“Kadının gelişimi, bağımsızlığı, özgürlüğü kendisinden gelmelidir.” [2] 2012’nin 8 Mart’ında AKP iktidarı bize bir “armağan” vermiş...
“Kadının gelişimi,
bağımsızlığı, özgürlüğü
kendisinden gelmelidir.”[2]
2012’nin 8 Mart’ında AKP iktidarı bize bir “armağan” vermişti, anımsıyor musunuz?
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın, kadın örgütleriyle uzun süreli istişareler sonucunda hazırladığı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair 6284 Sayılı Yasa”. Öyle sanıyorum ki yasa, gerek başkan, gerekse üyeleri “Kadın hakları, kadınların kendi bedenleri üzerindeki tasarrufu, kadınların kurtuluşu, feminizm” filan gibi söylemlerden hiç haz etmediklerini her vesileyle vurgulayan hükümetin kadınlara verebileceği “taviz”lerde son noktayı temsil ediyor. Teşbihte hata olmaz; tıpkı, özel okullarda anadilde öğrenime cevaz verilmesinin, Kürtlere verilebilecek “taviz”lerde son noktaya işaret etmesi gibi…
Gerçi yasanın biçimleniş ve kabul süreci bir hayli sancılı oldu. Örneğin, yasa tasarısının adı, daha 26 üyesinden sadece iki tanesi kadın olan komisyonun görüşmeleri sırasında, “Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Yasa Tasarısı”ndan, “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Yasa Tasarısı”na değiştirilmişti.[3] (Hoş, AKP’nin bu “iş”inde, “yeni” bir eğilimi temsil ettiği de söylenemez: Bu minvalde 1998’de çıkartılan 4320 sayılı yasa da, “Ailenin Korunması Hakkındaki Kanun” adını taşımaktaydı! Boşuna dememişler: “Devlette devamlılık esastır” diye…)
Bir başka deyişle, iktidar partisi, söz konusu bakanlığın adında gösterdiği “dirayet”i, yasanın adında da gösterdi. Anımsayın; AKP, 2011’de Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığını Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na dönüştürerek ailenin dışında, müstakil bir “kadın” varlığına tahammülü olmadığını cümle âleme ilan etmişti!
Tasarının yasalaşması sürecinde değiştirilen yalnızca adı olsa neyse ne; yasa Meclis’te oylamaya sunulduğunda, kadın örgütlerinin Bakanlığa zar-zor kabul ettirdiği, örneğin “kadın istemese de” hâkimin koruyucu tedbir kararı alabilmesine ilişkin düzenleme tasarıdan çıkarıldı; hem mağdur kadın hem de şiddet uygulayan hakkında tedbir kararlarını uygulanması için “delil veya belge aranmayacağını” hükme bağlayan düzenleme “kötüye kullanımın engellenmesi” gerekçe gösterilerek değiştirildi. Böylelikle, mağdur kadını korumaya yönelik tedbirlerin uygulanması için şiddetin belgesinin aranmayacağı hükme bağlanırken şiddet uygulayan erkek hakkında “müşterek konuttan uzaklaştırma”, “tedavi ettirilme” gibi önleyici tedbirlerin uygulanması içinse belge aranması koşulu getirildi. “Toplumsal cinsiyet” kavramı ile “eşcinsel, lezbiyen, gay ve trans bireylerin” de yasa kapsamına girmesi için verilen önergeler ise reddedildi.[4]
Ancak sorun yalnızca yasanın lafzı, hatta kapsamı değil. Sorun, daha çok, 6284 sayılı yasanın Meclis’te kabul edilip Resmî Gazete’de yayınlanması üzerinden yaklaşık bir yıl geçmesine karşın, kadınlara yönelik eril şiddette, kadın cinayetlerinde en küçük bir gerileme olmayışı, kadın katliamının bütün hızıyla devam ediyor oluşu.
Bir yılın yeterli bir süre olmadığı, yasanın yürürlüğünü sağlayacak kurumlarının biçimlendirilmesinin zaman alacağı yolunda itirazlar öne sürülebilir elbette. Ben, sorunun “imkân”dansa “niyet”le ilgili olduğunu düşünenlerdenim.
“BU” YARGIYLA MI?
İzninizle açıklayayım. “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Yasa”, bilindiği üzere, kadına yönelik şiddeti, öncelikle kolluk, mülkî amirler, ardından da yargı kurumlarına (aile mahkemelerine) emanet ediyor.
Yargıç ve görevli uzmanlarının “otuz yaşını doldurmuş, evli ve çocuk sahibi” olması hükme bağlanmış, görevleri arasında “Evlilik birliğinden doğan yükümlülükleri konusunda eşleri uyararak, gerektiğinde uzlaştırmak”,[5] bulunan, bir başka deyişle “aileyi kurumunu korumakla” yükümlendirilmiş aile mahkemelerinin, kadınlara çoğunlukla “boşanma talebinde/girişiminde bulundukları için” yönelen şiddet konusunda ne denli hızlı reaksiyon verebileceği, bir hayli kuşkulu. Nihayetinde terk edilen koca ile aile mahkemeleri (ve de iktidar partisi ve de devlet), aynı hedefi paylaşıyorlar: ailenin birliğini korumak!
Ama biz gelin, kadınlara yönelen şiddeti önlemekle yükümlendirilen devlet kurumlarına, yani mahkemelere, mülki amirlere ve kolluk güçlerinin durumlarına bir göz atalım. Şu olaylara bir kulak verir misiniz?
● Eğil ilçesi Bahşiler köyünde 4 yıl önce 4’ü korucu 6 kişinin tecavüzüne uğrayan korucu kızı Z.M. (21) hamile kalıp bir bebek dünyaya getirdi. Bebek koruma altına alınırken Z.M. başka biriyle evlendirildi. Ancak eşinin tecavüz olayını öğrenince baba evine geri gönderdiği Z.M’nin şikâyetiyle tecavüz ettiği iddia edilen 6 kişi ve karakol komutanı astsubay ile bir korucunun daha bulunduğu 8 kişiye dava açıldı. Diyarbakır 2’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada (…) Mahkeme, sanıkların tutuklanması istemini oyçokluğu ile reddetti.[6]
● Kozlu’da 3 yıl önce 14 yaşındaki kıza nitelikli cinsel istismarda bulunduğu iddiasıyla tutuksuz yargılanan Ümit A’nın karar duruşması yapıldı. Mahkeme, TCK’nin 104/1 maddesi gereği ve sanığın “iyi hâlinden” sanığa 5 ay hapis verdi.[7]
● Erzurum’da eşinin sürekli şiddet uyguladığı Elif K. (20), 25 Nisan 2012 günü eşiyle tartıştı. Kocasının şiddet uyguladığı genç kadın polis merkezine giderek eşinden şikâyetçi oldu. Koca Ö.K., ifadesi alındıktan sonra serbest bırakıldı. Genç kadın sığınmaevine gönderilmek istendi. Ancak Elif K. evine geri döndü. Eşiyle tartışmaya devam eden Ö.K., Elif K’yi bıçakla yaraladı. Ağır yaralanan kadın kurtarılamadı.[8]
● Sakarya’nın Hendek ilçesinde 4 ay önce tecavüze uğrayan 13 yaşındaki Ö.D, kendisine tecavüz ettiği iddiasıyla tutuklanan 2 kişinin tahliye olduğunu öğrenince intihara kalkıştı. Tedavi altına alınan Ö.D. “Beni okuldan alıp tecavüz ettiler. Ama onlar şimdi dışarıda” diye ağladı. Hendek’ten başka bir ilçeye taşınan Ö.D’nin ailesi de karara tepki gösterdi.[9]
● Mahkeme, eşini boşanmak istediği için öldüren sanığı müebbet hapse mahkûm etti, Yargıtay kararı bozdu... Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrencisi, stajyer doktor Ayşe Yılbaş’ı, boşanmak istediği için öldüren eşi Astsubay Hüseyin Güneş Özmen, yeniden yargılandığı davada mahkeme heyetini reddetti. 2008’de eşi tarafından kurşun yağmuruna tutularak öldürülen Ayşe Yılbaş’ın bebeği, annesi öldüğünde henüz 1.5 yaşındaydı.[10]
● Merzifon’da 29 Aralık’ta av tüfeğiyle intihar eden Haydar Kaplan’ın çalıştığı gemide altı kişinin taciz ve tecavüzüne uğradığı, bunun sonucunda bunalıma girip intihar ettiği belirtildi. Haydar Kaplan, 3 Eylül 2011’de çalıştığı gemiden polisi arayıp tecavüze uğradığını belirtti. Gemi personelinden Veysel K., Selim O., Mehmet B., İrfan Ş., Cem Ö., ve Fehmi K’yi gözaltına aldı. Ancak zanlılar ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakıldı.[11]
● Hâkim, erkeğin “beni aldattı” ifadesi üzerine hakaretten ceza vermedi… Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde işçi olarak çalışan Nurten D. (52), imam nikâhlı olarak 18 yıl birlikte yaşadığı Altındağ Belediyesi memuru Necip G’den (61) ayrılmak isteyince “tehdide, hakarete, saldırıya” maruz kaldı. Çiftin tartışmaları birçok kez dava konusu oldu. Yargıçlar ise kadını mahkûm edip erkeği akladı. Davaların birinde, erkeğin ‘Beni aldattı’ demesi, yargıcın ceza vermekten vazgeçmesine neden oldu.
Nurten D., 2009’da Necip G’den ayrılmaya karar verince, başına gelmeyen kalmadı. Psikolojisi bozuldu, kansere yakalandı. Kadının yaşadığı şiddete iş arkadaşları da tanık olurken ailesi de tehditlere maruz kaldı. Birçok kez savcılığa suç duyurusunda bulundu. Necip G. de kendisine tehdit mesajı çekildiğini, hakaret edildiğini belirterek şikâyetçi oldu. Nurten D., erkek kardeşi ve kızı, Ankara 10. Sulh Ceza Mahkemesi’nde yargılandı.
Mahkeme yargıcı Sibel Luş, Nurten D’yi küfürlü mesaj gönderdiği, mesajın birinde “akşama gelip hesaplaşacağız” dediği gerekçesiyle, tehdit ve hakaret suçlarından 1360 TL adli para cezasına mahkûm etti. Nurten D’nin kardeşine ve kızına da para cezası verdi.
Necip G’nin “hakaret” suçundan yargılandığı dava Ankara 3. Sulh Ceza Mahkemesi’nde görüldü. (…) Yargıç Afak İlleez ise Temmuz 2010’da açıkladığı gerekçeli kararında, sanığın atılı suçu işlediğine dair kesin ve inandırıcı delil elde edilemediğinden beraatine hükmedildiğini belirtti.
Necip G., “tehdit” ve “hakaret” suçundan Ankara 5. Sulh Ceza Mahkemesi’nde de yargılandı. Sanık, buradaki savunmasında, aldatıldığını öne sürerek “Kızgınlıkla o mesajları gönderdim” dedi. Mektubundaki “dünyayı dar getiririm size”, “her yerinden hortum sokarlar”, “sonun felaket” gibi ifadelerin tehdit olmadığını savundu. Yargıç Süleyman Kavak, sanığın delil yetersizliğinden tehdit suçundan beraatine hükmetti ve gerekçesini de şöyle açıkladı: “Sanığın bu mesajları, 18 yıldır birlikte yaşadığı kadının kendisini aldatmasına tepki olarak çektiği anlaşılmıştır. TCK’nin 1291. maddesi uyarınca sanığa ceza vermekten vazgeçilmesine karar vermek gerekmiştir.”[12]
● 23 kişinin istismarına uğrayan çocuk, savcılığa göre mağdur değil! Bartın Cumhuriyet Başsavcılığı, 23 kişinin tecavüzüne uğrayan 14 yaşındaki mağdurenin zekâ düzeyinin yeterince gelişmemiş olduğunu belirterek, “birçoğu rızaya dayalı ilişkiler” yaşadığı yönünde açıklama yaptı. Başsavcılık Ç.K’nin koruma altına alındığını da ifade etti.
Bartın Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan yapılan açıklamada, “Tespit ve toplanan delillere göre, mağdure Ç.K’nin zekâ düzeyinin yeterince gelişmemiş olduğu, ailevi problemlerinin bulunduğu, anne ve babasının ayrılması neticesi psikolojik sorunlar yaşadığı, düştüğü bu durum neticesi birçoğu rızaya dayalı ilişkiler yaşadığı, bunlardan birinin (halk arasında anlaşıldığı şekilde) tecavüz niteliğinde gerçekleştiği, diğerlerinin ise cinsel istismar ve taciz mahiyetinde olduğu anlaşılmıştır” denildi.[13]
● İzmir’in Konak İlçesi’nde rüyasında kendisini başka bir erkekle aldatırken gördüğü için eşi F.G.’yi 15 yerinden bıçakla yaralayıp kaçan ve polis tarafından aranan M.G. bugün adliyeye gelip, savcıya teslim oldu. Savcı Orhun Sezer, mağdurenin yaralarının derin olmadığını ve şüphelinin kendiliğinden gelip teslim olduğunu, sabit ikametgah sahibi olduğunu belirtip tutuksuz yargılanması için serbest bıraktı. M.G., adliyeden eşi F.G.’ye sarılıp mutlu şekilde ayrıldı.[14]
● Bir çocuk annesi Zeynep Yılmaz, imam nikâhlı eşi Necmettin Alkan tarafından 27 Nisan 2011’de 17 yerinden bıçaklanarak öldürüldü. Kasten öldürme suçundan yargılanan Alkan 24 Şubat 2013 tarihinde ikinci kez yargıç karşısına çıktı. Çocuğunu göstermediği için Yılmaz’ı öldürdüğünü söyleyen sanığın tahrik indirimi için çabaladığına dikkat çeken Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun davaya katılma talebi reddedildi.[15]
● Osmaniye’nin Kadirli ilçesinde 22 Şubat 2012 günü öğrenci servisine yapılan silahlı saldırıda hayatını kaybeden 16 yaşındaki Fatmanur Gedik ve Fatmagül Yalçın adlı kız öğrenciler gözyaşları arasında toprağa verildi. İşsiz olan Sinan Dursun, karşılıksız sevdiği Fatmanur Gedik’in bulunduğu servis aracına ateş açmıştı. (…) Fatmanur Gedik’in amcasının oğlu Ceyhun Gedik (25) ise yaptığı açıklamada, olayın zanlısı hakkında savcılığa ve polise 9 defa başvuruda bulunduklarını belirterek, “Olayın olacağı belliydi. Dokuz defa müracaatımız var. Gereken yapılmadı. Fatmanur’un yanına annesi de giderek kızını korumaya çalışıyordu” dedi.[16]
● Zonguldak’ta oturan Turgut G. (32), eşi Ö.G.’yi (28) sokak ortasında yumruklayıp kaçtı. Ö.G.’nin kendisine şiddet uyguladığı gerekçesiyle eşi hakkında 3 yıl içinde savcılığa 5 defa şikâyette bulunduğu belirtildi. Ö.G.’nin 2011’de eşinin, “Senin işin bitti” diye tehditte bulunduğunu belirttiği, savcılık tarafından ifadesi alınan Turgut G.’nin serbest bırakıldığı bildirildi.[17]
● Yanında çalıştığı 58 yaşındaki adamın yıllarca taciz ve tecavüzüne uğradıktan sonra hamile kalan B.A.’nın yaşadıkları yazdığı günlüklerinin yakın bir arkadaşı tarafından okunmasıyla öğrenildi. B.A’nın henüz 17 yaşında iken 58 yaşındaki D.M.D’den hamile kalmasına neden olan olaylar, yaşadıklarını yazdığı günlüklerinin yakın bir arkadaşı tarafından okunup, lise öğretmenlerine anlatması üzerine ortaya çıktı. Harçlığını çıkarmak için gitmeye başladığı tatlı dükkânı sahibi D.M.D’nin tacizine uğradığını 10 ya da 11 yaşlarından itibaren yaşadığı tacizin 17 yaşında 2 kez tecavüze dönüştüğünü anlatan B.A’nın hamile olduğu anlaşıldı. 2 aylık hamilelik sonlandırıldı, koruma altına alındı. D.M.D suçlamayı reddetti ama bebeğin ona ait olduğu adli tıp raporuyla belgelenince, rızası olduğunu ileri sürdü. Hakkında dava açılan ve altı ay tutuklu kalan D.M.D’yi mahkeme “suçun kapsamının değişme ihtimali” gözönüne alınarak serbest bıraktı.[18]
● İstanbul Küçükçekmece’de kızının 23 Nisan tören kutlamaları sonrası okul çıkışında ayrı yaşadığı eşi tarafından öldürülen Ayşe İnce’nin (34), kocasının ölüm tehditleri nedeniyle bir haftadır evden çıkmadığı ortaya çıktı. Milliyet’e konuşan Ayşe İnce’nin ablasının eşi Murat Çelik, “Küçükçekmece Kanarya Polis Merkezi’nde şikâyetçi olduk. Mehmet İnce’yi serbest bırakan savcı hakkında suç duyurusunda bulunacağız” dedi.
Mehmet İnce, sırtından bıçaklayarak öldürdüğü 10 yıllık eşi Ayşe İnce’ye ilk olarak 2 ay önce evde maket bıçağıyla saldırdı. Genç kadının şikâyeti üzerine mahkeme, Mehmet İnce’ye 6 ay evden uzaklaştırma cezası verdi.
Bu süre içinde telefonla tehditlere devam eden katil koca, Ayşe İnce’ye 16 Nisan’da kızının okulunda ekmek bıçağıyla ikinci kez saldırdı. Saldırıdan zor kurtulan genç kadın, yine şikâyetçi olup koruma istedi. Gözaltına alınan Mehmet İnce, bir gün sonra savcılık talimatıyla bırakıldı. Çareyi ailesinin yanına taşınmakta bulunan genç kadın, bir hafta evden çıkmadı. Kızıyla beraber 23 Nisan kutlamaları için okula gittiği gün ise üçüncü kez saldırıya uğradığı kocası tarafından 17 bıçak darbesiyle öldürüldü.
Ayşe İnce’nin ablasının eşi Murat Çelik, ölüme giden süreci şöyle anlattı: “İlk saldırı bir ay önce olmuş, Mehmet İnce baldızıma evde maket bıçağı ile saldırmıştı. Şikâyetimiz üzerine mahkeme 6 ay evden uzaklaştırma cezası verdi. Bu saldırıdan sonra 16 Nisan’da da okula giderek boğazına ekmek bıçağıyla dayanıp, ‘Anahtarı ver, eve gideceğim’ demişti. (…)
Küçükçekmece Kanarya Polis Merkezi’nde şikâyetçi olduk. Koruma talep edildi. Yetkililer kayınpederim Mehmet Emin Bey’e, ‘Herkese koruma veremeyiz, polis hangi kapıda beklesin’ demiş. Kanunun çıktığını ama henüz elektronik kelepçe ihalesi yapılmadığını söylemişler. Arama kararı çıkartan savcı, Mehmet İnce’yi bir gün sonra serbest bıraktı. Biz hapis cezası alacağını düşünmüştük. Ben bizzat iş yerini aradım, işe geldiğini söylediler. Karakoldan bilgi alamadık.”[19]
● Samsun 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi, Serkan Keleş’in (35), 17 yaşındaki G.S.’ye tecavüz ettiği iddiasıyla yargılandığı davayı 15 Mayıs 2012 günü karara bağladı. G.S., 6 aylık şikâyet süresini geçirdiği için sanık hakkındaki cinsel istismar suçlaması düştü. Ancak Keleş, konut dokunulmazlığını ihlâlden 1 yıl 15 gün hapis, G.S.’nin babası ve kardeşini dövmekten de 2 bin 400 TL para cezasına çarptırıldı.[20]
● Adana ve Zonguldak’taki iki ayrı kadın cinayeti davasında sanıklara “ağır tahrik ve iyi hâl” indirimi yapıldı. Adana Karataş’ta geçen yıl Hollandalı sevgilisi Hülya Güler’i öldüren sanık Göksal Pekayılan’ın yargılanmasına 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam edildi. Mahkeme heyeti, sanığı “Tasarlayarak öldürmek” suçundan değil, “Kasten insan öldürmek” suçundan önce müebbet hapse mahkûm etti. Ardından “iyi hâl indirimi” uygulayarak cezayı 25 yıla indirdi. Sanık “Kredi kartının kötüye kullanılması” suçundan da 3 yıl 4 ayla cezalandırdı. Zonguldak Alaplı’da ise geçen yıl 14 Aralık’ta sevgilisi Sibel Yılmaz’ı öldüren ve akrabası Özkan Öztürk’ü ağır yaralayan Anıl Tezcan hâkim karşısına çıktı. Anıl Tezcan savunmasında, pişman olduğunu belirterek, “Bu olayı hatırlamak bile istemiyorum,” dedi. Mahkeme, tasarlayarak adam öldürme suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verdiği sanığın suçu ağır tahrik altında işlediğine kanaat getirerek, duruşmadaki iyi hâlini göz önünde tutarak cezasını 20 yıla indirdi.[21]
● Kamuoyunda yankı uyandıran tecavüz davalarından birinde sanıklara önce ceza sonra tahliye kararı geldi.İzmir’de gideceği yere götürme bahanesiyle kamyonetlerine aldıkları üniversite öğrencisi 25 yaşındaki....’ye köprü altında tecavüz etmekle suçlanan 32 yaşındaki.... ve 25 yaşındaki.... hakkında24’er yıl hapis cezası istemiyle açılan davada karar çıktı. Mahkeme her iki sanığı 14 yıl 2’şer ay hapis cezasına çarptırıp tutuklu kaldıkları süreyi dikkate alarak tahliye etti. (…) Gerekçeli kararın sonra yazılacağı belirtilip tutuklu kaldıkları süre ve temyiz aşamasının uzun sürebileceği göz önüne alınarak sanıklar tahliye edildi.[22]
● Konya’da Mehmet Yılmaz, iki gün önce ayrı yaşadığı eşinin “tehdit ediyor” şikâyeti üzerine gözaltına alınıp aynı gün serbest bırakılmıştı. Yılmaz 19 Mayıs 2012 gecesi eşini sokakta 11 kez bıçaklayarak öldürdü.[23]
● Sakarya Adliyesi’nde görülen 14 yaşındaki Ö.C.’yle ilgili davada 19 sanığın tahliye edilmesi, kadın örgütleri ve avukatların tepkisine neden oldu. Sakarya Kadın Platformu, gece yarısı çıkan kararın kendileri açısından büyük bir skandal, hukuk açısından da utanç verici olduğunu belirtti. Avukatlar, hukukçular ve sivil toplum örgütleri mahkemeden 29 Ağustos 2012 günü çıkan kararı ‘Radikal’e şöyle değerlendirdi:
* İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezi’nden avukat Gülen Köse: “Müdahil olma talebimiz bir sonraki celseye ertelendi ama sanıkların tahliyesi ertelenmedi. Davadaki en büyük skandal, tutuksuz sanık olan Sakarya Emniyeti’nde amir olan polisin serbest bırakılması ve bir gün sonra da yurtdışına kaçmasıdır.”
* Çağdaş Hukukçular Derneği İstanbul Şube Başkanı Taylan Tanay: Bu olayı yok sayarak üzerini örterek hiçbir çocuğumuzu koruyamayız. Mahkemenin koyduğu yayın yasağıyla sanıkları korumak amaçlanmıştır. Özellikle olaya karışan kamu görevlisi olan kişilerin korunması anlamına geliyor. Bu olayı yok sayarak çocukları koruyamayız.
* Kadın İnsan Hakları Derneği Kurucu Üyesi Pınar İlkkaracan: 2004 yılında Türk Ceza Kanunu’nda ilk kez kadınların lehine, olarak reforme edilmişti. Ancak HSYK’nın benzer davalarda tavsiye kararı olarak verdiği kararlarda çok net olarak görüyoruz ki bu konuda geriye dönüş var. Bu hâkimlerin cinsel istismar konusunda mağdureden yana değil, sanıktan yana tavır almaya iten çok net bir neden olacaktır.[24]
● Hem böbrek, hem de behçet hastalığı olan H.R. yeşil kartını güncellemek için bürokrasi tarafından 17 yıldır şiddet nedeniyle kaçtığı eski eşinin yaşadığı ilçeye gitmek zorunda bırakılıyor.
Aile içi şiddet ve cinsel taciz mağduru H.R., bir yandan koruma altında hayatını idame ettirirken diğer yandan da böbrek ve behçet hastalığıyla mücadele ediyor. Ancak genç kadına bürokrasi geçit vermiyor. Yeşil kartı güncellenmediği için 2,5 aydır doktora gidemeyen H.’ye, devlet ‘Yeşil kartını İstanbul’da güncelle’ diyor. Oysa H., İstanbul’a giderse eski kocası tarafından izinin bulunacağını belirterek, “İstanbul’a gitmem, ölümü göze almam demek” diyor. (…)
Aile Sosyal Bakanlığı’na dilekçeyle başvuran H.’ye olumlu yanıt gelmedi. Dilekçesi Konya Valiliği’ne sevk oldu. Valilikten de 23.11.2012 tarihinde, “Dilekçenizde belirtilen tedavilerin devamı için ikametinizin bulunduğu ilçe Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı Başkanlığı’na başvurarak gelir tespiti yaptırmanız gerekmektedir” yanıtını aldı…[25]
● Van’da tecavüze uğrayan 12 haftalık 23 yaşındaki genç kadın töre korkusundan devlete sığındı. Ancak kürtaj için başvurduğu kadın savcı Nazik Yüksel Ceren, “Kürtaj için yazı veremeyiz. Doğum yap eğer bebeği istemezsen devlet bakar” yanıtını verdi.[26]
● Siirt’te yöneticisi olduğu okuldaki küçük kızlara cinsel istismarda bulunan, skandal açığa çıktıktan sonra uzun süre firari yaşayan, dosyanın kapatılması için Siirt’te aile üzerinde toplumsal baskı kurmaya çalışan ve yakalandıktan sonra duruşmaları izleyen kadınlara hakaretlerde bulunan okul müdür yardımcısı Fahrettin K.’ya, indirimli ceza uygulandığı ortaya çıktı. Daha önce davanın 10 tutuklu sanığını 5 ila 32 yıl arasında değişen oranlarda hapis cezasına mahkûm eden ancak başta tatminkâr bulunan cezalarda çok sayıda indirim yaptığı ortaya çıkan Siirt Ağır Ceza Mahkemesi’nin, 4 kız için toplam 46 yıl hapisle cezalandırdığı Fahrettin K.’nın cezasında da birçok indirime gittiği açığa çıktı.
Siirt Devlet Hastanesi Psikiyatri uzmanı, intihar düşüncelerinden majör depresyona kadar 4 kızda çeşitliği ruh sağlığı bozukluğu tespit ederken Adli Tıp raporunda “Beden ve ruh sağlığı bozulmamıştır” ifadesi kullanıldı.
Mahkeme de Adli Tıp raporunu geçerli sayarak G.’nin ruh sağlığının bozulmadığı sonucuna vardı. Ş.’nin ruh sağlığının bozulmasına Fahrettin K.’nin neden olmadığı sonucuna varan mahkeme, toplamda yüksek gözüktüğü için toplumda tepki yaratmayan kararında F.K. lehine çok sayıda hükme imza attı.
Mahkeme, iki kız kardeşin ruh sağlığını Fahrettin K.’nin bozduğuna hükmederken, ilginç bir yorumla, Fahrettin K.’den sonra kızları istismar edenlerin bozukluğu artırdığını, onlar için aynı işlemin yapılamayacağını belirtti. Fahrettin K.’nin cezasında, örneğine nadir rastlanır biçimde, “Verilecek cezanın sanık üzerindeki olası etkisi göz önüne alınarak” 6’da 1 oranında takdir indirimi de yapıldı. Zanlının diğer iki kıza yönelik cinsel istismarında ise kızların beden ve ruh sağlığı bozulmadığı gerekçesiyle 5’er yıl ceza verildi. Okul yöneticisi olması nedeniyle cezası artan Fahrettin K.’ye bu kez de firari olmasına rağmen “iyi hâl” indirimi yapıldı ve cezası 6’da bir düşürüldü. Yargıtay, tüm bu kararları onadı.[27]
● İzmit’te 2 Ekim 2012 tarihinde, yol kenarına atılmış cesedi bulunan sözleşmeli öğretmen Serpil Kömürcü’yü (25) öldürdüğü iddia edilen tutuklu sanık Selami Kaynak, ilk duruşmada tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.[28]
Örnekleri uzatmak, mümkün; ancak sanırım bu kadarı da, yasanın “kadına yönelik şiddeti önlemek”le yükümlendirdiği yargı kurumunun bu konudaki tutumunu açığa çıkartmaya yeterlidir. Yargıçlar tecavüz ve katil zanlılarını ve potansiyel kadın katillerini “delil yetersizliği”, “delilleri değiştirme durumunun olmayışı”, temyiz süresinin uzunluğu benzeri gerekçelerle salıvererek kadınlara karşı işlenen suçların sürdürülmesinde adeta aktif bir görev üstlenmektedirler. Suçun (binbir güçlükle) sabit görülüp sanığın cezalandırılması durumundaysa, tahrik, iyi hâl, (özellikle tecavüz suçlarında) kadının rızası vb. gerekçelerle, yasanın öngördüğü cezaların en düşüklerini tercih etmektedir hâkimler.[29]
Yargı kurumu, kadını eril şiddetten korumaya yönelik yasaya ve bu konuda yükselen kamuoyu duyarlılığına karşın, “N.Ç. eşiği”ni aşamamış gözükmektedir: Hatırlayacaksınız; 2002 yılında Mardin’de N.Ç. adında 13 yaşındaki bir çocuğun 26 kişiye para karşılığı satıldığı haberi, moda deyişiyle “Türkiye’yi sarsmıştı”. N.Ç.’nin tecavüzcüleri arasında eşraf, rütbeli askerler, bürokratlar vb. bulunmaktaydı. Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan dava sonucu “N.Ç.’nin kendisine tecavüz eden 26 kişinin yanına bilerek gittiği kararlaştırıldı. Adli tıp raporları ile bu doğrulandı! Mahkeme, bu yorum doğrultusunda, sanıklara ‘en az 5 yıl’ hapis cezası öngören ‘15 yaşından küçük biriyle rızasıyla birlikte olmak’ suçundan ceza verdi. Mahkeme, sanıklara alt sınırdan 5 yıl ceza verip iyi hâl indirimi ile cezayı 4 yıl 2 aya indirdi. Üstelik bu cezanın düşüklüğü nedeniyle bu suç zamanaşımına girdi. Yargıtay 14. Ceza Dairesi de indirimli cezayı onadı. Yargıtay, ‘reşit olmayan mağdureyi rızasıyla alıkoymak’ suçunun zamanaşımına girdiği yorumunu da yerinde buldu. Böylece sanıklar, zamanaşımı sayesinde 5 yıldan 10 yıla kadar hapis cezalarından kurtuldu.” Tecavüzcüler böylece yargı eliyle kurtarılmıştı ama, olayın üzerine giden gazeteciler “cezasız” kalmayacaklardı; örneğin Radikal’den Cüneyt Özdemir,- hakkında 3 aydan iki yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açılmıştı.[30]
YA KOLLUK GÜÇLERİ?
Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Yasa’nın “şiddeti önlemek”le görevlendirdiği ikinci kurum olan kolluk güçlerinin durumuysa, daha bir içler acısı gözüküyor.
Nasıl mı? Buyurun:
● Komiser Ümit Karakafa, boşanmak isteyen polis eşi Gülşah Karakafa’yı öldürüp intihar etti. Tehdit alan genç kadın 2 gün önce koruma talep etmişti. (…) Gülşah Karakafa’nın, terk ettiği eşi tarafından sürekli tehdit edildiği için 2 gün önce savcılığa başvurup koruma talep ettiği, talebin kabul edildiği, ancak prosedürler uzadığı için henüz kendisine koruma tahsis edilmediği ortaya çıktı. Polis Akademisi’nde tanışıp evlenen ve Tokat’a yerleşen çiftin arası, Ümit Karakafa’nın sürekli şans oyunları oynayarak yüklü miktarda borca girmesiyle bozulmuştu.[31]
● ‘Sabah’ gazetesinin haberine göre; İstanbul Küçükçekmece’de bir polis memuru, 5 ay önce evlendiği ve 2.5 aylık hamile olduğu iddia edilen eşini ve kendini öldürdü. Olay 15 Kasım 2013 günü 23.30 sıralarında İkitelli Halkalı Polis Lojmanları’nda meydana geldi. İddiaya göre İstanbul Emniyet Müdürlüğü Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’nde görevli polis memuru Mehmet Temiz, 5 ay önce evlendiği eşi E.Temiz ile henüz bilinmeyen bir sebeple tartışmaya başladı. Tartışmanın büyümesi üzerine polis memuru, beylik tabancasıyla eşini başından vurduktan sonra kendi başına da ateş etti. Silah sesini duyan site sakinleri polis ve sağlık ekiplerini çağırdı. Sağlık ekipleri E. Temiz’in olay yerinde öldüğünü belirledi. Genç kadının 2.5 aylık hamile olduğu iddia edildi. Polis memuru ambulansla İkitelli’de özel bir hastaneye kaldırıldı. Ancak yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı.[32]
● Hakkâri’de özel harekât polisi olarak görev yapan S.Ö, izinli olarak geldiği İzmir’de, arasında sorun olduğu eşini evinde bulamayınca tabancayla etrafa ateş açtı. S.Ö 3.5 saatlik çabanın ardından teslim olmaya ikna edildi. Eşinin S.Ö. için 2 kez savcılığa suç duyurusunda bulunduğu öğrenildi.[33]
“Bunlar münferit” mi diyorsunuz? O zaman,“Kadına şiddeti önleme amaçlı yasa kapsamında ‘öfke kontrolü yapamadıkları’ için silahlarına el konulan 20 bin kişiden 5 bininin asker ve polis çıktı”ğı[34] haberini duymamış olmalısınız.
Kadına yönelik şiddeti önlemekle yükümlü “kolluk”un suç dosyası kadın cinayetleriyle bitmiyor. Ya toplu tecavüzlere sık sık polisin, askerin adının karışması? Örnek mi?
“14 yaşında Ö.C.’nin, 34 kişinin karıştığı bir cinsel istismara maruz kalması lekesini Sakarya’nın alnına ilk süren kim miydi? Olaydan sonra gözaltına alınıp, serbest bırakılan ve ertesi gün firar eden Sakarya Emniyet Müdürlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü N.Ş... Çünkü Ö.C.’yi istismar eden ilk kişi oydu. Devletin güvenlik için tahsis ettiği bilgisayarı kullanarak Ö.C.’yle tanıştı. Adını ve mesleğini farklı söyleyerek, kendisinden 29 yaş küçük olan, henüz 14’ündeki Ö.C.’yle buluştu. Küçük kıza telefon hattı verdi; çeşitli evlerde birlikte oldu. Polis N.Ş.’in açtığı utanç kapısından 26 ‘çocuk’ girdi. (…) N.Ş.’nin, tutuksuz yargılanmak üzere bırakıldığı için yurtdışına kaçtığı davada, utanç hanesine yeni çizikler atıldı: 19 tutuklu sanık tahliye edildi ve yayın yasağı getirildi…”[35]
“Eğil İlçesi Bahşiler Köyü’nde oturan, geç kaydedildiği ilköğretim okulunun 6’ncı sınıfında okuyan o zaman 17 yaşındaki Z.M., 2009 yılında tecavüze uğradı. Korucular F.B., F.M. ve İ. M. ile köylü M.T., minibüs şoförü H.M. ve hastanede temizlikçi H.M. hakkında Z.M.’ye tecavüz ettikleri iddiasıyla 15 yıla kadar, karakol komutanı astsubay M.Y. ve korucu A.M. hakkında da cinsel tacizde suçlamasıyla 2 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. (…) Mahkeme heyeti, sanıkların tutuklanması istemini oy çokluğu ile reddederek duruşmayı erteledi.”[36]
Haydi bunlar da “psikopati” deyip geçelim. Hani küfedeki çürük yumurtalar olsun. Peki ya kadın tutuklulara devletin kolluk güçleri tarafından uygulanan taciz ve şiddet olayları? Haziran 2013 kalkışması nedeniyle gözaltına alınan kadınların çıplak aramadan geçirilmesi, erkek görevlilere arattırılmasına ilişkin haberlerin dumanı hâlen tütüyor. Ya da şu gibi haberler:
“Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu, 1997’den bu yana kadın, travesti ve transseksüellere yönelik devlet kaynaklı cinsel işkence olaylarına ilişkin raporunu açıkladı: 347 cinsel işkence, 80 tecavüz, 21 gözaltında taciz ve tecavüz yaşandı.
Raporda, suçu işleyen faillerin dağılımı ise şöyle aktarıldı: Polis: 254… Jandarma/Asker: 90… Özel Tim: 17… Korucu: 15… İnfaz Koruma Memuru: 43… İtirafçı: 4… Gazeteci: 1… Adli Tutuklu: 24… Belediye Başkanı: 1… Adliye görevlisi bekçi: 1… Diğer kamu görevlileri: 3…”[37]
Bir kez daha soruyorum: kadınlara yeni yasanın öngördüğü, eril şiddetten korunmayı, kendileri taciz/tecavüz fiillerini işlemedikleri, karılarını/sevgililerini dövmedikleri, öldürmedikleri zaman bu fiilleri işleyen hemcinslerini kollayan “devletin erkekleri” mi gerçekleştirecek? Haydi canım sen de…
VE KURUMLAR…
Devam edelim…
Kadınları şiddetten korumakla yükümlü görevlilerin durumu bu. Pekala, kadınları koruma altına alması öngörülen kurumlar ne durumdadır?
Malûm, “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Yasa”, gerektiğinde şiddet gören kişinin ortak konutunun dışında başka bir yerde barınacağı hüküm altına alınmaktadır.
Türkiye’de her 10 kadından 4’ünün fiziksel şiddete uğradığı biliniyor... Her 4 kadından 1’inin yaşadığı şiddet sonucu yaralandığı... Kadınların yüzde 15’inin cinsel şiddete uğradığı... Her 10 kadından 1’inin gebeliği sırasında fiziksel şiddete uğradığı... Şiddet gören kadınlar arasında lise ve üzeri düzeyde eğitim alanların oranının yüzde 27 olduğu... Yaşadıkları şiddeti kimseye anlatamayan kadınların oranının yüzde 48,5’u bulduğu…[38] TÜİK verilerine göre, cinsel saldırı suçlarında da 5 yılda yüzde 30 artış olduğu[39] da öyle. Yasa çıktıktan sonra yurt genelinde şiddete uğradığı gerekçesiyle polis korumasına alınan kadınların sayısının 11 bin 478’e ulaştığı da biliniyor.[40] Ve Türk yasalarının nüfusu 50 bini geçen her yerleşim biriminde bir kadın sığınma evi kurulmasını öngördüğü… Tüm bunlar biliniyor bilinmesine ama, gönüllü kadın kuruluşlarının açtığı sığınma evleri bürokratik engellerle kapatılmaya zorlanırken, nüfusu 50 binin üzerindeki belediye sayısının 206 olduğu Türkiye’de kadın sığınma evlerinin sayısı 86’yı geçmiyor! Bu kadar sığınakta şiddet gören milyonlarca kadından kaç tanesi kalıyor diye mi sordunuz? Toplam 1931 kadın![41] “Sığınma evleri güvenli mi?” diye soracak olursanız, buna da olumlu yanıt vermek çok zor. Çünkü Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun bildirdiğine göre, 2012 yılı içerisinde bu evlere sığınan kadınların yüzde 37.5’i, öldürülmüş![42]
Sığınma evlerinin durumu böyle. Ya yasada iki yıl içinde kurulması öngörülen “Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri”? Sıkı durun, taslakta bu merkezlerin kadro sayısının 5557 olması öngörülürken, bu sayı Meclis’te el çabukluğuyla 362’ye indirildi. Çalışanların “tercihan kadın” olmasına ilişkin düzenleme ise, yok edildi[43]… Evet, TC Devleti, şiddet gören milyonlarca kadını 362 kişilik bir “önleyici ve izleyici” kadroyla koruma niyetinde! Tabii bu 362 kişinin ne zaman işbaşı yapacağı da kocaman bir meçhul, çünkü Şiddet Önleme ve İzleme Merkezlerinin kurulma takvimi de bir hayli muğlak. Şimdilik, Hadımköy’deki bir merkezle yetinmek durumundayız!
Yasanın, daha doğrusu yasayı hayata geçirecek personel ve kurumların kadınları şiddetten koruyacağına, bizatihi Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in de pek aklı kesmemiş olacak ki, umudunu imamlara bağlıyor ve Bakanlığın ulusal eylem planında kadına yönelik şiddete karşı 100 bin imam eğitileceğini müjdeliyor![44] Meclis Başkanı Cemil Çiçek de hızını alamıyor, kadına yönelik şiddeti “Kutlu Doğum haftası”nda kampanya konusu yapma önerisinde bulunuyor…[45]
SORUN GERÇEKTE NEREDE?
Eğer verilerin gösterdiği durum buysa, o zaman farklı bir şeyi konuşmak durumundayız. Mevcut AKP iktidarının kadına yönelik şiddeti, ya da herhangi bir kadın sorununu çözüme kavuşturma konusundaki niyetini, samimiyetini…
Burada sorunun AKP ile sınırlandırılmasının iki nedeni var. İlki doğal olarak, bu ülkenin 11 yılında bu İslâmcı-liberal partinin iktidarı altında geçirmiş olmasından kaynaklanmakta. Ancak daha önemli olan, ikinci neden, iktisaden neo-liberal, toplumsal-kültürel açıdan ise (neo-) muhafazakâr bir parti olan ve İslâmcı ideolojik referanslar ile siyasal pragmatizmi “ustaca” kaynaştıran AKP’nin, kadınlar konusunda son iki-üç yıl içerisindeki “lapsus”larında iyice açığa vurulan bir “vizyon”a, bir “proje”ye sahip olması. “En az üç çocuk”, “Başörtüsü dinin emridir”, “Her kürtaj bir Roboskî’dir”, “Beşiktaş’taki ofisimden vapurdan inenlere bakıyorum da bunlar hiç geleneklerimize uygun tavırlar değil”, “kızlı erkekli yaşıyorlar, karışık işler oluyor” vb. son zamanlarda fazlasıyla sıklaşan “lapsus”lardan bahsediyorum.
Kadınlar, öyle görülüyor ki AKP iktidarı açısından iki yönlü bir araçsallık sergilemekte. Bunlardan ilki, ipleri (en azından “şimdilik” kaydıyla) koparmaya niyetli olmadığı Batı dünyasına karşı, bir vitrin olarak değerlendirmekte. CEDAW’ın imzalanarak yürürlüğe sokulması, yeni yasanın hazırlanışında kadın örgütleri ile sürdürülen istişareler, Başbakan’ın ağzından, kerhen de olsa “özel hayatın (tasvip etmediği görüntüler dahil!) teminat altında olduğuna dair söylemler, vb… işin bu yanına işaret ediyor.
Ama kadınlar, aynı zamanda İslâm referanslı AKP muhafazakârlığının yumuşak karnını oluşturuyor. Ne kadar kapalı, ne kadar evde, ne kadar çocuklu o kadar iyi… Bu “hissiyat”ı dönemin popüler kültür kahramanları sık sık ve açık açık telaffuz etmiyorlar mı?[46]
AKP’nin “marifet”i, kadın sorunlarına hassasiyetle eğilme görüntüsü ile kadının konumuna ilişkin İslâm kaynaklı kısıtlayıcı/ikincilleştirici bir tutumu özellikle istihdam politikalarında birleştirmek… Böylelikle bir taşla üç kuşu birden vuruyor iktidar. Bir yandan kadınların karşı karşıya olduğu vahşeti önlemede HİÇ BİR etkisi olmayacağı bariz bir yasayı kabul ederek AB’nin gözünü boyamaya çalışıyor,[47] bir yandan Başbakan ve bakanlarının ağzından “Kadın hakları” söylemini boşa çıkartarak[48] [ki bunun en veciz örneklerinden birini, AKP Kırıkkale Milletvekili Ramazan Can, kadına yönelik şiddete ilişkin yasanın Mecliste görüşülmesi sırasında verdi: “Kadına zulmedilmesi temel insan haklarına aykırılıktır. Fakat, kadına karşı pozitif ayrımcılık uygulayalım derken kadının aile içerisindeki statüsünü zayıflatmaya, dolayısıyla aileyi zayıflatmaya sebep olacak şeylerden de kaçınmalıyız. Unutmayalım ki her kadın aslında bir aile bireyidir. Kadının birey olarak hakkı elbette önemlidir fakat ailenin dağılmaması daha önemlidir. Pozitif ayrımcılık uygulamaları boşanmayı kolaylaştıracak, ailenin çabucak dağılmasına sebep olacak uygulamalara dönüştürülmemeli. Bir denge gözetilmesi, tercih yapılması, birey olarak kadının haklarıyla birlikte ailenin hakları ve hukuku muhafaza edilmeli diye düşünüyorum. Televizyonlardaki evlilik programlarının kadın onuruna yakışmadığını, TV’lerin buna riayet etmemelerini özellikle istirham ediyorum. Her türlü aşırı tavırdan ve uçtan uzak durulmalı. Erkeğin otoritesini, egemenliğini kıralım derken feminizme de davetiye çıkarmamak gerekir.”[49]], muhafazakâr tabanına selam çakıyor.
“Üçüncü kuş” ise, kanımca en önemlisi. Onun izini ise, AKP’nin eğitim ve istihdam politikalarında sürebiliriz.
Kadına yönelik şiddeti engellemeyi hedefleyen herhangi bir yasal düzenlemenin, kadınların toplumsal yaşam içindeki konumunu sağlamlaştırmayı, daha doğru bir deyişle, bu toplumdaki cinsiyet rolleri arasındaki hiyerarşik ilişkileri, eşitlikçi bir temelde yeniden dizilime tabi tutmayı hedefleyen politikalarla desteklenmedikçe, etkili olamayacağı, açıktır. Bu, köklü bir biçimde farklı bir “kadınlık-erkeklik rolleri” sosyalizasyonu anlayışını gerektirir. Erkek ve kadınların, çocukluktan itibaren, birbirinden tecrit edilmek bir yana, birlikte, birbirlerini tanıyarak, birbirlerinin dünyalarına açılarak, birbirleriyle eşitlikçi bir temelde ilişkilenerek yetiştirildiği bir sosyalizasyon. Erkeklerin daha çocukluktan, “eril narsizmi” besleyecek tarzda değil, kadınsı addedilen işleri yapmaya teşvik edilerek; kız çocukların ise, “eril” sayılan özellikleri (cesaret, özgüven, inisiyatif alabilme yetisi vb.) bastırılarak değil, beslenerek yetiştirildiği, cinsiyet rolleri arasındaki asimetriyi asgariye indirmeye yönelik bir toplumsallaşma, kadınlarla erkekler arasında da “eşitlikçi ve özgürlükçü” bir yaşamı mümkün kılabilir ancak.
Hiç kuşku yok ki, bu türden bir sosyalizasyonun, kadınların toplumsal, iktisadî ve siyasal yaşamın her düzlemine tam ve eşit katılımına yönelik önlemlerle, yani, Kollontai’ın deyişiyle, kadının yaşamından eril destek çekildiğinde, kadının iki ayağı üzerinde durmasına olanak verecek bir donanımı sağlayacak siyasalarla payandalanması gerekmektedir.
Böyle bir proje, dünya tahayyülü mahrem olmayan kadınlarla erkekleri yaşamın tüm alanlarında birbirinden tecrit etmek olan, elinden gelse tüm toplu taşıma araçlarını, okulları, üniversiteleri, işyerlerini, stadyumları… haremlik-selamlık nizamında örgütleyecek olan AKP’nin, hiç kuşku yok ki, tüylerini diken diken etmeye yetecektir. Kız ve erkek öğrencilerin aynı merdiveni kullanması karşısında “aklı çıkan”, kız öğrencilerin etek giymelerini yasaklayan ortaokul müdürlerinin, kızlara “başlarınızı örtün” baskısı yapan imamdan bozma yönetici ve öğretmenlerin elindeki 4+4+4’lü eğitim sisteminin, erkekleri çırak, kız çocukları da erken yaşta gelin etmekten, ve tümünü birden “dindar ve kindar bir nesil” kılmaktan başka bir hedefi yok gözükmektedir. Bu tip bir eğitim-öğrenim projesinin, hele ki, “itaatsizliklerinden (baş kaldırmalarından) korktuğunuz (kadınlara) ise (önce) nasihat ediniz. Ve (sonra da) yataklarında yalnız bırakınız. Ve (hâlâ itaat etmezlerse) onlara vurunuz. Bundan sonra eğer size itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın,” (Nisa, 34) buyuran bir Kutsal Kitab’ı belleyerek yetişmiş erkek ve kadınlarda bir “eşitlik” (ya da vazgeçtim eşitlikten, bir “şiddetsizlik”) ilişkisi yaratması mümkün mü?
Yanılmayalım: AKP’nin “bu” eğitim tasavvuru, yalnızca onun genetik dokusundaki İslâmî şifrelerle bağlantılı değil. İşin içinde AKP “fenomeni”nin “küresel(leşmeci)” neo-liberal sistem açısından bu denli parlak kılan bir başka unsur var.
AKP iktidarı, 4+4+4 ile, Türk eğitim sisteminde neo-liberal yöneliş açısından kabul edilemez bir durumu “düzeltiyor”: fiktif de olsa, salt ilkesel düzlemde de varolsa, “eğitimde eşitlik” fikrini geri dönüşsüz bir biçimde ilga ediyor. Bu düzenlemeyle alt-orta ve alt sınıf (erkek) çocuklarının üniversiteye gidip “mühendis, doktor, bürokrat, diplomat” olma hevesi tümüyle ortadan kaldırılmış oluyor. Böylelikle, toplumda sınıflararası geçişgenlik olanaklarını, alt sınıfların büyük bölümü için kapatıyor. Dargelirli ailelerin erkek çocuklarını tez elden tornacı-tesviyeci-elektrikçi-elektronikçi-laborant-teknisyen çıkaran, ya da imam-vaiz-hafız, yani, AKP’nin ebediyete dek süreceğini tahayyül ettiği “yeni” İslâmo-muhafazakâr-liberal rejimin misyonerlerine dönüştürmeyi hedefleyen “yeni” eğitim sistemi, kız çocukları içinse, tez elden hayırlı bir kısmete kapılanıp, üç-beş çocuk doğuracakları bir geleceği öngörmekte.
En tepedeki yöneticilerinin 14-15 yaşındaki kız çocuklarıyla evlendiği, 12-13 yaşındaki kız çocuklarına tecavüz eden 50-60 yaşındaki sübyancıların, “Ne olacakmış, bu dinimizde var, Peygamber efendimiz de Ayşe validemizle çok genç yaşında evlenmişti,” yüzsüzlüğüne sarıldığı bir zihniyetin, kızları 17-18 yaşında başgöz etmeyi istemesinde anlaşılmayacak bir şey yok. Nitekim, üniversite öğrencilerinin “kızlı-erkekli” aynı evde oturmasını “ahlâkımıza, örf ve adetlerimize ters” bulup yeri göğü inleten zihniyet, çok değil 15-20 gün kadar önce, evlenen üniversite öğrencilerinin kredi borçlarının silineceği, onlara yurtta barınma imkânı sağlanacağı “müjde”sini vermekteydi.[50]
AKP zihniyeti için evlilik, mümkünse dokuzuncu aydan itibaren çocuk, mümkün olduğu kadar çok çocuk demektir. Bu durum, bizzat eşinin dostunun çoluk-çocuğunun nikah şahitliğini yaparken, “Gerçi bundan ülkemizde bazıları rahatsız oluyor. Onlar ne kadar rahatsız olursa olsun, biz yola çıkarken ‘durmak yok, yola devam’ dedik. Burada da yine aynı kararlılığımızı devam ettireceğiz. Çünkü, ‘nikahlanınız, çoğalınız’ ve ‘o ebedi günde, ezel ve ebedin bir arada olduğu günde sevgililer sevgilisi, diğer topluluklara karşı ümmetimin çokluğuyla iftihar edeceğim’ diyor. O bakımdan sorumluluğumuz var. Bu sorumluluğumuzu bir kenara atamayız”[51] buyuran, doğum kontrolünün “bizi zaafa uğratıp yıkmak isteyen Batılı güçlerin komplosu” olduğunu ilan eden bir “ahir zaman başbakanı” ağzından her fırsatta tasdik edilmekte.
Dahası, bugüne dek herhangi bir iktidar yetkilisinin ağzından, kadının doğurduğu çocukların bakım yükümlülüğünün babanın ve/veya toplumun paylaşması gereken toplumsal bir sorumluluk olduğuna dair en ufak bir telmih duyan var mı?
Hayır, AKP iktidarına göre, kadın (haydi belirtelim: “fıtraten”) doğurduğu çocuklara bakmakla yükümlüdür, analık onun en kutsal görevidir. Nitekim, iktidarın bu projeksiyonu,“kadını hem doğuma teşvik etmek, hem de kadın istihdamının önünü açmak” gibi çatallı bir niyetle (!) piyasaya sürmeye hazırlandığı “kadın istihdam paketi”nde açık biçimde ifadesini buluyor.
Bilindiği üzere, kadın istihdam paketi, doğum izninin uzatılmasını öngörüp, izni tamamlayan kadınlara (çocuklar 3 ya da 5 yaşına gelene kadar) yarı-zamanlı çalışma opsiyonu vermekte. Bu süre içinde kadının ücretinin yarısı işveren, diğer yarısı ise İşsizlik Sigortası Fonu’ndan ödenecek(miş); yani kamu kaynaklarından.
İşin daha da vahim yönü, doğum izniyle işinden ayrılan kadının yerine, özel istihdam büroları eliyle geçici personel alınması, bir başka deyişle taşeron işçilik teşvik edilmekte.
Fazla eveleme-gevelemeye, lafı fazla çevirmeye gerek yok: Çocuk doğurmanın kademeli olarak teşvik edileceğini açıklayan “Kadın İstihdam paketi” reel olarak genç kadınların çocuk doğurana (ya da tercihan evlenene) kadar (çeyizini düzene dek!) ucuz işgücü kaynağı olarak çalıştığı, bundan sonra da ya kayıtdışına ya da müebbet bir ev kadınlığına yöneldiği bir düzeni öngörüyor. Bu, fiilen kadınların kayıtlı istihdamdan çekilmesi anlamına gelmektedir. Nitekim işveren örgütleri de bu mesajı böyle okumuş, kadınların esnek çalıştırılması ve taşeronlaşma düzenlemelerini coşkuyla selamlarken, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in, “herkes rahat olsun, paket açıklandığı zaman önce iş dünyası ve özel sektör bize teşekkür edecek” yollu yatıştırmalarına karşın, doğum izni süresinin uzunluğundan ve kreş vb. yeni iyileştirmelerden dem vurarak, “kadın istihdam paketinden sonra ise işverenlerin erkek çalışan tercih edebileceğine” dikkat çekip (İSO), “bazı işverenlerin kadın çalıştırmama talimatını verdiği duyumunu aldıkları” vurgusuyla (ASO) aba altından sopa göstermektedirler.[52]
Oysa, işin aritmetiği ortadadır; çocuk sayısı arttıkça kadınların istihdama katılma oranı da hızla düşmektedir. H.Ü. Nüfus Etütleri Enstitüsü’nden Prof. Dr. İsmet Koç’un ‘Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması’ verilerine göre:
* Kentlerde hiç çocuğu olmayan kadınlarda çalışma hayatına katılım yüzde 31…
* Yine kentlerde 1 çocuğu olan kadınlarda yüzde 30…
* 2 çocuğu olan kadınlarda çalışma hayatına katılım yüzde 27…
* 3 çocuğu olan kadınlarda yüzde 19…
* 4 çocuğu olan kadınlarda yüzde 8…
* 5 ve daha fazla çocuğu olan kadınlarda çalışma hayatına katılım sadece yüzde 5 olarak gerçekleşmektedir…[53]
Şu hâlde, Türkiye’de kadınları bir “kuluçka makinesi” olarak görüp eğitimsizliğe, (daha da kötüsü: yalap-şap bir eğitime) mahkûm ederek, zaten düşük olan kadın istihdamını daha da düşürüp kayıtdışına itmekte kadınlar açısından nasıl bir fayda öngörülebilir?
Bilindiği üzere, Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranı dünya sıralamasında, deyim yerindeyse “nal topluyor”:[54] bizzat Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Kadın Girişimciler Kurulu Başkanı Aynur Bektaş’ın sözleriyle, “ülkemizde yüzde 28 iken AB ülkelerinde yüzde 60’ı buluyor. İş ve mesleklerin ‘kadın işleri’ ve ‘erkek işleri’ diye ayrışması nedeniyle kadınlar geleneksel kadın mesleklerinde yoğunlaşıp daha düşük statülü ve ücretli işlerde çalışmaya razı oluyor.”[55]
Dahası, kadınların ev dışında çalışma oranları, artış bir yana, istikrarlı bir düşüş eğilimi göstermekte: “Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı TEPAV’ın 17 Aralık 2012’de açıklanan raporunda yer alan bilgilere göre, Türkiye’de ‘iş hayatında aktif olmayan kadın sayısı’ 2004 ile 2011 yılları arasında 790 bin kişi artarak 19.4 milyon kişiye ulaştı. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) istatistiklerine göre örgüte üye ülkelerde, 15-64 yaş arası kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 61.8, AB-21 ortalamasında da yüzde 65.5 olarak hesaplandı. Ancak Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) rakamlarına göre, Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranının 2011 yılı sonu itibarıyla yüzde 28.8 düzeyinde olduğu belirtildi.”[56] Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) bile, 2012 Temmuz dönemi itibarıyla, “421 bin kadın yeniden ev işlerine döndü. İstihdam artışı yavaşlamaya devam etti” dediği[57] koşullarda, kadın emeği, iktidar indinde belli ki giderek çepere itilmekte, marjinalleşmekte, önemsizleşmekte, dolayısıyla da ucuzlamaktadır!
AKP’nin bugüne dek Türkiye’deki en gözüpek, en kararlı ve en engel tanımaz yürütücüsü olduğu neo-liberal sistem açısından önemli olan da budur: küresel işbölümüne “ucuz işgücü” sağlama misyonunu üstlenen bölgelerde emek maliyetlerini alabildiğine düşürmek… Kabine üyelerinin, işadamları temsilcilerinin sık sık “Çin’le rekabet etmek”ten dem vurmalarının nedeni de budur.
AKP Türkiyesi’nde, kadınlara, ikili bir misyon biçilmiş gözükmektedir. İlki, vasıfsız/düşük vasıflı, ucuz, geçici ve uysal bir işgücü deposu olarak yerel ve küresel sermayenin emrine hazır beklemek… Gerektiğinde, boğaz tokluğuna yakın ücretlerle ve her türlü güvenceden yoksun biçimde (“Kadın İstihdam Paketi” ne kamu, ne de özel sektörde herhangi bir denetim öngörmemekte: Kreş, iş güvenliği gibi yasal zorunlulukların patronlarca ne ölçüde yerine getirildiği, uygulamaların ne ölçüde denetlendiği ortadayken, yeni yükümlülüklerin nasıl ve ne kadar uygulanacağı da, kamu ya da özel, “işveren”in insafına bırakılmaktadır), istihdam piyasası ile ev arasında[58] salınım göstermek.[59] İkincisi ise bedenleriyle, iktidar partisinin toplumu muhafazakârlaştırma/İslâmîleştirme siyasasının hammaddesini sağlamak.
[Aslına bakarsanız, iki tarihsel misyonu, bir yandan ülkeyi küresel piyasa ekonomisine bütünüyle entegre etme, bir yandan da yükselen (İslâmo-muhafazakâr) “Anadolu Kaplanları”nın toplam sermaye içerisindeki payını arttırma görevini üstlenen AKP’nin neo-liberalizmi ile muhafazakârlığı arasında sanıldığı gibi bir çelişki yok; aksine, bu ikisi birbirini tamamlamakta.
Ve kadınlar, her iki misyonun kesiştiği “yumuşak karnı” oluşturuyor.]
Şu hâlde, bir kez daha vurgulayalım: Günümüzde AKP’nin koçbaşılığını yaptığı neo-liberalizm, küresel düzlemde ataerkiyle deyim yerindeyse, gül gibi geçinip gitmektedir. Türkiye ise, bu “sorunsuz ve mutlu birlikteliğin” en iyi açığa çıktığı ülkelerden biridir.
Kamusal sahnenin gün geçtikçe daha fazla erilleştiği,[60] cinsiyetler arasındaki uçurumun giderek açıldığı bir ortamda, kadına yönelik eril şiddet, sahiden de yasalarla önlenebileceğini düşünmek, ya iflah olmaz bir iktidar kuyrukçuluğuna, ya yüzsüz bir neo-liberalizm “Candaşlığı”na, ya da ikisine birden işaret etmektedir…
21 Kasım 2013 14:20:27, Ankara.
N O T L A R
[1] 23 Kasım 2013 tarihinde ‘Didim Kadın Platformu’nun düzenlediği “Kadına Yönelik Şiddet” başlıklı söyleşide yapılan konuşma… Kaldıraç, No:150, Aralık 2013…
[2] Emma Goldman.
[3] Türk Üniversiteli Kadın Derneği Genel Başkanı Moroğlu, “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile yaptıkları toplantılar sonunda tasarının renkten renge girdiğini” kaydedip, tasarının TBMM Adalet Komisyonu’nda görüşüldüğünde 16 AKP’li üyenin bakış açısını “aileyi korumak, eh kadına yönelik şiddeti de önlemek” sözleriyle özetliyor. (Sevil Arınan, “Tasarı Renkten Renge Girdi”, Cumhuriyet, 7 Mart 2012, s.7.)
[4] “Mağdur Kadın İstemezse ‘Tedbir’ Yok”, Cumhuriyet, 8 Mart 2012, s.9.
[5] Aile Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yargılama Usullerine Dair Kanun (no. 4787, Kabul Tarihi: 9.1.2003).
[6] “Mahkemede Dramını Anlattı”, Cumhuriyet, 20 Mart 2013, s.3.
[7] “Yine ‘İyi Hâl’…”, Cumhuriyet, 12 Aralık 2012, s.3.
[8] “Biri Öldü, Diğeri Canını Zor Kurtardı: Kadına Şiddet Dinmiyor”, Cumhuriyet, 27 Nisan 2012, s.3.
[9] “Tecavüz İddiasına Tahliye”, Cumhuriyet, 22 Mart 2012, s.3.
[10] Hilal Köse, “Tek Adı Var: ‘Erkeklik’ İndirimi”, Cumhuriyet, 21 Mart 2012, s.3.
[11] Mehmet Menekşe, “İntihardan Tecavüz Çıktı”, Cumhuriyet, 27 Şubat 2012, s.3.
[12] Hilal Köse, “Şu Baş Belası ‘Namus’…”, Cumhuriyet, 8 Mart 2012, s.9.
[13] “Tecavüzün Adı ‘Rızaya Dayalı İlişki’…”, Cumhuriyet, 25 Mart 2012, s.3.
[14] Bahri Karataş, “Karımı 15 Kere Bıçakladım Ama Kasıtlı Değildi”, Hürriyet, 17 Nisan 2012.
[15] Hilal Köse, “Sanık Tahrik İndirimi İstiyor”, Cumhuriyet, 25 Şubat 2012, s.3.
[16] “Aynı Tüfekle İntihar Etti”, Cumhuriyet, 24 Şubat 2012, s.3.
[17] Gürkay Gündoğan, “5 Şikâyet Yine Dayak”, Hürriyet, 27 Nisan 2012, s.8.
[18] “Tecavüzü Günlük Ortaya Çıkardı!”, Milliyet, 13 Mayıs 2013, s.5.
[19] Burcu Karakaş, “Sokağa Çıktığı Gün Öldürülmüş”, Milliyet, 25 Nisan 2012, s.6.
[20] İsmail Akduman, “Tecavüzden Ceza Almadı”, Hürriyet, 17 Mayıs 2012, s.3.
[21] “Kadın Cinayetlerine Yine İyi Hâl İndirimi”, Cumhuriyet, 17 Kasım 2012, s.20.
[22] “Tecavüzcüler ‘Temyiz Uzun’ Diye Salındı!”, Radikal, 7 Haziran 2012, s.8.
[23] Özgür Sarı, “Tehdit Etti, Gözaltına Alındı Serbest Bırakılınca Öldürdü”, Sabah, 21 Mayıs 2012, s.7.
[24] Mine Tuduk-Serkan Ocak, “Tahliye Kararı Vicdanları Sızlattı”, Radikal, 31 Ağustos 2012, s.11.
[25] Damla Yur, “Bu Kadın Tedavi Görürse Ölebilir”, Milliyet, 1 Ocak 2013, s.11.
[26] Meltem Günay, “Savcı’dan Şok Öneri!”, Vatan, 20 Aralık 2012, s.15.
[27] Gökçer Tahincioğlu, “Utanç Davasında ‘İyi Hâl’ İndirimi!”, Milliyet, 16 Temmuz 2013, s.14.
[28] “Serpil Öğretmenin Katil Zanlısı Tahliye Edildi”, Milliyet, 18 Ocak 2013, s.3.
[29] Buna karşılık, mağdur kadının yargı önünde tecavüz ya da şiddete uğradığını kanıtlaması, kendi başına bir şiddet olayıdır: “Daha kötüsü ise, dava nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın fark etmez, her biçimde taciz ve tecavüze uğrayan kadınlar için yargı sürecinin ayrı bir mezalim olması. Bu tip suçların mağdur ve failleri konusunda toplumda varolan cinsiyetçi kalıp yargıların, birçok yargı mensubunca da içselleştirilmiş olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu yüzdendir ki, mağdurların beyanları alınırken sanık sorgular gibi yargılayan ve sorgulayan tarzda yöntemlerle de sık karşılaşılıyor. Tecavüz gibi travmatik bir olayı kadınlar defalarca anlatmak zorunda kalıyor, “o saatte orada ne işin vardı, öyle bir yerde ne işin vardı, bağırmadın mı” tarzı, tecavüze uğradığı için kendisinin de suçu olduğunu ima eden sorularla kadınların beyanları alınıyor. Hâlen bazı mahkemelerde mağdur kadınların özel yaşamlarında ne kadar “iffetli” oldukları ölçülüyor ve mahkemeler kararlarında, bu ne olduğu belirsiz “iffet” üzerinden kadınların inandırıcılıklarını ölçüyorlar. Sanıkların eğitim düzeyleri, işgal ettikleri konum dikkate alınarak, suçu işleyip işlemedikleri kararı verilmesi isteniyor ve bu, maalesef bazı kararlarda dikkate alınabiliyor…” (Seher Kırbaş Canikoğlu, “Kadının ‘Suçu’…”, Radikal İki, 20 Mayıs 2012, s.9.)
[30] Cüneyt Özdemir, “13 Yaşındaki N.Ç.’ye Tecavüz Davasında Suçlu Benmişim!”, Radikal, 22 Mayıs 2012, s.8.
[31] “Polis Polisi Koruyamadı”, Radikal, 7 Temmuz 2012, s.7.
[32] “Polis Hamile Eşini Öldürüp İntihar Etti”, Timetürk, 16 Kasım 2013, http://www.timeturk.com/tr/2013/11/16 /polis-hamile-esini-oldurup-intihar-etti.html
[33] “Özel Harekâtçı Terörü”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2013, s.3.
[34] Rifat Başaran, “5 Bin Polis ve Asker Eş Durumundan Silahsız!”, Radikal, 20 Nisan 2013, s.8.
[35] İsmail Saymaz, “… ‘Utancın’ Mimarı Polismiş”, Radikal, 31 Ağustos 2012, s.10.
[36] “Genç Kıza Tecavüz Dehşeti”, Milliyet, 19 Mart 2013.
[37] “Devlet Taciz Etti, Yargı Devleti Korudu”, Gündem, 9 Mart 2012, s.10. Gözaltında cinsel işkenceye tabi tutulanların çoğunun Kürt kadınları olduğunu vurgulayan (“En Çok Kürt Kadınına İşkence Yapıldı”, Gündem, 9 Mart 2012, s.10) rapor için ayrıca bkz. “16 Kadın Gözaltında Cinsel Tacize Uğradı”, Birgün, 24 Kasım 2011, s.9.
[38] Gözde Tüzer, “Kadınlar Birer Rakam Değildir”, Evrensel Pazar, 25 Kasım 2012, s.6.
[39] Yüksel Işık, “Cinsiyetçi Uygulamaya Son”, Radikal, 8 Mart 2012, s.19.
[40] “11 Bin Kadın Polise Sığındı”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2013, s.18.
[41] “Sığınacak Bir Kapı Kalmadı”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2012, s.3.
[42] “Türkiye’nin Utanç Tablosu: 6 Ayda 92 Kadın Öldürüldü”, Vatan, 20 Ağustos 2012, s.15.
[43] Hülya Gülbahar’ın açıklamaları. Elif İnce, “Kadına Şiddet Yasasının 10 Eksiği”, Radikal, 11 Mart 2012, s.15.
[44] Sevil Arınan, “Kadına Şiddete İmamlı Çözüm”, Cumhuriyet, 22 Temmuz 2012, s.6.
[45] “Kadına Şiddet ‘Kutlu’ Olsun”, Cumhuriyet, 28 Nisan 2012, s.20.
[46] Yakın birkaç örnek: Öncelikle tabii, RTÜK tarafından “ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirilen, Cerrahi dergahı postnişini Ömer Tuğrul İnançer’in “hamile kadın sokaklarda gezinmesin; akşamları beyi onu arabayla hava aldırmaya çıkarır, bu kadarı yeter” sözleri… (Meltem Özgenç, “… ‘Hamilelerin Sokağa Çıkması Terbiyesizlik’ Sözüne Ceza Yok”, Hürriyet, 31 Temmuz 2013, s.3.) Ardından, İslâmcı “yaşam koçu” Sibel Üresin’in, İkra dergisinde yayınlanan söyleşisinde kadın cinayetlerine alkış tutması: “Kadınlar çok para sahibi oldular ve o egoları çok yükseldi. Çok bilip çok konuşuyorlar ama kadına naif olmak, kibar olmak, yumuşak olmak yakışır. Bu, dinimizde de böyledir. Evet kadın çok bilebilir ama bildiğini konuşmak değildir doğru olan. Kadına sessiz kalmanın daha çok yakıştığını düşünüyorum. Hakikâtten, öyle gelinler öyle kadınlar tanıyorum ki ben sinir oluyorum ki kocasının deli olması çok normal. Sen bana durup dururken vurabilir misin? Ölen mi suçlu öldüren mi? Bir tahrik var yani ortada. (…) Erkekler neden vuruyor? Kadın car car konuştuğu için, o yüzden ben böyle kadınların şiddeti hak ettiğini düşünüyorum.” (“Üresin’den Yine Çok Tartışılacak Sözler”, Hürriyet, 6 Mayıs 2013)… “Kırılgan feminist” Yıldız Ramazanoğlu’nun “Ben Batı’nın verileri ile düşünmek zorunda değilim. Aslında bizim anlayışımıza baktığımızda kadın ve erkek birbirine eşit olamaz” buyurması… (Cansu Çamlıbel, “Yıldız Ramazanoğlu: ‘Kırılgan Feminist’ten Kadın-Erkek Yorumu: Eşit Olamayız”, Hürriyet, 3 Aralık 2012, s.20.)
[47] Nitekim, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, yasanın çıkmasıyla kadına yönelik şiddette ciddi bir düşüş olduğunu öne sürüp, her Türk “reformcusu”nun dilinde klasikleşmiş o sihirli cümleyi telaffuz ediyor: “Biz ekip olarak bu işin azalması yönünde kurumsal altyapımızı oluşturduk. Girmeye çalıştığımız AB ülkelerinden daha ileri yasamızı oluşturduk. Bunda çok iddialıyız.” (“Kadına Şiddet Azaldı Fakat Haberleri Arttı”, Hürriyet, 1 Eylül 2013, s.4.) Bakana göre kadına yönelik şiddetin neden “azaldığı” ortada: Bakanlık kadın cinayetlerini sayarken, muhafazakârlığa hâlel getirmemek için olacak; yalnızca “aile-içi” cinayetleri sayıyor. Sevgilileri, eski erkek arkadaşları ya da eski kocaları tarafından öldürülen kadınlar, hesaba dahil edilmiyor! (Özlem Güvemli, “Evli Değilsen Ölün Bile Sayılmıyor”, Cumhuriyet, 27 Mart 2013, s.7.) Bu bir yana, Medenî Kanun’un kabulü sırasında Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) Bey’in şu sözleri düşünüldüğünde, yasayı değiştirince hayatı da değiştireceğini sanan Türk yönetim zihniyetinde fazla bir ilerleme kaydedilmediği anlaşılıyor. “Bu kanunun yayımlandığı gün,” diyordu Mahmut Esat, “Türk ulusu temelsiz inançlardan ve geleneklerden, Tanzimat’tan beri süregelen sallanmalardan kurtulmuş olacaktır. O gün, eski bir uygarlığın kapılarının kapandığı, çağdaş ilerleme uygarlığına gidildiği gün olacaktır.” (Osman Bahadır, “Cumhuriyet ve Kadınlar”, Cumhuriyet, 10 Mart 2013, s.6.)
[48] “Bedenim benimdir diyenler feministlerdir,” “Bedenim benimdir demenin ahlâkla örtüşür yanı yok!” (R. T. Erdoğan, 6 Haziran 2012. Bkz. Didem Derya Özdemir, “Hangi Kadına Yönelik Şiddet?”, Radikal, 11 Haziran 2012, s.18.).
[49] “Feminizme Davetiye Çıkmasın”, Hürriyet, 8 Mart 2012, s.18.
[50] “Evli Öğrencinin Kredi Borcu Burs Olacak”, Bugün, 1 Kasım 2013, http://egitim.bugun.com.tr/10-bin-tl-burs-mujdesi-haberi/845045
[51] “Başbakan Erdoğan Nikah Şahidi Oldu”, Rotahaber, 11 Eylül 2013, http://haber.rotahaber.com/basbakan-erdogan-nikah-sahidi-oldu_398620.html#ixzz2lAF7V6ZW
[52] Nitekim Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu, “paket”in uygulamaya konulması durumunda ‘evlerin küçük atölyelere dönüşeceği” konusunda uyarıda bulunuyor. (Hacer Boyacıoğlu, “Kadın İstihdam Paketi Kime Ne Getirecek?”, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/10/131025_kadin_tesvik_paketi.shtml)
[53] Özlem Yüzak, “38 Milyon Kadınız... Gücümüz Ne Kadar?”, Cumhuriyet, 6 Şubat 2013, s.11.
[54] Kadınların ekonomiye katılımı ve fırsatlara erişimi konusunda 135 ülke arasında 132’inciyiz (Çağla Ünlütürk Ulutaş, “Değişmiyor...”, Radikal Kitap, Yıl:11, No:600, 14 Eylül 2012, s.15.)
[55] “Kadın İstihdamı da Ücretleri de Düşük”, Cumhuriyet, 8 Mart 2012, s.10.
[56] Mert Taşçılar, “Kadın Eve Hapis”, Cumhuriyet, 19 Aralık 2012, s.14.
[57] “421 Bin Kadın Eve Döndü”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2012, s.10.
[58] Nitekim, 2012’nin ilk altı ayında, kendini “ev kadını” olarak tanımlayanların sayısı 500 bin artarak, 12.2 milyon’a çıktı. Bir başka deyişle, 500 bin genç kadın işgücü piyasasından çekilerek (ya da çekilmek zorunda bırakılarak) hem işsizler ordusunun sayısında bir azalma varmış (sahte) izleniminin yaratılmasına katkıda bulundu, hem de olası işleri erkeklere terk ederek ataerkil işbölümünü tahkim etti - nihayetinde “kadının esas vazifesi evine-çocuklarına kakmaktır”, değil mi?) (bkz. Mustafa Sönmez, “500 Bine İş, 500 Bine de Ev Kadınlığı...”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2012, s.12.)
[59] DİSK-AR’ın TÜİK verilerine dayanarak çıkardığı tabloya göre, kriz döneminde (2007-2011) kayıt dışı verileri 716 bin kişi artışla 10 milyon 139 bine ulaşıp yeni bir rekora imza atarken, kayıt dışındaki artış kadınlarda 777 bin kişi oldu. Krizde işsizliğin girdabında 1 milyon 617 bin kadın istihdama katılırken bu kadınların yüzde 48’i kayıt dışı çalışmak zorunda bırakıldı. Kadınların işgücüne katılım oranı 5 puan artışla yüzde 23.6’dan yüzde 28.8’e yükselirken çalışma hayatına kadınların katılımı arasında en alt sıralarda olan Türkiye için bu artış kötü çalışma biçimlerindeki artışla birlikte olumlu bir tablo sunmadı. 617 bin kadın çalışma hayatına ücretsiz aile işçisi, 199 bini de kendi hesabına çalışan olarak en kötü ve kırılgan istihdam biçimleri ile dahil oldu.
2011’de kadınlarda işsizlik oranı yüzde 11.3 olarak açıklanmışken umutsuz işsizler dahil edildiğinde oran yüzde 24.5’e yükseldi. Buna karşın erkeklerde işsizlik 2011 resmi verilerine göre yüzde 9.2. Bununla birlikte umutsuz ve diğer işsizler dahil edildiğinde bu oran yüzde 13.1 oluyor. Yani aslında resmi istatistiklerin gizlediği gerçek, kadın işsizliği. (Olcay Büyüktaş Akça, “Emekçi Kadın Sendikalı İş, Şiddetsiz Yaşam İstiyor”, Cumhuriyet, 8 Mart 2012, s.7.)
[60] Ka-Der’in (Kadın Adayları Destekleme Derneği) verileriyle, 2013 Türkiyesi’nde, meclisteki kadınların oranı yüzde 14.5;26 bakandan 1’i kadın; 81 validen 1’i kadın; 2 bin 924 belediye başkanından 26’sı; 34 bin 210 muhtardan 65’i; 103 rektörden 5’i; 185 büyükelçiden 21’i kadın iken, 26 müsteşar arasında hiç kadın bulunmamaktadır. BDDK, Yargıtay, Sayıştay’da da kadın üye yoktur. Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen, TOBB, MÜSİAD, TZOB, TESK gibi kurumların yönetim kurullarında kadına yer verilmemiş. (Gila Benmayor, “8 Mart Eşittir Acı Bilanço”, Hürriyet, 9 Mart 2012, s.11.)
[61] “Cinsiyet uçurumu’ konusunda en kapsamlı çalışmalardan biri olan, WEF’nin ‘2011 Küresel Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda derlediği ‘Cinsiyet Uçurumu Endeksi’nde Türkiye çalışmaya dahil edilen 135 ülke arasında 122. sırada yer alıyor (Yani Türkiye, cinsiyet eşitliğinde son sıralarda). 2006 yılında ise Türkiye 13 sıra daha yüksekteydi; yani WEF’ye göre geçen altı sene içerisinde Türkiye’de kadın-erkek arasındaki uçurum açıldı.” (Metin Ercan, “Türkiye’de ‘Cinsiyet Uçurumu’…”, Radikal, 21 Temmuz 2012, s.23.)
Yorum Ekle