“Bütün ömrüm şu üç söz: Hamdım, piştim, yandım.” [1] “Su satılır mı?” Biliyorum, soru size anlamsız gelecek. Oysa ilk sorulduğund...
“Bütün ömrüm şu üç söz:
Hamdım, piştim, yandım.”[1]
“Su satılır mı?”
Biliyorum, soru size anlamsız gelecek.
Oysa ilk sorulduğunda - pet şişelerin hayatımızı bu denli işgal etmediği, hayratların kurumadığı, mezarlık duvarlarına bitişik çeşmelerin ibrik ve musluklarının sökülüp götürülmediği, mahalle aralarına susayanlar içsin diye su testilerinin bırakıldığı son yıllardı; 1986-87 olmalı- çok anlamlıydı. Türkiye’nin “ithal ikameci”, “korunmacı” kapitalizminden, çikita muzların, İsviçre çikolatalarının, ithal içkilerin vitrinleri dolduracağı “serbest ticaret rejimine”, nam-ı diğer, neoliberal kapitalizme geçişin önündeki bütün engelleri silindir gibi ezen 12 Eylül ara-rejiminin “sona erer gibi yaptığı” günlerdi. Bazılarımız herkesten önce kavramıştı olan biteni; büyük bir hızla reklamcılık sektörüne, ya da kuşe kağıda basılı rengarenk albenili dergilere hızla transfer olmuştu… Kendi (ve tabii bizim de) gelmişine, geçmişine sövgüler düzerek…
Bir kısmımız hâlâ içeride, durup durup kanayan yaralarını sağaltmaya çalışıyordu.
Bir kısmımız ne yapıp edip çıkabildiği yurtdışından, bir kısmımızsa saçıldığımız kenar-köşelerden olan biteni, hızla değişen toplumu, bir anda her şeyin ama akla gelebilecek, maddi-manevi her şeyin alınıp satılabilir olduğu; çok değil 5-10 yıl önce yüreğimizi titreten özveri ve direnç gibi değerlere gülünüp geçildiği bu garip dünyayı anlamaya, anlamlandırmaya çabalıyorduk…
“Su satılır mı?”
Soruyu soran, soru sormayı asla unutmamış o kocaman çocuk… Cengiz (Gündoğdu) Ağabey…
“Cengiz Ağabey, bu kadar yazı yazıyorsun, hiç kitap yapmayı düşünmedin mi?”
Birşeyler yapmaya, elimizden çalınan hayatın tutabildiğimiz kadarını alakoymaya istekli toy yayıncılardık…
İnanmaz gözlerle bakmıştı yüzüme… Galiba önce hiç aklı yatmadı. Ama sonra ne olduysa oldu, elinde bir deste daktilo edilmiş kağıt, çıkageldi.
İlk satırı okurken beynimde şimşekler çaktı… “Su satılır mı?” Dağlardan, ovalardan, toprağın altından gürül gürül akan suları, yani hayatı önce murdar eden, ardından da şişeleyip satan bir düzen. Hem de petrol türevinden yapılmış, doğada yok olması binlerce yıl sürecek pet şişelerde… Dünyayı yaşanmaz hâle getirmek için bize para ödeten… Neyi satmaz ki?
O gün Cengiz Ağabey bana müthiş bir şey öğretmişti: Bir çocuk saflığıyla soru sorabilmenin, ama durmaksızın, “kaçık” olarak nitelenmekten, dudak bükülmekten, “demode” sayılmaktan korkmadan; en basit, en aşikâr, en bilinen sayılan konularda durmaksızın soru sormanın, adına felsefe dediğimiz dünyayı değiştirme eyleminin ilk adımı olduğunu…
Su muydu yalnızca satılan?
Yazılmasına vesile olduğum için hep onur duyacağım ilk kitabı Eleştiri’de, “köşe dönme”nin binbir yolunun ortaya saçıldığı bir ortamda, “satış”ın belki de en irkiltici, en iç bulandırıcı ama en işlevsel olduğu alanı tartışıyordu: sanatta “star sistemi”ni…
Henüz iş dünyasının anlı şanlıları, sanatın bir “yatırım”, üstelik de “ballı” bir yatırım alanı olduğuna tam anlamıyla uyanmamışlardı. Tablolar galerilerden astronomik satın fiyatlarla alınıp holding ya da banka dekorasyonlarında kullanılmıyorlardı. Pek az şirket şiire, tiyatroya, romana bir “kâr konusu” olarak ilgi duyuyordu o sıralar.
Ama bir eğilim vardı… Kapitalizmin şafağında, sonradan büyük bankalara dönüşecek köşe başı tefecilerinin bitmesi gibi, romanın, şiirin, resmin, şarkının insanın iç dünyasını zenginleştirecek, onun önüne yeni ufuklar açacak, ya da mevcut toplumun eleştirisini biçimlendirecek yapıtlardansa… bir pet şişe su gibi, son model bir otomobil gibi, yeni moda bir ceket gibi satışa sunulacak mallar olduğu fikrini terennüm eden simsarlar türemişti ortalarda. “Satış umudu vaad eden” genç yazarlar “star” olarak parlatılmaya başlamıştı ilk özel TV’nin ekranlarında, her şeyi unutup bu yeni ve ışıltılı dünyanın tadını çıkarmamızı va’zeden rengarenk gazetelerin köşelerinde, çapkın genç erkek ve kadınların kuşe kağıda basılı dergilerinin sayfalarında ve de İstanbul’un edebiyatçılar, sanatçılar ve iş dünyasından simaların birlikte boy göstermeye başladığı yeni “pub”larında…
Belirtmeli; Cengiz Ağabey bu gelişmeyi ilk sezinleyenlerden oldu. Emekçilere karşı yürüttüğü amansız savaşımdan orduyu cepheye sürerek muzaffer çıkan burjuvazinin, sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte uçsuz bucaksızlaşmış yeni ufuklara yelken açarken, o dizginsiz zafer sarhoşluğu ve hedonizmi içinde, o güne dek pek rağbet etmediği, yanında kendini eğreti hissettiği sanat ürünlerine, şiire, romana, resme el atmakta olduğunu gördü. Bu zaferden vazife çıkararak kendini hızla değişen bu rezil borsaya süren “sanatçılar”ın varlığını da…
* * *
Bilen bilir; Israrlıdır, Cengiz Ağabey. Bir sözü yayabilmek, bir akıntıyı tersine çevirebilmenin, bir fikri dönüştürmenin gerekirse yıllar boyu sürecek bir mücadeleyle mümkün olduğunu bilenlerdendir.
Dile kolay, 25. yılını dolduran İnsancıl tam da böyle bir bilinç, böyle bir ısrarın ürünü. Star sisteminin dışında, star sistemine karşı, akıntıya karşı 25 yıl… 25 yıllık inat, özveri, direnç. Hepsi de yıldızların güncesi”ne kayıtlı… Cengiz Gündoğdu’nun bıkmadan, usanmadan, sabırla, inatla yıllardır tuttuğu “günce”de…
Cengiz Ağabey’in 25 yıl önce, Sultanahmet’te iki odalı küçücük bürosunda yaktığı mum, “günce”sine düştüğü ilk satır, yüzlerce genç ozanın, öykücünün, romancının, oyun yazarının umudu, direnci oldu… İlk ürününü İnsancıl sıcağında eline almış yazarlar, artık suyun ve düşlerin satılmayacağı, ama paylaşılarak tüm insanlara yeteceği bir dünyayı düşünmenin cüretiyle donandılar. “Serbest piyasa”nın doludizgin düşlerimize, umutlarımıza tasallut ettiği günlerde “dinozorluk” sayılan, aşağılanan, küçümsenen o direngen eleştirellik, sürdürülemezliği artık herkesin malumu kapitalizmin bugününde, yol gösterici bir işlev üstleniyor yeniden.
Bunda Cengiz Gündoğdu’nun asla vazgeçmeyen soruları ve ısrarının payı büyük…
Yüz yıl yaşa İnsancıl… Yüz yıl yaşayın, sevgili İnsancıl emekçileri…
17 Nisan 2014 09:00:10, Ankara.
N O T L A R
[*] İnsancıl: Kuşatmaya Karşı 25 Yıl, Hazırlayanlar: Özden Özütemiz-Gülay Yeşilipek-Hüray Kılıç-B. Sadık Albayrak-Deniz Demirdöğen-Nurşen Aydoğan-Mustafa Tabak-Neriman Çelik-Mehmet Karakelle, İnsancıl Yay., 2014… içinde yayınlandı.
[1] Mevlâna.
Yorum Ekle