“Şu düşündürücü çağımızda, daha da düşündürücü olan bizim hâlen düşünmüyor olmamızdır.” [2] Bir grup genç arkadaş, antropolojiden kadınlar...
“Şu düşündürücü çağımızda,
daha da düşündürücü olan bizim hâlen
düşünmüyor olmamızdır.”[2]
Bir grup genç arkadaş, antropolojiden kadınların mücadelesine, akıllarını kurcalayan bir dizi soruyla çıkageldiler, geçtiğimiz günlerde. Amaçları, tabir yerindeyse, bir “nehir-söyleşi” gerçekleştirmek, bunu da internet üzerinden yayınlamaktı. İtiraf etmeliyim ki soruları beni şaşırttı, heyecanlandırdı. Özellikle bilime ilişkin konulardaki merakları… Günün yakıcı soru(n)larından, siyasal İslâm’dan, pandemiden, kadın cinayetlerinden, ekonomik krizden, işten çıkartmalardan, Kürt coğrafyasındaki yerel yönetimlerden üniversitelere sıçrayan kayyum siyasalarından… biraz uzaklaşıp bilim, gerisindeki sınıfsal ilişkiler, sosyal bilimlerin niteliği vb. konulara yelken açmak, ufuk açıcı oldu benim için. Soruların bir kısmını ve yanıt teşebbüslerimi paylaşmak istedim…
Soruları soran, söyleşiyi kaydeden, teknik destek sağlayan tüm arkadaşlara teşekkür borçluyum.
21.yy ve 20.yy karşılaştırıldığında dünya da bilimsel çalışmalar hangi düzeyde? Bir ilerleme çizgisi mi izlemekte yoksa geçmişe göre bir yavaşlama ya da gerileme mi söz konusu?
Eğer bu soruda kastınız doğa bilimleriyse, bende bu sorunun cevabı yok. Dünyada bilimsel çalışmaların ne düzeyde olduğunu saptayabilecek durumda değilim. Ama bu soru vesilesiyle beni tedirgin eden bir durumun altını çizmeme izin verin, neredeyse tüm bir bilim alanının büyük şirketlerin isterleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesi, bilimsel araştırmaların giderek daha yüksek maliyetlere ulaşması ve devletler ile şirketler, özellikle de çokuluslular arasındaki ilişkilerin daha da giriftleşmesi, bilimin sermaye karşısındaki göreli özerkliğini büyük ölçüde yitirmesine yol açtı. Örneğin bugün ABD’de AR-GE finansmanının yalnızca yüzde 23 kadarı hükümet kaynaklıyken, finansmanın yüzde 69’u özel şirketlerden geliyor. Şirketlerin bilimsel araştırmaları finanse etmesi, elbette “kamu yararı” amaçlı değil, rekabet ve kâr arayışıyla ilgili. Böyle olunca da bilimsel araştırmaların yönü, örneğin dünya nüfusunun beşte birini pençesinde tutan açlığın, yoksulluğun giderilmesi, tüm insanların temiz suya kavuşturulması vb. değil, finansörlerinin kazançlarının maksimizasyonu yönünde oluyor. Covid-19 karşısında ABD dâhil tüm gelişmiş kapitalist ülkelerin sağlık sistemlerinin çökmesi, bunun bir kanıtıdır. Doktorları yaşlı hastayla genç hasta arasında ölüm ve yaşam kararını içeren seçimler yapmak zorunda bırakan pandemiyle birlikte ortaya çıktı ki, bilimsel araştırmalar kârlı alanlarda yoğunlaşırken, halk sağlığına, kamu sağlığına, yani kâr getirisi düşük alanlarda bilimsel çalışmalar ihmal edilmiş.
Özellikle son 10 yıldır bilim, evrim, uygarlık tarihi konularına ilginin kamuoyunun, gençlerin ilgisinin ve güveninin arttığını görüyoruz. Bu durumun ortaya çıkmasında elbette gittikçe artan bilimsel gelişmeler, buluşlar, yayınların ve bunların hayatımıza olan etkilerinin gözlemlenmesinin payı var. Fakat bir taraftan da birçok konuda, bilim insanı sıfatıyla birbirinden çok farklı görüşler de çıkıp savunulabiliyor. Deyim yerindeyse 'Hangisine inanacağımızı şaşırdık?' durumu ortaya çıkıyor. Örnek vermek gerekirse beslenme konusunda: Ketojenik beslenme, yağlar aslında vücuda yararlıdır veya hayvansal gıdalar faydalıdır vb. Bu ikilemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sözünü ettiğiniz durum, daha çok “pop bilim” olarak tanımlayabileceğimiz, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, kamuoyu, özellikle de kentli orta sınıflar nezdinde hayatı “uzmanlar”ın kontrolünde, “bilimsel” olarak organize etme eğiliminin (hatta “zorunluluğunun”) pompalanması, sağlık başta olmak üzere yaşamın çeşitli veçhelerinin (çocuk doğurma-yetiştirme, yaşlanma, adet görme, cinsellik, stress, spor, hijyen, evcil hayvan sahibi olma…) giderek kârlı birer sektöre dönüşmesiyle bağlantılı gözüküyor. Bir kez talep yaratıldığında, örneğin “fit görünme/sağlıklı yaşam” gözde bir gündem maddesi hâline geldiğinde, bu alandan nemalanmak isteyen “işportacı-uzman”ların tezgâhlarını kapıp o alana koşması da kaçınılmaz oluyor. Bu bir çeşit “pazarlama” taktiği bu; herkesin kendi “bilgisi”ni satmaya çalıştığı bir pazar yeri. Sistemin bunu teşvik ettiği de ilave edilmeli: diş macunu, ped ya da deterjan reklamına çıkan “bilim insanları”.
Uzman olmayanların gerçek anlamıyla uzman (diyelim ki SCI-Expanded, SSCI veya AHCI indeksli) yayınları okuması, okusa da anlaması olanaksızdır. Örneğin “Gisela 6 ve SL 64 Anaçlarının İn vitro Koşullarda Çoğalma Performanslarının Belirlenmesi”, ya da “Silikon İmplant Konmuş Sıçanlarda Aselüler Dermal Matriks Kullanımının Kapsül Kontraksiyonu Üzerine Etkisi” veya “Uluslararası ve Ulusal Mevzuat Hükümleri Çerçevesinde İklim Mültecisi Kavramı ve Türkiye Özelinde Yaratacağı Muhtemel Sorunlar” başlıklı bir makaleyi merak edip okuyacak “yurdum insanı” yoktur. İnsanlar bilimin karmaşık dehlizlere, bu “bilim işportacıları” aracılığıyla erişiyorlar. Basitleştirilmiş argümanlar, hap hâline getirilmiş formüller aracılığıyla, Uğur Mumcu’nun deyişiyle “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan” bir güruh biçimleniyor böylelikle. Yukarıda andığım tipte bilimsel yayınların yanından geçemeyecek bilgi düzeyinde “yurdum insanları” da aşı olup olmama, beslenme, insanın “maymundan gelip gelmediği” ya da ne bileyim, ülkenin dış politikası vb. konularda “kesin” kanaatlere sahip oluyor.
Bilimin sadece merak ve öğrenme için gerekli olduğu savunusu yaygın. Bilim-insan ilişkilerini nasıl görüyorsunuz?
Bu soruya çok kısa bir yanıt vereyim mi? Bilim emek ve hayat eksenli olmalıdır. Yani sermaye güdümlü, kâr hedefli değil, insanı insan kılan temel özelliğe, emek eksenli olmalı ve yeryüzündeki yaşamı -yalnızca insan yaşamını değil, tüm bir bios’u- sürekli ve nitelikli kılmaya odaklanmalıdır. Merak elbette bilimi tetikleyen bir unsur, ama bilimin bulgularını kalıcı kılan, ihtiyaçtır. Yoksa merak saikiyle ulaşılmış, ancak döneminde herhangi bir ihtiyaca karşılık düşmediği için önemsenmeyip unutulmuş kim bilir kaç bilimsel buluş var. Örneğin ilk buhar makinesi İskenderiyeli Heron tarafından M.S. I. Yüzyılda bulundu ama herhangi bir ihtiyaca denk düşmediği için unutuluşa terk edildi. Buhar makinasının yeniden icat edilmesi için 17. yüzyılı beklemek gerekecekti. Ya da Bugün British Museum’da sergilenen Roma dönemine (IV. yy.) ait Lycurgus kupasının imalinde “nanoteknoloji” kullanılmış ve sonra da 20. Yüzyıl sonlarına dek unutulmuştur!
Bir de ihtiyacın mevcut olmasına karşın, sistem tarafından rantabl bulunmadıkları için baskılanan, unutturulan buluşlar var. Akla gelen ilk örnek ABD’li mucit Buckminster Fuller. Fuller’ın 1930’ların başında tasarladığı üç tekerlekli gözyaşı biçimli aerodinamik otomobil hiç kullanılmadan unutuluşa terk edildi. Yeniden dönüştürülmüş ve atık malzemelerden üretilmiş, sürdürülebilir bir çevreyi hedefleyen diğer buluşları gibi… Çünkü Fuller’ın buluşları, tüketim hızını düşürmeye, enerji tasarrufuna yönelikti ve bu da şirketlerin “kâr, daha çok kâr” hedefine aykırıydı…
O zaman bilimin kapitalizmin, dev şirketlerin boyunduruğundan kurtarılarak insanlığın ve doğanın hizmetine verilmesi gerek. Fuller’ın deyişiyle, “bir ütopyanın işleyebilmesi için herkesi içermesi gerekir.”
Yapay zekânın ve tekniğin durdurulamaz bir şekilde yayılacağını ve bununla beraber emeğin karşı konulamaz bir şekilde özgürleşeceğini söylemek doğru olur mu? Özne olmadan sınıfsız bir dünyaya geçişin mümkünatı var mıdır?
Belki yaşım, belki bilincimin biçimlendiği çağ nedeniyle bu tür “fantastik kurgular”a oldum olası ısınamadım. Sorunuzu tersinden sormak da pekâlâ mümkün: yapay zekâ insanların çoğunun işsiz kalmasına, giderek bir “artık nüfus”a dönüşmesine yol açmaz mı? Sorun teknolojinin neye yol açabileceğinde değil, kimin, kimlerin denetiminde olduğunda. Başka türlüsü, düz mantık: binlerce yıldır yeryüzünü kana, gözyaşına boğan üretim ve mülkiyet ilişkilerini hiç hesaba katmayan cinsinden. Hangi servet sahibi, hangi kapitalist, üretim araçları üzerindeki mülkiyet ve kontrolün kendisine sağladığı ayrıcalık ve avantajlardan vaz geçer ki? Basit bir örnek vereyim: Dünyanın en zengin insanı, Amazon.com’un sahibi Jeff Bezos, öyle değil mi? Hani öyle insanlığa büyük bir katkısı filan da yok, nihayetinde internette bir alışveriş sitesi kurmuş. Jeff Bezos’un serveti 191 küsur milyar doları buluyor; tahayyülü zor bir servet. Dünyanın 2018 yılı gayrısafi hasılası 86 trilyon dolaylarında, yani Jeff Bezos tek başına dünya gayrısafi hasılasının kabaca 400’de biri tutarında. Jeff Bezos ve onu izleyen 3-4 kuşak torununun “normal”, insanca bir yaşam sürdürmesini sağlayacak bir miktarı ellerinde bırakıp, geri kalan miktara el koyduğunuzda dünyada açlık sorununu çözüyorsunuz örneğin. Jeffry Sachs’ın hesaplamasına göre Bezos gibi 20 dolar milyarderinin serveti yoksulluğu yeryüzünden silmeye yetiyor…
Şimdi gidip bu kişilere sorarsanız: “Yapay zekâ aracılığıyla emekçileri özgürleştirip komünizme geçmeyi düşünüyoruz; siz de şu servetlerinizden vaz geçin bir zahmet…” Yanıt ne olur, dersiniz?
Bu tür projelerin körlüğü, bilim kurgu filmlerindeki gibi bir dünya tahayyül etmeleri. Oysa bugün siber âlem dahi, küresel şirketlere ucuz emek sağlayan Hindistan, Pakistan vb.’deki “siber emekçiler”in sırtında yükseliyor. Hayır, emek küresel ölçekte özgürleşecek, insanlık kapitalizm belasından kurtulacaksa eğer, bu yeryüzünün her köşesinde şiddetli sınıf çatışmaları ile olacak.
Celal Şengör Hegel’e “salak” demişti. İlber Ortaylı da “şarlatan” diye eklemişti. Ayrıca Şengör Marx’a “altın kalpli” Deniz Gezmiş’e “eşkıya”... Şengör’ün ve Ortaylı’nın vb. nin bu üslupları hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir kişinin isminin önünde Prof. Dr. eki olması onun istediği kişiye hakarete varan yakıştırmayı yapması hakkını doğal olarak ona verir mi? Toplumun belli bir kesiminin ne olursa olsun bu üslubu alkışlaması sizce kabul edilir bir durum mudur?
Celal Şengör ve İlber Ortaylı Hegel’i ne kadar okumuşlardır ki bu “hakaretler”i etme hakkını kendilerinde görürler, anlayamadım. Hoş, tabii allame-i cihan da olsalar, bilimsel tartışmalar “eleştiri”yle yapılır, küfürle değil. Bu ifadeleri nerede kullandıklarını bilmiyorum; ama “Beyefendi, Hegel’in hangi görüşlerini, hangi gerekçeyle ‘salakça’ ya da ‘şarlatanca’ buluyorsunuz?” sorusunu yönelten biri çıkmamış mıdır? Marx’ın “altın kalpliliği” gibi anlamsız bir yakıştırmayı bir yana bırakıyorum, Karl Marx hayır faaliyetleriyle tanınan biri değildir nihayetinde. “Altın kalpli” olarak nitelenmek, onun yapıtıyla ilişkinsizdir, ona ne bir şey ekler ne de eksiltir. Ama Deniz Gezmiş’e “eşkıya” demek, “devlet ağzı”yla konuşmaktır; 12 Eylül darbesine A’dan Z’ye sahip çıkıp, dönemin işkencelerinden söz ederken “dışkı yedirmek işkence değildir, ben bal gibi yerim” diyebilen bir kafadan başka bir şey beklemek de abes, zaten.
Bu gibi ifadelerin alkışlanmasına gelince… Bu toplum gündemdeki konulara futbol taraftarı gibi yaklaşmak gibi kötü bir huy edindi. Her alanda, öne çıkan her ismin fanatikleri var: siyasal liderlerin, köşe yazarlarının, artistlerin, futbolcuların, you-tuber’ların… ve “pop-bilimciler”in. (Bakın “popüler bilimciler”, yani bilimi geniş kitlelere tanıtmak için çaba gösterenleri kast etmiyorum. Pop-bilimciler, farklı bir kategori. “Pop-starlar” gibi, örneğin.)
Aslında bu gibi isimleri delalete sürükleyen de sanırım bu fanatikler kitlesi. Bu pop-kültür batağına sürüklendiğinizde hemen her konuda fikir serdetmek zorunda hissediyorlar kendilerini. Mehmet Metiner örneğini çarpıcı bulurum; kendisi bir “pop-bilimci” olmasa da. Bir TV kanalının bir programında, hangi konu tartışılıyor olursa olsun, Mehmet Metiner’i hep ekranın sol üst köşesinde görürsünüz. Bir insan bu kadar mı her konuda fikir sahibi olur? Bir başka deyişle, bir jeolog ya da bir tarihçiden bir “guru” yaratan fanatikler de bu ego şişkinliğinden sorumlu, bence…
Özellikle Celal Şengör’ün tartışmaya başlatmasıyla ülkemizde gündeme getirilen Popper’in fikirlerini arkasına alarak sosyal bilimler ve Marksizm aleyhinde savlar yöneltmekte. İsterseniz biraz da bu konu üzerine konuşalım.
Örneğin Karl Popper’in bilim felsefesi alanında “yanlışlanabilirlik ilkesi” üzerinden bilimsel olanla bilimsel olmayan arasında bir ayrımlandırma yapmış. Ona göre bu yüzden doğa bilimleri bilimselken sosyal bilimleri bilim değildir. Popper’in savunduğu yanlışlanabilirlik ilkesi bilimsel olanı bulmada belirleyici olabilir mi? Bu ilkenin artıları ve eksileri nelerdir? Sosyal bilimlerin bilim olabilmesi için sizce hangi ölçütler olmalıdır?
Buradan yola çıkarsak, doğa bilimleriyle karşılaştırarak; Sosyal bilimlerin pozitif bilimler gibi salt deney sonuçlarına dayanmaması, sosyal bilimlerin bilim olmasına gölge düşürür mü? Özelde antropolojinin genelde sosyal bilimlerin sadece hipotezler sunabilen bir alan olduğu bilimsel teori ya da yasa seviyesinde(toplum yasaları) yaklaşımlara sahip olamadığı öne sürülebilir mi?
Öte yandan Marx’ın kuramlarının bilimdışı olduğuna yönelik çeşitli eleştiriler var. Bunu biraz açarsak şu gibi savlarla karşılaşmaktayız:
Mesela Şengör, Popper’den alıntılayarak:
“Marx kesinlikle her şeyi açıklayabiliyoruz demiştir. Popper bununla Marx hiçbir şeyi açıklayamıyor demektedir” diye aktarmış.
İşin aslı Marx gerçekten bunu söylemiş midir? Eğer öyleyse sizce neyi kastetmiştir? Popper’in cevabı hakkındaki görüşlerinizi de öğrenmek isteriz. Marx’ve Engels’in görüşleri tümüyle bilim dışı mıdır?
İzninle bu sorulara toplu bir yanıt vermeye çalışayım. Öncelikle, sosyal bilimler, laboratuvarda, tam denetim altındaki koşullarda gerçekleştirilen gözlem ve deneylere tabi olamayacakları ölçüde, doğa bilimlerinden farklıdır. Dahası, sosyal bilimlerin öznesi de nesnesi de insandır. Duyan, düşünen ve davranışlarını öğrenme, deneyim edinme yetilerine bağlı olarak değiştirme kapasitesine sahip bir varlık. Bu nedenledir ki, sosyal bilimler doğa bilimlerinden farklı ve olasıdır ki çok daha karmaşık, etkileşimsel, inceltilmiş metodolojileri gereksinir. Ama bu durum, sosyal bilimleri doğa bilimlerinden daha “az” bilim kılmaz.
“Yanlışlanabilirlik” ilkesine gelince... Sosyal bilimlerin (bu arada Marksizmin) kuramlarının “yanlışlanabilirlik ilkesi”ne tabi olmadığını kim söylüyor? Engels’in Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm için yazdığı Önsöz’deki dictum’a müracaat edecek olursak, “çöreğin ispatı yenmesindedir.” Bir başka deyişle, kuramlar pratikte sınanır.
Bu anlamda Marksist teorinin bütünü yanlışlanabilir, dolayısıyla da Marksizm’i çürütülebilecek önermelerle yüklüdür. Örneğin, Marx’ın klasik iktisattan devralarak dönüştürdüğü “artı-değer kuramı”, yani kapitalizmde işçinin aldığı ücretin onun “emeğinin” değil de “işgücünün” fiyatı olduğu ve kapitalist birikimin kaynağını oluşturduğu, “yanlışlanabilir” bir kuramdır; bir iktisat bilimci kapitalist “kâr”ın kaynağının metanın içindeki işgücü miktarında değil de başka bir bileşende yattığını kanıtladığı an, Marx’ın kuramı “yanlışlanmış”/çürütülmüş olur.
“Yanlışlanabilirlik”ten kaçınıyor duruma düşmemek için Popper (ya da Şengör)’ın Marx’ın “herşeyi açıklayabiliyoruz” gibi bir cümleyi nerede, hangi bağlamda sarf ettiğini söylemesi gerek.
Marx’ın “determinist” olduğu, çok eski bir iddia. Bu, kısmen İkinci Dünya Savaşı sonrası SSCB’nde Marksizm-Leninizm’i “resmi görüş” ilan eden tahrifattan, Sovyet Bilimler Akademisi’nin vulgarizasyonlarından, tarihin “ilkel komünal toplum”dan “komünist toplum”a doğru yol alan bir tren gibi tarif edilmesinden, kısmen (Althusser, ABD’li yeni evrimciler gibi) Batılı Marksist (ya da “quasi-Marxist”) entelektüellerin “ekonomik yapının belirleyiciliği” ya da “teknolojik determinizm” konusundaki abartılarından kaynaklanıyor. Kısmen de Batı Akademia’sının soğuk savaş esinli anti-komünizminden…
Oysa determinizm, özellikle de mekanik/kaba determinizm, Marx’ın ciltler boyu eleştirdiği bir görüş. Feuerbach eleştirisi, ortada. Marx (ile Engels)’ın söylediği, maddi koşulların son tahlilde maddi yaşam koşullarının bilinci belirlediğidir; ve bu “son tahlilde/kertede” ifadesinin altını defaten çizmişlerdir. Ya da Alman İdeolojisi’ndeki terimlerle: “İnsanlar hayvanlardan bilinç, din, ya da herhangi başka bir şeyle ayırt edilebilirler. Onlar kendilerini hayvanlardan geçim araçlarını üretmeye başladıklarında ayırt etmeye başlarlar, bu fiziksel örgütlenişlerinin gerektirdiği bir adımdır. Geçim araçlarını üretmekle insanlar, dolaylı olarak bizatihi kendi maddi yaşamlarını üretirler.”
“Son kertede” ifadesi konusunda Engels’in J. Bloch’a 21 Eylül 1890 tarihli mektubu son derece açık. Anımsayalım:
“Tarihin maddeci kavrayışına göre gerçek yaşamın üretim ve yeniden üretimi, son tahlilde tarihin belirleyici faktörüdür. Ne Marx ne de ben, daha fazlasını ileri sürmedik. Şimdi biri çıkıp da bunu iktisadi faktörün tek belirleyici faktör olduğu şeklinde çarpıtacak olursa, bu önermeyi anlamsız, soyut ve absürd bir cümleye dönüştürmüş olur. Ekonomik durum temeldir, ama üstyapının pek çok etkeni -sınıf mücadelesinin siyasal biçimleri ve sonuçları - zorlukla kazanılan muharebelerin ardından muzaffer sınıfların kurumsallaştırdığı anayasalar vb.- hukuksal biçimler ve hatta tüm bu gerçek mücadelelerin katılımcıların zihnindeki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi kuramlar, dinsel kavrayışlar ve bunların sistemli dogmalar hâlinde gelişmesi, tüm bunlar tarihsel mücadelelerin akışını etkiler ve pek çok durumda biçimlerini belirler. Tüm bu faktörler arasında iktisadi devinim, sonsuz bir olasılıklar dizilimi (yani birbirleriyle içsel bağıntıları gözardı edebileceğimiz ya da yok sayacağımız kertede uzak ya da kanıtlanamaz olan şeyler ve olaylar) aracılığıyla kendini zorunlu olarak dayatır. Bu böyle olmasaydı, tarihin verili bir döneme uygulanması, birinci dereceden basit bir denklemin çözümünden daha kolay olurdu.
Kendi tarihimizi kendimiz yaparız, ama öncelikle son derece kesin önvarsayım ve koşullar altında. Bunlar arasında nihai kertede belirleyici olanlar, ekonomiktir. Ama siyasal vb. olanlar da vardır….”
Görüldüğü üzere, ikilinin determinizme daha yakını olan Engels dahi, “mutlak bir belirlenimcilik”ten söz etmemekte, hatta (sosyal) bilimin görevinin “son kertede” ifadesiyle ima edilen olasılıkların keşfi olduğunu vurgulamaktadır (eğer işimiz basit denklemleri çözmekten ibaret değilse…). Kaldı ki, Marx, “filozoflar bugüne dek, dünyayı yorumlamakla yetindiler; oysa sorun onu değiştirebilmektir” diyen bir eylem insanıydı. Bir başka deyişle Marx’ın felsefesinde nesnelliği bilmek, onu değiştirmeyi/dönüştürmeyi hedefleyen irade için gereklidir. Yani Marx’ın devrimci dönüşüm tasavvurunda determinizm ile voluntarizm birlikte etkir.
Marksizm din midir? Bir inanç, inanma meselesi midir? Tarihsel olarak hangi dinamikler üzerine kurulmaktadır?
Marksizm ne “bilim-dışı”dır, ne de “din”dir. Ama öncelikle vurgulayalım, Marksizm bir “sosyal bilim”dir. Sosyal bilimlerin konularını laboratuvar koşullarında yeniden üretemedikleri ya da üzerlerinde denetim sağlayamadıkları ölçüde, doğa bilimlerinden “farklı” olduğu, aynı metodolojileri izleyemeyecekleri, sosyal bilimcilerin doğa bilimlerin yöntemlerinden olsa olsa bir “paradigma” (burada paradigma kavramını özgün anlamında, yani “örnek” karşılığında kullanıyorum) olarak, ya da analojiler yapmak üzere yararlanabileceğini unutmamak gerek. Örneğin işlevselci sosyolog ya da antropologların toplumu bir “organizma”ya benzetmeleri, konuyu daha anlaşılabilir, tahayyül edilebilir kılmak için başvurulan bir örnektir, yalnızca. Bu örneği fazla ciddiye alıp topluma biyoloğun kavram ve yöntemleriyle yaklaşmaya çalışırsanız, Spencer’in ya da sosyobiyologların durumuna düşersiniz.
Diyeceğim, Marksizm, toplumsal görüngüleri incelerken, maddi yaşamın üretiliş tarzını temel almayı öneren, ve görüngülerin birbiriyle bağlantılı, etkileşim içinde, değişime tabi olduğunu ve değişimin çelişkiler, zıtlar arasındaki süregen çatışma aracılığıyla süregittiğini öne süren bir sosyal bilimsel bir yaklaşımdır. Buradaki zıtlar, örneğin Popper’ın başvurduğu Aristotelyen mantıktaki “X” ile “X-olmayan” değil (bu durağan bir çerçeveye içkin bir bakış açısıdır) dinamik bir süreç içerisinde, birbirleriyle mücadele hâlindeki ve bu mücadele ile tarihsel değişimi/dönüşümü sağlayan zıtlıklardır: toprağa dayalı servet ve yetke karşısında, onunla zıt çıkarları temsil eden ticari sermayenin birincisi aleyhine genleşmesinin, sonuçta burjuvazinin feodal soyluların sistemini yıkmasına yol açmasında olduğu gibi. Hiç kuşku yok ki bu süreç sosyal bilimcinin göz önünde bulundurulması gereken binlerce etkileşim hâlindeki ihtiva eder: köylü ayaklanmaları, barutun kullanıma girmesi, matbaanın bulunması, okur-yazarlığın yaygınlaşması, Rönesans ve Reformasyonun etkisi, düşüncenin sekülerleşmesi… Sınıflar mücadelesi, tüm bu varyantları anlamlı kılan omurgayı oluşturur.
Tam da bu nedenledir ki, Marksizm bir “din” de değildir; dinler “ilahi ya da doğaüstü buyrultular”a dayalı, tartışılmaz (ya da tartışılmalarının sınırları kendi içinde verili olan) dogmalardır. Tamlık/yetkinlik iddiasındadırlar; bir din tam/yetkin olmadığının kabulüyle çöker. Marksizm ise toplumları anlayabilmemizi ve toplumsal ilişkileri dönüştürebilmemizi sağlayabilecek yöntemler sunar bize. Tamamlanmışlık, yetkinlik iddiasının uzağındadır. Deyim yerindeyse, inşa hâlinde bir kuramdır.
“Sosyalist model geçersiz bir modeldir. Bu yüzden işleyemez hâle gelmiş ve yıkılmıştır. SSCB ve Çin buna en iyi örnek” denilmekte. Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
Uygulanabildiği haliyle sosyalizmi yapabildikleri ve yapamadıkları üzerinden değerlendirmenin daha doğru olduğu kanısındayım. Örneğin tüm yurttaşların eğitim, sağlık, barınma gibi temel gereksinimlerinin karşılanmasında, aç, işsiz, evsiz tek bir yurttaşın dahi bulunmamasında günümüzün en iddialı kapitalist ülkelerinden daha iyi durumda olduğu gerçeği bugün daha net bir biçimde ortaya çıkıyor. Yapamadıklarından ise sosyalistlerin, komünistlerin ve bugün genel olarak neoliberal kapitalizmin yarattığı cehennemden farklı bir dünyayı arzulayanların ders çıkartması elzem. Merkezi, bürokratik ve kendisine hedef olarak kapitalist sistemle yarışı koymuş, yönetimi tabana yayacak yerde devleti aşırı şişirmiş bir sosyalist pratiğin kalıcı olamayacağı görüldü. Ama bizzat tüketim toplumunun cazibesiyle sosyalizmin yıkılışına alkış tutan halkların bugün geçmişin özlemini çekmedikleri söylenebilir mi? Kitleler yoksullaştı, işsizlik ve pahalılığın pençesine düştü, temel hizmetlerin özelleştirilmesiyle baş edemez hâle geldiler; sermaye birikiminin mafyatik ve nepotik formları, rüşvet ve yolsuzluklar yaşamlarını daha bir çekilmez hâle getirdi.
Ancak geri çekilmek durumunda kalan, nihayetinde sosyalizmin ilk dalgasıydı. Tarihin cilvesi öyle ki, sosyalist sistemin yıkılması, dizginsiz ve kontrolsüz bıraktığı kapitalizmin de sonunu hızlandırmakta. Sosyalizm, yeryüzünde sömürüyü sınırlandıran, emekçilerin, yoksulların elini güçlendiren bir vakı’a idi; çöküşü, kapitalizmi 19. yüzyıl başlarındaki “vahşi” hâline geri döndürdü. Bugün Davos zirvelerinde bile, bu işin böyle gitmeyeceği konuşuluyor. Bir başka deyişle “Ya sosyalizm ya barbarlık!” sözü bugün bir sloganın ötesinde, bir gerçekliğe işaret ediyor.
23 Ocak 2021 16:42:21, İstanbul.
N O T L A R
[1] Kaldıraç, No:235, Şubat 2021…
[2] Martin Heidegger.
Yorum Ekle