“Solan renkleri boyamakta o boyasız boyacı.” [1] “onları genelde inşaatlarda çalıştiran da kürt müteahhitlerdir. bir de bunlar...
“Solan renkleri
boyamakta
o boyasız
boyacı.”[1]
“onları
genelde inşaatlarda çalıştiran da kürt müteahhitlerdir. bir de bunlar asgari
ücretin bile altında çalışmaya razı olduklarından vede sayıca bol olduklarından
emek piyasasının da içine sıçmış memlekette asgari ücretten fazla para
alınabilecek iş bulunamaz olmuştur.”
Nefret söylemi bakımından oldukça
münbit bir sanal ortam oluşturan “Uludağ Sözlük”te “Kürt işçiler” başlığı
altında karşınıza çıkan “tanım”lardan biri, noktası virgülüne, böyle. İtiraf
etmek gerekir ki, olanca imla ve niyet bozukluğuna karşın, sınıf ile etnisite
ilişkileri konusunda son derece verimli bir düşünme alanı sağlıyor bu iki
cümle…
Öncelikle, Kürtler arasındaki dayanışma ve
ulus bilincine ilişkin bir varsayım: “onları
genelde inşaatlarda çalıştıran da kürt müteahhitlerdir.” İki anlamı aynı
anda aktaran bir hüküm: 1. “Kürtler birbirini tutar, Kürt müteahhitler Kürt
işçilerden başkasını çalıştırmaz”; 2. “Türk müteahhitler Kürt işçi
çalıştırmazlar.”
İkinci cümle ise daha çarpıcı: “asgari ücretin bile altında çalışmaya razı”
bol sayıda Kürt, inşaat işçiliğine hücum edince emek piyasasının DA (başka alanlara yaptıkları gibi) içine etmiş, memlekette asgari ücretten fazla para alınabilecek iş bulunamaz
olmuştur. Yani boğaz tokluğuna çalışmaya razı çok sayıda Kürt, birden bire
emek piyasasına hücum etmiş, böylece, (memleketin gerçek sahibi olan) Türklerin
ücret düzeyini düşürmüşlerdir. Kendini memleketin sahibi sayan Türk güruhların,
Kürt işçi gördüler mi, artık, [“bayrağa saygısızlık ettiler” mi olur, “markete
parayı eksik verdiler” mi, “kadınlara sarkıntılık ettiler” mi, “Kürtçe
konuştular/türkü söylediler mi…] ne bahaneyle olursa, saldırmaları, linç girişiminde
bulunmaları için, bundan iyi neden olur mu?
Tıpkı… Tıpkı 3 Eylül 2008’de
Mersin (Tepeköy); 19 Mayıs 2009’da Sakarya’da (Akyazı); 10 Ağustos 2009’da
Bursa’da (Nilüfer/Kayapa köyü);16 Ağustos 2009’da Rize’de; 22 Ağustos 2009’da
Samsun’da (Canik); 12 Aralık 2009’da Antalya’da (Serik/Kozaağacı); 21 Şubat
2011’de Trabzon’da (Beşikdüzü); 15 Temmuz 2011’de Aydın’da (Germencik/Bozköy);
17 Temmuz 2011’de Erzurum’da (Aziziye); 18 Temmuz 2011’de Trabzon’da; 26 Temmuz
2011’de Eskişehir’de (Mihalıççık/Ömerköy); 27 Temmuz 2011’de Eskişehir’de
(Mihalıççık); 28 Temmuz 2011’de Aydın’da (Nazilli); 1 Aralık 2011’de Tokat’ta;
15 Mart ve 10 Haziran 2012’de Kütahya’da (Simav); 6 Nisan 2012’de yine Aydın’da
(Nazilli); 19 Nisan 2012’de Isparta’da (Şarkikaraağaç); 29 Nisan 2012’de
Bursa’da (Gürsu); 18 Haziran 2012’de İstanbul (Ormanlı köyü); 31 Temmuz 2012’de
yine İstanbul’da (Şişli/Ayazağa); 2 Ağustos 2012’de Muğla’da (Ortaca/Dalyan);
29 Ağustos 2012’de Sakarya’da (Kocaali/Ortaköy) ve İstanbul’da (Çatalca); 2
Eylül 2012’de Çanakkale’de (Ayvacık/ Küçükkuyu); 3 Eylül 2012’de Afyon’da
(otogar); 6 Kasım 2012’de İstanbul’da (Gaziosmanpaşa)[2]… olduğu üzere…
* * *
Neo-liberalizm 12 Eylül askerî
darbesinin ardından bütün acımasızlığıyla Türkiye’ye giriş yaptığında,
giriştiği ilk işlerden biri, tüm dünyada olduğu gibi istihdam alanının
deregülarizasyonuydu. Yani patronların gözünde “aşırı örgütlü ve politize” işçi
sınıfını atomize ve terörize, haklar mücadelesini kriminalize ederek, sınıfı
örgütsüzleştirerek, emekçileri kayıtdışılaştırarak, taşeronlaştırarak işgücü
maliyetlerini alabildiğine düşürmek… Ne de olsa, tarımda sübvansiyonların ve
desteklerin kaldırılarak, ihracata yönelik monokültür desteklenerek ve tarım
arazileri toplulaştırılarak kırsal alanın uluslar arası sermayeye açılması
sonucu açığa çıkacak kırsal nüfusun kentlere göçerek işgücü fiyatlarını daha da
ucuzlatmasına yönelik genel bir “iyimserlik” de hâkimdi sermaye çevrelerinde.[3]
Ama 80-90’lı yılların “Kirli
Savaş”ı, zücaciyeci dükkânına girmiş fil gibi “emek piyasası”na dalan
neo-liberal kapitalizm için, olasılıkla hesap etmediği bir “hayat öpücüğü”
olacaktı. 1984-99 arasında Kürt topraklarındaki “özel harp” uygulamaları
sonucunda köy ve mezralarından sürülen bir milyona yakın vasıfsız Kürt
köylüsünün bir kısmı, hayatını marjinal işlerle ya da geçici tarım işçisi
olarak kazanmak üzere bölgede kalırken, önemli bir bölümü de, her türlü
güvenceden yoksun, kayıtdışı, taşeron, vasıfsız, düşük ücretli, “batak” işlerde
çalıştırılacağı Batı metropollerine göçtü… Neo-liberal rejime dört elle sarılan
Türkiye’nin kapitalist sınıfı da sigortasız/ kayıtsız/güvencesiz boğaz
tokluğuna, ölümüne çalıştırarak “uçuşa geçeceği”[4] yüzbinlerce işçiye böylelikle
kavuşmuş oldu.
Bu ise, Türkiye işçi sınıfının
bütününün değilse bile, en yoksun ve en kırılgan kesiminin, “en alttakiler”in
Kürtleşmesi anlamına gelmektedir. Üstelik emek sektörüne ilişkin birbirini
izleyen düzenlemelere (taşeronlaştırma, sözleşmeli işlere geçiş, sosyal
hakların durmaksızın budanması, reel ücretlerdeki düşme eğilimi, örgütlenme
girişimlerinin kriminalize edilmesi…) bakıldığında, onlar, işçi sınıfının
marjlarında değil, neo-liberal “emek ideali”nin tam merkezinde yer
almaktadırlar. Neo-liberal kapitalizmin yeni “işçi sınıfı” tahayyülünü, tam da
yersiz-yurtsuzlaştırılmış, çoğunlukla aynı etnik/yerel kökeni paylaştığı
taşeronların insafına terk edilmiş, örgütsüz, boğaz tokluğuna çalışmaya razı,
talepkârlık düzeyi düşük, kaldığı bekâr evlerinde kaynattığı tencereyi nimet
belleyen, sindirilmiş ve bastırılmış, sosyal haklarını ücretinden değil de,
yerel destek ağlarından sağladığı için az masraflı Kürt emekçiler temsil
etmektedir.
İşçi sınıfı içerisinde, hatırı
sayılır bir kesimin yoksulluk sınırı altında yaşaması, ücretlerin toplam
maliyet girdileri içindeki payının topyekûn olarak aşağıya çekilmesine yol
açar. Hele ki “en alttakiler” diğer emekçilerin öfke ve etnik nefretlerinin
hedefi hâline getirilebilirse, bir başka deyişle sınıf etnik temelde
bölündüğünde, denetim ve sömürü çok daha yoğunlaştırılabilecektir.
Bugün Türkiye’de “Kürt sorunu”,
sol cenahta genellikle sınıfsal bağıntılarından soyutlanarak bir
“kimlik/etnisite” ve/veya “ulusal” sorun(u) bağlamında ele alınırken, bu (son
derece önemli) sınıfsal boyut, ne yazık ki genellikle ihmal edilmekte. Bu ise,
Türkiye sosyalist hareketinde, bir kutba yakın duranların kendilerini Kürt
sorunundan uzak tutmaya gayret gösterirken, diğerlerinin Kürt sorununa salt
kimlik perspektifinden baktığı ve Kürt hareketinin önerileri dışında bir
perspektif üretemediği “emek-kimlik” eksenli bir polarizasyona yol açıyor.
Oysa isteyerek ya da istemeyerek
kendini bir “Kürt partisi” olarak kurgulayan ve Kürt girişimcilerin,
müteahhitlerin, esnafın, tüccarların da temsilciliğini üstlenen BDP açısından
bu durum ne denli “anlaşılır” olsa da, Kürt sorununa sorgusuz angajmanın emekçi
sınıflar arasında çalışmanın ihmaline yol açtığı Türkiye sosyalistleri
açısından bu tablo, hiç de iç açıcı değil. Sosyalist etkilenimin böylelikle
uzağına düşen “Türk” işçi sınıfı ve emekçiler, böylelikle “İslâmcı-milliyetçi”
propagandanın tam boy hedefi hâline gelirken, sınıfsal konumlarını daha da
geriletmekten başka bir “hayrı” olmayan bir etnik rekabete/çatışmaya taraf
kılınmaktadır.
Kürt proleterleşmesinin ve
proletaryanın (en alt kesimleri itibariyle) Kürtleşmesinin anlam ve içerimleri
konusunda düşünmeye başlamadan önce, dilerseniz somut duruma bir göz atalım.
KÜRT
PROLETERLEŞMESİNİN KAYNAĞI: KÜRT COĞRAFYASINDA YOKSULLAŞMA
“Zorunlu Kürt göçü” ile birlikte
nüfusları katlanan büyük Kürt illeri[5] böylelikle de büyük bir hızla
onmaz bir yoksullaşma sürecine sürüklendiler. Hem meslek örgütleri, hem insan
hakları kuruluşları ve diğer sivil toplum örgütleri, hem de akademisyenlerin bu
konudaki çalışmaları, tek bir yöne işaret ediyor: Kürt bölgeleriyle ülkenin
geri kalanı arasındaki gelir uçurumunun, 1990’lı yıllarda devasa ölçüde
açıldığı.
Örneğin ODTÜ’den iki akademisyen, Doç. Dr.
Tarık Şengül ile Prof Dr. Melih Ersoy’un 2002’de Diyarbakır ve Urfa’da
yürüttükleri “kentsel yoksulluk” temalı çalışma, iki Kürt kenti ile Ankara
verilerini karşılaştırma olanağını sunuyor bize:
Diyarbakır
ve Şanlıurfa yoksulluk sorununun diğer iki kente göre çok daha yoğun biçimde
yaşandığı kentlerimizdir. İşsizlik oranının yoksulluk düzeyinin en temel
göstergelerinden birisini oluşturduğu görüşü benimsenirse, Zonguldak ve Ankara
kentleriyle karşılaştırıldığında, Diyarbakır ve Şanlıurfa kentlerinde söz
konusu sorununun ulaştığı boyut daha anlaşılır hâle gelmektedir. Ankara ve
Zonguldak kentlerinde seçilen örneklem içinde “işsiz” olduğunu belirten
deneklerin oranı sırasıyla, yüzde 12.4 ve yüzde 12.2 iken, bu oran Diyarbakır
ve Şanlıurfa kentleri örneklemlerinde beş kat artarak sırasıyla yüzde 62.8 ve
yüzde65.8 düzeyine ulaşmaktadır. İşsizlik oranının özellikle, Diyarbakır ve
Şanlıurfa kentlerinde ulaştığı boyut, söz konusu yerel toplulukların yaşadığı
yoksulluk ve toplumsal bunalımın ciddiyetinin en belirgin işareti olarak
görülmelidir. (…) Ancak hemen belirtmek gerekir ki, iş sahibi olanların
hepsinin düzenli işlerde çalıştığı varsayılmamalıdır. İş sahibi görünenlerin
önemli sayılabilecek bir kısmı da enformel sayılan işlerde çalışmaktadır.
İşsizler ve enformel işlerde çalışanlar birlikte değerlendirildiğinde, Ankara
ve Zonguldak için örneklem içinde çalışabilir yaştaki nüfusa oranı sırasıyla
28.2 ve 15.3 tür. Diyarbakır ve Şanlıurfa için bu oran yüzde 72. 7 ve yüzde 73
tür. Diğer bir anlatımla bu iki kentteki örneklem içindeki çalışabilir nüfusun
sadece yüzde 27 si düzenli işlerde çalışmaktadır. Bu çerçevede çarpıcı olan bir
başka bulgu Ankara ve Zonguldak kentlerinde ücretli maaşlı kategorisinde yer
alanların oranının, sırasıyla yüzde 42.3 ve 35.0, Diyarbakır ve Şanlıurfa
kentlerinde göre, sırasıyla 12.4 ve 11.7, oldukça yüksek olmasıdır.[6]
Bu saptamaları aylık hanehalkı
harcamaları, konutlarda temel kentsel hizmetlere erişim olanakları ve yeşil
kart kullanımı gibi tablolarla desteklersek, durum daha açık bir tarzda gözler
önüne serilecektir.
Tablo 1: HANEHALKI AYLIK HARCAMALARI (2002)[7]
|
||||
Kent
|
Hanelerin
aylık harcaması (milyon TL)
|
Hane
büyüklüğü
|
Kişi
başına aylık harcama
(milyon
TL)
|
Kişi
başına günlük harcama (USD)
|
Ankara
|
474.6
|
4.31
|
110.1
|
2.
62
|
Urfa
|
201.5
|
7.06
|
28.5
|
0.67
|
Diyarbakır
|
238.74
|
7.06
|
26.9
|
0.
64
|
Görüldüğü üzere, Urfa ve
Diyarbakır’da kişi başına günlük harcama, Ankara’nın dörtte birinin altında
kalmaktadır ve her iki kent de, Dünya Bankası’nın belirlediği açlık sınırı olan
kişi başına günde1 USD’nin altında kalmaktadır. Kentsel hizmetlere erişime
gelince:
Tablo 2: KENTSEL HİZMETLERE ERİŞİM (HANELERİN
YÜZDESİ) (2002)[8]
|
||||
Kent
|
İçme suyu yok
|
Elektrik yok
|
Kanalizasyon yok
|
Ev içi tuvalet yok
|
Ankara
|
0
|
0
|
0
|
0
|
Urfa
|
58.6
|
28.6
|
34.3
|
57.1
|
Diyarbakır
|
49.1
|
14.4
|
88.5
|
42.6
|
Ve 2002 yılında yeşil kartlıların
oranı, Ankara’da yüzde 8.3 iken, Diyarbakır’da yüzde 39.3, Urfa’da ise yüzde
43.5’i bulmaktaydı!
“Bu veriler eskidi,”
diyebilirsiniz. Doğrudur. O zaman gelin, Diyarbakır’dan “dumanı üstünde” bir
haber:
“17 Ekim ‘Dünya Yoksullukla Mücadele Günü’
nedeniyle açıklama yapan ‘Sarmaşık Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir
Kalkınma Derneği’ Genel Sekreteri Mehmet Şerif Camcı, Diyarbakır’da 29 bin
ailenin, yani yaklaşık olarak 180 bin kişinin açlık sınırında olduğunu, 5 bin
ailenin ise yardım almadığında geceyi aç geçirdiğini, kentteki işsizlik
oranının da yüzde 60’ın üstünde olduğu açıkladı.
Diyarbakır
merkezli Sarmaşık Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği Genel
Sekreteri Mehmet Şerif Camcı, yoksulluğun Diyarbakır ve bölge illerinde çok
daha fazla hissedildiğini belirtti. Son 6 yıl içerisinde 29 bin ailenin başvuru
yaptığını dile getiren Camcı şu bilgileri verdi:
*
Bu ailelerin başvurusu bize şunu söylüyor: ‘Temel gıda gereksinimlerimi
karşılamakta güçlük çekiyorum’. Bu 29 bin ailenin, yaklaşık olarak 180 bin
kişinin yani kentin dörtte birinin açlık sınırında olduğunun başvurusudur.
*
Bunun da ötesinde Afrika’daki yoksullukla eşdeğer düzeyde olan yaklaşık 5 bin
aile var. Bu da yaklaşık olarak 30 bin kişi ediyor. Bu aileler, bir öğün destek
sunulmadığında o geceyi aç geçirmek zorunda kalan kesim.”[9]
Diyarbakır
ve Urfa’nın da “en alttakiler”i olan bu Kürt yoksullarının ana gövdesini,
devletin “Düşük yoğunluklu savaş” konsepti çerçevesinde yerlerinden edilen,
geçim temelleri tahrip edilen, mülksüzleştirilmiş (ev-barkları yakılmış ya da
korucularca el konulmuş, hayvanları telef edilmiş…) zorunlu göç mağdurları[10]
oluşturmaktadır. Ve Kürt bölgelerinde kalanlara düşen ender işlerden biri,
kamyon kasaları ya da minibüslere doluşup, mevsimine göre Orta Anadolu’da soğan, şeker
pancarı, kayısıya, Çukurova’da pamuğa, Ege’de yaş sebze, zeytine, Karadeniz’de
fındığa gitmektir.
MEVSİMLİK
TARIM İŞÇİLERİ
Çiftçi Sendikaları
Konfederasyonlaşma Platform Sözcüsü Abdullah Aysu’ya göre resmî istatistikler
sayılarını 190-200 bin olarak verse de, kayıtdışı kalanlar ve çocuklar hesaba
katıldığında bir milyonu bulmaktalar.[11] Yine Aysu’nun aktarımıyla, “TÜİK
verilerine göre, 2005’te erkek bir mevsimlik işçinin ortalama günlük ücreti
18,06, kadın mevsimlik işçininkiyse 13,62 YTL’ydi. En düşük ücret kadınlar için
Hatay’da 10,83, erkekler için Aydın’da 12,82 YTL’ydi. Devlet işletmelerindeki
erkek mevsimlik işçininki 25,60, kadın mevsimlik işçininkiyse 23,12 YTL oldu.”[12] (Bu parayı çalıştıkları dört ay
boyunca aldıklarını, yılın işsiz olarak geçirdikleri sekiz ayında da bununla
geçinmeye çalıştıklarını vurgulayalım!)
Alabildiklerinde, bu ücretlerin
hepsinin onların cebine gitmediği de malûm: Mevsimlik işçiler ücretlerinin bir
bölümünü "elci", "dayıbaşı", "çavuş" denen
aracılara komisyon olarak veriyor. İşçilerin yaşadıkları yerden çalışacakları
yerlere ulaşımını, nerede, hangi işlerde çalışacağını da bu aracılar
düzenliyor.
Mevsimlik tarım işçilerinin yaşam
koşullarıysa Etiyopya standartlarında: Çoğunlukla kamyonların kasalarına doldurulup,
istif şeklinde taşınıyorlar. Genellikle (çoğunlukla naylondan yapılma, derme
çatma) çadırlarda kalıyor. Sağlıklı su ve kanalizasyona erişemiyor. Sağlık
sorunlarını kendileri çözmek, maliyetini üstlenmek zorundalar. Bu süre çalışma
süresinden sayılmıyor. Sosyal güvenceleri, sigortaları yok. Köylüler mevsimlik
işçileri genellikle içine kabul etmez.[13] Çadırlar genellikle su
kaynaklarının yanıbaşında kurulduğu için sivrisinek kaynaklı hastalıklar, güneş
çarpması, tarım ilacı zehirlenmesi, akrep sokması da cabası[14]…
Mevsimlik tarım işçileri, bunun
yanı sıra, hem yerel halkın hem de idarî amirlerin ayrımcı davranış ve
uygulamalarının hedefi. Gittikleri bölgelerde “terörist” muamelesi görürken
genellikle yerli halk tarafından da dışlanıyor, aşağılanıyorlar.
Diyarbakır’dan Sakarya’ya gelen 7
çocuk babası Fevzi, “Gelir gelmez muhtar bizim bütün kimliklerimizi topladı,”
diyor örneğin. “Bize burada suçlu gibi davranıyorlar. Geçen yılda Ordu’ya
gitmiştim, orda da bize aynı davranmışlardı. Biz 12 saat çalışıp 18 YTL alırken
buralı insanlar 8 saat çalışıp 25 YTL alıyorlar bu Allah’a reva mı? Bundan
sonra kendi topraklarımda ölürüm açlıktan ama buralara gelmem.”[15]
Böylelikle geçici tarım işçileri,
gittikleri her ilde mülkî erkânın farklı bir sürpriziyle karşılaşıyorlar.
İşçiler kent sınırlarına varmadan vilayette toplantılar düzenlenerek “aralarına
sızabilecek bölücü mihrakların bu insanların arasına fitne ve nifak sokması”na
karşı önlemler düşünülüyor örneğin.[16] Ya da daha “radikal” önlemlerle,
Kürt işçilerin il ve ilçelere girişleri yasaklanıyor; başka ülkelerden
mevsimlik işçi ithal ediliyor.[17] Ve işçilere seyyar tuvalet çok
görülürken, çadır alanlarının hemen yakınına mobil polis merkezlerinin
kurulması ihmal edilmiyor[18] … Ya da işbaşı yaptıktan birkaç
gün sonra, “istihdam fazlası var,” diye işten çıkartılıp, birkaç gün sonra
yerlerine -örneğin- Doğu Karadenizli işçilerin alındığını öğreniyorlar![19]
Kuşku yok ki, mevsimlik tarım
işçisi Kürtlere mülki erkânın nasıl davranacağı, bir “keyif” meselesi değil. Bu
konudaki temayüller, merkezî düzlemde alınan kararlar doğrultusunda
biçimlenmekte. Nitekim, 24 Mart 2010 tarihli Resmî Gazete’de bu konuda bir
Başbakanlık genelgesi yayınlandı. Bakın Başbakanlık, mevsimlik tarım
işçilerinin sorunlarını nasıl “gidermeyi” öngörüyor:
Görünüşte
bu genelgenin amacı mevsimlik işçilerin “sorunlarının giderilmesi”dir. Ama asıl
amacı işçilerin hem kendi memleketlerinde hem de gittikleri bölgelerde
oluşturulacak “izleme kurulları”yla kontrol edilmesidir. Bu izleme kurullarında
toprak sahipleri, tarım işverenleri, yerel ve merkezi otoritenin temsilcileri,
işverenin temsilciliğini yapmaktan başka bir işi olmayan İş-Kur temsilcileri
ile sendika temsilcileri olacaktır. “Aracılar”, yani işçileri pazarlayan
“dayıbaşı” ve “elçi”ler, bu insan simsarları da burada bulunacaktır. Genelgeye
göre devlet işçi temini için “ihtiyaca göre” (yani tarım kapitalistlerinin,
toprak sahiplerinin ihtiyacına göre) tren seferlerini artıracaktır. Bu işçiler
il ve ilçe merkezlerinde ancak “geçici olarak” ve “ihtiyaç hâlinde ve imkânlar
dâhilinde” konaklayabileceklerdir. Bunun dışında şehir merkezlerinde “gelişi
güzel konaklama ve beklemelerine fırsat verilmeyecektir”. Mevsimlik işçiler
“toplulaştırılmış uygun yerleşim yerleri”nde kalmaya zorlanacaktır. Bu yerlerin
elektrik, su vb. ihtiyaçları için “kullanım bedelleri” yine işçilerden
alınacaktır. Bu yerleşim yerlerinde kalan işçilerin ve ailelerinin kimlik
bilgileri Kimlik Bildirme Kanunu’na göre alınacak, ayrıca, bu yerlerde polis ve
jandarma tarafından gece ve gündüz "güvenlik amaçlı devriye faaliyetleri”
yapılacaktır. Herhâlde polis ve jandarma tarım işverenlerinin “ihtiyacı”
doğrultusunda, bu insanların gereği gibi sömürülmelerini ve olay
çıkarmamalarını kontrol edecektir. Sefalet ve açlık ücretinin altında çalışan
işçiler, bir de masrafı kendilerinden olmak üzere toplama kampı koşullarında
kalacak ve fişleneceklerdir. Yerel halkla ve işçilerle temasları asgariye
indirilecektir. Bu da “ihtiyaca” uygun olsa gerek.[20]
YA
BATI METROPOLLERİNDE?
Tarım işçisi Kürtlerin durumu bu.
Ya Batı’daki kentlere geldiklerinde?
Emin olun, koşullar değil, sadece
sahne değişiyor. Naylon çadırların yerini sekiz on işçinin birlikte kaldığı
bekar odaları, sık sık tutuşan işçi barınakları, elcilerin, dayıbaşıların
yerini taşeronlar, orağın, çapanın yerini ise çekiç, mala, fırça, matkap,
İngiliz anahtarı alıyor, o kadar. Ücretler yine açlık düzeyinde yerli
işçilerinkinden düşük, işler yine güvencesiz, çalışma koşulları sağlıksız,
çalışma temposu yoğun.
Örneğin, çoğunlukla Kürt ve
Karadenizli 30 bin kadar işçinin çalıştığı Tuzla Organize Deri Sanayi… (Adı
“deri” olsa da bölgede metal, kimya, boya, otomotiv yan sanayi, ambalaj, gıda,
inşaat, makine, basım, tekstil, mermer granit, demir çelik, plastik ve lojistik
gibi diğer işkolları ağırlık kazanmış. Bu fabrikalar yabancı firmalara ve büyük
markalara yan sanayi üretimi yapıyor. Bir başka deyişle, neo-liberal “küresel”
dünya ekonomisine eklemlenmiş, “çağdaş” standartlarda işletmeler.
“Genel ücret asgari ücret 739 liranın biraz
üzeri. Ancak asgari ücretin altında ücretle işçi çalıştıran fabrikalar da var.
Çalışma süreleri günlük 9 saat. Cumartesi de çalışma günü. Çoğu fabrikada
zorunlu fazla mesai yaptırılıyor ve işçiler 12 saate kadar çalıştırılıyor.
Sigorta primleri ise alınan ücret üzerinden değil asgari ücret üzerinden
ödeniyor.
Ücretlerin
düşük olduğu fabrikalarda, çalışma koşulları da ağır. Birçok fabrikada tuvalete
gitmek yasak. Çay molaları 10 dakika, yemek molaları ise yarım saatle sınırlı.
İşe gelinmeyen bir gün için işçilerin 3 günlük yevmiyesi kesiliyor. Üretimde
hata yapılması hâlinde bu işçilerin ücretinden kesiliyor. Kamera sistemiyle
işçiler gün boyu izleniyor. Özellikle metal iş kolunda iş kazaları çok
yaşanıyor. Parmaklarını makineye kapatan işçiler, hiçbir tazminat ödenmeden
işten atılıyor. Tekstil iş kolunda ise iş adeti usta tarafından belirleniyor.
Gün içinde bu sayıyı tutturamayan işçiler ücretsiz fazla mesaiye kalarak rakamı
tamamlamak zorunda bırakılıyor. Özellikle boya, kimya, tekstil, plastik gibi
işkollarında meslek hastalıkları fazlaca görünüyor. Verem, solunum yolu
hastalıkları, kıl dönmesi ve bel fıtığı sık görülen rahatsızlıklar arasında.
Patron ve ustabaşlarının küfür ve hakaretleri olağanlaşmış. ‘Bizim fabrika
cennet gibi’ diyen bir işçi şunları anlatıyor: ‘Asgari ücret alıyoruz. Çalışma
saatleri de uzun ama bizim fabrikada küfür yok. Bir de ücretler zamanında
ödenir.’”[21]
Batı kentlerinde zorunlu göç
mağduru Kürtler, en yoğun olarak çalıştırıldıkları inşaatın[22] yanı sıra, imalat sektöründe,
tersanelerde, tekstilde büyük ölçüde vasıfsız işgücü olarak istihdam ediliyor.
Genellikle akrabalık, etnisite ya da hemşehrilik bağlarıyla dahil oldukları
enformel taşeron ağlar aracılığıyla devşirilen bu işçiler, kentsel işçilerin de
“en alttakiler”ini oluşturmakta.
Türkiye’de 1990’lı yıllardan
itibaren yoğun biçimde uygulanmaya geçilen neo-liberal esnek sermaye birikimi
siyasaları, bilindiği üzere üretimin dikey ve yatay olarak parçalanarak büyük
üretim birimlerinin tasfiyesini öngörüyor. Böylelikle, “artık büyük tekstil
fabrikaları yok, ama varoşlardaki her sokakta bir apartmanın 2. ya da 3. katı
bir tekstil atölyesi olarak çalışıyor…”[23]
Çalışma koşulları mı? Köylerine
gönderilmiş, silikozisten ölmeyi bekleyen Kürt kot taşlama işçileri çalışma
koşullarının ne olduğunu anlatmıyorsa eğer, şu birkaç gün içine sığan haberler
anlatmalı:
● Bolu’nun Göynük
ilçesinde, kamyona tomruk yüklediği sırada uçuruma yuvarlanan iş makinesinin
sürücüsü öldü. (17 Kasım 2012)
● Kahramanmaraş’ta, özel bir pastanenin ek
inşaatında meydana gelen göçükte 1 kişi öldü, 3 kişi yaralandı. (16 Kasım
2012)
● Sivas’ın Koyulhisar
İlçesi’nde özel bir firmaya ait krom madeni ocağında sabah saatlerinde göçük
meydana geldi. Göçük altında 3 işçi kaldı. (15 Kasım 2012)
● Kocaeli’nin Derince
ilçesinde, hızlı tren için yapılan köprü beton döküldükten sonra çöktü. Üzerine
çalışan işçilerden 10’u yaralandı. (10 Kasım 2012)
● İzmir’in Aliağa ilçesinde
bulunan Gemi Söküm Bölgesi’nde çalışan bir işçi kesim yapılan demir bloğun
üzerine düşmesi sonucu hayatını kaybetti. (10 Kasım 2012)
● Bursa’nın Yıldırım ilçesinde
çalıştığı inşaatın dördüncü katından düşen işçi hayatını
kaybetti. (7 Kasım 2012)
● Ümraniye’de bir inşaat şantiyesinde 4 işçi
ölü bulundu. (2 Kasım 2012)
Bunlar sadece bu tebliğin kaleme
alındığı Kasım 2012’nin 17 gününe sığan iş kazaları[24] … İş güvenliği önlemlerinin söz
konusu bile edilmediği, denetimlerin -oluyorsa eğer- baştan savma yapıldığı,
işçilerin sürekli daha fazla çalışmaya zorlandığı, molaların yetersiz, iş
araçlarının, makinelerinin bakımsız ve eski, tahkimlerin derme çatma olduğu,
taşerona teslim iş yerleri… Tuzla Araştırma Grubu, Türkiye’de neo-liberalizm
ile “Kürt Sorunu”nun kesiştiği titiz çalışmalarında, Tuzla Tersaneler
Bölgesi’nde ardı arkası kesilmeyen iş cinayetlerini tetikleyen etkenleri şöyle
sıralıyorlar, örneğin:
“Tuzla’da
1992 yılından bu yana yaşanan 100’ü aşkın sayıda iş cinayetini tetikleyen en
önemli faktörler, iş güvenliğine yatırım yapmayan, taşeronluk sistemiyle işçi
ücretlerini minimum düzeye indiren, parça başı çalışma sistemi yüzünden sürekli
bir zaman sıkışmasını işçilere dayatan, artı değer hırsından müteşekkil
kapitalist büyüme itkisinin Tuzla’daki yansımasıyla şekillenmiştir… Tuzla
Tersaneler Bölgesi’nde tersanecilik faaliyeti gösterilen tersanelerin alanları 2126 m2 ile 196 376 m2
arasında değişirken, dünya gemi inşa sanayisi sıralamasında ilk üçte yer alan
Güney Kore’de sadece bir tersanenin kapladığı alan 500 bin metre kare olduğu
altı çizilmesi gereken bir gerçektir. Bu karşılaştırmanın Tuzla örneğinde
ortaya koyduğu çok net bir sonuç vardır: Üretimin
dar alanda yoğunlaşması. Farklı bir ifadeyle, alınan siparişlerin boyutları
dikkate alındığında, Tuzla Tersaneler Bölgesi’nin kapasitesi haddinden oldukça
fazla bir şekilde aşılarak, bariz bir şekilde üretim için mekân sıkışmasının
yaşanmasına yol açmaktadır.”[25]
SINIF
ÖRGÜTLERİNDEN CEMAAT ÖRGÜTLERİNE
Yanı sıra, taşeron işçiler,
örgütsüzdür. Örneğin Tuzla sanayi bölgesinde çalışan 100 bini aşkın işçiden
sendikalı olanların sayısı, 3200 olarak bildirilmektedir.[26] Sendikaların terk ettiği
alanlarda boşluğu çoğunlukla ataerkil temelde işleyen “informel dayanışma
ağları” (akraba dayanışması, hemşeri dernekleri, dinsel cemaatler…)
doldurmaktadır. Dahası, bu tip örgütlenmeler, yapıları gereği, sermayenin
çıkarlarına eklemlenebilmektedir:
“Sendikalaşmanın
az olduğu bu bölgede işçiler daha çok yöre dernekleri üzerinden bir araya
geliyor. Buralar daha çok iş ve işçi bulma kurumları gibi çalışıyor. Her işçi
kendi memleketlisi için arayışa giriyor. Yerel yönetimler yoluyla dağıtılan
yardımlarda da yöre dernekleri etkin. Belediye yönetimleriyle kurulan dirsek
temasları nedeniyle, yöre derneklerinin işaret ettiği kişilere yardım paketleri
gönderiliyor. Hatta bu konuda muhtarlıkları bile geride bıraktığı söyleniyor.
Ancak bu etkinin karşılığı olarak da seçim dönemleri için pazarlıkların
yapıldığı yine söylenenler arasında.
Yöre
derneklerinin bu etkin durumu nedeniyle hangi işçiyle konuşulursa konuşulsun,
birlik olmak ya da sanayi bölgesinde bir şey yapmak için dernekler işaret
ediliyor. Bu konuyu konuştuğumuz işçi kökenli bir dernek yöneticisi şunları
anlatıyor: ‘Aslına bakılırsa yöre derneği sınıf anlayışını dağıtıyor. İşçinin
yöre derneğini işaret etmesi de aslında kavgadan kaçmanın başka adı. Sistem de
bunu kışkırtıyor. 89 Bahar Eylemleri döneminde bir dernek kurabilmek çok zordu.
O zamanlar dernek filan da yoktu. Şimdi bilerek yaygınlaştırıldı.’ (…)
AKP’nin
işçiler içindeki ağırlığından güç alan cemaatlerin de etkinliği hızlanmış.
Hemen her fabrikada bir cemaat örgütlenmesinden söz ediliyor. Ekonomik olarak
AKP’ye bağlanan işçiler, bir süre sonra muhafazakâr bir yaşama yöneliyor ve
burada karşısına cemaatler çıkıyor. Gerçek cemaatçi işçi sayısının bu kadar
olmadığını, cemaatlerin çevresinde toplanan bazı işçilerin borç bulmak, iş
bulmak için böyle davrandığı ve çocuklarını bu cemaatlerin Kuran kurslarına
gönderdiği de söylenenler arasında. Ancak her ne sebeple olursa olsun bu
yönelme bir süre sonra işçinin yaşamını, aile hayatını ve bir süre sonra
düşünce yapısını da belirler hâle geliyor. Bir işçi cuma namazlarına
katılanların sayısındaki artışı buna kanıt olarak sunuyor: ‘Cuma günleri
sanayideki cami tıka basa doluyor. Öğlen saatlerinde trafik kilitleniyor. Bu
durum daha önce böyle değildi.’
Kimi
yerlerde bu örgütlenme sendikal çalışma ve fabrika içi işleyişe engel olmuyor.
Ama, cemaatler güçlendikçe bu konulara da el atıyorlar. Kimi cemaat
toplantılarında ‘sendikalaşmanın günah’ olduğu yönünde vaazlar verildiği
söyleniyor. Kurultay çalışmalarına da katılan bir işyeri temsilcisi böyle bir
durumu bizzat yaşamış: ‘Bir üyemiz ‘haram’ diye sendikadan istifa etti.’ Bazı
fabrikalar da bu örgütlenmeyi patronlar açıktan destekliyor. Cuma namazlarını
kıldırmak için fabrikaya cemaatten imam getiren patronlar var.”[27]
Öte yandan, ana gövdesi Kürt göç
mağdurlarından oluşan taşeron işçiler, çoğu neo-liberal uygulamaların dayattığı
esnek istihdam formlarına uyarlanmakta ayak direyen geleneksel sendikaların
ilgi alanının dışında kalmakta. Ferda Koç bu durumu,
“Sendikal
bürokrasi, toplu sözleşme düzeninin çekirdek bir işçi grubuyla sürmesi
karşılığında deregülasyon politikalarına teslim oldu. Güvenceli işçi gurubu
daralıyor, ama sendikaların aidat gelirlerinde ciddi bir düşme yaşanmıyordu.
Kimi yerlerde sendikacıların taşeron şirketlerin gizli ortakları olarak yetkili
oldukları işyerlerinin taşeronlaştırılan hizmetlerini sağladıkları dahi
görüldü. Örgütlü işçiler ise zaman içinde sendikal bürokrasi ile çıkar birliği
oluşturdular. Güvencesiz işçilikle mücadele etmek yerine, sendikal bürokrasinin
kuyruğuna takılarak, güvencesiz işçiliği, kendi ‘ayrıcalıklı’ konumlarının
güvencesi saymaya yöneldiler. Sendikal bürokrasi açısından güvencesiz işçiler,
örgütlenmesi imkânsız, ‘işçi’ niteliği taşımayan ‘geçici’ unsurlardan
ibaretti.”[28]
sözleriyle açıklıyor.
SINIF-İÇİ
ETNİK ÇATIŞMALAR
İşçilerin sömürülme deneyimlerini
paylaşacağı ve buna karşı ortak stratejiler geliştireceği sınıf mekanizmalarının
yokluğu ve örgütlenmelerin daha çok yerel/etnik temelli olarak gerçekleşmesinin
kaçınılmaz getirisi, işçi sınıfının çeşitli unsurlarının etnik temelde karşı
karşıya getirilmesi olmuştur. “Şehit cenazeleri”nden, “sefalet ücretlerine razı
olarak yerli işçileri işlerinden eden, ücret düzeylerini aşağıya çeken Kürt
işçiler”e, “Kürtler geldi kadınlarımız-kızlarımız sokağa çıkamaz oldu”ya,
galeyana gelmek için bir küçük kıvılcım bekleyen bir dizi “millî hassasiyet”
kamuoyunun genelinde olduğu kadar, kendilerini “Türk” hisseden işçiler arasında
da yaygındır ve gündelik olarak deneyimlenmektedir. Etnik işbölümü, durumu daha
da vahimleştiriyor.[29]
Öte yandan, formel işe alma
mekanizmalarının etkisizleşerek ilksel bağlara dayalı ilkeler doğrultusunda işleyen
(hemşerilik, akrabalık, komşuluk, cemaat bağları, bölgesel/etnik bağlar)
taşeronluk sistemi, aynı işyerinde çalışan işçi gruplarını birbirine kapalı
entiteler hâlinde örgütlemektedir.[30] Ayrımcılık ve baskı, Kürt
işçilerin gündelik deneyimleri arasındadır.
İşçiler arasındaki bölünme ve
rekabet, her zaman olduğu gibi patronlar tarafından manipüle edilmekte ve daha
da ballı bir kâra dönüştürülmektedir. Hem de birkaç yoldan.
Örneğin işçilerin örgütlenme
girişimleri, özellikle Kürt işçiler ön planda rol alıyorsa, patronlar
tarafından “bölücü/terörist faaliyet olarak kriminalize edilirken Kürt ve
militan işçiler diğerlerinden tecrit edilmektedir.
Yanı sıra, işyerlerindeki etnik
gerilimler, üretimi arttırma motifi olarak kullanılabilmektedir. Örneğin Tuzla
Sanayi Bölgesinde:
“Patronlar
da bu ayrımı sonuna kadar kullanıyor. Türk işçilere, Kürt işçiler için ‘Bunlar
terörist’ diyen patronlar var. Ama bu kadar kavgaya, tartışmaya, suçlamaya
rağmen Kürt olduğu için işten atılan işçi neredeyse yok. Bölgedeki ileri
işçiler patronların bunu bilerek yaptığını söylüyor. ‘Adam parasına bakar
gerisi laf’ diyen bu işçiler, yaşanan ayrımın sonuçlarını şöyle anlatıyorlar:
‘İşçiler birbirine düşman ediliyor. Sonra da bunlar bandın başına geçiyor. Türk
işçi Kürt işçi zor duruma düşsün, Kürt işçi de Türk işçi zor duruma düşsün diye
üretimi ha bire artırıyor. Bundan kazanan ise sadece patronlar oluyor.’ (…)
Ayrım
yapılan bir başka konu ise mezhepsel farklılıklar. Patronlar bu konuda da işine
geldiği gibi davranıyor. CHP’li bir patron, sendikalaşan cemaat üyesi işçileri
toplayarak ‘Siz namazında niyazında insanlarsınız. Ne işiniz var komünist işi
sendikalarda’ diye konuşabiliyor. Bunun örnekleri farklı görüş, milliyet ve
dinden patronların kurduğu ortaklıklarda da yaşanıyor. İşçiler şunları
anlatıyor: ‘Her patron kendine yakın işçileri işe alıyor. Sonunda kurulan
sistem nedeniyle fabrikadaki işçiler birbirleriyle rekabete girerken,
tartışırken hatta kavga ederken patronlar da kârlarını bölüşüyor.’”[31]
Bir başka deyişle, Ferda Koç’un
kırsal emekçiler için söylediklerini kentsel işçilere uyarlayacak olursak,
ırkçılık/etnik nefret, Türk işçiler açısından “düşük ücretli Kürt emeği ile
rekabet” stratejisiyken, patronlar için bir “emek denetimi yöntemi”dir.[32]
Ve tüm bunlar, 1980’li yıllardan
bu yana “küresel sisteme entegre olmak” için çabalayan Türk sermayesini “uçuşa
geçiren” etkenlerin başına yerleşmektedir: Tersanecilik,[33] tekstil, inşaat… hasılı
kayıtdışına açık, deregülarize, taşeron, ucuz, vasıfsız işgücüne dayalı
sektörler, ana gövdesi zorunlu göç mağduru Kürt işçilerin oluşturduğu ucuz işçi
ordusu sayesinde zirveye koşmaktadır… Evet, Türkiye Çin’le rekabet eder duruma
gelmiştir: ucuz işgücü kaynakları açısından…
TOPARLAYACAK
OLURSAK…
Evet, Türkiye’de işçi sınıfının
alt katmanlarında belirgin bir Kürtleşme yaşanıyor. Bir yandan Kürt
bölgelerinde 1980’li yıllardan itibaren düşük yoğunluklu savaşın da etkisiyle
yatırımların durması, hayvancılığın bitirilmesi vb. sonucu yoğunlaşan
yoksullaşmanın, bir yandan da devletin bir “savaş taktiği” olarak kırsal halkı
göçe zorlamasının etkisiyle mülksüzleşen ve yerlerinden edilen Kürt köylü
yığınları, kırsal ve kentsel proletarya saflarına katılarak onun en alt
katmanlarını oluşturdu.
Bu sürecin neo-liberal iktisadî
politikalar doğrultusunda emek sektörünün çeşitli yollardan deregülarize
edilmesiyle çakışması, yeni Kürt proleterlerin durumunu hem ücretler, hem
çalışma koşulları, hem de örgütlenme olasılıkları açısından çok daha kırılgan
kılacaktı. Neo-liberal istihdam siyasalarının getirileri olan taşeronlaşma,
kayıtdışılaşma, sözleşmelileşme, örgütsüzleşme süreçleri, işçi sınıfının bu
yeni üyelerini alabildiğine (ve tabii son derece olumsuz yönde) etkiledi.
Ancak Kürt emekçiler, yaşam
koşullarını daha da zorlaştıran ekstra bir durumla karşı karşıyalar: sınıf
içinde boyveren ve patronlar tarafından sınıfı denetleme ve mücadeleciliğini
kırma stratejileri için taşıdığı paha biçilmez değer kısa sürede fark edildiği
için hemen temellük edilen ırkçılık ve ayrımcılık.
Bu tablo, hem emek, hem de Kürt
hareketinin önüne koyduğu engellerin yanı sıra, aynı zamanda da zengin
olasılıklar sürüyor.
Öncelikle, Türkiye sosyalist
hareketi içerisinde yer alan bizler, Kürtlerle dayanışmayı salt
“enternasyonalist dayanışma” formatında algılamaktan vazgeçmek durumundayız.
Halkların kendi kaderini tayin hakkı elbette sosyalistler açısından ilkesel ve
tartışmasızdır. Ancak bu, ne Batı metropollerindeki (ve de kırsalındaki) Kürt
emekçilerin sorunlarının Kürt hareketine havale edilmesi anlamına gelmez.
Sınıfın birliği için mücadele etmek, aynı zamanda hepimizin soluğunu kesen ve
altında ne emek ne de özgürlük mücadelesi verilmesini olanaksız kılan şoven
iklime karşı mücadele etmektir.
Bir başka deyişle, “sınıf”ın
soyut ve homojen bir biçimleniş olmadığını, her biri kendi zorluklarını yaşayan
ve özgün talepleri bulunan Kürt-Türk-Laz-Arap-Alevi vb. etnik unsurlardan
oluştuğunu, yani sınıf ile kimliğin bir madalyonun birbirinden ayrılmaz iki
yüzü olduğunu aklımızdan çıkarmamalı, “ekonomik” taleplerle “kültürel” olanları
kaynaştırarak “sınıfı siyasallaştırma” hedefini önümüze koyabilmeliyiz.
Kürt Hareketi de sınıfsal
tabanının artan ölçülerde yoksullara ve emekçilere dayandığının bilincinde
olarak davranmalı, ana gövdesini ve en alttakileri Kürtlerin oluşturduğu
emekçilerin sorun ve mücadelelerini daha fazla gündemleştirmelidir.[34]
Eğer
çok geç kalınmadıysa, bu ülkeyi Yugoslavya’laşmaya götüren süreç, ancak böyle
önlenebilir, taşeronlardan, elcilerden, patronlardansa birbirlerine güvenmeyi
öğrenen Kürt ve Türk emekçiler, nasıl yaşamak istediklerine böylece birlikte
karar verebilirler…
17 Kasım 2012 17:24:44, Ankara.
NO T L A R
[*]
Newroz,
Yıl:6, No:225, 24 Kasım 2012…
[1] Özdemir Asaf.
[2] Olaylar
internet kaynaklarından derlenmiştir.
[3] Nitekim,
2000’li yılların başından beri tarımda uygulanan neo-liberal reçeteler
çerçevesinde, yalnızca destekler değil, destekleme sisteminin üzerine
oturtulduğu tüm kurumlar tasfiye edilmiş; 2000-2006 tarihleri arasında 1.7
milyon insan tarımsal üretimden kopmuştur. (Necdet Oral, “Tarımın Ücretli
Köleleri”, http://bianet.org/bianet/emek/101015-tarimin-ucretli-koleleri)
[4] John Hopkins
Üniversitesi’nden doktora öğrencisi Erdem Yörük’ün şu sözleri bu saptamayı
ete-kemiğe büründürmektedir: “Şöyle ki,
uzun süredir ‘Çin geliyor, Çin geliyor’ diye feryat figan içerisinde olan Türk
tekstil ve konfeksiyon sektörü, dünya liginin ilk üç sırasındaki yerini bir
türlü bırakmamaktadır. İhracat oranlarının sürekli artmasıyla, Türk firmaları
Avrupa’nın en büyük tekstil ve konfeksiyon tedarikçisi olmuşlardır. Aynı
şekilde, daha düne kadar boğaza köprü bile yapamayan Türk inşaat firmaları
2006’da Çin ve ABD’nin ardından dünya üçüncüsü hâline gelmiştir. Türk
mütahitlerinin yevmiyesi 50 TL’den kayıtdışı Kürt işçileri çalıştırmadan bu
‘başarıyı’ yakalamaları, üzgünüm ama, mümkün değildir.” (İsmet Kayhan, söyleşi,
“Türkiye’de işçi sınıfı Kürtleşti”, ANF, 1 Aralık 2009, http://www.firatnews.org/index.php?
rupel=nuce&nuceID=17765)
[5] Göç sonucunda,
Diyarbakır’ın nüfusu üçe katlandı. 1990 nüfus sayımına göre 380 bin dolayında
olan Diyarbakır nüfusu, 5 yıl içinde 1 milyonu geçmişti. (N. Temeltaş,
“Diyarbakır’ı Nasıl Bilirdiniz?” TMMOB, Bölgeiçi Zorunlu Göçten Kaynaklanan
Toplumsal Sorunların Diyarbakır Kenti Ölçeğinde Araştırılması, Ankara, 1998:
19).
[6] T. Şengül ve M.
Ersoy, “Kentsel Yoksulluk ve Geçinme Stratejileri: Ankara, Diyarbakır,
Şanlıurfa Ve Zonguldak Kentlerine İlişkin Karşılaştırmalı Bir Değerlendirme”,
Sosyal Hizmet Sempozyumuna sunulan bildiri, Antalya 2003.
[7] Kaynak: Şengül
ve Ersoy, 2003.
[8] Kaynak: Şengül
ve Ersoy, 2003.
[9] Mahmut Oral,
“Yoksulluk Kasıp Kavuruyor”, Cumhuriyet, 18 Ekim 2012, s.13
[10] Hükümetin
Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’ne yaptırdığı ve sonuçları
6 Aralık 2006’da kamuoyuna duyurulan araştırmaya göre, zorunlu göç
mağdurlarının sayısı 950 bin ila 1 milyon 200 bin arasında.
(Dilek Kurban, “Mevsimlik İşçiler: Zorunlu Göç Mağdurları”, BİA Haber Merkezi,
10 Ağustos 2007, http://bianet.org/bianet/bianet/100867-mevsimlik-isciler-zorunlu-goc-magdurlari)
[11] ANF ise Kürt
mevsimlik tarım işçilerinin sayısını 3 milyon olarak veriyor. Ve yüzde 99’unun
“ne sendikadan ne sosyal haklardan ne emeklilikten ne de toplu iş
sözleşmesinden haberi” olmadığını ekliyor. (İbrahim Açıkyer, “Kürtler kayıtdışı
çalıştırılıyor”, 4.8.2012, Özgür Gündem. http://www.ozgur-gundem.com/index.php?haberID=46420&haberBaslik=K%C3%BCrtler%20kay%C4%B1td%C4%B1%C5%9F%C4%B1%20%C3%A7al%C4%B1%C5%9Ft%C4%B1r%C4%B1l%C4%B1yor&action=haber_detay&module=nuce.
[12] İHD raporuna
göre, geçici tarım işçilerinin ücretleri, aynı işi yapan yerli işçilerin
ücretlerinin 2/3’ü ile ½’si arasında değişiyor. Örneğin 2007’de Karadeniz’e
fındık toplamaya gelen Kürt işçilerinin yevmiyesi 11 saatlik işgünü için 20-27
TL iken yerli işçilere aynı aynı iş için 35-40 TL verilmekteydi. (Nilay Vardar,
“Mevsimlik İşçi Yoksulluğun Yanında Ayrımcılıkla Uğraşıyor”, http://bianet.org/bianet/toplum/109106-mevsimlik-isci-yoksullugun-yaninda-ayrimcilikla-ugrasiyor)
Dahası, geçici tarım işçilerinin ücretiyıllardır sabitlenmiş gözüküyor. Örneğin
2012 yılı itibariyle Diyarbakır Ziraat Odası’nın açıkladığı yevmiye ücreti, 26
TL.’dir! (“Mevsimlik İşçilere İnsanlık dışı Koşullar”, 10 Ağustos 2012, http://www.sinifmucadelesi.net/spip.php?
article759)
[13] Tolga Korkut,
“Mevsimlik İşçiler: Dışlananların En Dışlananı”, Bianet, 8 Ağustos 2007, http://bianet.org/bianet/bianet/100752-mevsimlik-isciler-dislananlarin-en-dislanani
[14] Bkz. Ezgi
Sanlı, “Dört Mevsimlik Dram”, Marksist Tutum, sayı 85, Nisan 2012.
[15] Nilay Vardar,
“Mevsimlik İşçi Yoksulluğun Yanında Ayrımcılıkla Uğraşıyor”, http://bianet.org/bianet/toplum/109106-mevsimlik-isci-yoksullugun-yaninda-ayrimcilikla-ugrasiyor.
[16] “Bursa
Valisi’nin Kürt İşçi Tedirginliği”, 15 Mayıs 2012,
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=45002
[17] “Doğu ve
Güneydoğu’dan yaz sezonunda Karadeniz’e fındık toplamaya gidenler için bu umut
kapısı da kapandı. Karadeniz Bögesi’nde fındık toplamak için bu yıl
Gürcistan’dan işçi getirilecek. Fındık toplama işlerinde çalışmak üzere Doğu
Karadeniz bölgesine giden mevsimlik tarım işçisi Kürt kökenli yurttaşların,
Ordu ve Trabzon ile ilçelerine girişi yasaklandı. Valiliklerin GBT taramasını
geçebilen ve çalışma karnesi olan işçiler de herhangi bir yerde toplanmadan ve
kent merkezlerine girmeden doğrudan çalışmak üzere anlaşma yaptığı yere
gidecek.
Kararın
geçtiğimiz ay Giresun’da toplanan “PKK zirvesinde” alındığı bildiriliyor. Buna
göre, fındık toplamak için gelecek tarım işçilerinin kente girmeden önce
kimlikleri polis ya da jandarmaya verilerek GBT sorgulaması yapılacak. İşçiler
çalışacakları yeri İl Tarım Müdürlüğü ve Ziraat Odası Başkanlığı’na da
bildirecek.” (Evren Barış Yavuz, “Şüpheli, Hastalıklı, İşçi ve Kürt!”,
http://www.haberfabrikasi.org/s/?p=4171)
[18] Evren Barış
Yavuz, “Şüpheli, Hastalıklı, İşçi ve Kürt!”,
http://www.haberfabrikasi.org/s/?p=4171
[19] “Kovulan Kürt
işçilerin yerine Karadenizli işçiler alındı”, http://www.diyarbakirhaber.gen.tr/haber-576-Kovulan-Kurt-iscilerin-yerine-Karadenizli-isciler-alindi.html
[20] Vedat Özgür,
“Kürt Tarım İşçilerine Karşı Sermayenin Politikası”, İşçi Birliği, 2010, sayı: 5.
[21] “İşçilerin
Bölünmesi Patronlara Yarıyor”, http://www.ntvturk.com/demokrasi/12276-iscilerin-bolunmesi-patronlara-yariyor.html
[22] “Geçici inşaat
işçiliği, Kürtlerin işçileşme sürecinin ikinci büyük alanıdır. Yüzde 90’lar
seviyesinde taşeronlaştırılan ve geleneksel olarak güvencesiz çalışmanın en
köklü ve ‘sarsılmaz’ alanı olan inşaat sektöründe de ‘Geçici Kürt işçiliği’nin
özel bir konumu bulunmaktadır.
Hızlı ve yüksek
oranlı kentleşme, iç ve dış ticaret hacmindeki büyüme, dev enerji nakil
hatlarının ve baraj komplekslerinin yapımı, Türk inşaat firmalarının dışa
açılması ile inşaat sektöründe, vasıfsız ve düşük vasıflı geçici işçi ihtiyacı
patlaması yaşanmaktadır.
‘Taşeronlaştırma’nın
bu en geleneksel sektöründe Kürtler, kan bağına veya köylülük, hemşehrilik gibi
cemaat bağlarıyla küçük taşeron timleri oluşturmakta ‘üstün bir başarı’ göstermektedir.
Ataerkil bağların güçlülüğüyle ve genellikle biraz daha iyi Türkçe bilen bir
“çavuş”un yönetimiyle sağlanan iş disiplini, kalabalık ailelerin sağladığı
istihdam esnekliği ve zor ve tehlikeli işlere uyum sağlamakta sergilenen ortak
yetenek bu “başarı”da rol oynayan etkili unsurlardır.” (Ferda Koç, “İşçi sınıfı
hareketi, yeniden kardeşleşme sürecinin motoru olabilir mi?” 26 Haziran 2010,
Sendika.Org, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=31247)
[23] Erdem Yörük,
İsmet Kayhan ile söyleşi, “Türkiye’de İşçi Sınıfı Kürtleşti”, ANF, 1 Aralık
2009, http://www.firatnews.org/index.php?
rupel=nuce&nuceID=17765.
[24] Resmî rakamlara
göre Türkiye’de 2002-2011 yılları arasında 706 608 iş kazası (“kaza” olayın
resmî adı. Gerçekte bunlar birer “cinayet”…) meydana geldi. Bunlarda 10 297
işçi yaşamını yitirirken, 15 961 işçi de iş göremez hâle geldi. Sadece 2010
yılında iş kazalarında yaşamını yitiren işçi sayısı 1500, iş göremez hâle
gelenlerin sayısı ise 2000… (“Vicdan Nöbeti’ne Ramazan Arası”, Radikal, 16 Temmuz 2012, s.7)
[25] Tuzla Araştırma
Grubu, “Türkiye’de Neo-liberalizm, Kürt Meselesi ve Tuzla Tersaneler Bölgesi”, Toplum ve Kuram, Kitap dizisi, sayı 1,
Mayıs 2009, s.155.
[26] “İşçilerin
Bölünmesi Patronlara Yarıyor”, http://www.ntvturk.com/demokrasi/12276-iscilerin-bolunmesi-patronlara-yariyor.html.
[27] “İşçilerin
Bölünmesi Patronlara Yarıyor”, http://www.ntvturk.com/demokrasi/12276-iscilerin-bolunmesi-patronlara-yariyor.html.
[28] Ferda Koç,
“İşçi Sınıfı Hareketi, Yeniden Kardeşleşme Sürecinin Motoru Olabilir mi?” 26
Haziran 2010, Sendika.Org, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=31247
[29] Örneğin Tuzla
tersaneler bölgesinde, “Nispeten erken bir zamanda Tuzla’ya göç etmiş
Samsunlular raspa ve boya, Sivas, Tokat ve Kastamonulular montaj ve kaynak, az
yevmiyeli ve daha ‘pis işler’ olan taşlama ve gemi temizliğinde ise en son
zorunlu/ekonomik göç dalgasıyla kopup gelen, anadili Arapça olan Urfalılar ve
anadili Kürtçe olan Batmanlılar, Hakkârililer, Diyarbakırlılar ağırlıktadır.
Farklı göç dalgalarının yarattığı hiyerarşi, tersanelerdeki iş hiyerarşisiyle
bu şekilde ilişkilidir.” (akt.: Tuzla Araştırma Grubu, a.y. s.173).
[30] “Karadenizli Karadenizliyi tutar,” diyor
bir görüşmeci işçi Tuzla Araştırma Grubu üyelerine. “Acil olmadığı zaman bir güneydoğulu insanı tutmaz. Tanıdık ustabaşılar
sayesinde iş buluyoruz. (…) Biz altı yedi tane yabancı vardık, onları çıkardı.
Ustabaşı Kastamonulu olduğu için yakınlarını, Ordulu, Rizeli olanları
çıkarmadı, bizi çıkardı.” (Tuzla Araştırma Grubu, a.y. s.174)
[31] “İşçilerin
Bölünmesi Patronlara Yarıyor”, http://www.ntvturk.com/demokrasi/12276-iscilerin-bolunmesi-patronlara-yariyor.html.
[32] Ferda Koç, a.y.
[33] “2003 yılından
bu yana dünya gemi inşa sanayi yüzde 89 büyüme gösterirken, Türkiye’de bu oran
yüzde 360’dır. Türkiye’deki tersaneler 2002 yılında dünya sıralamasında 23.
sırada iken, 2007 yılında 4. sıraya yükselmiştir.” (Tuzla Araştırma grubu, a.y.
s.155)
[34] Tuzla Araştırma
Grubu’nun görüşmelerinde bir Kürt tersane işçisinin, “Newroza gidiyor musunuz?”
sorusuna, “Kesinlikle kaçırmıyorum. Kürt
bayramı olduğu için,” yanıtını
verirken, “1 Mayıs’a gidiyor musunuz?” sorusuna ise, “İşi olmayan gider yani. Boşta kalsak gidiyoruz,” yanıtı vermesi
(s.181) bu konuda alınacak çok mesafe olduğunu gösteren, çarpıcı bir örnektir.
Yorum Ekle