“acıya sevinen zalimlerin zevk çığlıkları bir gün kendilerini sağır edecektir.” [2] [ Önce bir açıklama: “Mobbing” hakkındaki ...
“acıya sevinen zalimlerin zevk çığlıkları
bir gün kendilerini sağır edecektir.”[2]
[Önce bir açıklama: “Mobbing” hakkındaki görüşlerimi, Sağlık Emekçileri Sendikası’nın 30 Ocak 2012 tarihinde Ankara’da düzenlediği çalıştayda sunma olanağını bulmuştum. Bu tebliğ, daha sonra yayınlandı.[3] Bu bildiride, neoliberal iktisat politikalarının mobbing’i nasıl ilişkin hâle getirdiğini, daha doğru bir deyişle, neoliberalizm ile mobbing yakınmalarının yoğunlaşması arasındaki doğrudan ilişkiyi açımlamaya çalışmıştım. Bugün ise bugün-burada bir kez daha mobbing’i tartışmak üzere bir araya gelmek zorunda kalmamıza yol açan siyasal tabloyu vurgulamak istiyorum. Kuşku yok ki, “mobbing”, çoğunlukla sunulageldiği üzere tekil, bireysel-psikolojik bir görüngü değil. Daha çok, tahakküm ilişkileri alanına yerleşiyor ve her tahakküm aracı gibi politik (ya da ekonomi-politik) saiklerle kullanılabiliyor. Bu tebliğde mobbing’in mevcut siyasal iktidar elinde nasıl bir “biat üreten” mekanizmaya dönüştüğü vurgulanacak.]
Bazen oluyor. İktidar yandaşları, “şecaat arz ederken” baklayı ağızlarından kaçırıveriyorlar.
Örnek mi? Akit yazarı Abdurrahman Dilipak, AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hitaben yazdığı ‘Şikâyetname’ başlıklı yazısında, şunları söylüyordu:
“İftira ediyorlar. Tecrit uyguluyorlar. Hiçbir iş verilmeden bankamatik memura dönüştürülen personeller var. Kimi bakanla, kimi başkanla tanış diye kendini konumlandırıyor. Kiminin arkasında milletvekilleri var. Sırtını dayadıkları biri var işte. Birini orada istemiyorlarsa, ya da kendi cemaatlerinden birini getireceklerse, tıpkı FETÖ’cüler gibi sürekli soruşturma açarak caydırmaya, yıldırmaya çalışıyorlar. Sorumlusu olmadığı işlerden dolayı suçlanıyorlar, zimmet çıkartılıyor. Yargıya da gidemiyorlar. Niye, partiye zarar verirmiş... Sendika da çaresiz, onlar da sorun çıkartmak istemiyor. Avukat kendi partisine karşı dava açmak istemiyor. CHP’li avukat mı tutsunlar. Bu tür haksızlıklara uğrayanlar artık MHP’li sendikalara gidiyorlar.”[4]
“Kadrolaşma”yı kim daha açık bir dille gözler önüne serebilir? Bitmedi; “Mobbing” bundan daha veciz bir dille anlatılabilir mi?
Ya da soruyu şöyle sorayım: “Mobbing”in bir siyasal iktidar aracına nasıl dönüştürülebileceği, bundan daha özlü biçimde ifade edilebilir mi?
Marksist literatür, “ilkel sermaye birikimi”nde “iktisat dışı cebir”in üzerinde fazlasıyla durmuştur. Başta Rosa Luxemburg olmak üzere pek çok Marksist, kapitalizm-dışı dünyayı kapitalist sisteme dâhil etmede “zor”un rolü konusunda hayli verimli tartışmalar yürütegelmişlerdir.
“İlkel sermaye birikimi rejimi, yaratılan değerin bir bölümüne yasadışı yollardan veya yasal kılıf altında ama haksız biçimde el koymak, üstün sınıf veya kast konumunu kullanarak toplumsal artığın bir bölümünü kendine tahsis etme yoluyla elde edilen zenginleşmedir,”[5] der Ahmet İnsel. İlkel sermaye birikimi, bir değer yaratarak yaratılan değerin bir bölümüne el koyma (artı-değer sömürüsü) yoluyla işleyen kapitalist sermaye birikiminden farklı olarak, bu sistemin dışında yaratılmış değerlerin temellükü biçiminde işler; kapitalist sistemin kendi dışına doğru genleşmesine içkindir. Bu meyanda korsanlık, köle ticareti, yolsuzluk, rüşvet, haraç vb. “temellük” yöntemleri, ilkel sermaye birikimine mündemiçtir.
Sorun şu ki, bir ülkede kapitalist üretim tarzının varlığı, hatta hâkimiyeti, sistemin sonsuza dek kendi mantığı çerçevesinde, yani salt artı-değer sömürüsü aracılığıyla işleyeceği anlamına gelmiyor. Bir yandan yeni sektörlerin kapitalist üretim tarzına, bir yandan da (özellikle neoliberal sınır-tanımazlığın açtığı yeni olanaklar sayesinde) yeni toplumsal katmanların kapitalist sınıfa dâhil edilmesi, ilkel sermaye birikimi yöntemlerine sıkça başvurma gereğini doğurur; hele ki bizimki gibi kapitalist sisteme devlet zoruyla entegre olmuş ülkelerde.
Bu kısa hatırlatmalar, “mobbing”i şimdiye dek ele alınagelenden farklı bir ışık altında irdeleme olanağını da açıyor önümüze.
Max Weber’i anarak başlayalım mı?
Max Weber, iyi bilindiği üzere yetkenin meşruiyet savlarını üç ideal tipe indirger: Yasal-rasyonel temel, geleneksel temel ve karizmatik temel.[6]
Yasal-rasyonel temelde yetke kuralların ve yetke pozisyonunu işgal edenlerin buyruk verme hakkının yasallığına olan inanca dayanmaktadır (rasyonel yetke). Geleneksel yetke, çok uzak bir geçmişe uzanan geleneklerin dokunulmazlığı ve bunlara dayanarak yetke uygulayanların meşruiyetine olan inanca dayanır. Ve nihayet karizmatik yetke, tekil bir kişinin istisnaî kutsallığı, kahramanlığı ya da örnek karakteri ve onun ortaya koyduğu normatif örüntüler ya da düzene bağlılığa dayanır.
Yasal yetkede itaat yasal olarak kurulmuş kişilikdışı bir düzene yöneliktir. Bir başka deyişle, yetke kişiden değil, makamın formel yasallık ya da rasyonalitesinden kaynaklanır. Weber’e göre yasal-rasyonel yetkenin en iyi örneği, siyasal ya da iktisadî bürokrasidir. Yasal-rasyonel yetke modern devletlere özgü bir yetke biçimidir ve kapitalizmin gelişmesiyle bağlantılıdır. Kişiler pozisyonlara öndere bağlılıkları ya da yakınlıkları nedeniyle değil, liyakat esasına göre getirilirler.
Weber’in bu çıkarım(lar)ını, kapitalist birikim rejimi temelinde okumak mümkündür: Kapitalist birikim kendi mantığı çerçevesinde, yani artı-değerin (işçiyle patron arasında “özgürce” imzalanmış bir akit çerçevesinde) sermaye sahiplerince temellükü biçiminde süregittiği sürece, yetkenin yasal-rasyonel tipinin işleyişinin önünde, en azından kuramsal düzlemde, bir engel yoktur.
Ancak, sistem genleşmek (yeni alanlar ya da yeni katmanların dahli) sorunuyla karşı karşıya kaldığında, yetkenin rasyonel-yasal biçim(ler)i, aktarımları sağlamada yetersiz kalacaktır. Bu durumda, yasallık da rasyonalite de bizzat yetke sahipleri tarafından ihlâl edilir. Bu “ihlâl”in Weberci geleneksel ve/veya karizmatik yetke tiplerinin melezlenmesi yoluyla yapıldığı, örneğin liderin kişisel karizması ile geleneksel yetkenin patrimonyal tipinin çaprazlandığı bir bileşimle gerçekleşebilir.[7] - Bugün bu ülkede olageldiği üzere…
Bir başka deyişle, bir ülkede kapitalist sistemin temsilcilerinin (yöneticiler ve/veya şirketler) geleneksel olarak kapitalist-olmayan sektörleri (diyelim ki geçimlik tarımı ya da küçük zanaatkârlığı veya devlet kapitalizminin -kamu sektörü- birikimlerini) temellüke kalkıştığında (ki kapitalist sistemin neoliberal versiyonunun amacı tam da budur: kapitalist sisteme dâhil edilmedik bir karışlık dahi alan bırakılmaması), bu işlemin meşruiyetini sağlama konusunda geçerli mevzuatın ve bürokratik işleyişin kifayetsiz kalacağı, ortadadır. Kapitalizmin kendi “yasallığı”nı neoliberal sistemde bu denli sık ihlâl etmesinin nedeni de budur… Rüşvet, yolsuzluk, kaçak göçmenlerin kölelik benzeri koşullarda çalıştırılması, doğal kaynakların her türlü çevre mevzuatı çiğnenerek yağmaya açılması, rantlaşma… bunların her biri, kapitalizmin kendi sınırlarını zorladığının resmidir.
Türkiye’nin 1980 sonrası yöneldiği neoliberal gidişatta bunlar oluyor. Sermaye genleştikçe, siyasal iktidara yakın olmaktan nemalanan yeni toplumsal kesimler sermaye sınıfına entegre oluyorlar. (Kurulu düzen okumuşları arasında sıkça dile getirilen “bu ülkede üç kuşaklık burjuva ailelerin ender olduğu, bu nedenle de burjuva kültürünün bir türlü yerleşemediğine” dair yakınmalar bu vakı’aya mündemiçtir.) Dahası, Türkiye özgülünde bu, neoliberalizm ile zuhur etmiş yeni bir durum da değil; siyasal iktidara yakın durmanın çoğunlukla iktisadî sermaye temellük etmeye denk düştüğü eş-dost kapitalizmi için alışılageldik manzaralar…
Ancak 2000’li yılların başından itibaren, bu ülkede koşut bir süreç daha işlemeye başladı: Bu süreci anlayabilmek için, AKP’nin “Anadolu Kaplanları” metaforuyla betimlenen ve MÜSİAD’da örgütsel ifadesini bulan sınıfsal dayanağının, küresel neoliberal yönelimlerin kendi sınıf çıkarlarıyla uyarlığını saptamış, ama aynı zamanda “taşra muhafazakârlığı”na taalluk eden bir değerler sistemi çevresinde kümelenen Anadolu sermayesi olduğu vurgulanmalı.
Yıllar yılı Kemalist modernizm ve onunla kültürel uyarlığı olan (ve TÜSİAD’da tecessüm eden) “Marmara Sermayesi” karşısında kendini “ötekileştirilmiş” hisseden bu kesimin 2000’li yılların başında AKP ile birlikte iktidara taşınması, toplumun her alanına nüfuz etmeyi hedefleyen bir “rövanş” ve devletin her alanında “tam/eksiksiz denetim sağlama” iddiasını da beraberinde getirecekti. Bir başka deyişle, AKP ile birlikte hem sermayenin nüfuz alanı önündeki tüm sınırlamalar (sınıf mücadeleleriyle kazanılmış emekçi hakları ve/ile “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olma idealinin getirdiği tüm sınırlayıcı mevzuat) kaldırılacak, hem de küreselleşme ile birlikte dünya kapitalist sistemine entegre olma olanağı yakalayan taşra sermayedarlarının, sermaye sınıfı içindeki pozisyonlarının güçlendirilmesi için iktidarın sağladığı tüm olanaklar, seferber edilecekti. Çoğunluğu taşra muhafazakârlığı ortamında yetişmiş, Kur’an kurslarına, İHL’lere, cemaat kültürüne aşina bir kısım AKP bürokratı, “yeniden yapılanma” sürecini hem ekonominin liberalleştirilmesi, hem de sermayenin “İslâmîleştirilmesi” olarak anlamlandırıp, yeni pozisyonlarının kendilerine sağladığı yetkeyi, çoğunlukla “seküler/modernist” kesimlerden devşirilmiş astlarını sindirme/bezdirme aracı olarak temellük etmede gecikmedi.
İktidar partisi devlet bürokrasisine müdahalelerini tehdit algılarına ilişkin bir dizi manipülasyonla sürdürecekti: “Ergenekon”, “Balyoz” vb. davaları, “Haziran kalkışması” ve nihayet “15 Temmuz darbe girişimi”… Bunların her biri, iktidar partisinin “eski” yapının taşlarını yerinden etme girişiminde elini rahatlatacak, meşruiyet zemini sağlayacak merhaleleri oluşturacaktı. Hiç kuşku yok ki, Nisan 2017 referandumuyla kabul edildiği duyurulan Başkanlık sistemi, neoliberal/İslâmcı iktidarın “eski sistem” adını verdiği Kemalist-modernist rejimin tasfiyesi yolunda attığı en radikal adım oldu.[8]
Bu bakımdan Türkiye’de yaşanan süreç hem sermayenin, ama aynı zamanda hem de siyasî iktidarın da transferidir. Bu “transfer”in, Weberyan terimlerle rasyonel/yasal yetke mekanizmaları aracılığıyla sağlanamayacağı açıktır. Bu nedenledir ki, AKP iktidarı, genellikle bürokratik rasyonaliteye ters önlemleri devreye sokacaktı: bürokrasi, hatta kamu personeli atamalarında liyakatın yerini sadakate, eş-dost kayırmacılığına, formel iktidar mekanizmaları içinde yer almayan kişilerin (Başkanın karısı, çocukları, yakın çevresi) ve dinsel cemaat önderlerinin tercih, hatta dayatmalarının ağırlık kazanması, akrabalara, eş dost, şu ya da bu cemaatin mensuplarına öncelik tanınması… Böylelikle, örneğin Türk örneğinin neredeyse uluslararası akademik literatüre armağan ettiği “aile boyu üniversite” kavramı ile kocaların rektör/rektör yardımcısı, eşlerin dekan olduğu, çoluk-çocuğun, kuzen-yeğenlerin akademik/idarî kadroları doldurduğu kamu ve vakıf üniversiteleri[9]; devlet kadrolarında önemli pozisyonlara getirilen eş-dost akrabalar[10] “vaka-i adiye” hâline geldi… Bu atamalar yalnızca kayırmacılık (nipotizm) kaygısına değil, aynı zamanda, liyakatten çok kadroların yöneticiye minnet ve sadakatle bağlı olması arzusuna dayanmaktadır: “bürokratik/yasal süreçleri hızlandırmak” gerekçesiyle ahbap-çavuş ilişkileri içinde olduğunuz, dahası ideolojik olarak yakın durduğunuz insanlarla, formel ilişkileri baypas ederek çok daha kolay ilişki kurar, biatı sağlarsınız.
Peki ya geriye kalanlar? Yani sizin iktidara gelmenizden ya da kadrolaşma kanalları üzerinde tam denetim sağlamanızdan önce göreve başlamış olanlar? Ya da daha önce uygun bulup sonradan yaramayacağına kani olduklarınız? Şu ya da bu “terör örgütü iltisakı” gerekçesiyle işine son verebilecek durumda olmadıklarınız?
“Mobbing” bu durumda etkin bir “terbiye ve yıldırma aracı” olarak devreye girmektedir. Bugün bu ülkede “mobbing”i iktidarın (ve iktidar “yancı”sı güruhun - öyle ya, terimin türetildiği İngilizce mob teriminin Türkçe karşılığı “güruh”tur) elinde bilinçli ve planlı bir sindirme aracına dönüşmesinin nedeni, budur. Öyle ki bu ülkede mobbing, iktidara biat ilişkisiyle bağlanmayan çalışanlara, ilgili birimdeki yandaşlar tarafından uygulanan “psikolojik terör” olarak tezahür etmektedir en çok[11]. Bu taciz ya da terörün bir merkez, bir yetke tarafından telkin edilmesi de gerekmemektedir üstelik… İlgili birimde yeterli çoğunluğu hisseden yandaşlar, genellikle “durumdan vazife çıkartıp” “kendilerinden olmayan”(lar)a mobbing uygulayabilmektedir. KESK bünyesindeki sendikaların (özellikle Büro Emekçileri ve Sağlık Emekçileri sendikaları) mobbing’e ilişkin tepkileri artan bir yoğunlukla dile getirmeleri, ya da bu konuda çalıştay(lar) düzenleme zorunluluğu, boşuna değildir. Ve de, söze başlarken dile getirdiğim üzere, Abdurrahman Dilipak’ın “mobbing”in tacizcilerin “kendi mahallesindekiler”i dahi hedef alıyor olması da öyle…
Çalışma yaşamında tehdit, baskı ve sindirme başlıca motivasyon araçları hâline getirildiğinde, iş hayatının “herkesin herkesle savaşı” alanına dönmesi, kaçınılmazdır. Bu tip savaşların, kazananı olmaz…
26 Ekim 2018 10:33:44, İstanbul
N O T L A R
[1] Sağlık Çalışanlarının Sağlığı Çalışma Grubu’nun 17 Kasım 2018’de Ankara’da düzenlediği “Sağlıkta Mobbing, Mobbing’de Sağlık” başlıklı sempozyumun ilk oturumunda sunulan tebliğ… Kaldıraç, No: 209, Aralık 2018…
[2] Bertolt Brecht.
[3] “Bir İktidar (Yeniden-)Üretme Aracı Olarak Mobbing”, Ses’li Kadınlar, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası Kadın Dergisi, Mart 2012, sayı 1, ss.38-43.
[4] A. Dilipak, https://gazeteyolculuk.net/dilipaktan-erdogana-icimizdeki-beyinsizler yuzunden-bir-helak-gerceklesebilir
[7] Bir kez daha Weber’e başvuracak olursak, geleneksel yetkenin “patrimonyal” tipi, “geleneksel egemenliğin iktidar sahibinin kişisel araçları durumundaki bir yönetsel ve askerî güç oluşturması durumunda ortaya çıkar. (…) Bu araçları elinde bulunduran iktidar sahibi, keyfî gücünün sınırlarını genişletebilmekte ve ataerkil ve yaşlıerkil (gerontokratik) düzenlerin geleneksel sınırlarını aşarak, kendisini bağışlamalar ve kayırmalarda bulunabilecek bir konuma gelecektir.” (ss.338-339)
[8] Tam bu satırlar yazılırken, medyaya Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, okullarda okutulan andın kaldırılmasını ilga eden Danıştay kararına tepkisi düştü: “Danıştay’ın Saray’da yapılan ‘Şura-yı Devlet’ten Danıştay’a Uluslararası Sempozyumu’ başlıklı etkinliği Tayyip Erdoğan’ın tepki konuşmasına sahne oldu.
Etkinlikte ilk konuşmayı yapan Danıştay Başkanı Zerrin Güngör, dikkat çekici bir biçimde “Danıştay’ın faaliyetlerinde tabi olduğu tek ilke kuşkusuz hukukun üstünlüğüdür. Unutulmamalıdır ki, hukuki güvenlik ilkesi, hukukun üstünlüğünün temel unsurlarındandır” dedi.
Güngör’ün ardından söz alan Erdoğan, (…) Türkiye’nin 24 Haziran seçimlerinden sonra yeni bir yönetim modeline geçtiğini hatırlatıp, açık açık tek adam rejimine uygun hareket edilmesi talimatı verdi:
5 yılda ant ile ilgili karar veriyor Danıştay. 2013’ten 2018’e kadar neredeydiniz? Şimdi mi aklınıza geldi?
Bazı uygulamalar görüyorum ki çift başlılık değil, hatta hatta çok başlılığa giden bir süreç var. Bazı kavramların tanımında zorlanıyorum. Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı nasıl demokrasinin olmazsa olmaz şartı ise jüristokrasi de aynı derecede büyük bir tehdittir.
Yargı gelsin o zaman idare görevini de üstlensin. Yerindelik yetkisini de yargı kendinde kullanıyor. Böyle bir şey olamaz. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile ilgili de Danıştay’dan da izin alacaksak o zaman ben bu makamda durmayayım, çekiyim gideyim.
Kusura bakmayın yanımda bunca hukukçu var. Bunlara bu devlet niye bu maaşları ödüyor? Gelip yan gelip yatın diye ödemiyor ki.”(Sendika.org, 24 Ekim 2018, “Erdoğan’dan yargıya: Sizden izin mi alacağız? Size niye maaş veriyoruz?” http://sendika62.org/2018/10/erdogandan-yargiya-sizden-izin-mi-alacagiz-size-niye-maas-veriyoruz-515134/) Bu “azarlayıcı ve üstten dil”in yürütme ile yargı arasındaki “kuvvetler ayrılığı”nı temel kabul eden formel rasyonalitenin hiç kuşku yok ki fazlasıyla uzağındadır.
[9] Bu “entry” ile google’da yapılacak küçük bir taramada şu üniversitelerin (yalnızca 2017-18 akademik yılları için) adlarının geçmesi, çarpıcıdır: Munzur, Harran, Pamukkale, Hitit (Çorum), Necmettin Erbakan (Konya), Korkut Ata (Osmaniye), İbrahim Çeçen (Ağrı)… Konu, YÖK’ün bu konuda soruşturma başlatmasını gerektirecek kertede “vahim”dir. “Aile boyu kadrolaşmaya YÖK neşteri”, Halk TV, 28 Aralık 2017. http://halktv.com.tr/aile-boyu-kadrolasma-yok-nesteri-270630)
[10] “CHP Ankara Milletvekili Murat Emir, Meclis’te düzenlediği basın toplantısında ‘AKP’nin aile saltanatı’ dediği atama listesini açıkladı. Emir’in açıkladığı listede Kuala Lumpur Büyükelçisi olarak atanan Merve Kavakçı’nın yanı sıra kamuoyunun yakından tanıdığı bazı isimler de var. Sözcü’den Zeynep Gürcanlı’nın haberine göre, CHP’li Emir’in açıkladığı ‘atama listesi’nde şu isimler yer aldı:
⁎ Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘büyük damadı’ olan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak, Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü’ne, AKP’li eski Bakanlar Selma Aliye Kavaf ile Sema Ramazanoğlu’nun küçük kardeşi, AKP eski Milletvekili Mehmet Ramazanoğlu’nun da kayınbiraderi olan, Yaşar Elmas Bostancı atandı. Bostancı son olarak, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nda ‘Başkan danışmanı’ olarak görev yapıyordu. Bostancı, daha önce de TEDAŞ’ta Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapmıştı. Devletin makamları bu aile için adeta ‘aile boyu’ oturulan koltuklar olmuş durumda. İki kız kardeş sırayla Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı olurken, kardeşleri de önemli bir kuruma genel müdür oldu.
⁎ Eski Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslâm da AKP içi güçlü ‘aile bağları’ olan bir isim. Kayınpederi Nadir Latif İslâm, Adalet Partisi eski milletvekillerinden. Ancak İslâm’ın, siyasette öne çıkmış bir başka akrabası daha var; Fazilet Partisi’nden milletvekili seçildikten sonra, başörtüsü nedeniyle Genel Kurul’da yemin etmesine izin verilmeyen Merve Kavakçı, Ayşenur İslâm’ın eltisi.
⁎ Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın, bir kardeşi aynı bakanlıkta müsteşar yardımcısı oldu, diğer kardeşi bir kardeşi Bilgi Teknolojileri İletişim Kurumu (BTK) Başkanlığı’nı yürütüyor.
⁎ Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, başbakanken kuzenlerinden İbrahim Er, Danıştay üyeliğine atanmıştı. 2000 yılına kadar öğretmenlik ve okul müdürlüğü yapan Er, 2000-2003 yılları arasında Bingöl’de ilköğretim müfettişliği yapmış ve sonrasında Erdoğan’ın başbakanlığıyla birlikte kariyer basamaklarını tırmanmaya başlamıştı. 2003 yılında Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne Genel Müdür Yardımcısı olarak atanan Er, 2007 yılında ise MEB İlköğretim Genel Müdürlüğü koltuğuna oturmuştu. 12 Eylül 2010’daki referandum sonrasında yüksek yargının yapısında yapılan değişiklikler Er’e 2011’de Danıştay’ın kapıları açmıştı.
⁎ Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan seçimlerde 403 öğretim üyesinin 348’inin oyunu Prof. Gülay Barbarosoğlu alırken, ikinci sırada 40 oy ile Prof. Dr. Vedat Akgiray yer aldı. Buna karşın Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçimlerde aday olmayan Prof. Mehmed Özkan’ı rektör olarak atadı. Prof. Mehmed Özkan kim miydi? Tabi ki bir AKP’linin kardeşi; AKP Eskişehir Milletvekili ve MKYK Üyesi Prof.EmineNur Günay, Mehmed Özkan atanmasının ardından Özkan’ın fotoğrafını Twitter’dan paylaşarak “Prof. Dr. Mehmed Özkan, kardeşim” diye yazmıştı.
⁎ AKP Ankara Milletvekili Lütfiye Selva Çam’ın eşi Serdar Çam da Türkiye İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) Başkanlığı yapmaktadır.
[11] Nitekim, 19-21 Ocak 2018 tarihleri arasında Ankara’da düzenlenen “Mobbing Ortak Akıl Çalıştayı”nın sonuç bildirgesinde, mobbing’in bir kadrolaşma aracı olarak kullanılabildiğine dikkat çekilmektedir… https://www.mobbing.org.tr/genel/mobbing-ortak-akil-calistayi-sonuc-bildirgesi.html
Yorum Ekle