SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER “Ben kimseye hiçbir şey öğretemem, sadece onların düşünmelerini sağlayabilirim.” [1] Sosyal...
SİBEL
ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“Ben kimseye hiçbir şey öğretemem,
sadece onların düşünmelerini sağlayabilirim.”[1]
Sosyalist
örgüt/veya örgütlenmeyi tartışma zemini, biçime mündemiç “teknik” bir “soru(n)”
olarak ele alınamaz.
Sosyalist
örgüt/veya örgütlenme; ideolojik bir “soru(n)”dur. Yani bugünden geleceği nasıl
tahayyül ve tasavvur ettiğimizin siyasal pratiğidir. Böyle de olmalıdır.
Bu çerçevede
sosyalist örgüt/veya örgütlenmeyi tartışmak, aynı zamanda sosyalist
demokrasiden ne anladığımızı da ortaya koymaktır.
Örgüt/veya
örgütlenme “eski dünya”yı değiştirme/ aşma faaliyeti olduğu kadar, yeniyi
kurmadır da…
Bunun için de
radikal sosyalistler için örgüt(lenme)ler kolektif bir varoluş hâli şahsında,
topluma gelecek için verilmiş bir sözdür…
Çünkü bir
değişim/ dönüşüm ekseni veya kaldıracı olan örgüt/veya örgütlenme,
sosyalistlerin ne olup olmadığının da turnusol kağıdıdır.
Bilinç +
inandırıcılık + eylem ile = bir hegemonya ve kutup yıldızı özelliği kazanan (ya
da kazanamayan) örgütlenme aynı zamanda yeni bir etik, ahlâk, vicdan ile eskiye
meydan okuyan, her adım başında da alternatif yeniyi ören/ örmesi gerekendir…
Bunu başaran
bir örgüt için “güven sorunu” sözkonusu olmaz; yaratılan yeni değerler
geleceğin önünü açar; sosyalist örgütlenmelerin toplumsallaşmasını, geniş
yığınlara mal olmasını da beraberinde getirir.
Sosyalist
siyaseti çoğullaştıran bir yapı, kaçınılmaz olarak çeşitlilik içinde birlik
esprisini “es” geçmeyen bir sosyalist demokrasinin ne demek olduğuna
yabancılaşmaz.
“Ben merkezi
hotzotçuluk”lardan uzakta, çeşitliliğin kaçınılmaz ve bastrılamaz bir zenginlik
olduğunu unutmaz/ unutturmaz.
Bu böyle
olunca da radikal sosyalistlerin örgüt içi ya da örgütler arası soru(n)ları,
“şiddet yolu”yla, “liderlik baskısı”yla değil, tabanın katılımıyla çözüme
kavuşturulur.
Tabii bunlar
anlatıldığı kadar “kolay” değildir…
Bunun için sosyalist örgüt/veya örgütlenme,
aynı zamanda da sosyalist demokrasi, öncelikle eylemli, hayatı değiştiren bir
eleştiri hareketi olmakla mükelleftir.
ÖZ/ELEŞTİRİ
Eleştiri, hiç
kuşkusuz aynı zamanda öncelikle özeleştiridir. Ama yaygın olan yanılgının
aksine, özeleştiri, asla “günah çıkarma”, “pişmanlık”, saf değiştirme gerekçesi
ya da koltuk kavgalarının aracı değildir, olmamalıdır. Özeleştiri, geçmişin
yanılgılarını değerlendirip teori ve pratikte tashih edebilme yetisidir ve bu hâliyle
sosyalistlerin dinamik ve süregen bir gerecidir.
Bu saptama
ışığında diyebiliriz ki, insan(lık)ın
durumu ya da sosyalist hareketin bugünkü hâli, dünyayı değiştiren pratik
eleştirinin çöküp, çürümeye kapı açmasından kaynaklanıyor.
Bu bağlamda
“Türkiye’de eleştiri çökmüştür,”[2]
diyen Aydın Çubukcu’nun vurgusu boşuna değildir…
Bir şeyin daha
iyiye gitmesi veya bir yanlışın düzeltilmesi için yapılan değerlendirme,
düzenleme eylemi olarak eleştiri yaratıcı/ yıkıcılığın iradesi, itirazıdır.
İtirazı yasaklayan, itiraz edenleri “ukala”,
“bozguncu” olmakla suçlayanlar sosyalizmden söz etmesinler. Çünkü sosyalizm
“tekçi”, “monolitik” bir dayatma değildir. Olamaz da…
Eleştiri:
incelik, kavrama gücü ve de her şeyden önce derinlemesine bilgi gerektiren bir
eylemdir..
“Hayır”;
hiçbir şey yapmayanların yaptığı bir şey değildir eleştiri; çünkü onu var eden
hayata dokunabilmesi, hayatı değiştirebilmesidir.
“Eleştiri bilinci dediğimiz, nihayetinde,
alternatiflerden yana olma yönünde karşı konulmaz bir eğilim değil midir?”
Edward Said’in ifade ettiği gibi…
Evet eleştiri
ciddi olduğunda, siyaset olur, politikada silah olur, güç olur, kendine güven
olur, isyan olur. (Eleştiri olmaktan çıkan eleştiri ise, hakarete dönüşür…)
İncelenen,
irdelenen konunun, nesnenin, yazının, eleştirilen şey neyse onun eksiğini,
açığını kapatma ihtiyacının ifadesidir eleştiri.
O anda var
olanın etki gücünü, ifadesini güçlendirecek ve onu zenginleştirecek bir pozitif
etkidir.
“Olumsuz”
sanılan eleştiriler bile eleştirilene bir anlam katar. Bu bağlamda eleştiri
eleştiren ile eleştirilenin iletişimini, bütünleşmesini sağlayan bir yöntemdir.
“Çağımızdaki
gibi insanların bilgelikle bilgiyi, bilgi ile malûmatı, mümkün ile zorunlu,
geçici ile kalıcı olanı birbirine karıştırdığı ve hayatın meselelerini
mühendisliğin tabirleriyle çözmeye kalkıştığı bir zamanda dünya, tarihin
kaydetmediği yeni bir darkafalılık ve bağnazlık tipine sahne olmaktadır.
Bu, mekânla
değil zamanla ilgili bir taşralılıktır; çünkü onlar için tarih, zamanlarını
tamamlayıp kullanımdan kaldırılmış insani tekniklerin bir çetelesinden
ibarettir; çünkü onlar için dünya, içinde ölülerin hiçbir payının bulunmadığı,
sadece yaşayanların mülküdür. Bu tür taşralılığın arz ettiği tehlike hepimizin,
yeryüzündeki bütün halkların, hep birlikte taşralı olabileceğidir; ve taşralı
olmakla yetinmeyenler sadece birer münzevi olabilirler.
Eğer bu tür
taşralılık tahammül anlamında, daha büyük bir hoşgörüye yol açmış olsaydı,
bunun için söylenecek daha fazla şey olabilirdi; fakat bu öyle görünüyor ki
ayırt edici bir dogma yahut standardı muhafaza etmemiz gereken meselelerde
bizim kayıtsız kalmamıza; mahallî ya da kişisel tercihe bırakılabilecek meselelerde
ise hoşgörüsüz olmamıza meydan verecektir muhtemelen…
Eleştiri böyle
bir zamanda sesini her zamankinden daha gür ve yüksek perdeden çıkarmalıdır.”[3]
Çünkü
eleştiri, herkesin hakkıdır; iyileştirme, değiştirme sanatıdır.
Eleştiri
verilmiş olan değil, herkesin kendiliğinden sahip olduğu bir haktır, eylemdir.
Elbette
eleştirinin de bir de estetiği vardır; yani kadife eldivenle yapılamayan bir
şeydir eleştiri…
“Ama”sız,
“Fakat”sız, “Had”siz, “Sınır”sızca ucunun dokunacağı şeylere aldırmayan bir
çocuğun “Kral çıplak” diye haykıran insanî hâlidir, müdahaledir eleştiri.
İşte tam da
bunun için “Eleştiri yeteneğini körletmesine izin verme,” der Cengiz Gündoğdu.
Çünkü fikri ve eylemi yenileme, geliştirme olanağı sağlar eleştiri.
Eleştiriden
kaçmamalıyız, çünkü bir düşünceyi düşünce, eylemi de eylem yapan kendisi kadar
ona getirilen eleştirilerdir. Çünkü bir dayanışma ve aşmadır eleştiri.
Bu yanıyla da
eleştirmek, toplumla çatışmamak anlamına gelir.
Evet “tekamülü
tetikleyici”dir eleştiri…
Türkiye’de pek
fazla yapıl(a)mayandır. Coğrafyamızda sadece ayar vermek olarak algılanan
şeydir.
Eleştiri olmazsa sosyalist örgüt/veya
örgütlenme, aynı zamanda da sosyalist demokrasi de olmaz…
ÖRGÜT
Örgüt: “Ortak
bir siyasal/ ideolojik amaç uğruna, bu amacı gerçekleştirmek için eylemde
bulunmak üzere bir araya gelmiş kişi ve kurumlardan oluşmuş topluluk,” diye
tanımlansa da bu eksiktir; hatta bir galat-ı meşhurdur… Çünkü nihayetinde
örgüt; ya örgütlü özgürlüktür ya da “köleliktir”.
Örgüt özgürlük
ise her şeyimizdir. Onunla var oluruz. Kendimizi ona katarak büyür, özgürleşir,
gelişiriz.
Devrimci
özgürlükçü bir yapıda örgüt-birey çelişkisi olmaz. Çünkü örgüt çoğulcu/
özgürlükçü bir çeşitliliğin bütündür; örgütlülük ise bütünün parçası olmaktır.
Örgüt
özgürlükçü kolektivizmdir; bir arada olmanın gücüdür.
1980 sonrası
Türkiye’sinin insanlarının algısına lanetli bir kelime olarak yerleştirilen
“örgüt” Türkçe’deki ve Türkiye’deki yasaklı sözcüklerin belki de en başında
gelmektedir.
Fakat
yasalarla başlamış da olsa yasak, onlarla sınırlı kalmamış, bir süre sonra
hukuki düzlemi aşıp insanların bilincine de sirayet ederek nüfuz alanını
genişletip derinleştirmiştir.
Yani bırakın
örgütlü olmayı, sempatizan olmanın bile suç sayıldığı Türkiye’de “örgüt”
kelimesine negatif bir anlam yüklenmiştir.
Oysa insan ve
özgürlük ile örülmüş bir kolektivizasyon ağı olarak örgüt/ veya örgütlenme
toplumsal yapılanmanın kaldıracıdır.
Veya Ece
Ayhan’ın, “Aşk örgütlenmektir,” ifadesindeki kadar insanî ve insan(lık)a
özgüdür…
Asla “yüceltme”, “kutsallaştırma” bağlamında
ele alınmaması gereken örgütlenme; “Özgürlük yolunda her yürek devrimci bir
örgüttür,” diyebilecek kadar bizim olmalı ve bu eksende
toplumsallaştırılmalıdır…
ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ
“Azınlık”ı ve “hakları”nı çoğunluğa ve
merkeze karşı kayıtsız koşulsuz garanti altına alan sosyalist örgüt/veya
örgütlenme ile sosyalist demokrasi bir özgürlük ile eylem birliği
sorumluluğudur.
Örgütlenme
özgürlüğü; fikirlerin yansıtılması, buna ambargo konmamasıdır. Çünkü ‘1789
İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde “Düşünce ve kanaatlerin başkalarına
iletilmesi en değerli haklardan biridir,” denirken; fikirler kendini yaymak
ister ve bu amaçla haklarını kullanma gereksinimi duyar…
O hâlde
sosyalist örgütlenmenin de bu genellerden muaf olması mümkün değildir; olmamalıdır;
olamaz da…
Söz konusu
çerçevede ikna ve ideolojik hegemonyanın örgütlü özgürlüğü üzerine inşa
edilmesi gereken Leninist tarz-ı siyaset 3. Enternasyonal’de benimsenen
“Komünist Partilerin Örgütlenmesi Üzerine Tez”deki şu uyarıları bir an dahi
“es” geçmez/ geçemez:
“... komünist partilerin mutlak, hatasız ve
değiştirilemez bir örgütlenme biçimi olamaz. Proleter sınıf savaşının koşulları
sürekli, bir evrim sürecindeki değişmelere maruzdur ve proleter öncü bu
değişmelerle ahenk içinde daima bunlara karşılık düşen yeni biçimler aramak
zorundadır. Aynı şekilde her ülkenin kendine özgü koşulları o ülkelerdeki
partinin örgütlenme biçiminin özel uyumunu belirler...”
“... komünist parti örgütlenmesindeki
organik bütünlük demokratik merkeziyetçilik yolu ile sağlanmalıdır...”
“... proleter sınıf mücadelesini yöneten ve
komünist önderliği merkezileştiren komünist parti’nin devrimci proletaryaya
hükmetmeye çalıştığını, yalnızca komünistlerin düşmanları iddia edebilirler...”
Elbette her
sosyalist örgütlenme biçimi Leninist değildir; olmamalıdır da…
Aslolan tüm
sosyalist örgütlenme biçimleri için çizgi meselesidir; yani sosyalist iktidar
kurma yolunda mücadele eden örgütlerin günlük kazanımları asla reddetmemekle
birlikte, bunların getireceği uzlaşmacı pratikten uzak durmaları gibi…
Bu çizgi
şiddeti doğası gereği yüceltmez, ama inkâr da etmeyip, gerekliliğini kabul
eder. Çünkü “sınıf savaşımı”nın, karşılıklı gül ve karanfil atışları ile
gerçekleşmeyeceğini, olmayacağını bilir.
Yani sosyalist örgütlü özgürlük gereğine
göre silahı ve siyaseti örgütleyen tarz-ı siyasettir; koşullar neyi
gerektirirse, çoğulculuğu gözeten bir yerden sınıf mücadelesinin önünü açmak
için onu yapar…
SOSYALİST DEMOKRASİ
Çoğulculuğu gözetmek sosyalist demokrasidir.
Çünkü çoğulculuk (öz)eleştirinin zeminini
her zaman diri tutan farklılığın kabulü ve olumlanmasıdır. Farklılığın
geliştiriciliğine ya da zenginleştiriciliğine dair önkabul, sosyalizm tasavvuru
için bir “olmazsa olmaz”dır. Sosyalistler açısından farklılık salt bir
“hoşgörü” sorunu değildir; onlar hayatı var edenin farklılık olduğunun
bilincindedirler.
“Bir insanın
hakkı her insanın hakkıdır; her insanın hakkı birdir,” diyen sosyalist
demokrasi: Komün’den Ekim’e, Ekim’den bugüne uzanan inşa hâlindeki tarihin süreklilik
içindeki radikal kopuşlarının toplamıdır.
Yaşamın
rekabet değil, dayanışma ve enternasyonalizm esasına göre kurulması
güzergâhındaki devrimi doğrudan organları olan konseylerle -aşağıdan yukarıya-
doğru işleyen bir yönetime katılım mekanizması oluşturan sosyalist demokrasi
toplumsal özgürlükler için (onların yararına) “sömürme”, “sınırsız tüketme”,
“daha fazla kâr için doğayı, insan hayatini hiçe sayma özgürlüğü”nü ilga eder…
Ki bu da
mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi ya da yadsınmanın yadsınmasıdır.
Bu çerçevede
Karl Marx’ın sosyalist demokrasi kavramı, özel ile evrenselin birleşimidir.
Mesela Karl
Marx’ın “insan haklarının özüne” itirazı yoktu. İtirazı, bu hakların sadece
burjuvanın kullanabileceği şekilde inşasınaydı.
O hâlde
toplumsalı inkâr etmeyen tüm hakları güvence altına alan sosyalist demokrasi;
elini dokunduğu her şeyi metalaştıran kapitalizmin “özgürlük” kavramını da
metalaştırmasının karşısında dururken; bireyi toplumsala, toplumsalı da bireye
feda etmeden farklılıkların meşruluğunu pekiştiren kolektivizme sarılır;
Konseylerde/ Şuralarda hayata geçirdiği gibi…
Bu da nihai kertede büyük insan(lık)dan yana
saf bağlayan vicdanın toplumsallaştırılmasını “olmazsa olmaz” kılar…
VİCDAN
Sosyalist örgüt/veya örgütlenmeyi niteleyen
esaslardan birisi de sınıfsal vicdandır; olmalıdır.
Vicdan, bir
sınıfsal mücadelenin “insanî” vasıfları kaybetmemesi için elzemdir. Çünkü
cellatların ilk öldürdükleri şey olan vicdan bir yargıçtır…
Aristoteles’in,
“İradene hâkim, vicdanına esir ol”; Mahatma Gandhi’nin, “Her sabah kalktığım
zaman kendime şöyle bir söz veririm: Dünya üzerinde vicdanımdan başka bir
kimseden korkmayacağım”; Publilius Cyrus’un, “Kapanmayan tek yara vicdan
yarasıdır”; Sezen Aksu’nun, “Bütün büyük dönüşümler, hayata vicdan gözüyle bakan
vicdanlı insanların gücüyle gerçekleşir”; Hrant Dink’in, “Sağduyunun vicdanın
sesi suskunluğa mahkûm edildi. Şimdi o vicdan çıkış yolu arıyor,” notunu
düştükleri vicdan asla susmayan, susturulamayan çığlıktır.
Vicdanın,
ileriye doğru ikaz-edici, geriye doğru ayıplayıcı niteliklerinden bahseden
Heidegger’in haksız olmadığı çok açıktır. Çünkü vicdan somut bir şeydir. Sadece
kalpte ağrı, alında ter, gözde yaş değil; sıkılı bir yumruk, kendinden emin bir
itirazdır, asla geri adım atmayan…
Sınıfsal
iyinin ve iyiliğin doğru olduğuna inanan; iyi ve kötüyü ayıran olgu hakkında
Herman Hesse, “Vicdan dediğimiz şeyin ahlâkla, yasalarla hiçbir ilintisi
yoktur, onlarla en korkunç, en öldürücü karşıtlıklar içersine girebilir, ama
öte yandan sonsuz denecek kadar güçlüdür, bencillikten, gururdan daha
güçlüdür,”[4] der…
“Benlik
mahkemesinde savcı”; “Var olma bilincini, ağırlığını kaldıran hamal” olarak da
tanımlanması mümkün olan vicdan insanı insan yapan en önemli özelliktir.
Vicdanınız yoksa insanlığınız da yoktur. İnsan vicdanıyla insandır…
O hâlde
insanları örgütleyip, harekete geçiren örgütlerin de kolektif vicdanları
olmalıdır. Çünkü size (ve örgütünüze) yapılmasını istemediğiniz bir şeyi
başkasına yapmamak, yaptırmamak, yapılmasını onaylamayıp, karşı çıkmaktır vicdan;
böyle bir hakikâttir…
Örgütlü
mücadelede yoksunluğu en fazla hissedilen vicdan konusunda bakın ne der Ahmet
Telli:
“… ‘Kendi
kavramlarımı geri istiyorum’. Vicdan da bunlardan biridir. İçi boşaltılınca
metafizik bir kavram hâline dönüşür vicdan. Oysa kendi hayatınıza
çağırdığınızda somut bir şeydir. Somut bir şeyden soyut bir şey olmaya
başlayınca iktidarın malzemesi oluyor. Oysa iktidarın bu kelimeyi hiç
kullanmaması gerekiyor. biz bu kavramı mutlaka geri almalıyız. Şiirimizle,
romanımızla ve hayatımızla…”[5]
Çünkü vicdan
birinin erdemini, iyiliğini, diğerkamlığını değerlendirmenin kısa yoludur;
insanî (ve örgütsel) hakkaniyettir; iyiyi kötüden ayırmadır; adalet duygusudur.
Kişiyi kendi
eylemleri hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi iyileri ve
değerleri üzerine doğrudan doğruya ve kendiliğinden yargılama yapmasını
sağlayan güçtür.
Nihayet
bilinç, duygu, hafıza, sınıfsal konumlanış, karar verme gibi süreçler vicdanı
oluşturan unsurlardır.
Bu yanıyla da
vicdan insanlığın umududur.
Tam da bunun
için “Vicdan, kaybetmeye en fazla hakkımız olduğu anda koruyabildiğimiz şey
değil midir?” der Nazan Bekiroğlu
Özetle kendine yapılmasını istemediğin bir
şeyi başkasına yapmamaktır vicdan ve öyle görünse de yalnızca kişisel değildir;
toplumsallaşabilir; zaten toplumsallığa değgindir. Çünkü vicdanımız, ötekine
karşı davranışlarımızın ölçütlerine havidir!
ETİK VE AHLÂK
Nihayet bir
etiği olmalıdır örgütün…
Felsefenin
temel disiplinlerinden birisi olan Etik, Yunanca da “ethos”dan gelir. “Ethos”
da “Bir yerde bulunma, ikamet etme, birlikte yaşama” anlamına gelmektedir.
Aristo’ya göre
de “Karakter bilimi”dir; insanların yaptığı her hareketin, her davranışın
ahlâka uygun olup olmadığını inceler. Felsefenin ahlâk anlayış(lar)ını
sorgulayan etik ahlâk bilimidir de…
Özetle insan
(ve örgüt) davranışlarını ahlâki kurallar çerçevesinde araştırıp; insanlar
arası (ve elbette örgütler arası) ilişkilerin düzenlenmesi, yönlendirilmesiyle
de ilgilenir etik …
Aristo’nun
‘Ahlâk’ başlıklı yapıtında belirttiği üzere, ahlâk alışkanlık ve tekrar yoluyla
öğrenilir/ öğretilir…
Her sınıfı,
kendi hayatının/ kimliğinin ahlâkı tanımlarken; ahlâkın sınıfsallığı konusunu
F. Engels, ‘Anti-Dühring’ de şöyle ifade eder: “Toplum şimdiye dek sınıfsal
çelişkiler içinde gelişmiştir, ahlâk da daima sınıfsal olmuştur: Bu ahlâk ya
egemenliği ya egemen sınıfların çıkarlarını haklı göstermiş ya da baskı altında
bulunan artık bu egemenliğe karşı yeterli derecede sağlamlaşmış olan sınıfın
nefretini ifade etmiş ve baskı altındakilerin ilerideki çıkarlarını
savunmuştur…”[6]
Bir radikal
sosyalist için toplumsal sorumluluk olarak formüle edilmesi gereken sosyalist
ahlâkın ancak politik/ ideolojik mücadele içerisinde anlamı
olabilir. Soyut olarak söylenecek sözlerin fazla bir anlamı olamaz.
“Toplumsal ahlâk
ancak özgürlükle mümkündür ve özgürlük ancak ahlâki normlarla donatılmış
toplumda kanıtsanabilir”ken;[7]
yaşama kasteden, bitiren, yaşamı riske atan her şey ahlâksızdır.
Ve nihayet
isyan da, örgüt de başkaldırdığınız toplumun dayattığı ahlâka ve normlarına
karşıysa; alternatifini fiili olarak yaratıyorsa gerçektir...
NİHAYET
O zaman
toparlayalım buraya kadar söylediklerimizi.
Bir sosyalist
hareket hem kazanımları hem de yenilgilerinden ders çıkartabildiği ölçüde
kendini diri tutabilir. “Ders” çıkartabilme, kendini sürekli olarak
yenileyebilme kapasitesi, (öz)eleştirelliği
yitirmemeye içkindir.
(Öz)eleştirellik,
sosyalist harekette iki değeri önvarsayar: özgürlük
ve çoğulculuk.
Sosyalist
hareket için özgürlük örgütlenmenin
zorunluluğunun bilincinde olmak ve/fakat örgüt fetişizmine düşmemektir. Bir
başka deyişle, örgüt, sosyalistler için hedefe, yani devrime yönelen aygıttır;
insanlardan oluşur; başarısının sırrı ise bir yandan oluşturucu unsurlarını “herkesin yeteneğinden, herkesin ihtiyacına
göre”lik ilkesi doğrultusunda istihdam edebilmesi, ikincisi ise kendini
günün siyasal gereklerine uyarlayabilme yetisidir.
Sosyalist demokraside tezahür eden çoğulculuk ise, farklılığın bilinci ve
olumlanmasıdır. Bir sosyalist hareket, bir siyasal geçerliliğe denk düşmek
istiyorsa eğer, hem kendisinin, hem de dönüştürmeyi hedeflediği toplumun çoğul
ve çok-veçheli yapılanışını dikkate alarak örgütlenmek durumundadır.
Sosyalist
örgüt, “apparatchik”lerden ya da “emir kullarından” değil de, özgür bireylerden
oluştuğu ölçüde, vicdanı güdücü ilke
kabul etmelidir. Çünkü her türlü insanî/isyancı çıkışın ilksel ilkesi ve
dinamosu olarak vicdan, çeşitliliği vazgeçilmez sayan sosyalist örgütlenmenin
birliğinin güvencesidir. Neyin “adaletli/hakkaniyetli” olup neyin olmadığına ilişkin
seçimler, sosyalistler için birleşme zeminidir.
Ne ki “vicdan”
öznel bir kurgu olarak ele alınamaz. Sosyalist hareketin sınıfsal yönelimi
doğrultusunda bir “etik”in aslî
unsuru olarak değer kazanır ancak. Bir başka deyişle, vicdan, toplumun bütününü her türlü sınıfsal tahakkümün tarihin
çöplüğüne atılacağı bir “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” mekânına dönüştürme
mücadelesi ile biçimlenmiş bir “Etik” ile bağlantılandığında soyut bir güdü
olmaktan çıkarak dönüştürücü bir kuvvet hâline gelecektir.
24 Haziran 2013
12:11:06, Ankara.
N O T
L A R
[*] Gelecek
Dergisi (Kıbrıs), Yıl:3, No:83, Ocak-Şubat 2014…
[1]
Sokrates.
[2]
Aydın Çubukcu, “Türkiye’de Eleştiri Çökmüştür: Eleştirinin Yeri, Rolü, Önemi - 1”, Evrensel, 1 Mart 2013, s.7.
[3] Matthew Arnold-Thomas Ernest
Hulme-T.S. Eliot- Walter Horatio
Pater, Eleştiri; Anlamı
ve İşlevi, Yayına Hazırlayan ve Çeviri: Ahmet Aydoğan, İz Yay.,
2002.
[4]
Herman Hesse, “Dostoyevski Nasıl Okunmalı”, Kitap-lık, Çeviren: Ahmet Cemal,
1994.
[5]
Ahmet Telli, http://www.radikal.com.tr/…14.12.2011&categoryid=82
[6] F.
Engels, Anti-Dühring, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2003.
[7]
Turan Okalin, “Toplumun Kolektif Vicdanı Olarak Ahlâk”, Gündem, 17 Nisan 2013,
s.11.
Yorum Ekle