“Ben buyum dersin arkadaş Ceketim sol omzumda.” [1] “Kayseri’de bir otelde kalıyordum, civarda yapacak ne var diye sorunca ‘A...
“Ben buyum
dersin arkadaş
Ceketim sol
omzumda.”[1]
“Kayseri’de bir otelde
kalıyordum, civarda yapacak ne var diye sorunca ‘AVM’ye gidin’ dediler. Böyle
olması doğal, insanların eline kredi kartını veriyorsun, başka bir hobisi yok.
Çocukları evde patırtı kopartıyor. Ne yapacak? Tiyatroya değil AVM’ye gidecek
tabii.”
Ya da,
“Şehirde parklara ihtiyacımız
çok, tinerci gelecek diye parkı kaldıramayız. Evsizse, gece orada yatıyorsa
onun için bir hizmet koyulur, bu sosyal bir meseledir. Gezi Parkı’nı içine alan
aks otellerle bozuldu, eskiden Nişantaşı’na kadar yürüyebiliyorduk parkın
içinden geçip…”
İLK
AVM ANISI…
Sizce bu sözleri kim söylemiş
olabilir?
Hayır, yanıldınız; “müzmin
muhalif” dinozor bir sosyalist, Taksim Dayanışması ya da Platformu sözcüsü,
TMMOB’li bir mimar, bir çevreci aktivist, “halkına tepeden bakan” solcu bir
“entel” filan değil…
Bu sözlerin sahibi, Ertun
Hızıroğlu. “O da kim,” mi? Tanıyacaksınız. Carrefour ve Forum AVM’lerin mimarı.
1990’lı ve 2000’li yılları AVM projeleri çizerek geçirmiş. Şimdiyse, “AVM’ler
ömürlerini doldurdu. Amerika’da işlemeyenleri hastane, büro olarak
değiştiriyorlar. Bizim de bir müşterimiz aradı, ‘Acaba büro olarak
değerlendirebilir miyiz?’ diye. O tür yatırımlar giderek azalıyor,” diyor…[2]
Kapitalizm böyledir. Nedamet
getirmez… Özeleştiri yapmaz… “hata yaptık, yanılmışız” demez… Yatırımlarının
kâr oranının düşmeye meylettiğini hissettiği anda, sırtını döner, başka
alanlara çevirir dümeni… Geride bir yıkım alanı, iflas etmiş onbinlerce
işletmeci, intiharlar, gözyaşları, talan edilmiş bir çevre, hiçbir işe
yaramayan metruk binalar, heba edilmiş milyonlarca lira vb. bırakarak…
Yıllar önceydi, uzun yıllar.
Henüz Turgut Özal Türkiye’nin ilk AVM’si Galleria’yı âla-yı vâla ile açmamış.
“Süpermarket” sözcüğünü yeni yeni telaffuz etmeye başlamışız; Ferhan Şensoy
“Kahraman Bakkal”ı daha kaleme almamış… Market, süpermarket deyince de aklımıza
ya Tansaş geliyor, ya Gima, ya da Migros… Yani bir şeylere ihtiyaç duyduğunuzda
gidip, alacaklarınızın bir kısmını unuturken sepetinizde mutlaka fuzulî birkaç
kalem eşyayla çıktığınız, size veresiye defteri açmayan, ayaküstü mahalle
dedikodularını değiştokuş edemediğiniz geniş dükkânlar; ama o kadar. Bakkalla,
kasapla, manifaturacıyla, eczacıyla, aramız bozulmamıştı o zamanlar.
Bir vesileyle İsviçre’deydim,
Zürih yakınlarında bir banliyöde, yarı-İsviçreli bir arkadaşın evinde
kalıyorum. İki katlı, bahçe içinde güzel bir ev, arkasındaysa nefis bir orman
var. Envai çeşit ağaç, sincaplar, kuşlar, tavşanlar, börtü böcek…
“Çok sıkıldım,” dedi bir ara
arkadaşım. Kalk biraz çıkıp hava alalım.” Sevindim tabii. Ormanda bir yürüyüş;
ne güzel…
Yanılmışım. Arabaya atladık,
Yarım saatte Zürih’i tutmuştuk. Bir anda kendimizi kentin saçaklarında dev bir
AVM’nin otoparkında bulduk.
Elimizde alışveriş arabası, 5-6
katlı merkezin koridorlarında dolanıyoruz… Vitrinlere bakıyoruz, arkadaşım
fiyatları karşılaştırıyor, ufak tefek ihtiyaçlarını alıyor; yoruldukça küçük
“coffe-shop”larda oturup birer kahve içiyor, acıktıkça kafeteryalarda bir
şeyler atıştırıyoruz… Adımbaşı yerleştirilmiş çöp kutuları plastik bardaklar,
karton kutular, kağıt peçetelerle tıkabasa dolu. Birbirine tıpatıp benzeyen,
binlerce insanız. Tornadan çıkmış gibi. Arada bir birbirimize çarpıp, kimsenin
duymayacağı bir sesle özür dileyip geçiyoruz. Çarptığımızın kadın mı erkek mi
olduğunun ayırtına varmadan. Kameralarca gözetleniyoruz, hatta kaydedilmiş
görüntülerimizi vitrinlerdeki ekranlardan izliyor, ama aldırmıyoruz. Yapay
ışıklandırma, insan sesleri, müzik, anonsların oluşturduğu yapay uğultu
hepimizi bir uyurgezere dönüştürmüş, adeta…
“Fena mı oldu,” diyor arkadaşım,
dönüş yolunda, arabada. “Biraz hava aldık, değişiklik oldu…”
Hava mava almamıştık oysa. Zaman
algısını yok edecek, günışığını görmeyecek tarzda tasarlanmış AVM’deki
klimatize havayı saymazsak tabii…
Hava almak için ormana, deniz,
göl, dere kıyısına, ya da kent meydanına, sokaklara değil de, AVM’lere gitmek…
o sıralar Türkiye’de insanın rüyasında görse hayra yormayacağı şeylerdi…
Oysa 1983 seçimlerini kazanıp 12
Eylül darbecilerini “mat eden” (!!!) neo-liberal “tonton”un kafasında daha o
sıralar bizim için “güzel” planlar vardı. “Bir kaset koy da neşemizi bulalım,
Semra” kıvamında, üzerinde saatte 200 km.yle hız yapacağı otoyollar, köprüler, en
doğal sitlerin, en arkeolojik alanların üzerine, en muhteşem koylara
kondurulacak 5 yıldızlı kazulet tesisler, illa ki AVM’ler…
Nitekim, Galleria’yı açarken,
sanırdınız ki İstanbul’u fethetmiş bir Fatih’ti…
12 Eylül rejiminin kâbusundan kurtulmakta
olan insanlar, devasa bir tahakküm mekanizması altında sıfırlanmış
bellekleriyle, “günü kurtarmaya”, tezgâhları dolduran, vitrinlerden taşan
kiwiler, çikita muzlar, İsviçre çikolataları, Amerikan sigaraları, neskafeler,
viski, rum, bacardi şişeleri arasında “günlerini gün etmeye” kırıyordu rotayı.
Mücadele damarı kalın, talepkârlığı ve politizasyon düzeyi yüksek toplumları
alışveriş otomatlarına dönüştürecek formül ise bulunmuştu: “AVM aç… Hem de her
yere!” [Bu durum, yıllar sonra iç savaş yorgunu El Salvador’un en iç savaş
yorgunu, en çok direnmiş, en fazla gerillaya “yataklık etmiş” kenti Perquin’in
bir Pazar günü yer yarılıp da içine geçmişçesine ortadan kaybolan halkını
ararken dank edecekti kafamıza. “İnsanlar nerede?” diye sorduğumuz tombul,
mestizo polis kadın neşeyle yanıtlayacaktı: “hepsi kent dışındaki yeni açılan
AVM’ye gittiler, señora! Her pazar
öyle yapıyorlar…”]
AVM’LER
CEHENNEMİ…
Söylenildiğine göre Türkiye’deki
sayıları 310’u bulmuş![3] Yalnızca İstanbul’da sayıları şimdilik 114.[4] “Şimdilik” diyorum, çünkü
İstanbul’da 32 AVM projesi inşaat için sırasını bekliyor.[5] Ankara’da ise bu sayı hızla 40’a
doğru tırmanıyor. Üstelik Ankara, birçok AVM’nin “gizli ortağı” olduğuna dair
söylentiler ayyuka çıkmış Büyükşehir Belediye Başkanı sayesinde, bir “Avrupa
rekoru”na imza atmış durumda: Ankara, “Belediye başkanımızın övünerek
söylediğine göre, bin kişi başına düşen AVM alanı sıralamasında da 215 metrekare ile
sadece Türkiye’de birinci olmakla kalmıyor, Avrupa ortalamasını aşan tek il unvanını
da yakalıyordu.”[6]
“Çoğunda in cin top oynuyor,”
diyebilirsiniz. Haklısınız. Ancak kapitalist iktisadın mantığı sizin-benim
anadan-atadan kalma “israf düşmanı” havsalamız uyarınca işlemiyor. Şöyle ki,
“Açıklamalara göre, AVM’lerde gerçekleşen satış 50-60 milyar TL yani 28 milyar
dolar. Türkiye’nin 2012 hanehalkı harcama tutarı 580 milyar dolar. Bundan
konut, ulaştırma, eğitim, sağlık gibi harcama kalemlerini ayıklarsak, yaklaşık
385 milyar dolarlık bir tüketim harcaması ve bundan nasiplenen irili ufaklı bir
ticaret erbabından söz edebiliriz. Bu durumda sayıları 310’u bulan AVM’lerden
yapılan alışveriş, henüz yaptığımız harcamaların yüzde 7’si. (…) Birçok AVM,
umduğunu bulamıyor. Ama, bu sonuç, birçok büyük yerli-yabancı yatırımcı için de
‘AVM’lere daha çok ekmek var’ şeklinde yorumlanıyor.”[7]
Bir başka deyişle, kapitalizm,
sizin-benim doğal-tarihsel dokunun tahribi, kültüre saldırı, israf gördüğümüz
yerde “potansiyelini tamamlamamış bir Pazar” görebiliyor. Bu nedenledir ki,
“kâr kokusu” aldığı yere yığılıp, boğduktan sonra altta kalanlarının enkazını
bırakarak başka talan alanlarına doğru çeviriyorlar dümeni… Bu nedenledir ki
boş buldukları alanlara dikmeyi sürdürüyorlar AVM’lerini: Stadyumlara (Edirne -
25 Kasım Stadyumu[8]) kent ormanları ve lagünlerin
üzerine (İzmir - Kemeraltı[9]) tarihî sit alanlarına (Bursa,
Mudanya, antik Myrleia kenti yıkıntıları üzerine[10]) İstiklal caddesine, sel
yataklarına (Samsun’da Temmuz 2013’de, 11 kişinin yaşamını yitirdiği sel sonucu
tarumar olan Lovelet AVM[11])…
Peki, “ne sakıncası var
AVM’lerin?” diye soranınız çıkar mı bilmiyorum. Aslında, başbakanın gözümüzün
içine baka baka “Taksim Gezi Parkı’na Topçu Kışlası’nı da yapacağız, içine de
AVM de” deyişinden sonra olan bitenleri düşündükçe, sanmıyorum da. Bardağı taşıracak
son damlayı damlattığını nereden bilsin, garip?
Olsun, yine de sıralayayım. Bir
kere AVM’ler küçük esnafı öl-dü-rü-yor! Nasıl mı? Şöyle: “Esnaf ve
sanatkârların çatı kuruluşu olan TESK, istatistik kayıtlarını tutmaya başladığı
2005 yılı başından 31 Mayıs 2013 tarihine kadar olan dönemi incelemiş… Buna
göre; 1 milyon 145 bin 641 esnaf ve sanatkâr mesleği bırakarak sicil kaydını
sildirmiş. Yani faaliyete geçen her 4 esnaf ve sanatkârdan 3’ü topu atmış…”[12]
Bu durum o kadar gerçek ki,
AVM’ci Başbakan Tayyip Erdoğan bile itiraf etmezlik edemiyor: İstanbul’daki bir
alışveriş merkezinin açılışında “Küçük esnafın şikâyetini biliyorum. Fakat
Türkiye değişiyor, bu gerçeği görüp birleşsinler. Eskiden sokak aralarında
mahalle bakkalları vardı. Bugün hayatın gerçeği alışveriş merkezleri,” dememiş
miydi?[13]
Esnafın nasıl birleşeceği, birleşip de ne yapacağı, hızla, muazzam ölçeklere
ulaşan kentsel ranta yönelen ve GYO’lar (gayrımenkul yatırım ortaklıkları)
olarak yeniden örgütlenen büyük sermaye karşısında ne yapabilecekleri, son
derece kuşkulu. Üstelik de siyasal iklim bütün gücüyle bu alanda büyük
patronların arkasında dururken![14] Ali Ağaoğlu’nun “devletin
kentsel dönüşüm projesiyle sadece İstanbul’dan trilyon doların üzerinden gelir
elde ettiğini”[15] söylemesi boşuna değil!
Şu hâlde AVM’lerin ikinci büyük
toplumsal zararı, muazzam sermaye temerküzüne yol açması. Ama gelin bu başlığı,
az ileride “rantsal dönüşüm” başlığı altında ele alalım.
AVM’ler, küçük esnafın yıkımının
yanı sıra, kentin uzağına kuruldukları ölçüde otomobilleşmeyi, bir başka
deyişle bireysel araç kullanımını katmerlendiriyorlar. Yıllarca metro
inşaatının üzerinde yatan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in
Eylül 2013’te aşka gelip ODTÜ öğrencilerini ve 100. Yıl sakinlerini gaza,
kimyasallı suya ve coplara boğarak 15-20 günde tamamladığı, ve Eskişehir
yolundaki trafiği büyük ölçüde rahatlatacağı söylenen yola “ihtiyaç”, neden
birden böylesine vahim boyutlara varmıştı, acaba? Bu yoğunluğa Eskişehir yolu
üzerinde mantar gibi birbiri ardısıra biten AVM’ler katkıda bulunuyor olmasın?
Her durumda, AVM’lerin “otomobil
uygarlığı”na katkıları, bizzat kent dışındaki, ancak otomobille ulaşılabilen
dev kapalı alışveriş merkezlerinin ilk tasarımcısı Victor Gruen (ABD, 1956)
tarafından, “toprağı ziyan eden park yeri denizleri”[16] olarak lanetlenecekti.
Bu kadar da değil; AVM’lerin
sosyo-kültürel doku üzerinde de geri dönüşsüz tahribatları var.
İnsan ne için alışverişe çıkar?
Bir ihtiyacını karşılamak için? Vitrinlere bakmak için? Sosyalleşmek için?
Vakit geçirmek için? Değişiklik olsun diye? Muhtemelen… Peki ya bu faaliyet,
tüm bir iç tasarımın, dekorasyonun, düzenli değiştirilen raf düzeninin sadece
ve sadece tüketimciliği körüklemek olduğu, örneğin günün, alışveriş arzusunu
körükleyecek tarzda, yapay aydınlatmayla uzatıldığı ve planlanmasında,
dizaynında görevleri sadece ve sadece insanların daha çok, daha düşüncesizce,
daha doymazca alışveriş yaptırmak olan yüzlerce, binlerce uzmanın (psikolog,
sosyolog, antropolog, pazarlamacı…) görev aldığı AVM’lerde gerçekleşiyorsa? Bu
durumda tezgâhlar, ihtiyaç ve/veya istek sahibi müşterinin gereksinimi
karşılayan mekânlar olmaktan çıkıp, insanların zaaflarını biçimlendirip
kullanan, manipüle eden simülakrlara dönüşmezler mi? Doyum sağlamak yerine sürekli
ve doymak bilmez bir açlığı körükleyen? Evet, “alışveriş hastalığı” (oniomania, ya da kompülsif satın alma
bozukluğu) diye bir hastalık var. ABD’de nüfusun yirmide birini etkilediği
düşünülüyor.[17]
Hastaların “malî durumlarını sarsan, iş yaşamlarını tehlikeye atan,
evliliklerde derin sarsıntılara, birçok durumda boşanmaya yol açan, bireysel
borçluluğu katlayan” ve kadınlarda teşhis oranı erkeklerin beş katı olan oniomania’nın Türkiye’de de yayıldığı da
vurgulanmakta.[18] Hastalığın yaygınlaşmasında AVM’lerin
katkısı, tartışmasız…
Bu kadar da değil… İçlerinde
bilinçsizce gezinen insanları alışveriş otomatlarına dönüştüren AVM’ler,
kentlerin en önemli sosyalleşme mekânlarından olan “plaza”ları (=piyasa;
meydan), sokakları, sokak yaşamını da yok etmekte… Sokaklarda çekirdek
çitleyerek gezinme, köşedeki tuhafiyeciyle hoşbeş edip geçen kış yarım kalan
atkınızın yününü arama, balıkçıyla şakalaşma, kasaba fiyatların yüksekliği
konusunda çıkışma, eczanede biraz soluklanıp o yılın gribinin ne kadar ağır
geçtiğinden yakınma, bakkalla seçimleri, büfeciyle Galatasaray-Fener maçını
kimin kazanacağı konusunda iddialaşma… Mahalle yaşamının bu lezzetleri geri
dönüşsüzce yok olurken, biraz daha yalnızlaşıyor, biraz daha yabancılaşıyor
insanlar. Oysa, “cenazenizi AVM değil, mahalle bakkalı kaldırır,” Oktay
Ekinci’nin de Bursa’da bir panelde belirttiği üzere[19]…
Ve nihayet, AVM’ler emeğin,
özellikle de genç işgücünün acımasızca sömürüldüğü “taşeron cennetleri”dir.
Yani, “Bütün bunların yanında, AVM’lerin, çalışma yaşamına dönük görünmeyen bir
etkisi bulunuyor. AVM’lerin haftanın yedi günü de açık olması, hizmet
sektörünün gelişimi olarak sunulsa da çalışanların günlük mesai saatlerinin
esnetilmesi, tatil günlerinin kısıtlanması anlamına gelmektedir. Bayram,
yılbaşı gibi özel gün ve tatil günlerinde hizmet vermeleri ile sadece
geleneksel alışveriş modeli değişikliğe uğramıyor, aynı zamanda işçi hakları da
önemli bir şekilde kısıtlanmış oluyor.”[20]
ANAP’TAN
AKP’YE NEO-LİBERAL TALAN EKONOMİSİ
“Peki bütün bunlar ne için” mi?
Neo-liberalizm, kapitalizmde
spesifik bir sermaye birikim rejimine denk düşmekte. Üretim ile maliye
arasındaki tüm bağların koptuğu, kârın büyük ölçüde ranta ve spekülasyona
dayandığı, modernist düşünürler tarafından “rasyonel” ilan edilmiş bir iktisadî
sistemin olasıdır ki en “akıldışı” evresi…
Neo-liberalizm ile birlikte,
yeryüzünde aklınıza gelebilecek soyut ve somut her şey: toprak, hava, su,
genetik dokular, imgeler, simgeler, hayaller, fikirler, gülümseme, zayıflık,
sağlık, sohbet, tarih, ırmaklar, kıyılar, adalar, ağaçlar, inançlar, ibadet,
cinsellik, sanat, edebiyat, eğitim, bilgi, gençlik, zindelik, spor, oyun,
dostluk, aşk… her şey ama her şey metalaşma yetisiyle donandı. Bir başka
deyişle, bir kullanım değerinin yanı sıra, bir de değişim değeri edindi.
Marifet onu satılabilir hâle getirmekti artık, yani pazarlamacılık; bunu
becerebilen, yaşına-başına, burjuva sınıfı içindeki tarihine bakılmaksızın,
Bloomberg’in “En zenginler” listesine dahil olabiliyordu - isterse bir
seneliğine olsun…
Denilebilir ki kapitalizm, neo-liberalizm ile
birlikte olası sonuçlarına ulaştı, içerdiği tüm olasılıkları tamamladı.
Türkiye kapitalizminin Turgut
Özal ile birlikte yöneldiği yol, bu. Pazarlanabilecek her şeyi pazarlayarak
sıcak paraya dayalı bir büyüme sağlamak.
Bunun en kolay yolu ise, kentsel
alanları ranta dönüştürmek…
Sevda Tepesi’ni hatırlar mısınız?
İstanbul Boğazı’nın en güzel manzarası… Hani İstanbul’un ANAP’lı Belediye
Başkanı Bedrettin Dalan’ın, Başbakanı Turgut Özal’ın talimatıyla, 250 milyon
dolarlık kredi karşılığında, bir emlakçı gibi İstanbul’u dolaştırarak yer
beğendirmeye çalıştığı Veliaht Prens Abdullah bin Abdülaziz’e “jest” olsun diye
pazarladığı… Tepe’nin sahiplerinden Emin Dırvana’yı pazarlığa oturtup kaş-göz
işaretleriyle satışa razı ettiği “Veliaht Prens’i İstanbullu yapmak bizim için
onurdur. Ondan sonra bin işadamı daha gelir, ev ve iş sahibi olur...” diye
diye…[21]
AKP’liler, ANAP’ın şanına layık
ardılları olduklarını, o da ne kelime, “sonradan çıkan boynuzun kulağı
geçtiğini” attıkları her adımda kanıtlıyorlar… Yalnızca 16. 05. 2012 tarih ve
6306 numaralı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”
ile, “sadece İstanbul’da 500 milyar dolar, tüm Türkiye’de ise 1 trilyon doları
aşacak bir rantın oluşturulması söz konusu”[22] olduğu akıldan çıkartılmamalı!
Doğru, Bedrettin Dalan Sevda
Tepesi’nin Prens’e satışını “bağlamıştı” bağlamasına ama…
Arazi 1. dereceden sit alanı
olduğun için her türlü yapılaşmaya kapalıydı… Ve bugüne dek hiçbir iktidar
partisi, Suudilerden gelen onca basınca karşın bu yasağı bypass etmeyi
başaramamıştı…
Bugüne kadar…
AKP, İstanbul’u haraç mezat
pazarlamaya, “çılgın projeler”le rantı katlamaya koyulmuşken, “Sevda Tepesi”
meselesinin hâlli için de kolları sıvadı. İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin
AKP’li üyeleri, kaldır parmak indir parmak, bir imar değişikliğiyle Sevda
Tepesi’nde “turistik tesis” iznini çıkarıverdiler. Tabii karşılıksız değil;
Prens’ten bunun için bir 10 milyar dolar daha kopardıklarını[23] bizzat müstafi bakan Erdoğan
Bayraktar açıklayacaktı![24] Tabii “kayıtdışı” bir girişti
bu!
İş yalnızca Sevda Tepesi’yle
sınırlı kalsa, haydi nice vurgunlar yemiş bir toplum olarak, yine susalım,
sabredelim… Ama Yalçın Doğan’ın kısacık bir köşe yazısında, bir-iki yıllık bir
zaman diliminde, üstelik yalnızca İstanbul’da gerçekleşen yağma ve rantsal
talan, insanı isyan ettirmiyor mu? Buyurun:
“PARA lazım, kaynak yaratacağız,
onun için sat, sat, saaaaattıııım.
Arazi belediye ya da hazineye
ait. İmar planlarında ‘sosyal kültürel tesis alanı’ olarak görünüyor. İnşaat
zor. Kolayı var. İmar Planında ufak bir değişiklik, haydi, hoop, önüne bir
‘özel’ lafı ekle, oluyor sana, ‘Özel Sosyal Kültürel Tesis Alanı’. Şimdi oraya
ister otel yap, ister eğlence yeri, ister alış veriş merkezi.
Örnek mi, Üsküdar Çengelköy,
Kartal Yakacık, Eyüp Yeşilpınar, Bağcılar Çınar Mahallesi.
Ya da yeşil alanlar. Beykoz
Kavacık’ta 219 bin metrekare yer hazineye ait, yeşil alan. Planda parklar,
çocuk oyun alanları, İETT oto terminali. Önce bir vakfa tahsis ediliyor. Sonra
plan değiştiriliyor. Ardından hastane ve üniversite için inşaat izni veriliyor.
(18.02.2011/348).
Üsküdar Kısıklı, 85 bin
metrekare. 1. derece SİT alanı, inşaat hakkı yok. Koruma Kurulu birinci
dereceden çıkartıyor, üçüncü derece SİT alanına alıyor. Sonra iki kat konut
yapımı izni veriyor. (12.01.2012/ 107).
Pendik Çakmaklı’da Büyükşehir
mülkiyetindeki park alanı ile Pendik Kurtköy’deki Pendik Belediyesi
mülkiyetindeki fuar alanı akaryakıt istasyonu yapılıyor.
Boğaziçi Yasası ‘Boğaz’da buralara
ağaç dikeceksiniz’ diyor, diyebilir, desin.
Çubuklu ve Burunbahçe Mesire
Alanlarında inşaat yasağı varken, ‘turizm alanı’ ilan ediliyor. (16.12.2011/182
ve 183 sayılı raporlar). (…)
Otopark ihtiyacını karşılamak
Büyükşehir Belediyesinin görevi. Oysa, para lazım. Kat otoparkı olarak görülen
arsalarda plan değiştiriliyor, ondan kolay ne var, nasıl olsa Belediye
Meclisi’nde AKP çoğunlukta, anında değişiklik, kat otoparkı yerine al sana
Ticaret-Turizm Alanı.
Ticaret ve turizm alanları
İstanbul’un her yanında dizi dizi. Beşiktaş 2.882, Pendik 7.118, Güngören 2.741 metrekare,
Büyükşehir mülkiyetinde. Otoparklar sizlere ömür, yerlerine artık nasıl turizm
alanı ise.
Daha neler, neler. Mahkemeden
dönen kararlar karşısında, Büyükşehir Belediye Meclisi neler yapıyor,
tutanaklarda hepsi var…”[25]
Görüldüğü üzere, AKP iktidarı,
İstanbul’dan yuttuğu her lokmanın ardından eli biraz daha büyüterek zücaciyeci
dükkânına girmiş bir fil misali yol alıyor: “Durmak yok, yola devam”… Sırada
“3. Boğaz köprüsünden[26] Boğaz karayolu tüneline,
karayolu tünellerine, Haydarpaşa Garı[27] ve Çamlıca Tepesi
düzenlemelerine, Kanal İstanbul’a,[28] her biri milyonluk iki yeni kent
kurulması projesine değin çok önemli projeler gündemdedir…”[29]
“YAŞAMAKTA
DİRENMEK…”
Başta (yeryüzünün tüm hırsızlarının
başını döndürecek ölçüde zengin bir yağma ve talan alanı) İstanbul olmak üzere
tüm kentlerin AKP “projeleri” hayata geçtiğinde nasıl bir görünüm alacağını
düşünmek, insanın tüylerini ürpertiyor… Ormansızlaşmış, ağaçsızlaşmış,
tarihsizleşmiş, insansızlaşmış, kişiliksizleşmiş bir beton-çelik-pleksiglas
yığını. Bir Dubai simülakrı… Ortalarından otoyollar geçen, uçsuz bucaksız bir
AVM görünümünde kentler. Yoksulların ta dışlarına, uzağında, üst üste yığılmış
bloklara tıkıştırıldığı… Her bir bucağı titizlikle “tasarlanmış”…. Her
milimetrekaresi kameralarla taranan… İçinde tek “sosyal” faaliyetin alışveriş
yapmak olduğu… Steril, ifadesiz, anlam-yoksunu kimliksiz “yer-olmayan”lar...[30] Kalabildiği kadarıyla
sokaklarında dolaşırken nerede olduğunuza dair en ufak bir ipucu
duyumsamadığınız… Cansız, nabızsız, yapay… Ve pahalı!
Bu
distopya’da “kent hakları” neye tekabül eder, sizce?
Sanırım
önce yoksulları olarak kent dışına sürülmeye karşı durmayı. …“Kentsel dönüşüm”
adına yaşam alanlarımıza yönelen açgözlü zorbalığa karşı çıkmayı… Yaşamı
savunabilmek için, çoğumuzun belki dudak bükerek hatırladığı, elinde bir bıçak
ya da bir bidon benzin, gecekondusunun damında yıkıma karşı direnen kadın ya da
erkeğin gözü karalığına ve ısrarına sahip olmayı Tek bir ağaç uğruna, Haziran
2013 kararlılığını göze alabilmeyi… Meydanlara, sokaklara sahip çıkmayı… Tarihî
mekânlara, yeşil alanlara, yaşam yerlerimizin ortasına dikilen AVM’leri boş ve
metruk bırakmayı… “Otomobil uygarlığı”na karşı soluk alma hakkını savunmayı… Parklarda,
ağaçların altında iki el tavla atan, çarşıda-pazarda karşılaşıp ayak üstü
dedikodu yapan, elleri cebinde, aylak aylak sokakları arşınlayan,
sinemaya-tiyatroya giden, sahaftan, kitapçıdan kitap arayan, esnaf lokantasında
ucuza karnını doyuran, köprüden olta atıp balık tutan, kıyıda taş sektiren,
sıradan yurttaşlar olma hakkımıza sahip çıkmayı…
Çünkü
ünümüzde kapitalizm bizden yalnızca emeğimizi değil, aynı zamanda soluduğumuz
havayı, içtiğimiz suyu, ektiğimiz toprağı istediğini, yani artık salt emekle
yetinmeyip, tüm bir bios’u istiyor. Ona istediğini vermemek, insan olma ve
yaşama hakkını savunmaktır…
6 Ocak 2014 20:10:16, Ankara.
N O T L A R
[*] Onbirinci Tez Teorik-Politik
Dergi, No:1, Mart 2014…
[1] Edip Cansever.
[2] Elif İnce, “AVM’ler Ömrünü
Doldurdu”, Radikal, 24 Ocak 2013. http://www.radikal.com.tr/hayat/
avmler_omrunu_doldurdu-1118332.
[3] Mustafa Sönmez, “AVM Avanaklığı
ve Taksim Gezi”, 1 Haziran 2013, http://mustafasonmez.net/?p=3196.
[4] Bir karşılaştırma için
söylüyorum. Paris’te AVM sayısı 17 (Galerie Lafayatte tarzı geniş
perakendecilerin sayısı ise 7. Bilgiler e.parisinfo.com’dan alındı); Berlin’de
23 (Kaynak: europe-cities.com), Zürih’te 3 (kaynak: http://www.cbre.eu/portal/pls/portal/res_rep.show_report?report_id=1672)...
Bir başka deyişle, İstanbul, AVM sayısı bakımından Avrupa’nın başlıca metropollerine,
deyim yerindeyse “nal toplattırıyor”!
[5] “İstanbul’da Kaç Tane AVM Var?” http://www.emlakkulisi.com/istanbulda-kac-tane-avm-var/170896.
[6] Güven Sak, “Kent Çocuk Dostu
Değilse, Elbette Her Yere AVM Yapılır”, Radikal,
31 Aralık 2013, s.25.
[7] Mustafa Sönmez, “AVM Avanaklığı
ve Taksim Gezi”, 1 Haziran 2013, http://mustafasonmez.net/?p=3196.
[8] “AVM’ler Esnafı Yok Etmektedir”,
http://www.edirnetv.com/haber/avm-ler-esnafi-yok-etmektedir.
[9] Nehir Yüksel:
“İzmir’in Akciğerlerine AVM Dikecekler”, 13 Ağustos 2013, http://www.yurtsuz.net/
News.aspx?newsid=1668.
[10] “Antik Kent Üstüne AVM İzni
Çıktı!” Radikal, 6 Mart 2013.
[11] “Lovelet’in
‘alışveriş aşkını yaşatmak için tasarlanan ilk AVM’ olmak gibi bir iddiası da
var. Alışveriş aşkı... Çok net bir özet değil mi? Bu sevdadan mülhem seramik
kalpleri, dağı oyarak elde ettikleri duvara mıhlamışlar; şimdi yazık, hepsi
çamur içinde. Laf cambazlığı değil, kullanım alanını genişletmek için dere
yatağının yanındaki Toptepe bildiğiniz oyulmuş. Açılışa katılan birinden bizzat
dinledim, birçok kişi çok da değerli olmayan bir arsanın dağ oyularak,
ortasından geçen dere ıslah edilerek nasıl iyi bir yatırıma dönüştürüldüğünden
konuşuyormuş gıptayla!” (Pınar Öğünç, “Dere Yatağında ‘Alışveriş Aşkı’…”, Radikal, 6 Temmuz 2012, s.6.)
[12] Murat Muratoğlu, “Bir AVM Aşığı
Recep Erdoğan”, Sözcü, 26 Haziran
2013.
[13] Mehmet Y.
Yılmaz, “Kahraman bakkal süpermarkete karşı!”, Hürriyet, 1 Şubat 2010. Yılmaz bu hatırlatmadan sonra şöyle devam
ediyor: “Başbakan’ın durumları hiç iyi olmayan küçük esnafa önerebileceği çözüm
demek ki bu: Birleşin! Bunun o kadar kolay olmadığını biliyoruz. Dünyanın
gelişmiş bütün ülkelerinde de biliniyor. Bildikleri için de kent merkezlerinde
belli bir alandan daha büyük ‘marketlerin’ açılmasına izin vermiyorlar. Eğer o
dev marketlerden birini açmak istiyorsanız, kent merkezinden bilmem kaç
kilometre uzağa gitmeniz gerekiyor. Birbirine yürüme mesafesinde büyük
alışveriş merkezlerinin açılmasına da izin vermiyorlar. Büyük alışveriş
merkezlerinin kent içinde kurulmasının, kent yaşamının ayrılmaz bir parçası
olan sokak çarşılarını bitireceğini biliyorlar çünkü. Kentlerini planlarken,
‘küçük esnafın’ da o toplumda yaşamaya hakkı olduğu gerçeğini unutmuyorlar.”
[14] Nasıl mı?
Örneğin, “Yıllardır gündemde bir görünen bir kaybolan Alışveriş Merkezleri,
Büyük Mağazalar ve Zincir Mağazalar Kanun Tasarısı Taslağı uzun süredir
“uyutuluyor”. Bu arada konunun Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı ile
birlikte geriye doğru üç hükümette ilgili üç bakanı meşgul ettiğini; hepsinin
görev süreleri içinde kanunun çıkarılacağını beyan ettiklerini ama bir türlü
başaramadıklarını da belirtelim. AVM yatırımlarını disipline edecek kanun
tasarısı her nedense, her nasılsa ve nasıl bir güç önlüyorsa, bir türlü TBMM’ye
ulaşamıyor!” (Taylan Erten, “Gezi
Park’ında AVM Vak’ası (Kanunsuz AVM Politikası)”, Dünya, 5 Haziran 2013.
[15] Aktaran: Fuat Ercan, “Kışla ve
AVM’ye Karşı Üçbeş Ağaç: Kent ve Metalaşma Üzerine Notlar”,
http://www.sendika.org/2013/07/kisla-ve-avmye-karsi-uc-bes-agac-kent-ve-metalasma-uzerine-notlar-fuat-ercan-toplumsol/
[16] “Shopping Mall”, Wikipedia, The Free Encyclopedia,
http://en.wikipedia.org/wiki/Shopping_mall.
[17]
http://www.myaddiction.com/news/shopping/survey-says-shopping-addiction-is-more-rampant-than-we-realize
[18] “Kadınlarda alışveriş hastalığı
erkeklerin beş katı”, Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim
üyesi Prof. Dr. Oğuz Erkan Berksun’la röportaj. Hürriyet, 14 Ekim 2013.
[19] “Oktay Ekinci:
Cenazenizi Avm Değil Bakkal Kaldırır”, http://www.f5haber.com/oktay-ekinci-cenazenizi-avm-degil-bakkal-kaldirir-fotohaber-409547.
[20] “AVM Değil, Çarşı!”, Sol Haber
Portalı, 10 Kasım 2013. http://haber.sol.org.tr/kent-gundemleri/avm-degil-carsi-haberi-82387.
[21] Oktay Ekinci, “Sevda Tepesi’nin
Talan Öyküsü”, Cumhuriyet, 26 Haziran
2012, s.9.
[22] Mehmet
Bekaroğlu, “Bir Deli Dumrul Yasası”, Radikal
İki, 28 Ekim 2012, s.10-11.
[23] “Kral
Abdullah’a ait Sevda Tepesi’ne imar izni çıkarılması, Çevre ve Şehircilik
Bakanı Erdoğan Bayraktar tarafından savunuldu. İktidara yakın Star gazetesinden
(23 Haziran) aynen nakledelim: ‘Adam 20 küsur yıl önce satın almış, yazıktır.
İmarı da çok verilmedi. Arazisi 57 dönüm, imar 3400 metrekareye verildi. Kral
ailesi Türkiye’ye yardımcı oluyor. 10 milyar dolar tutarında bir yardımı oldu.
Dünya piyasaları krizde ve nakit darlığı var. Şimdi Suudi devleti yeni bir
yardım yapabilecek.’ ‘Esrarengiz Döviz Girişleri’ başlıklı yazısında bu konuyu
gündeme getiren Prof. Korkut Boratav, ‘Suudi Kralı’nın Türkiye’ye yaptığı ‘10
milyar dolarlık yardım’ ilgi çekmelidir’ diyerek soruyor: ‘Bu dolarlar ne zaman
geldi? Nereye, kime gitti? Hangi hesaba kaydedildi? Ve ekliyor: Ben bu parayı
ödemeler dengesi hesapları içinde aramayı yeğliyorum. Yardım tanımına en uygun
döviz girişleri, ödemeler dengesi tablolarının, cari transferler başlığı
altında yer alır. Ne var ki, Suudi Kralı’nın 10 milyar dolarını bu kalemlerde
bulamıyoruz. Çeşitli uluslararası kurumlardan, devletlerden, devlet-dışı
kuruluşlardan TC hükümetine veya özel şirketlere, derneklere, bireylere yapılan
transferlerin (ödemeler dengesi tablolarının D.1 ve D.2.2 kalemlerinde yer
alan) toplamı, AKP’li yıllar boyunca 6 milyar doları biraz aşmıştır. O hâlde
kralın 10 milyar dolarlık ‘yardımını’ kayıt dışı sermaye hareketlerinde aramak
gerekir. 2008 krizinin patlak vermesiyle Türkiye ekonomisi, adeta ‘gökten
zembille inen’ bol kepçe kayıt dışı döviz girişleriyle önce ‘kefeni yırtmış’,
sonra da ‘ihya’ olmuştur. Yabancı sermaye çıkışları döviz piyasalarını sarsmaya
başlarken milli gelirin yüzde 1.8’ine ulaşan ‘esrarengiz’ kaynak girişi,
2008-2009 krizinin bir finansal çöküntüye uğramasını önlemiştir. Sonraki otuz
ay içinde, kayıt dışı girişler dörtnala devam etmiştir.” (Özlem Yüzak, “Suudi
Kralı’nın 10 Milyar Dolar Yardımı”, Cumhuriyet,
4 Temmuz 2012, s.11.)
[24] “Kılıçdaroğlu:
Nasıl Bir Ülkeyiz”, Cumhuriyet, 25
Haziran 2012, s.6.
[25] Yalçın Doğan,
“İstanbul Haraç Mezat”, Hürriyet, 13
Temmuz 2012, s.21.
[26] Bakın Prof. Dr.
Haluk Gerçek 3. köprü konusunda neler diyor: “Bir kere üçüncü köprünün
yapılması, yapıldığı yer yanlış. Üçüncü köprü ve Kuzey Marmara otoyolunun
güzergâh alanının yüzde 48’i ormanlık alan, su toplama havzaları, kuşların göç
yollarının içinde. Dolayısıyla da burası doğal SİT alanı. (…) Zaten üçüncü
köprü güzergâhının geçtiği alanların şimdiden el değiştirmiş durumda olduğunu
biliyoruz. Oralarda büyük rant bölgeleri yaratıldı. Oralarda büyük yapılaşmalar
olacaktır. Ayrıca Başbakan’ın kendisinin açıkladığı yeni yerleşim planları var.
Örneğin Kaya Şehir. Üçüncü havaalanının hemen yanında ve Kuzey Marmara otoyoluna
bitişik bir alanda nüfusu bir milyona ulaşacak yeni bir şehir planlandı ve
yapımına da başlandı. Aynı şekilde, Anadolu Yakası’nda Tuzla’nın yakınında yeni
bir gelişme alanı planlandı. ( 2011’de yapılan İstanbul’un Çevre Düzeni
Planı’nı –b.n.) akademisyenler, plancılar, uzmanlardan oluşan kalabalık bir
kurul tarafından dört-beş yıl uğraşılarak hazırlandı ve İstanbul’un geleceğini
koruma amaçlı hazırlanan bir plandı. Kent kuzeye doğru gelişmeyecekti. O planda
ne 3. köprü ne Harem’den Kazlıçeşme’ye gidecek karayolu otomobil tüneli ne de o
yeni yerleşim alanları var. Bunlar İstanbul’un son doğal alanlarını tahrip
edecek. 3. köprü ve bağlantıları bunu tetikleyecektir. (…) Üçüncü köprü bir
ulaşım projesi değil. Çünkü oralarda daha yüksek gelir gruplarına hitap edecek
yeni yerleşim alanlarının planları yapılıyor. Üçüncü havaalanı da oraya
konumlandırıldı. (…) Üçüncü köprü yap-işlet-devret modeli. Bildiğim kadarıyla
üçüncü köprüyü yapacak konsorsiyuma DPT’nin karşı çıkmasına rağmen, trafik
garantisi sağlanamadığı takdirde aradaki farkın devlet tarafından ödenmesi
taahhüt edilmiş. (…) Bu sadece üçüncü köprü projesinde değil İzmit Körfez
geçişinde de var. Tabii bu paralar devletin cebinden çıkmayacak. (Leyla
Tavşanoğlu, “İstanbul Kalmayacak”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2013, s.10.)
[27] Haydarpaşa Port
Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı geçen hafta İstanbul Büyükşehir Belediye
Meclisi’nden geçti. Plana uygun proje hazırlandığında 1 milyon metrekarelik ‘
Haydarpaşa Port’ta Harem Otogarı’ndan Kadıköy Moda’ya kadar olan kısım dev bir
turizm ve ticaret merkezi hâline gelecek. Böylece tarihi kentin Anadolu
yakasında yeni bir siluet oluşacak. Haydarpaşa ‘ya yeni bir kruvaziyer limanın
yanı sıra, dini tesisler, konaklama ve turizm alanları yapılacak. Tarihi
Haydarpaşa Garı restore edilerek konaklama ve turizm amaçlı kullanıma açılacak.
941 bin metrekarelik alanın yaklaşık 817 bin metrekaresine inşaat yapma izni
getirilecek. Plan 45 gün içinde askıya çıkarak ilan edilecek ve 1 aylık itiraz
süresinin ardından eğer itiraz olmaz ise ihaleye çıkılarak hayata geçecek.
(Ömer Erbil, “Anadolu Yakasına Yeni Siluet Geliyor”, Radikal, 16 Eylül 2012, s.4.)
[28] İstanbul
Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Kadir Topbaş, “Arap ve İslâm âleminden, Suudi
Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinden, İstanbul’a yatırım
hareketliliği var. Özellikle Kanal İstanbul projesi büyük cazibe oluşturuyor”
diyor. (“Sırada Süleymaniye Var”, Cumhuriyet,
28 Haziran 2012, s.9.)
[29] Güngör Evren,
“Çevreye ve Kente Sahip Çıkma Hakkı ve Görevi”, Cumhuriyet, 12 Kasım 2012, s.17.
[30] Antropolog Marc
Augé, tüm yerel/kültürel ayırt ediciliklerinden soyunmuş, dünyanın neresinde
olduğuna dair en ufak bir gösteren içermeyen (beş yıldızlı otel, havaalanı, AVM
gibi) mekânlara “yer-olmayan” (non-lieu)
der. (Bkz. Marc Augé, Yer-Olmayanlar.
Üstmodernliğin Antropolojisine Giriş, Kesit Yayınları, 1997.)
Yorum Ekle