“Umutsuzluk bir duygudur, bir durum değil. Onun üstüne yerleşip kalamazsınız.” [2] Habibe Eren (HE/jinha): Çin’de başla...
“Umutsuzluk bir duygudur,
bir durum değil.
Onun üstüne yerleşip kalamazsınız.”[2]
Habibe Eren (HE/jinha): Çin’de başlayan ve tüm dünyada devam eden coronavirüs salgını hız kesmeden devam ediyor. Salgından dolayı birçok ülke kimi tedbirler aldı ancak salgının etkileri yakıcı bir şekilde devam ediyor. Başta salgın için yapılan “eşit bir salgın” yorumları ardından koşullar ve maruz kalma biçimi olarak sınıfsal farklılıkları çok keskin bir biçimde yaşadık. Buna ilişkin ne söylemek istersiniz?
Sibel Özbudun (SÖ): Gerçekten de, salgının patlak vermesinin ardından bir süre onu hafife almayı, “lokal bir olay, bir endemi” olarak değerlendirmeyi, velhasıl iş dünyasını (business), ticareti riske atmadan atlatmayı hesaplayan egemenler, durumun ciddiyetini kavramak zorunda kaldıklarında, “hepimiz aynı gemideyiz!” söylemine sarıldılar. Coronavirüs eşitlikçiydi, evet, emekçileri, yoksulları etkiliyordu ama, “koskoca” İngiltere Prensi, Başbakanı, hatta “kral” Fatih Terim’i bile vuruyordu. Bunun “makul” sonucu, hepimiz, payımıza düşen fedakârlıktan kaçınmamamız gerektiğiydi. Dile getirilmeyen ise, şu: Hangi yoksul, hangi emekçi, Covid-19’a yakalandıktan sonra özel bir hastanenin tek kişilik özel odasında, kendisine tahsis edilmiş bir solunum cihazında tedavi görme olanağına sahip oluyor? Yoksulların, emekçilerin kaç tanesi “evde kal” çağrılarının ayyuka çıktığı günlerde, işten atılma tehdidine uğramadan, evde kalabiliyor? Kaçı sıkış-tepiş yaşadıkları evlerinde, tıklım tıklım atölyelerinde “sosyal mesafe”yi koruma olanağına sahip?
Egemen medyanın bu “yalan”ına prim vermemek, tersine, coronavirüs’ün kapitalist toplumlarda mevcut sınıfsal yarılmaları nasıl açığa çıkardığını vurgulamak gerek…
HE: David Harvey geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı bir yazısında Covid-19’un kırk yılı aşkın bir süredir neoliberalizmin eliyle yapılan doğa kıyımının intikamı olduğunu belirtirken, Covid-19’un ilerlemesinin de sınıfsal, cinsiyetçi ve ırkçı bir salgının tüm özelliklerini sergilediğini belirtiyor. Özellikle ulus devletler arka planda bunun inşasını nasıl gerçekleştiriyor?
SÖ: Sorunun öznesini anlayamadım. Ancak sanırım Covid-19’un “sınıfsal, cinsiyetçi ve ırkçı salgın” olma hâlini “ulus-devlet arka planında”, ulus-devletin yeterlilik ya da yetmezlikleri çerçevesinde sorgulanmasını öneriyorsunuz. Hemen şunu belirteyim: Kapitalizmden söz edilmeden ulus-devletten söz edilemez. Çünkü ulus-devlet, nihayetinde kapitalizmin/sermayenin ihtiyaçlarına karşılık veren bir siyasal-toplumsal örgütlenme biçimi. Kapitalizmin “ulus-devletler”i aştığı, gereksiz kıldığı vb. yolundaki söylenceler de, sistemin yapısal krizleriyle karşı karşıya geldiği koşullarda parçalanıp dağılıyor: “ulusalcılık”a, “devletçilik”e çağrı çıkartma faslı başlıyor.
Nitekim Covid-19’un belirginleştirdiği, vurgulu hâle getirdiği son krizle birlikte böyle oldu. “Sınırların kaldırılması” bir yana, tüm devletler “ulusal sınırları”nı kapatıp “yabancı”ların ülkeyi terk etmesi yolunda çağrılar çıkartmaya başladılar. Bir bakıma coronavirüs, Brexit’le, ABD’nin Meksika sınırında inşa etmeye koyulduğu duvarla, hem “gelişmiş”, hem de “gelişmekte olan” dünyalarda yükselen şövenizm, ırkçılık vb. olaylarda kendini açığa çıkartan süreci daha vurgulu, daha belirgin kıldı.
Ama vurgulamalı: Pandeminin yıkıcı sonuçlarının müsebbibi de, çözümü de ulus-devletler değil, doğanın dengelerini tahrip eden, Chomsky’nin deyişiyle “kırışıklık kremlerine yatırım yapmayı kamu sağlığına yatırım yapmaktan daha kârlı bulan”, sağlık sistemlerini özelleştirme talanına açan, sağlık hizmetlerini metalaştıran ve düşük gelirlilerin erişimine kapatan, orta sınıflara “evden çıkmayın” çağrısı yaparken işçileri, emekçileri hiçbir tedbir almaksızın yığınlar hâlinde atölyelere, fabrikalara süren… kapitalist sistemdir. Çözüm ise, işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin bunun bilincine vararak yerel, ulusal, bölgesel, küresel her ölçekte kapitalist sistemle, onun sürdürücüleriyle (sermayedarlar, siyasetçiler, sistemin silahlı-silahsız korumaları…) hesaplaşmaya girişmeleridir.
HE: Dünyada coronavirüs salgınından sonra “yeni bir düzen” tartışmalarının yanı sıra “hiçbir şey eskisi olmayacak” cümlesini sıklıkla duyduk. Zizek bir yazısında “Komünizm ya da Barbarizm” diyerek tartışma götüren bir ayrıma dikkat çekti. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
SÖ: Yalnızca Zizek, yalnızca sosyalistler, devrimciler değil, size garip gelebilir ama, egemen sistemin ideologları dahi, kapitalizmin mevcut krizden çıkıp çıkamayacağı konusunda kaygılılar. Bunun belki de en ironik göstergesi, ABD’li milyonerlerin salgından korunmak için Küba’ya yerleşmeye başlaması!
Sol entelijensiya açısından “corona-sonrası dünya” için biri iyimser, diğeriyse karamsar iki senaryo öne çıkıyor: Salgının yeryüzü servetinin bir avuç azınlığın elinde toplanırken milyarları açlığa, yoksulluğa mahkûm kılan bencil, tahripkâr kapitalist düzenin aşılarak daha dayanışmacı, doğayla barışık, eşitlikçi bir sistemle ikamesine yol açacağı… Ya da gözetim teknolojileri ile tahkim edilmiş despotik yönetimlerin, belki de bir “küresel faşizm”i tesis edeceği. Hemen söyleyeyim, pandemi, bu ikisini de sağlayamaz. Birinden birini gerçekleştirecek olan, dünyanın “bu” hâlini değiştirmeyi arzulayan insanların, yani emekçilerin, ezilenlerin, “küçük insanlar”ın mücadele kararlılığı ve gücüdür. Bir bakıma her coğrafyada farklı biçimler alabilecek küresel bir sınıf mücadelesinin içindeyiz. Sudan’dan Şili’ye, Hindistan’dan Fransa’ya 2019’u sarsan sınıf mücadeleleri buharlaşıp uçmadı, herhâlde. Coronavirüs’ün tetiklediği ve dünya nüfusunun neredeyse yarısını tehdit eden işsizlik ve yoksullaşma karşısında, kitlelerin bir cevabı olacaktır, mutlaka. “Ya sosyalizm, ya barbarlık” seçimini ete-kemiğe büründürecek olan da bu cevabın kararlılığı, gücüdür…
HE: Hannah Arendt, “Totaliter sistemlerde hiç kimsenin kendisini emniyet içinde hissetmemesi için her an her şey olabilir korkusu gerekir, hiçbir şeyin garantisi yoktur. Her şey keyfidir. İnsanlar her an her şeyin olabileceğini hissetsin,” diyor bir cümlesinde. Dünyada neredeyse her 10 yılda bir büyük salgınlar yaşandı ve bu salgınlardan belirli bölgelerden binlerce insan etkilendi ve çok sayıda kişi de yaşamını yitirdi. Ancak biz o zaman ne, nerelerde neler yaşandığını ne de gün gün ölüm sayılarını duyduk. Burada iktidarın bu salgın üzerinden kendine bağımlı kılma ve bir korku duvarı yaratmak istediğini söyleyebilir miyiz?
SÖ: Covid-19 gerekçesiyle yürürlüğe konulan önlemlerin, emekçi sınıfların biraz daha hâli-vakti yerinde olan kesimlerinde, beyaz yakalılarda, serbest meslek sahiplerinde neredeyse bir “agorafobi” yarattığı doğru. Gün boyu tıklım tıklım atölyelere, fabrikalara, madenlere çalışmaya gönderilen emekçilerin “dışarıda” olmasında bir beis yok; ama örneğin emeklilerin parklarda soluklanması, çarşıya pazara gitmesi, insanların sahillerde dolaşması sakıncalı. Salgına karşı önlem olarak öne sürülen sokağa çıkma yasakları insanları eve hapsetmenin denemelerine dönüştü: Hafta içi serbest, hafta sonu yasak!
Covid-19’un kendisi, kuşkusuz yayılma hızı, büyük nüfus kesimlerini etkileme potansiyeli ve yüksek tahrip gücü nedeniyle diğer salgınlara göre daha büyük bir tehlike arz ediyor; ama “salgını önleme” bahanesiyle öne sürülen araçlar (ev-ofis uygulamaları, uzaktan eğitim, gözetim teknolojileri, insansız üretim tasarımları…) emek kesimi üzerinde en az Covid-19 kadar tahripkâr etkiler yaratmaya aday. Bunlara bir de “grev ve gösteri yürüyüşlerinin (sağlık gerekçesiyle!) yasaklanması, sokağa çıkma yasakları, “işten çıkartmaları yasaklıyorum” şovuyla emekçileri günde 39 TL’lik “ücretsiz izin” sefaletine mahkûm kılmak eklendiğinde, iktidar(lar)ın niyetinin kitlelere “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” olduğu ortaya çıkar.
Önlem almaya, dikkatli olmaya hiçbir itirazım yok, ama pandemi kaygısını bir “agorafobi”ye dönüştürmemek, “sosyal mesafeyi koruma” adı altında hayattan, toplumdan yalıtlanmamak, çok önemli Korkuya teslim olmuş, yalıtlanmış bireylere boyun eğdirmek çok daha kolaydır; onlar boyun eğdirildiklerinin farkına bile varmazlar çoğunlukla!
HE: Salgında birçok kriz yaşandı. Bunun başında da maske ve tıbbı ekipman eksikliği geldi. Neredeyse ülkeler arası maske savaşı yaşandı. AB dağılma noktasına geldi. Bu egemen sisteme dair neye işaret ediyor?
SÖ: Şunu sormak lazım: Günümüzde kapitalizm neden ve nasıl oluyor da devasa boyuttaki kitleler yok edecek silahlar üretiyor da, son derece basit bir maskeyi üreteme söz konusu olduğunda çarşafa dolanıyor? Ya da herkes için cep telefonu üretebilen bir sistem, yeterince koruyucu eldiven, hatta sabun üretmekten aciz kalıyor? Bu, Chomsky’nin daha önce de alıntıladığım saptamasını doğruluyor: Kırışık kremi (ya da silah, ya da cep telefonu…) üretmek halk sağlığı ile uğraşmaktan, tıbbi maske üretmekten daha kârlı da ondan… Çünkü kâr, her şeyden önemli: doğadan, solunabilir havadan, içilebilir sudan, yeryüzünün akciğeri olan ormanlardan, topraktan, insan sağlığından, çocukların mutluluğundan… Bütün sistem, dünyada varlıklarına el konulsa dünya nüfusunu açlıktan, okulsuzluktan kurtaracak, temiz suya erişimini sağlayacak bir avuç oligopolün çıkarlarının korunması üzerine kurulmuş. Bu çıkarların halel gelmesine yol açan her sarsıntının bedeli, yine emekçilere, ezilenlere ödetiliyor da ondan.
Şöyle bir örnek vereyim: Pandemi gerekçesiyle milyonlarca hanenin gelirinin büyük oranda düştüğü, işsizlik tehdidinin nüfusun büyük bölümünün tepesinde sallandığı, insanların bırakın kredi kartı borçlarını, kiralarını ödemeyi; ekmek parası bulamadıkları bu günlerde, geçmediğimiz ama zararları devlet garantisi altında olan köprülerin, otoyolların, havaalanlarının, tünellerin parasını ödüyoruz toplum olarak…
Bu neye mi işaret ediyor? Kapitalist sistemin kârdan başka hiçbir şeyi önemsemeyen doğasına…
HE: Devletlerin rekabetçi ve kendini korumacı tutumlarına karşın birçok ülkede halk kendi öz gücüyle dayanışma pratikleri oluşturdu. Halkın bu anlamda refleksini nasıl görüyorsunuz?
SÖ: Dayanışma hiç kuşku yok ki önemli. Eskinin bağrında biçimlenen “yeni toplum”un oluşturucu değerlerinden biri… Üstelik de egemen sistem karşısında güçsüz kalanların birbirlerine dayanarak ayakta kalmalarının aracı.
Ama tek başına yeterli değil. Bugün sistemin yoğunlaşan saldırganlığı karşısında sadece “dayanışma”ya bel bağlamak, kapitalizme karşı örgütlü mücadeleyi “dayanışma ağları oluşturma”yla ikame etmek, sistemin melânetlerinden kurtulmanın yegâne aracı olan devrimci mücadelenin yerine filantropiyi koymak anlamına gelecektir. Sınıf-içi (ya da ezilenler arasındaki) dayanışma, ancak sınıf düşmanlarına karşı mücadeleyle birleştiğinde, mevcut baskıcı ve sömürücü sistemin dönüştürülmesinde etken olabilir.
HE: İktidar bu süreçte krizleri kendi fırsatına dönüştürmenin politikasını güttü. Geçtiğimiz günlerde Meclis’ten geçirilen infaz düzenlemesi sonucu cezaevlerinden 90 bine yakın kişinin tahliye olması beklenirken, siyasi tutsakların kapsam dışı bırakıldığı paketten kadına ve çocuğa karşı suç işleyenler, çete liderleri ve hırsızların cezaevinden çıkmasının önü açıldı. Her fırsatta kadına yönelik cinsiyetçi tutumunu tekrarlayan hükümetin erkek faillerle kurduğu bu ideolojik bağı ve onların savunusunu ‘meşru alanda’ yürütmesi ne anlama geliyor? Devletin bu anlamıyla kadın hafızası değişmiyor mu?
SÖ: Devletin “kadın hafızası” nedir, bilmiyorum. Ya da böyle bir hafızanın olup olmadığını… Ama infaz düzenlemesi, katilleri, çetecileri, çocuk istismarcılarını, dolandırıcıları salıverirken Kürt siyasetçileri, solcuları, sendikacıları, gazetecileri, tek “suç”u cumhurbaşkanını eleştiren twit atmak, facebook paylaşımı yapmak olan insanları içeride bırakmakla, toplumda bugün belki göze gözükmeyen, ama yarın derin sarsıntılara gebe yaralar açmış, bir başka deyişle fay hatlarında derin kırılmalara yol açmıştır.
İnfaz düzenlemesinin birincil mağdurları arasında kadınlar yer alıyor. Hem “içeridekiler”, hem de dışarıdakiler. İçeridekiler: yani infaz düzenlemesinin dışında bırakılmış, kadın mahkûmlar için getirilmiş olan bir nebze olsun düzeltimlerden (hamile ya da doğum üzerine kısa süre geçmiş kadınların cezalarının evde infazı, denetimli serbestlikten yararlandırılması vb.) siyasal tutsakların dışlanması… Üzerinde aylarca görüşülmüş, tartışılmış bir yasal düzenlemede kadın tutuklu ve mahkûmların (bunca yıldır haykırılan) koşullarının düzeltilmesine ilişkin en ufak bir önlemin (kadın cezaevlerinin kadınların gereksinimlerine uygun hâle getirilmesi, kreş, bakım evi ve yuvalar, cezaevlerinde kadın sağlığı koşullarının gözetilmesi, eğitim ve meslek edindirme faaliyetleri vb…) yer almaması… Son dönemlerde iki kadın siyasi tutsağın yaşamına son vermesi ve cezaevlerindeki kadınların sağlık koşullarındaki ciddi bozukluklar, içerinin durumunun vehametine ilişkin yeterince fikir verirken, infaz yasasını çıkartanların bu konudaki vurdumduymazlığı, bir düşman hukukunun yürürlükte olduğunu gösteriyor bize. Ancak yeni infaz düzenlemelerinin zararı yalnızca “içerideki” kadınlara değil.
Yüzlerce, binlerce katilin, şiddet, taciz, tecavüz failinin, çocuk istismarcısının serbest kalması, bunların “dışarıdaki” kurbanları açısından nasıl bir tehdit, düşünebiliyor musunuz? Kendisini döven, işkence eden, cinsel zorbalık uygulayan erkeğin cezaevinde olduğu süre boyunca rahat bir nefes alan kadınlar için kâbus başladı. Cezaevinden izinli oldukları süre içerisinde karılarını, göz koyup da yüz bulamadıkları kadınları katleden erkeklerin örnekleri ortadayken… [“Açık cezaevinden izinli çıktı, sevgilisini öldürüp intihar etti.” (Habertürk, 18 Kasım 2019) “Cezaevinden izinli çıktı, eşi ve annesini öldürdü” (Independent Turkish, 19 Ocak 2020) “Kars’ta cezaevinden izinli çıkan hükümlü eşini bıçaklayarak öldürdü” (T24, 29 Nisan 2010) ya da hepimizin yüreğini yakan Ceren Özdemir olayı…] İki günlük izinde bunlar oluyorsa, infaz düzenlemesiyle çıkanların neler yapabileceğini varın siz hesap edin!
HE: Tüm dünya salgınla mücadele ederken Türkiye’de salgının ilk bir ayı kayyım, gözaltı ve tutuklamalarla geçti. Buna dayanarak Türkiye’de rejimin giderek otoriterleştiği ve krizin olanaklarını kendi lehine çevirdiğini söyleyebilir miyiz?
SÖ: Otoriterlik bir yana, Türkiye’de rejim giderek totaliter veçheler ediniyor. Bu durum özellikle dört alanda uygulanan baskı politikalarında vücut buluyor:
1. Kürt siyaseti: İktidar, Kürtlere kendi kimlikleri üzerinden siyaset yapacakları yasal bir alan bırakmamaya kararlı olduğunu, HDP ve HDP’ye yakın duran kişi ve kurumlar üzerindeki yoğun baskılarla gözler önüne seriyor. Kürt bölgelerinde seçilmiş yerel yöneticilerin görevden alınıp yerlerine kayyım atanması, bununla da yetinilmeyip belediye eşbaşkanlarının çoğunun sudan gerekçelerle tutuklanması, HDP yöneticilerinin, üyelerinin üzerindeki baskılar; fi tarihinde bir basın açıklamasına, bir mitinge katılmış, bir sosyal medya paylaşımı yapmış olmanın “terör” eylemi sayılarak en ağır biçimde cezalandırılması, Kürtlere karşı işlenmiş ağır suçların kovuşturulmadan geçiştirilmesi, buna itiraz eden akademisyenlerin işlerinden atılması, haklarında dava açılması, sivil kişilerin “Kürtçe konuştu” hatta yalnızca “Kürt” diye insanları linç etmesine karşı devlet güçlerinin engin “hoşgörüsü”… Evet, “terör” söylemi, ve bu söylemin “meşru” kıldığı devlet terörü, devletin “Kürt sorunu”nu çözümlemek için dönüp dolaşıp bulabildiği tek çözüm. Malum, elinizdeki tek alet balyoz ise, bütün sorunlar gözünüze çivi olarak gözükür.
2. İşçiler üzerindeki amansız baskılar: Bugün Türkiye’deki sermaye birikimi, işçilerin aşırı sömürüsüne dayanıyor. “Her yerde öyle” diyeceksiniz, ancak kapitalizmin merkez ülkelerinde, işçilerin yüzlerce yıllık mücadeleleri ile birikmiş, patronların hâlâ tasfiye edemediği, güç yetiremediği kazanımları var. Türkiye’de ekonominin motoru olarak görülen, başta inşaat olmak üzere sektörler, genç, taşeron, güvencesiz işçilerin emeği üzerinde yükseliyor. İnşaat işçilerinin yaşamak zorunda bırakıldıkları barakalar, tekstil sektörünün ana gövdesini oluşturan merdiven altı atölyeler, her an patlamaya, çökmeye hazır, bakımı yapılmayan madenler…
Bu işçilerin örgütlenmesinden, mücadeleye girişmesinden ölümüne korkuyor patronlar ve devlet. Bu nedenledir ki içinde yaşatıldıkları kölelik koşullarına karşı en ufak bir kıpırdanma, “bölücülük, yıkıcılık, terör, dış güçlerin oyunu” mugalatalarıyla ağır baskılarla, polis terörüyle karşılanıyor. Sendikal faaliyetler, fiilen olanaksız hâle getirilmiş durumda. Sendikalar, emek örgütleri, binalarının önünde basın açıklaması yapamaz hâle getirildi. Örneğin Ankara’da her gün işlerini geri istemek üzere İnsan Hakları anıtı önünde basın açıklaması yapmak isteyen 3-4 KHK’lı, düzenli olarak bir polis ordusunun müdahalesiyle karşılaşıp yaka-paça gözaltına alınıyor.
3. Bu iki kesimle ilgili her türlü sol-devrimci-sosyalist oluşum da ağır bir baskıyla karşı karşıya. Basın açıklamaları, protesto gösterileri, mitingler, sosyal medya paylaşımları “suç” kapsamında değerlendiriliyor. Yazarlar, çizerler, gazeteciler, terör örgütü üyeliğinden casusluğa, Türklüğe hakaretten yasanın suç saydığı eylemleri övmeye, akıllara seza gerekçelerle tutuklanıp yargılanıyor; hukukun bağımsızlığı diye bir şey kalmadığı için çoğunlukla ceza yiyorlar. Türkiye’de iktidara yönelik en küçük eleştiri, “terör” damgası yemeye başladı…
4. Yerel yönetimlere yönelik baskılar: Bu baskı çemberinin ana muhalefet partisini kapsayacak şekilde genişlememesi, düşünülmezdi, nitekim öyle de oldu. Bugün İstanbul, Ankara gibi CHP’nin kazandığı belediyeler de iktidarın tehdidi altında. Bir yandan yasaklar ve maddi baskılarla iş yapamaz hâle getiriliyor, bir yandan da seçmenler nezdinde kriminalize edilmelerine yönelik çabalar sürüyor.
İnsanların twit attıkları, basın açıklamasına katıldıkları, hükümetin işine gelmeyen haberler yaptıkları, cumhurbaşkanını eleştirdikleri için cezaevine atıldığı, iktidar partisine mensup olmayan belediyelerin başında ‘kayyım’ tehdidinin sallandırıldığı bir düzenin, siz hangi adı verirseniz verin ama, “demokrasi” olarak nitelenemeyeceği açık…
HE: Bu süreçte sadece canlı bedenler değil ölü bedenler üzerinden de siyaset yürütüldü. Bir çatışmada yaşamını yitiren PKK’li Agit İpek’in kemikleri geçtiğimiz günlerde PTT ile annesine gönderildi. Hükümet yetkilileri bu uygulamayı “usule uygun” diyerek savundu. Gömülme hakkı uzun zamandır bu coğrafyada ihlal edilen bir insan hakkı. Ya da son süreçte birçok yerde mezarlıkların tahrip edildiğini ve parçalandığını görüyoruz. Burada bedenin ve mezarlığın siyasal bir araca indirgendiğini söyleyebilir miyiz? Bu politika ile kitlelere verilen mesaj ne olabilir?
HE: Mesela virüs günlerinde, devletler “sürekli ölebilirsiniz” diyor, ya da camilerden sürekli ölüm selaları veriliyor. Ölüm, korana günlerinde sürekli tekrarlanırken, bir şekilde de normalleştiriliyor. Ölümle yaşamalıyız! Ama bu topraklarda, hem virüs hem devlet şiddeti var. Ölümün bir korkutma ve politika olarak uygulanmaya başlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
SÖ: İzninizle birbiriyle içiçe olan bu iki soruyu tek bir kalemde yanıtlayayım. Ölüm, özellikle tek-tanrılı dinlerin baş etmeye çalıştığı temel sorun. Pek çok kültür bilimci, antropolog, insanların ölüm gibi, çaresiz kaldıkları, bilişsel ufuklarını aşan konularla baş etmek için dine gereksinim duyduklarını kaydeder.
İslâm dini bu durumdan muaf değil. Siyasal İslâmcı iktidar ise, ölümü tevekkülle karşılama, giderek ölümü kutsama gibi söylemleri kendi yetersizliklerini, beceriksizliklerini örtbas etmek üzere kullanıyor: Soma’daki iş katliamında yaşamını yitiren işçiler için “ölüm bu işin fıtratında var” demagojisi, Roboskî’de katledilen Kürtler için “mukadderat” söylemleri, çatışmalarda ölen askerler için “şehadet” güzellemeleri… Ölümü “normalleştirerek/ sıradanlaştırarak”, giderek estetize ederek kendi beceriksizliklerini, fiyaskolarını örtbas etme çabasından kaynaklanıyor. Bu, dinsel duyguları siyasetin hizmetine koşma fiilinden başka bir şey değil.
Bu, işin bir yönü. İkincisi ise, ölümün bir “terbiye” aracı, bir yıldırma, bir intikam aracı olarak kullanılması. Ölü bedenlerin sokaklarda sürüklenmesi, çatışmalı bölgelerde insanların ölülerini almalarına izin verilmeyerek açık mekânlarda bekletilmesi, cenaze törenlerine müdahaleler, mezarlıklara saldırılar, mezar taşlarının kırılması ve son tüyler ürpertici örnek, kemiklerin postayla aileye gönderilmesi… Bunlar elbette ki gözdağı: “Böyle devam ederseniz, sonunuz böyle olur” mesajı… Başka ne olabilir ki?
20 Nisan 2020 17:19:01, İstanbul
N O T L A R
[1] JinNews muhabiri Habibe Eren’in sorularına yanıtlar… 24 Nisan 2020… http://www.jinnews9.xyz/TUM-HABERLER/content/view/136756
[2] Albert Camus.
Yorum Ekle