süreç” olarak tanımlamaktadır: “Tarih-aşırı ve mekânsal-olmayan teknolojik toplum modeli, kitlesel tüketimden liberal demokrasiye bütün özellikleriyle yeniden üretilebilirdir ve tam da bu nedenle, evrenseldir.” (s. 51)
“Batı, nihaî kökeninden ve sonraki ilerlemesinden doğru geniş -hatta dünya ölçekli- yayılması nedeniyle bir kez daha ve daha doğrudan bir biçimde evrenseldir. Ticaret ve maliyesinin akımları tüm dünyada akmaktadır; üretimi de dünya ölçeklidir. Sermaye tarih-aşırı, gayrımekânsal, özde ulus-aşırıdır. Genleşen tekbiçimlilik, habercilikten insan haklarına, tüm alanları etkilemektedir.
Bu pembe efsanedeki tek kusur, ikili evrenselliğin kendi ikiliği dolayısıyla kendine ihanet etmesidir. İki mimetik süreç birbirlerini nötralize eder ve birbirleriyle çelişirler. Yeniden-üretilebilirlik, evrensel değildir, çünkü genişlemeyi içerir. (…) Madalyonun öteki yüzü, genişleme ise sadece ‘kültürel’ tekbiçimliliğin yerel yaratıcılık aleyhine yayılmasına ilişkindir. Kalkınma mimetiği, evrenselliğin, kisvesi altında ‘makinenin anonim efendilerinin’ fiilî tahakkümü sırıtan trajik bir karikatüründen ibarettir.” (s. 51)
İşin özü, “(Batılılaşma) yaşam tarzlarının dünya ölçeğinde standartlaşması, kültür ve tarihlerin kaynaşmasından kaynaklanan ‘doğal’ bir süreç değil, görüşlerin çatışması, boyun eğdirme, haksızlık ve yıkımın eşlik ettiği tahakkümdür.” (s. 3)
Latouche, “dünyanın Batılılaşması”nı sömürgecilikle başlayan, ancak sömürgeciliğin tasfiyesiyle (decolonization) ile sona ermeyen bir süreç olarak görür. “Dünyanın Batılılaşması”, siyasal “bağımsızlık”larına kavuşmuş eski sömürgelerin merkez ülkelerce iktisadî boyunduruk altına alındığı ve “sanayileşme”nin “ulusal kalkınma” adı altında ve çokuluslu şirketler eliyle dünya ölçeğinde yaygınlaştırıldığı bir “dünya sistemi” çevresinde bütünleşmesiyle süregitmiştir.
Böylelikle Latouche (üretim ilişkilerinin kapitalist ya da sosyalist olmasına bakmaksızın) üretim teknikleri, mali sistemleri, siyasal biçimlenişleri, yerleşim örüntüleri, toplumsal örgütlenişleri, tüketim alışkanlıkları, vb. vb. açısından tektipleşmiş bir dünyanın “Batı” modelinde yeniden üretilmiş bir “şey” olduğunu söylemektedir… Sosyalist modeli kapitalizmden ayırt etmede özen göstermekle birlikte “kapitalist dünya sistemi” konusunda hemfikir olan pek çok Marksist sosyal bilimci ve herşeyin Batı’nın sömürgeci ve emperyalist yayılmacılığıyla geliştiği fikrine sıcak bakmayan bir çok küreselleşme ideoloğu gibi…
3) Batı’ı “Batı” Yapan…
Ancak “Batılılaşmak” ile “Batılı” olmak farklı şeylerdir. “Batılılaşmak” Batılı toplumları karakterize eden özellikleri kısmen, çoğunlukla eklektik bir biçimde ya da bilinçli bir seçmecilikle (“Batı’nın teknolojisini alalım, ama kendi kültürümüzü muhafaza edelim” tavrı) taklit yoluyla Batı’ya benzeme çabası/süreci olarak tanımlanabilecek iken, “Batılı olmak” Batı toplumları tarafından bir “onay” sertifikasıyla onurlandırılmış olmayı gerektirir. Bir çeşit, “aileye kabul” ritüelinden geçmiş olmayı yani…
Türkiye’nin en çok “AB”ye üyelik sürecinde deneyimlediği bu ordalya, “Batı uygarlığı”nı tanımladığı varsayılan bir dizi “değer”i içselleştirmiş olduğunu kanıtlamayı gerektirmektedir.
Peki, nedir “Batı uygarlığı”nı tanımladığı varsayılan değerler?
En az 70 yıl boyunca 20. yüzyıl tarih yazımının merkezini oluştursa da, üniversiteler, bilim ve felsefe kurumları, BM ve AB gibi uluslararası platformların mantığı ve İnsan Hakları Bildirgesi gibi uluslararası metinler dünyanın geri kalanı için bir “model”, bir “uygarlık ölçütü” olduğuna dair içkin bir kabul ile donanmış olsa da, “Batı/lılık, Batı uygarlığı” fikri oldukça yeni sayılır: ancak 20. yüzyıl başlarına tarihlenmektedir. İslâm, Hindu vb. “uygarlıkları” kavramı karşısına “Batı” gibi muğlak bir coğrafyaya gönderme yapan bir tanımla çıkmak, gerçekten de yadırgatıcıdır. Ancak kendini en azından Aydınlanma’ya dek (İslâm “öteki” karşısında) “Hıristiyanlık” ile özdeşleştirerek tanımlayan bir “biz”lik duygusu, Aydınlanma’nın ve elbette ki Fransız devrimi ile sanayileşmenin getirdiği sekülerleşmenin sonucunda öztanımını yitirecektir. Bir kimlik tanımı olarak etkinliğini yitiren Hıristiyanlık, kıtada merkezî krallıklar biçimlenirken yerini, birbirleriyle savaşa barışa, birbirinden kız alıp veren hanedanlar arasında hısımlıklar kura kura “kaderde-tasada-kıvançta birlik” duygusuna erişen toplumların “Avrupalı” olarak tanımlanabileceği fikrine bırakır. Ancak bir süreliğine… Çünkü Avrupa’dan bağımsızlaşmak için yıllarca savaş vermiş Yeni Dünya’lılar buna itiraz edecektir.
Böylelikle “Batı uygarlığı” terimi 20. yüzyıl başlarında imal edilir.[4] Kurth (2003-4: 5-6), I. Dünya Savaşı’nın ve yarattığı karamsarlığın şafağına denk düşen bu imalatın, Avrupa’nın eline kalsa kısa sürede yitip gideceğini vurgulamaktadır. Nitekim, “Batı” teriminin ilk kullanıldığı akademik bağlamlardan biri, Oswald Spengler’in karamsar The Decline of the West (1918)’idir: Batı’nın Çöküşü… Kurth’a (2003-4: 7) göre kavramı kurtaran, onu temellük edip yeniden tanımlayarak dinamize eden ABD’dir:
“Amerikalılar, önce Avrupalı göçmenlerin Amerika’ya göçüyle, ardından da iki savaş arasında Avrupalı uluslarla baş ederken, Batı uygarlığı kavramına yeni bir soluk kazandırdılar. Amerikalılar için yirminci yüzyılın ilk onyıllarında Batı uygarlığı esas olarak liberal demokraside kurumsallaşmış olan özgürlük ve bireycilik, serbest piyasalar, anayasacılık ve hukukun üstünlüğü fikri idi. Amerikalılar bu fikirler bileşkesine ‘Amerikan amentüsü’ diyorlardı. Bu fikirler, tabii ki Britanya Aydınlanması’nın doğrudan varisleriydi, ancak klasik ve Hıristiyan geleneklerinden de izler taşıyorlardı.
ABD’nin Batılı müttefikleriyle birlikte Birinci ve ardından da İkinci Dünya Savaşı’ndaki müdahalesi Batı uygarlığına yeni bir tanım getirdi. Yeni kavram ‘müttefiklerin tarih şeması’ adını alır, ama taşıyıcı kolonu Amerikan tarihsel misyon duygusudur. (…) Amerikan enerjisi ile Avrupa mirasının bileşimi, Batı uygarlığı fikrine hem Amerika hem de Avrupa’da güç ve meşruiyet kazandırmıştır. (…) Soğuk Savaş da Batı ile Doğu arasındaki siyasal ve entelektüel bölünmeyi netleştirmiştir. İki dünya savaşının ürünü, Soğuk Savaş’la son derece uyumlu olan ‘müttefiklerin tarih şeması’, ‘NATO tarih şeması’ olarak tanımlayabileceğimiz bir biçime doğru geliştirildi. Kuzey Atlantik Paktı’nın neredeyse tüm üyeleri, üç büyük Batı geleneğinin her birinin varisi gibi gözükmektedir ve bu kimlik ve rollerinden son derece rahat ve güvenli durmaktadırlar.”
Görüldüğü üzere Kurth’a göre “Batı uygarlığı” tarihsel bir oluşumdan çok bir söylem, bir imalattır: jeopolitik getirisi yüksek bir imalat… “Doğrucu” bir ABD pragmatizmi…
Yine de Batı’yı “Batı” yapanın “ne” olduğuna dair rivayet, muhteliftir. Ancak onu özgül bir “kültürel mekân”, bir “uygarlık diyarı”, bir “evrensel bir değerler sentezi” olarak kurgulayan tarih yazımları, genellikle üç özgül geleneğin kesişmesine dayandırırlar: 1. Greko-Romen mirası; 2. Yahudi-Hıristiyan geleneği; 3. Aydınlanma ve “Akıl çağı”. Standart, ansiklopedik bir hülasa, şöyle aktarılabilir:
“Avrupa’da Batı kültürünün tarihsel kaynakları kadîm Yunanistan ve kadîm Roma ile başlar. Batı kültürü Ortaçağ boyunca Hıristiyanlaşma, ardından da Rönesans’ın tetiklediği reform ve modernleşmeyle gelişimini sürdürmüş ve 16.-20. yüzyıllar arasında Avrupalı yaşam tarzları ve eğitim yöntemlerini dünyaya yayan birbirini izleyen Avrupalı imparatorluklar eliyle küreselleşmiştir.
Avrupa kültürü karmaşık bir felsefe, ortaçağ skolastisizm ve mistisizmi ve Hıristiyan ve seküler hümanizm diziniyle gelişmiştir. Rasyonel düşünce, Aydınlanma deneyimleri ve bilimsel buluşlarla uzun bir değişim ve biçimleniş süreci içerisinde gelişmiştir. Avrupa kültürü, küresel bağıntılarıyla dünyadaki diğer kültürel eğilimleri benimseme, uyarlama ve nihaî olarak da etkileme yolundaki içleyici itkisi ile büyümüştür. Modern Batılı toplumları tanımlayan eğilimler, siyasal çoğulculuk, (New Age hareketi gibi) altkültür ve karşı-kültürlerin varlığı ve küreselleşme ve insan göçlerinden kaynaklanan, artan kültürel senkretizm olarak ortaya çıkmaktadır.”[5]
Bu üç geleneğin nasıl bir etkileşime girdiğine dair rivayet de muhtelif. Örneğin Kurth (2003-4: 6) Batı’nın antik Yunanistan’dan özgürlük, Roma’dan ise hukuk kavramlarını kalıttığını, Hıristiyanlığın müminin tekilliği kavramı ile bireysel sorumluluk, Katolik kilise ile yerel monarklar arasındaki kavga ile ise güçler ayrılığı ilkesini massettiği; ve nihayet Aydınlanma ve izleyen devrimlerin ise, Batı uygarlığına sekülarizm, akılcılık, özgürlük, demokrasi, anayasacılık gibi değerleri kattığını belirtir.
ABD’li muhafazakâr site conservative.org’a göre de “Batı” antikitede iki “uygarlık”ın, Greklerin ve Asur Yahudilerinin, “birey ile toplumsal düzen, insan düzeni ile kozmos, gökyüzü ile yeryüzü, olanla olması gereken arasında ayırım ve tezat bulunmayan” kadîm kozmolojik uygarlıklardan bir kopuş yaşamasıyla oluştu. “Tanrı ile kral, doğanın ritmi ile insan meslekleri, toplumsal adet ile ahlâksal buyrultuyu zıtlıklar olarak değil, bütüncül birlikler” olarak deneyimleyen kozmolojik uygarlıkların (kadîm Mısır, Mezopotamya medeniyetleri) tersine, antik Grekler ve Asur Yahudilerinde, ilkinde felsefe, ikincisinde ise dinin sonucu olarak birey ilk kez ahlâksal seçimle karşı karşıya kalmıştı. Dolayımsız ile aşkının ayrışması, kişiyi insan varoluşunun merkezine taşıyacak ve bireyselleşmenin önünü açacaktı[6]…
Postmodern, yapısökümcü tarih anlayışına karşı Batı’nın “eşsiz” bir tarihsel oluşum olduğunu savunan Ricardo Duchesne’e (2011:x) göre ise Batı’nın kökleri Yunan felsefesi, Roma hukuku ya da Hıristiyan dinine değil, Hint-Avrupa dilleri konuşan halkların aristokratik, savaşçı kültürüne dayanmaktadır. “Hint-Avrupalılar aristokratik eşitlikçilik ruhuna sahip, ata binen, devingen, savaş-yönelimli, çoban kültürüydü. Batının eşsizliğinin ilksel temeli, bireycilik ve çaba ethos’unda yatmaktadır…”
Buraya kadar aktardıklarımdan “Batılılar”ın gözüyle Batı’yı “Batı” yapan değerleri, şöylece sıralamak, mümkündür: Bireycilik, özgürlük, sekülerlik, rasyonellik, çoğulculuk…
Ancak bu değerler, “kültürel olarak”, ya da kendiliğinden işleyen rastlantısal süreçler içinde bir araya gelmiş değildir. Daha çok, Avrupa’nın çalkantılı siyasal tarihi içerisinde birbirine koşut ve nedensellik ilişkileriyle bağlı iki gelişme arkaplanında bir “model”i tavsif edecek tarzda kaynaş(tırıl)mışlardır: Kapitalizm ve ulus-devlet.
4) Kapitalizm, Ulus-Devlet ve “Batı Değerleri”
Şunu vurgulamalı: Ulus-devlet, ve ona yurttaşlık bağıyla bağlı olan insanlar topluluğu, yani “millet”, ezelî bir formasyon değildir. Ulusal devletler ve ulusları, tarih sahnesine göreli yakın bir geçmişte, yani Batı Avrupa’dan başlamak üzere, XVIII. yüzyıl sonlarından itibaren çıkmışlardır. Bu ise, sanayi devriminin başlarındaki kapitalizmin, sınırları siyaseten çizilmiş ve egemen sınıf(lar)ın denetimindeki merkezî, özerk bir siyasal aygıt (devlet) tarafından yönetilen siyasal bir kendiliğe olan gereksiniminin bir ürünüdür. Bir başka deyişle (sınaî kapitalizm) ile ulus-devletin gelişimi birbirine nedensel ilişkilerle bağlıdır: Ulus-devlet kapitalist sınıfın ulusal sınırlar dahilindeki doğal kaynakları denetimi altına alıp yatırım araçlarına dönüştürebilme, vergilendirme politikaları sayesinde üretilen zenginliklerin sınıflar arasındaki paylaşımını kontrol edebilme, yasalar ve yaptırımlar aracılığıyla kendi sınıfsal konumunu güvence altına alabilme, “ulus”un çoğunluğunu kapitalist üretim tarzına dahil ederek proleterleştirebilme,, sınırlar ve korumacı önlemlerle dış rekabetten kaçınabilecek, ülkeyi kendi pazarına dönüştürebilme aracıdır.
Tabii devletler, kendilerini denetleyen hâkim sınıflar elinde “baskı araçları” olduklarını kolay kolay itiraf etmezler. “Yurttaşlar”ı uyruk olmaya ikna edecek söylemlere gereksinimleri vardır; Bu söylemler, Batı Avrupa’da ulus devletlerin oluşumuna sahne olan siyasal tarih sürecinde Aydınlanma filozoflarınca formüle edilmiş (akılcılık, sekülarizm, özgürlük) 19. yüzyılda yetkinleştirilmiş (liberal devlet kuramı) ancak 20. yüzyılın çalkantılı tarihi ve acı deneyimleri içerisinde standartlaştırılarak bir “paket” hâline getirilmiştir. “Ulus devlet”in “ulus devlet” olabilmesi için Anayasal, seküler, özgürlükçü, temel insan haklarına saygılı, çoğulcu ve akıl yoluyla ilerleme fikrine adanmış olması, parlamenter demokrasiyle yönetilmesi gerekir.
Bu “model” (bizatihi imal edildiği coğrafyada ne denli geçerli olduğu tartışması bir yana bırakılırsa: yüzyıl ortasında faşizm Avrupa’yı salhaneye çevirmiş, İspanya demokrasiye diktatör Franko’nun 1975’deki ölümüyle, “demokrasinin beşiği Yunanistan ise ülkeyi “parlamenter cumhuriyet” ilan eden 1975 Anayasası’yla geçebilmiştir…) emperyalizm aracılığıyla tüm yeryüzüne yayılırken (20. yüzyıl boyunca sömürgecilik ve emperyalizme karşı verilen mücadeleler, sömürgelerin kendi “ulus-devletleri”ni kurmalarını hedefleyegelmiştir) aynı zamanda bir devletin uluslararası arenadaki kabul edilebilirliği bu standartlar çerçevesinde biçimlenmiştir: “Batılı” olmak demek, Batı modelinde biçimlendirilmiş Anayasal, seküler, demokratik, insan haklarına saygılı, özgürlükçü, çoğulcu, ilerlemeye [kalkınma = sanayileşme (tercihan “serbest piyasa ekonomisi”/kapitalizm eliyle)] adanmış bir ulus-devlete sahip olmakla başlıyordu.
Bir “ulus-devlet” olabilmek ise, uluslararası arenada kabul edilerek bir ulus(-devletler) camiasına (günümüzde Birleşmiş Milletler) üye olmakla mümkündü…
“Ulus-devletleşme” nihayetinde az-çok sanayileşmeye dayalı bir ekonomi etrafında, kapitalist tüketim alışkanlıkları doğrultusunda yeniden biçimlenmiş bir toplum örgütlenmesini gerektirdiğinden, yalnız uluslararası camiada kabul görmek değil, aynı zamanda “kalkınma” için çok ihtiyaç duyulan Batılı yatırımlardan, kredilerden yararlanabilmek de, en azından formel olarak bu standartla dizisini karşılayabilmekle bağıntılıydı…
Bu standardizasyonu, AB’ye üyelik uğraşında Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı zorlu merhalelerden tanıyoruz. “demokrasi”, “temel insan haklarına saygı”, “şeffaflık”, “hukukun üstünlüğü”, “basın özgürlüğü” gibi, ülkenin genellikle “sınıfta kaldığı” kriterler.
5) Batı “Kuzey”leşirken: Neoliberalizm ve Bildiğimiz “Batı”nın Sonu
Ne ki son yıllarda, “Batı” dünyasının kendisini tanımlayan değerler bileşkesinde önemli aşınmalara sahne olduğunu gözlemlemek, mümkün. Bugün “Bat uygarlığı” terimi, bir “model”den çok artık en iyi olasılıkla bir “kriz” durumunu, daha kötümser söylemlerdeyse bir “çöküş”ü tanımlamak üzere kullanılmakta.
“Birkaç onyıl önce,” diyor köşesinde New York Times yazarı David Brooks (2017), özellikle üniversitelerde çok sayıda kişi Batı uygarlığı anlatısına olan güvenini yitirdi. Onu öğretmeyi bıraktılar ve büyük kültürel aktarım kayışı koptu. Şimdilerde pek çok öğrenci, eğer karşılaşırlarsa, Batı uygarlığının bir tahakküm tarihi olduğunu öğreniyor. (…) Batı değerlerinin çok sayıda düşmanı meydana çıktı, ve kimse bu değerleri savunma arzusu sergilemiyor. Bu durumun ilk sonucu, Batı uygarlığı anlatısının demokratik değerlerine inanmamakla kalmayıp, eski diktatörlerin yaptığı gibi onlara saygılı imiş gibi dahi yapmayan gayrı-liberallerin yükselişi oldu. Özellikle son birkaç yılda güçlü adamlar çağına girdik. Obama, Cameron ve Merkel çağından çıkıp Putin, Erdoğan, el Sisi, Xi Jinping, Kim Jong-un ve Donald Trump çağına giriyoruz. (…) Trump yönetimi dahil artan sayıda devlet, aile temelli ticari çetelerin yönetiminde premodern mafya devletlerini andırmaya başladı. Bu süreçte, Çin ve Rusya gibi kurumsallaşmış, parti temelli otoriter rejimler, çok daha istikrarsız ve tehlikeli olan premodern kişilik kültlerine/azami lider rejimlerine dönüşüyor.
Şu hâlde merkezin çöküşünü yaşıyoruz. Onlarca yıl boyunca merkez sol ve merkez sağ partiler Batı uygarlığının işaret ettiği benzer demokratik kapitalizm yorumları etrafında kümelenmişti. Ancak bu merkez partilerin (Britanya ve Hollanda İşçi Partileri gibi) çökerken saçak partileri yükseliyor.(…) Amerika’da sivil özyönetimin temel dokusu, demokratik ideallere güvenin yok oluşuyla birlikte, aşınmakta. Washington Post’da yayınlanan verilere göre, demokratik bir ülkede yaşamayı önemli bulanların oranı, 1930’larda doğanlarda yüzde 91’den, 1980’lerde doğanlarda yüzde 57’ye düşüyor.
Donald Trump adaylığı sürecinde yüzyıllar boyunca inşa edilmiş her devlet adamlığı normunu çiğnedi ve çoğu kişi bunu ya fark etmedi ya da aldırmadı. Batı’ya güven içeriden çöküyor. İnsanların onu savunmak için ayağa kalkmada ne denli yavaş davrandığı ise, şaşırtıcı…”
Yakınan yalnızca David Brooks değil. Son zamanlarda “Batı uygarlığı” ya da Batılı değer sistemi”nden söz eden neredeyse tüm (Batılı) yazarlar, çıkışsız bir karamsarlığı dile getiriyorlar: “Çöküşbilim” (declinology) Batı uygarlığına ilişkin tartışmaların yeni teması hâline geldi,” diyor Avustralyalı Richard Eckerslet (2012); “ölen bir uygarlığın son çırpınışları”ndan söz ediyor Into the Night, The Crisis of Western Civilization’un yazarı Ivy Scarborough[7]; Michael Harrington (1983) “Tanrı’nın cenaze töreni”nden, “Batı uygarlığının manevi krizi”nden; Duchesne (2011:5) ise “bizatihi Batı kültürünün rolünün değerini düşüren çokkültürcü ideoloji”den dem vuruyor…
“Batı’nın değer yitimine değgin kaygıları en fazla dile getirenler, yani muhafazakârlar, Batı’yı Batı yapan değerlerin aşınmasını, genellikle 1980’li yıllarda entelektüel ortamda başat hâle gelen post-yapısalcı, post-modern söylemlere bağlamak eğilimindeler.[8] Post-modernizmin Batı uygarlığı anlatısına yönelttiği eleştiriler, göreliliğin, kültürel çoğulculuğun, “büyük anlatılar”ı iktidar araçları olarak görme eğilimlerinin geçerlik kazanması, “Batı uygarlığı” söyleminin “Batı-olmayan”a yönelik devasa sömürü ve tahakküm mekanizmasını perdelemeye yönelik bir imal olduğu savları, Aydınlanma ideallerinin “despotizm” olarak boşa çıkartılması vb. yönelimlerin Batı üniversitelerinden başlamak üzere “Batı” fikrinin değersizleşmesine yol açtığından dem vuruyorlar.
Oysa postmodernizmin, “Batı uygarlığı” fikrini içten içe kemirmekte olan aşındırıcı süreçlerin tercümanlığını üstlenmekten başkaca bir günahı yoktur!
Ne midir bu aşındırıcı süreçler?
20. yüzyılın son otuz yılı, Batı kapitalizmini tarihinin en önemli krizlerinden biriyle karşı karşıya bırakmıştı. OPEC ülkelerinin petrol fiyatlarını büyük ölçüde arttırma kararı, Batı endüstrilerini altından kalkamayacakları bir maliyetle karşı karşıya bıraktı. Örgütlü işçi hareketleri, bu maliyet artışının işçi ücretlerinden keserek ya da kitlesel işten çıkarmalarla telafi edilmesinin önünde engel oluşturuyordu. Enerji maliyetlerinin yükselişine eşlik eden bir dizi gelişme (uluslararası finans hizmetlerine talepteki artış, ulaşım ve bilişim teknolojilerindeki sıçramalar, stagflasyon, ABD’de mali piyasaların deregülarizasyonu vb.), “ulusal kalkınma” çabalarının çerçevesini oluşturan Britton Woods Anlaşması’nın çöküşünü getirdi. Bu aynı zamanda 20. yüzyılın büyük bölümünde Batı kapitalizmine hükmeden Keynesyen politikaların da çöküşü anlamına geliyordu. Hayek gibi neoliberal iktisatçıların görüşlerinin değer kazanması, ABD’de Ronald Reagan, Britanya’da Margaret Thatcher gibi politikacıların iktidara gelişiyle “taçlandığında” kapitalizmin neoliberal evresi başlamış oldu (Edelman ve Haugerud 2005: 17).
Neoliberalizm, yeryüzünde sosyalist bir sistem var olduğu sürece kapitalist ülkelerin emekçilerini dengelemek ve bağımsızlığına kavuşmuş eski sömürgeleri kapitalist kalkınma yöntemlerine ikna etmeye yönelik Keynes’ci “refah toplumu” ve/veya “sosyal devlet” tasarımlarının yapıbozumudur. Bir yandan kamu mülkleri ve işletmelerinin neredeyse tümünün özelleştirilerek sosyal yarar hedefinden kârlılık hedefine yöneltilmeleri, bir yandan kitlesel işten çıkartmalar, sosyal güvenlik kurumlarının etkisizleştirilmesi aracılığıyla emeğin deregülarizasyonu (esnek-zamanlılaştırma, iş güvencesinin tasfiyesi, örgütsüzleşme, taşeronlaşma…) bir yandan sermaye hareketleri üzerindeki tüm sınırlandırmaların kaldırılarak sınaî yatırımların (paslı kuşak) eski sömürgelere, ya da yeni adıyla “Güney”e yönlendirilmesi
Neoliberalizm, kapitalist sistem için frenleyici bir işlev gören sosyalist sistemin 1980’li yıllarda çözülüşü gibi kendisi açısından “mutlu” bir olaya denk düştüğü ölçüde, dizginlerinden boşanmış, gelir dağılımını küresel ölçekte tarihte görülmemiş ölçüde dengesizleştirirken (Oxfam’ın verilerine göre günümüz dünyasında 2043 dolar milyarderi, 3,7 milyar ise yoksul yaşıyor. Dünyanın en zengin 8 kişisinin toplam 426 milyar dolarlık serveti, dünyanın yoksul yarısının, yani 3.6 milyar kişinin elindeki miktarla eşit[9]. Ve 2017 yılında küresel servetin yüzde 87’lik bölümünü dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’lik kesimi tarafından temellük edildi. Buna karşılık en yoksul yüzde 50’lik kesimin gelirinde herhangi bir artış olmadı…[10]), hem biçimlendiği ülkelerde hem de IMF, DB gibi kreditör kurumların borçlu ülkelere dayattığı yapısal uyum programları aracılığıyla Güney ülkelerinde toplumun geniş kesimleri açısından yıkıcı sonuçlara yol açmıştır: İşsizleşme, yoksullaşma, güvencesizleşme, suç oranlarında tırmanış, bebek ve çocuk ölümlerinde artış, beklenilen yaşam sürelerinde kısalma, temiz suya erişimde düşüş, sağlık koşullarında bozulma, toplumsal şiddette, özellikle kadına yönelik şiddette artış…
Ancak neoliberal ekonomi politikaların sonuçları bunlardan ibaret değil. Neoliberalizm, aynı zamanda her türlü “kamusallığı” berhava ederek “bencil çıkarcılık”, narsizm ve dizginsiz bir tüketimciliği ikame eden bir ethos’u besledi.
Öyle bir ethos ki, en zengin yüzde birin, yolculuğa çıktığında geceliği 15 bin dolarlık otellerde konaklaması, randevularını bir milyon dolar değerinde elmas süslü Chanel saatine bakarak vermesi, Manhattan’da bir dairenin fiyatının 90 milyon dolar olması, süper zenginlerin caddelerde 7.5 milyon dolarlık altın kaplama Lamborghini’leriyle salınması[11], partilerinde 2’şer milyon dolarlık, şişesi elmas kakmalı Gout de Diamants şampanyası ya da Henry IV Dudognon Heritage konyağı ikram edilmesi… Belize’de tüm bir adanın gecesi 11 bin dolara kiralığa çıkartılması... Ya da 10 ila 50 milyon dolara bir ada satın alabilmenin mümkün olması[12]…
Ve tüm bunlar olurken, dünyanın en yoksul yarısının, yani 3.5 milyar kişinin bir gün daha hayatta kalabilmek için canını dişine takmış, çırpınıyor oluşu… Yani Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’nün, günde 16 bin, yani saatte yaklaşık 750 çocuğun yoksulluktan kaynaklanan nedenlerden (yetersiz beslenme, içilebilir suya, sağlık hizmetlerine erişimsizlik) dolayı yaşamını yitirdiğini bildirmesi, örneğin. Yine Dünya Sağlık Örgütü’nün, 7 milyarlık dünya nüfusunun 2 milyar 400 milyonunun günde 2 dolardan, 1 milyar 300 milyonunun ise 1.25 dolardan az bir gelirle yaşamak zorunda olduğunu; 2 milyarının kanalizasyon sistemine, 1 milyarının ise temiz içme suyuna erişemediğini, 870 milyonunun gece yatağa aç girdiğini, 800 milyon yetişkinin okuma yazma bilmediğini kaydetmesi.[13] Enerji koridorların denetleme, kaynaklarını yağmalama hırsının körüklediği savaşlardan, şiddetten, açlıktan kaçan onbinlerce Ortadoğulu, Afrikalı, Asyalı sığınmacı, umut tacirlerince tıkış tıkış dolduruldukları şişme botlarda, Avrupalı sahil güvenlik görevlilerinin, plajlarda serinleyen tatilcilerin kayıtsız bakışları altında Akdeniz’e dökülmesi…
Ve “yeni” süper-zenginlerin, tetiklediklerin bilincinde oldukları kıyamete karşı çare arayacak, yeryüzü yaşamını daha “sürdürülebilir” kılmanın yollarını araştıracak yerde, paralarını yalnızca ultra lüks bir yaşam ve gösterişe değil, aynı zamanda felaket senaryolarına hazırlanmaya harcamaları: Kimliklerinin koruma altına alındığı panik odaları ve aylarca, yıllarca yetecek yiyecek ve suyun depolandığı, hizmetkârları hazır yüksek güvenlikli binalar; bedeni, ya da (daha düşük bir fiyatla) en azından baş kısmını dondurarak ölümsüzlüğü güvence altına alma çabaları; uzmanların ölüm korkusuyla başa çıkmaya yardımcı olmak üzere Brezilya cangıllarında Ayahuasca şamanlarıyla ayin ayarlamaktan, evlerde kıyamet simülakrlarına dek çeşitli paketler sunduğu ölüm korkusunu yenme seansları (Parramore 2014), ya da kaynaklarının ve sürdürülebilirliğinin büyük bir hızla tükenmesine yol açtıkları dünyadan kaçıp giderek başka bir gezegene (örneğin Mars’a) yerleşme planları, Ay ya da Mars’tan arazi satın alma girişimleri[14]…
Bunların hepsi “olağan” sayılmakta, kanıksanmakta, toplumların geniş kesimlerince yorgun bir kayıtsızlık içinde izlenmektedir.
“Batı uygarlığı” ve “batılı değer sistemi” söylemlerinin sonunu getiren, neoliberal “yeni” dünya düzeninin bu manzarası oldu…
Max Weber, kapitalizmin neden ticari sermayenin gelişkin olduğu, metalaşmanın yaygınlaştığı vb. başka bölgelerde değil de, Batı’da gerçekleştiğini açıklamaya çalıştığı Kapitalizmin Ruhu ve Protestan Etik’de tohum hâlindeki protestan kapitalisti şu sözlerle betimler:
“Yalnız, Benjamin Franklin’in kendi yaşam öyküsünde az rastlanan bir samimiyetle gün ışığına çıkardığı kendi yapısı değil, erdemin ‘yararlılığı’ olarak ortaya çıkan algının kendisini tanrısal vahiye indirgeyerek, erdemli olmayı istemesi de, eylem ilkeleri arasında bencillikten başka şeylerin bulunduğunu gösterir. Her şeyden önce, bu ahlâkın ‘summum bonum’[15]u olan daha fazla para kazanma, doğal bütün zevklerden daha fazla kaçınma ile birleşince tamamen bütün eudaimonist[16] ya da hatta hedonist bakış açılarından yoksundur; kendi içinde amaç olarak düşünüldüğünde bireyin ‘mutluluğu’ ya da ‘yarar’ı karşısında her zaman bütünüyle aşkın ve tamamen usdışı görünmüştür. Kazanmak, insanın yaşamının amacıdır, yoksa maddi yaşam gereksinimlerini karşılayacak araç değildir,” (Weber, 1999: 45)[17]
Max Weber’in püriten yatırımcısından bugünün tekbenci hedonistine “değerler” çok değişti. Bugünün “süper zenginleri” arasında sanayiciye neredeyse hiç rastlanmıyor. Çoğu servetini tek bir kuşak içerisinde, hatta çoğumuzun belleklerinde olan bir zaman dilimi içerisinde, genellikle malî oyunlar ya da bilişim teknolojisinde tek bir hamleyle edinmiş.[18] Bir avuç insanın, birkaç yıl içerisinde, neredeyse hiç çaba sarf etmeksizin elde ettiği, sıradan bir insan için tahayyülü imkânsız bir kişisel servete hükmedebildiği, buna karşılık milyonların, hayır milyarların yaşam koşullarının yoksulluğa, enerji kaynak ve koridorlarının kontrolü için yürütülen yerel-bölgesel savaşlara, çevrenin hovardaca tüketilmesine bağlı nedenlerle giderek kötüleştiği, dizginlerinden boşanmış bir dünyada bugün artık insan yaşamını anlamlandıran herhangi bir değer sisteminden söz etmek, olanaksız. Özellikle de Aydınlanma’nın ideallerinden kopmaksızın, ancak insan aklını kâr yönelimli, tüketici ve tahripkâr bir sistemin hizmetine koşmaksızın, merkezine insanı ve toplumsal yararı yerleştiren sosyalist alternatifin yok olmasından sonra (Marx kapitalizmin “irrasyonalitesini sıkça eleştirmektedir)… Hobbes’un “herkesin herkesle savaşı” bu kez dünya ölçeğinde sahnededir: Kuzey’de işte kalabilmek için meslektaşlarıyla kıran kırana rekabet, belirli bir tüketim düzeyinin altına düşmemek için savaşım, Güney’de ise etnik, dinsel, siyasal, iklimsel boğazlaşmalar, ve canını kurtarmak için her gün zengin ülkelerin kapılarını zorlayan milyonlarca mülteci kisvesiyle…
Neoliberalizmin “ahlâkı”nı belki en iyi, cansız bedeni kumsala serilmiş, yüzükoyun yatan o kaçak bebek ile birkaç on metre ilerisinde bir tatil web sitesinden ucuza aldıkları tatillerinin keyfini kaçırmamak için denize girmeye, güneşlenmeye, voleybol oynamaya devam eden tatilciler karesi anlatır. Hâlâ tatil yapabilmeyi, başını sokacak bir eve, ayağını yerden kesen bir otomobile sahip olmayı, temiz suya erişebilmeyi, McDonalds ya da KFC’de karnını doyurabilmeyi, Starbucks’da arkadaşlarıyla sohbet edebilmeyi, internetten alışveriş yapabilmeyi, boş zamanlarında AVM’lerde dolaşmayı, TV karşısında patlamış mısır yiyerek maç izlemeyi, yeni cep telefonlarından alabilmek için gece yarısından mağaza önünde kuyrukta beklemeyi ayrıcalık sayan, ve sterilize mekânlarında (güvenlikli siteler, orta sınıf mahalleleri, metropoller…) “karakafalı” görmek istemeyen tüketicilerin solipsist ahlâkı[19]…
Ya da her türlü empati ve dayanışma duygusunun, “öteki”ne ilişkin kaygının, kamusallık bilincinin silinip gittiği, bunlardan geride kalan boşluğun ise sadece tüketebilme, daha çok, daha kaliteli, daha yeni metaları tüketebilme ve ancak tüketerek var olduğunu duyumsama kapasitesi ile doldurulabildiği bir iklim.
McDonald, Wearing ve Ponting (2008) neoliberal kapitalizmin yol açtığı özgül yabancılaşma biçimini “narsizm” olarak tanımlıyorlar. Ve 21. yüzyılın tüketim toplumlarını karakterize eden narsisizmi Amerikan Psikiyatri Derneği’nin saptadığı kriterlere göre şöyle teşhis ediyorlar:
“Özbenlik düzleminden itibaren narsist, kendisine aşırı önem verir ve yetki tanır: başarı, parlaklık, güzellik ve ideal aşk fantezileriyle meşguldür. Narsistler yalnızca kendilerinden daha yüksek statüdekilerle ve özel ya da eşsiz nitelikli kişilerle ilişki kurmaya çabalar. Bir narsist aşırı beğenilmeyi gereksinir ve arzular ve kendilerine ve başkalarına ilişkin gerçekçi olmayan beklentilere sahiptir. Sürekli olarak başkalarını kendi amaçları doğrultusunda bilinçli-bilinçsiz istismar ettiklerinden, benmerkezci, sürekli kendileriyle meşgul davranışları, ilişkilerinde genellikle sorun yaratır. Bir narsist, başkalarının öznel deneyimlerine karşı empati, duyarlılık ya da kabulden yoksundur ve başkalarını kıskanır ya da kıskanıldığını düşünür.”
Ancak, yabancılaşmanın özgül bir biçimi olarak narsisizm münferit bir duygu/davranış bozukluğundan ibaret değildir. McDonald, Wearing ve Ponting bu spesifik bozukluğu neoliberal iktisat politikalarıyla bağdaştırıyorlar.
Şöyle ki, neoliberal uygulamalar istihdamı deregülarize ederken, öncelikle, kapitalizmin aile, cemaat, cinsiyet rolleri vb. verili statüleri aşındırarak birincil kimlik kaynağı kıldığı çalışmaya/mesleğe/sınıfa bağlı kimlik gösterenlerini etkisizleştirecektir. Bir yandan “tüm emekçiler için yaşam boyu istihdam güvencesi, saygın ve insanca bir emeklilik hakkı” gibi emek örgütlerinin önlerine koyduğu hedefler ve bunları kısmen de olsa ihtiva eden “sosyal devlet” uygulamaları neoliberalizm tarafından lağvedilerek… İş, böylelikle, yalnızca göçmenler, etnik azınlıklar, kadınlar, gençler gibi istihdamın saçağındakiler için değil, tüm emekçiler için geçici, arızî, sürdürülmesi başta kişisel performans olmak üzere çok sayıda kırılgan koşula bağlı bir “lütuf”a dönüşecektir. Yalnızca mavi yakalılar için değil, beyaz yakalılar için de. Sigorta elemanı, her ay belirli bir sayıda kişiyi sigortalamak zorundadır; belirlenen hedefin altında kaldığında, personel müdürü kapıyı gösterir kendisine. Bankadaki müşteri temsilcileri her ay belirlenen bir kredi kotasını doldurmak, şubeye borcuna sadık, güvenilir yeni müşteriler kazanmak zorundadır; bunun için seyyar satıcılar gibi kapı kapı dolaşırlar. AVM’lerdeki satış elemanları, yalnız satış sırasında müşteriye hizmet vermekle değil, aynı zamanda ona aklında olmayan başka ürünleri pazarlamakla yükümlüdür. Öğretim elemanları akademik yükselme için bir yıl içinde belirli sayıda makale yayınlatmak zorundadırlar... vb. vb. Tüm ücretliler, sık sık yinelenen krizlerde, şirketin ilk aklına gelen önlem olarak uygulayacağı “işçi tensikatı”nda kapı önüne konulan olmamak için, ücret artışı talep etmeden, hatta aylarca ücretini alamadan, sosyal haklarından kesintilere razı olarak, işten atılan arkadaşının da işini üstlenmeye rıza göstererek çalışmak zorundadır.[20] Hiper rekabetçi küresel ekonomik çevre, rasyonelleşme ve münhasıran şirket kârlılığı üzerine odaklanan anlayış, sendikaların giderek güç yitirdiği, iş güvencesinin ortadan kalktığı, daha uzun ve daha yoğun çalışma saatlerine, kısa ya da sabit süreli sözleşmelere ya da proje temeline dayalı bir istihdam ortamını biçimlendirmiştir.
Bu koşullar, emekçiler arasındaki dayanışmayı tahrip ederek yüksek ölçüde rekabetçi bir çalışma ortamını biçimlendirir. Elemanlar birbirlerinin elindeki müşteriyi “kapmak”, diğerini personel müdürü nezdinde küçük düşürmek için birbirleriyle yarışır. “Narsist,” diyor Giddens, herkesi rakip kategorisine dahil etmekle, (…) grup güvenliği ve sadakatini berhava edecektir. Kural ve düzenlemelere saygı va’zederken gizlice bu kuralların kendisini bağlamadığına inanacak, neoliberalizmin atomize toplumunda içkin ötekilik korkusunu sergileyecektir.”[21]
Tüketim ise, kendini kıran kırana bir kör dövüşünün içinde bulan, deteritoriyalize, her türlü güvenceden (iş, yaşam koşulları, gelir, sosyal güvenlik…) soyulmuş, yarınını öngörebilme yetisini yitirmiş neoliberal sistem insanı için kendine bir “kimlik”, bir “doyum” duygusu (oysa içtikçe insanı susatan bir “doyum”dur bu…) bir “kerteriz”, bir “aidiyet” sağlayabilecek son sığınaktır. Her türlü insanî duygunun (aşk, dostluk, dayanışma, yaratıcılık, sevinç, tutku, paylaşım…) anlamsızlaştığı bu “distopya”da yaşamını anlamlandırabileceği(ni sandığı) son sığınak.
Çünkü neoliberalizm, bütün değer kümelerini, bir uygarlık alanına ilişkin her türlü kerterizi imha ederken, birey ve toplumların “içlenebileceği” tek bir alan bırakmıştır: küresel piyasa… Dahil olduğunuz zaman var, dışında kaldığınızda ise yok olacağınız bir heyülâ; yeni Leviathan…
“Küresel piyasa”ya dahil olabilmenin tek koşulu ise, artık ne bir Anayasa’ya sahip olmak, ne İnsan haklarına saygılı olmak, ne hukukun üstünlüğünü sağlamak, ne demokratik ve çoğulcu olmak ne de seküler ve akılcı olmaktır… Bugün küresel piyasaya “entegre” olabilmenin tek koşulu, tüketim kapasitesine sahip olmaktır: hem bireyler hem de toplumlar için.
Bir başka deyişle, neoliberal kapitalizm, Batı’yı insanlık mirasının “üst düzey” ürünü bir kültürel coğrafya tahayyülü olarak “Batı” olmaktan çıkarıp, ancak “sürdürülebirliğini” tüketerek varlığını sürdürebilen, dolayısıyla da eninde sonunda kendini imhaya yazgılı “Kuzey”e dönüştürmüştür.
Ve öyle görünüyor ki insanlık, bir “proje” olarak Batı’nın bir “distopya” olarak Kuzey’e dönüşmesi karşısında, bios’u, emeği ve paylaşımcılık, eşitlik ve özgürlük, barışçılık gibi değerleri merkez alan bir tahayyülle çıkmadıkça, bu imhanın sonuçlarından kaçınamayacaktır.
Dinsel “selamet” doktrinleri, milliyetçilikler ya da postmodern yerelci tahayyüllerin bu imhadan kaçınmada işlevsel olamadığı, açığa çıkmıştır…
N O T L A R
[1] Felsefeciler Derneği’nin 20 Nisan 2018 tarihinde İstanbul’da düzenlediği “Etik, İnançlar ve Eğitim” başlıklı sempozyuma sunulan tebliğ… 25 Nisan 2018’de İstanbul’da ÇYDD Beyoğlu Şubesi’nin düzenlediği etkinlikte yapılan konuşma… 28 Nisan 2018 tarihinde İstanbul Özgür Üniversite’de yapılan konuşma… Kaldıraç, No:202, Mayıs 2018…
[2] Theodor W. Adorno.
[3] İngiltere’de Püriten devrim (1640-1660); Fransa’da Frondes ayaklanması (1650); Hollanda’da saray darbesi (1650); İspanya’da Katalonya ayaklanması (1640) Endülüs ayaklanması (1641), Portekiz’de ayaklanma (1640); Napoli ayaklanması (1647)… “Bunlar sarsıntılı günler,” demekteydi bir İngiliz vaiz, 1643’de. “Ve bu sarsıntı, evrensel: Palatin, Bohemya, Germanya, Katalonya, Portekiz, İrlanda, İngiltere…” (Trevor-Roper 1967: 719)
[4] “Şu hâlde, bizatihi bir miras ve bir inceleme nesnesi olarak ‘batı’ fikri, ancak hararetli bir emperyalizm çağında, 1890’larda ortaya çıkar ve ancak 20. yüzyılda geniş bir geçerlilik kazanır.” (Appiah, Mistaken Identities, BBC Reith Lectures, 8 Kasım 2016 http://www.bbc.co.uk/programmes/p04dst1f)
[6] “Western civilization”, http://conservative.org/found-conservatism/western-civilization/
[7] bkz. http://www.intothenightbook.com/aboutthebook.html
[8] Duchesne (2011)’in çalışması, bu yaklaşımın tipik bir örneğini oluşturmakta.
[9] “Oxfam: 8 Kişinin Serveti Dünyanın Yarısının Varlığına Eşit”, http://www.dw.com/tr/oxfam-8-ki%C5%9Finin-serveti-d%C3%BCnyan%C4%B1n-yar%C4%B1s%C4%B1n%C4%B1n-varl%C4%B1%C4%9F%C4%B1na-e%C5%9Fit/a-37149889.
[10] “2017 Yılında Küresel Gelir Adaletsizliği Artışa Geçti”, Hürriyet, 23 Ocak 2018, http://www.hurriyet.com.tr/2017-yilinda-kuresel-gelir-adaletsizligi-artisa-40719072.
[11] Yalnız New York’da değil, Lamborghini CEO’su Brett David, Arjantin, Venezuela, Çin ve Rusya’dan gelen siparişlerin kendilerini dahi şaşırttığını söylüyor. (Parramore, 2014))
[12] “All that money can buy - the lifestyle of the super rich” https://www.naamagazine.com/lifestyle/all-that-money-can-buy-the-lifestyle-of-the-superrich/
[13] “What is extreme poverty?”, https://www.thelifeyoucansave.org/learn-more/what-is-extreme-poverty
[14] Sesilia Whitestone, “İyi Bir Yatırım Olarak Mars ve Ay'dan Arazi Almak Hakkında Bilmeniz Gereken 10 Şey”, https://onedio.com/haber/iyi-bir-yatirim-olarak-mars-ve-ay-dan-arazi-almak-433909
[18] İşte Forbes dergisine göre 2017’nin, servetlerinin toplamı dünya nüfusunun yarısının (3,5 milyar kişi) elindeki toplam varlığı aşan, dünyanın en zengin 8 kişisi (Forbes listesi) ve yaptıkları işler: 1. Bill Gates (75 milyar dolar) (Microsoft); 2. Amancio Ortega (67 milyar dolar) (Zara); 3. Warren Buffet (60,8 milyar dolar) (finans); 4. Carlos Slim Helu (50 milyar dolar) (telekomünikasyon); 5. Jeff Bezos (45,3 milyar dolar) (Amazon.com); 6. Mark Zuckerberg (44,6 milyar dolar) (Facebook); 7. Larry Ellison (43,6 milyar dolar) (Oracle veritabanı); 8. Michael Bloomberg (40 milyar dolar) (Bloomberg - mali enformasyon ve medya)
[19] Tekbenciliğe yöneliş, kamuoyu araştırmalarından da izlenebilmekte. Finli yeniyetme gençler arasında periyodik aralıklarla yapılan bir araştırma, gençlerin geleceğe ilişkin kaygılarının “toplumsal” konulardan “bireysel”e doğru kaydığını gösteriyor. 1983, 1997 ve 2007’de tekrarlanan araştırmada, “geleceğe ilişkin olarak sizi en çok korkutan üç şey nedir?” sorusuna verdikleri yanıtlarda kaygı odağının savaş, terörizm, çevresel felaketler gibi “toplumsal” konulardan, başarısızlık ve yanlış seçimler yapmak, gelecekteki aile ve eşler, yalnızlık, kaza, sağlık sorunları ve ölüm gibi bireysel konulara kaydığı görülüyor (Eckersley 2012).
[20] İngiltere’de gerçekleştirilen bir araştırma, çalışanların % 42’sinin haftada 48 saatten daha uzun süre çalıştığını, % 51’inin ise beş yıl öncesine göre daha uzun çalıştığını göstermekte. ABD’nde ise, kişi başına ortalama yıllık çalışma süresi 163 iş saati, yani bir ay uzamış durumda! (Akt. McDonald, Wearing ve Ponting, a.g.m.)
[21] A. Giddens, (1991). Modernity and self-identity: Self and society in the late modern age. Stanford CA: Stanford University Press.
Yararlanılan Kaynaklar
Ağaoğulları, M.A. - Köker, L. (2000). Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı. Ankara: İmge Kitabevi.
Appiah, Kwame Anthony. (2016) Mistaken Identities, BBC Reith Lectures, 8 Kasım 2016 http://www.bbc.co.uk/programmes/p04dst1f
Brooks, David (2017). “The Crisis of Western Civ”, The New York Times, 21 Nisan 2017.
Duchesne, Ricardo (2011). The Uniqueness of Western Civilization. Leiden & Boston 2011.
Eckersley, Richard (2012). “Whatever Happened to Western Civilization? The Cultural Crisis, 20 Years Later”, The Futurist, Kasım 2012.
Edelman, M. ve A. Haugerud (2005). “Introduction: The Anthropology of Development and Globalization”. The Anthropology of Development and Globalization. From Classical Political Economy to Contemporary Neoliberalism. Marc Edelman ve Angelique Haugerud (der.). Blackwell Publishing, 1-73.
Kurth, James (2003-4). “Western Civilization, Our Tradition”, The Intercollegiate Review, Fall 2003/Spring 2004: 5-13.
Harrington, Michael (1983), The Politics at God’s Funeral. The Spiritual Crisis of Western Civilization.
Latouche, Serge (1996). The Westernization of the World. The Significace, Scope and Limits of the Drive towards Global Uniformity. Politiy Press.
MacIntyre, Alasdair, 1966, A Short History of Ethics (Routledge).
Malinowski,Bronislaw, tarihsiz. Crime and Custom in Savage Society. https://wolnelektury.pl/media/book/pdf/crime-and-custom-in-savage-society.pdf
McDonald, M. S. Wearing ve J. Ponting, “Narcissism and Neo-Liberalism: Work, Leisure and Alienation in an Era of Consumption.” Loisir et Societe/ Society and Leisure, 2008, c. 30, No. 2, ss. 489 - 510.
Parramore, Lynn Stuart (2014) “The obscene lifestyles of the new global super-rich”, Alternet, 24 Ocak 2014, http://www.salon.com/2014/01/24/the_obscene_lifestyles_of_the_global_super_rich_partner
Trevor-Roper, Hugh (1967), The Crisis of the Seventeenth Century. http://lf-oll.s3.amazonaws.com/titles/719/Trevor-Roper_6114_EBk_v6.0.pdf
Weber, Max (1999). Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu, Ankara: Ayraç Yayınları.
Yorum Ekle