“Bir kelime yeterlidir, gerisi laftır.” [*] Süreci izleyen izlemiştir, ama nihayetinde altı yıllık bir sergüzeşt… Bu nedenle ana hatla...
“Bir kelime yeterlidir, gerisi laftır.” [*]
Süreci izleyen izlemiştir, ama nihayetinde altı yıllık bir sergüzeşt… Bu nedenle ana hatlarıyla hatırla(t)makta yarar var. 20 Ocak 2007… Hrant’ın alçakça katledilişinin ertesi günü. Bir gün önceki acılı şaşkınlık yerini sınırsız bir öfkeye bırakmış. Ayaklarımız bizi Ankara Yüksel’de düzenlenen protesto gösterisine sürüklüyor. Megafon bir kez daha Temel’in (Demirer) elinde. İrticalen konuşuyor. “Hrant Ermeni olduğu için öldürülmedi,” diye haykırıyor, öfkeden titreyen bir sesle… Mealen, şöyle devam ediyor: “O soykırım gerçekliğini dile getirdiği için katledildi. Buradan haykırıyorum: Bu devlet soykırım suçu işlemiştir. Bu devlet, katildir. Hrant’ın katletmiştir. Susmak bu suça ortak olmaktır. Hepinizi 301 kere 301 suçu işlemeye çağırıyorum…” Kitle öfkeli ve coşkulu; Temel hepimizin ruhuna tercüman oluyor… Polis kameraları kayıtta! Arkasından, beklenen oluyor. Sabahın erken bir saatinde, kapı polis polis çalıyor. Ellerinde Temel hakkında TCK 301/2 ve 216’dan dava açıldığına, ifade için savcılığa başvurması gerektiğini tebliğ eden bir davetiye… “Türklüğe hakaret ettiği” ve “resmî Türk tarih tezine aykırı sözleri” nedeniyle yargılanacak… TCK’nın “Türklüğe hakaret”i cezalandıran mahut 301. maddesinin en hararetli tartışmalara konu olduğu günler. Emniyet güçleri, savcılar ve yargıçlar, hükümetin kollayıcı gölgesi altında elele vermiş, TCK’nın kaldırılan “düşünce ve ifade suçları”na ilişkin mülga bütün maddelerini, TCK 141-142’yi, 159’u, TMY 8’i adeta 301 ile telafi ediyorlar. YÖK’ü protesto eden öğrencilere 301’den dava açılacak neredeyse… “Millî hassasiyet”ler tavan yapmış: durumdan vazife çıkartan “sorumlu yurttaşlar” dergileri, internet sitelerini, TV programlarını didik didik edip “kansız” Ermenilerin, misyoner faaliyetlerin, “bölücü” Kürtlerin, onların yaşam ve kendilerini ifade hakkına sahip çıkan “vatan hainleri”nin izini sürüyor. İhbarlar birbirini kovalıyor… Bir başka deyişle, durum şirazeden çıkmış… 301’in şöhreti sınırları aşmış, gelen-giden heyetler AKP iktidarına zılgıtı veriyor… “İleri demokrasi kahramanı”nın karizması çizildi- çizilecek. Ama yıllar ve yıllardır kışkırtılmış şoven tabanın da soluğu da iktidarın ensesinde. Tam bir “yukarı tükürsen/aşağı tükürsen” açmazı… Bu koşullar altında devlet erkânının aklına bir cinfikirlilik geliyor. 301. madde kaldırılmayacak, ama bu maddeden dava açılması, Adalet Bakanı’nın iznine bağlanacak… Böylece hem 301 gibi kıymetli bir “Demokles kılıcı”nı elde tutacaklar devletlûlar (dolayısıyla da “milliyetçi hassasiyetler” rencide edilmemiş olacak), hem de homurtuların yükseldiği ABD ve AB çevreleri yatıştırılmış olacak… Temel’in davası Adalet Bakanlığı’na sevk edilen ilk dosyalar arasındaydı. “Yüce gönüllü” bakan, birkaç dosya hakkında dava açılmasını reddederek gündemdeki yerini koruyordu - ne de olsa Türkiye “demokratikleşme” yolunda ağır aksak da olsa ilerlemekteydi… Derken, bakanın önüne Temel’in dosyası geldi. Bu kez durum çetrefildi. Karşıda “Adalet Bakanlığı’nın şefaatine muhtaç değilim!” diye haykıran, “Devlet soykırım yapmıştır… katildir… hepinizi 301 kere 301 suçu işlemeye çağırıyorum…” diyen bir “sanık” vardı… Adalet bakanı önündeki dosyaya imzayı bastı: “Sanığın suç işlediği kanaati hasıl olduğundan hakkında dava açılmasına izin verilmiştir.” Arkasından da TV kameralarının karşısına geçti: “Ben devletime ‘katil’ dedirtmem…” Şov iyiydi, hoştu ama adında “Adalet” olan bakan, hangisi olursa olsun her türlü hukukun temel ilkesini çiğnediğinin ayırdında değildi: henüz açılmamış bir dava hakkında, hükme bağlayacak yargıcın yazgısının bağlı olduğu en yüksek merci, verilecek hükmü açıkça “dikte” ettiriyordu: sanığı -daha yargılanmadan- “suçlu” ilan ediyor, hızını alamayıp “hedef” gösteriyordu… Sevgili avukatımız Levent Kanat gecikmeksizin İdare Mahkemesi’ne dava açtı. Ardından duruşmalar başladı… Bakanın “izni”ne mazhar olan ilk 301 davası olarak Ankara 2. Asliye Ceza Mahkemesi’ni yol edinmiştik… Dostlar Temel’i hiç yalnız bırakmadılar… İsmail (Beşikçi) Hoca, Fikret (Başkaya) Hoca, Baskın (Oran) Hoca, Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi, Ankara Aydın ve Sanatçı Girişimi, sosyalist partiler, BDP’liler, devrimciler, ÇHD’li avukatlar, onurlu basın mensupları, insan hakları savunucuları, uluslar arası kuruluşların temsilcileri, Elçilik gözlemcileri… Davanın kritik aşamalarında desteklerini hep yanımızda hissetmek güzeldi… Temel her dönemeçte devletin soykırımcı ve katil olduğunu haykırdı sanık kürsüsünden… Her seferinde mahkemeye, Hrant’ın katledilmesinde devletin açık desteğini teşhir eden, soykırım gerçeğini gözler önüne seren, ülkedeki bitmek bilmez insan hakları ihlâllerini, hukuksuzluk örneklerini sıralayan yüzlerce sayfalık belge sunarak… Ankara 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nin küçük duruşma salonu, bir foruma dönüşmüştü sanki. Mahkeme personeli, görevli polisler kapı aralığından dinliyorlardı savunmaları… Yargıç, hüküm vermek için Temel’in Adalet Bakanı aleyhine İdare Mahkemesi’ne açtığı davanın, ardından da Yargıtay’a yapılan itirazın sonuçlanmasını bekleme kararı aldı. Böylelikle dava süreci yıllarca süren bir git-gel’e dönüştü. “Yargıtay’dan bir sonuç geldi mi?” “Hayır efendim.” “O zaman celseyi falanca tarihe erteliyorum…” Yaklaşık üç yıl sürecekti bu durum. Bu süreç içerisinde Türk hukuk sisteminin cılkı iyice çıkacaktı: yıllar süren ve infaz süresini çoktan aşmış tutukluluklar; pankart açmaktan, slogan atmaktan “örgüt” cezası yiyen gençler; cezaevi koşullarında hastalanıp yaşamını yitiren tutuklular; anadilde savunma hakkına karşı yükseltilen paranoyak direnç; poşudan, tişorttaki terden, ağzı açık resimden, telefondaki doğum günü davetinden “suç delili” üreten; emniyet fezlekelerinden “kopyala-yapıştır” iddianame imal eden savcılar; düzmece deliller… AKP iktidarı, kendi başına bela olmaya başlamış bu durumu düzeltmek için kolları sıvadı. Birinci yargı paketi, ikinci yargı paketi, üçüncü yargı paketi, dördüncü yargı paketi; sistem yama tutmuyordu, velhasıl… Ne ki iktidar, üçüncü yargı paketine “ne şiş yansın ne kebap” usulü bir başka cinfikirlilik yerleştirdi: Belirli “suç” larda “ceza”ların ertelenmesi… Bir başka deyişle, yine bir taşla iki kuş vurmayı hesaplamaktaydı yasa koyucular: “suç” Demokles kılıcı olarak tepenizde sallanmaya devam edecek, ama devletlûlar “bağışlayıcılık” yücegönüllülüğü”nü esirgemeyeceklerdi. Böylelikle de size aba altından sopayı göstermekten geri durmuyorlardı: “Uslu dur, yoksal basarım cezayı…” Islah-ı nefs ettiniz, ettiniz. Yoksa… Böylelikle düşünce ve ifade “suç”larından yargılanmakta olan dostlardan peşpeşe haberler gelmeye başladı: “Cezanın ertelenmesine…” Temel bir kez daha kolları sıvadı: “BERAAT YA DA MAHKÛMİYET; AMA “ERTELENME” DEĞİL!” başlıklı 33 sayfalık bir belgeyle çıktı yargıcın karşısına. Türkiye’de lime lime olmuş “hukuk(suzluk)” sisteminden giriyor, Ermeni soykırımının belgelenmesiyle devam ediyor, Türkiye Ermenileri’nin günümüzde yüzyüze kaldıkları gündelik zorbalıklardan çıkıyordu. Ve yargıcın “erteleme” kararı olasılığı karşısında ilan ediyordu: “2007’de ‘Ermeni soykırımı vardır. Hrant’ın katili devlettir’ demiştim. Bugün de hâlen bu görüşteyim… Yaptığım açıklama düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamındadır. Ben ceza verilmesi hakkında da gocunmam. Burada yargılanan ifade özgürlüğü ve tarihi gerçeklerdir. Bu totaliter rejimlerde gerçekleşen bir yargılamadır. Bu bağlamda vereceğiniz karar Türkiye’nin totaliter olup olmadığını gösterecektir… Beni beraat ettirebilirsiniz. Bu düşünce ve ifade özgürlüğünün gereğidir. Bana ceza da verebilirsiniz, bundan hiç gocunmam. Ama burada mahkemeniz, devlet bir kez daha tarihe geçecek bir yargılama yapmaktadır. Erteleme kararı verilmesini istemiyorum.” Ve yargıç, Temel’in gözünün içine baka baka kararını açıkladı: “Kovuşturmanın 6352 sayılı yasa gereği ertelenmesine…” Duruşmanın hemen ardından destek için gelen dostlar Adliye girişinde toplandılar. Temel üç yılı beklemeyecekti, besbelli. Dostlara ve kamuoyuna seslendi: “Mahkemeye biraz önce ‘Beni ya cezalandırın ya da beraat ettirin,” dedim. Ama onlar yine erteleme kararı verildi. Talebime rağmen 3 yıl boyunca ‘Ermeni soykırımını devlet yaptı. Hrant’ın katili devlettir,’ sözlerimi söylememem için ertelendi. 3 yıl değil duruşmadan 5 dakika sonra söylüyorum: ‘Ermeni soykırımı yapılmıştır. Dostumuz, yoldaşımız, kardeşimiz Hrant’ın katili de devlettir’. Adaletsizlik Bakanlığı’na da buradan sesleniyorum. Dava açın. Adalet Bakanlığı, savcılık, polis dava açmazsa suç işlemiş olurlar. Ben kimseyi suç işlemeye teşvik etmiyorum. Düşüncelerimi ifade ediyorum. Gücünüz yetiyorsa yine yargılayın. Fikirlere pranga vurulamaz.” * * * Süreç, salt Temel Demirer ile ilgili olsa, “kol-yen” bilgeliği içerisinde suskunlukla geçiştirilmesi mümkün, belki. Ama ortada devletin yurttaşlar (tabii ki muhalif yurttaşlar) karşısında ısrarla sürdüregeldiği bir tutum var ki, hiçbir kılıfa sığmıyor ve son derece sakıncalı… Açımlayayım… Bu dava Temel’e sorularak açılmadı. Ancak Temel, bu davayı Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğü mücadelesinin bir durağı sayarak ciddiye aldı. Tıpkı savunmasını üstlenen onlarca avukat, duruşmalarına katılan yüzlerce izleyici, bizler gibi… Gerek sanık, gerekse avukatları, dava boyunca düşünce ve ifade özgürlüğünü savunmaya yönelik yüzlerce görüş, tez ürettiler. Hukuk sisteminin normal işlediği bir ülkede bu tezler, ülkedeki özgürlüklerin savunusu münderecatında birikerek, sonunda sistemi değiştirecek içtihatların, karinelerin oluşturulmasına katkıda bulunurdu. Bu, davanın beraat ya da mahkûmiyetle bitmesinden bağımsız bir durum! Yani yargıç ister mahkûmiyet kararı versin, isterse beraat, Temel ve avukatlarının sözleri, bu ülkenin özgürleşme sürecinde kayıt altına alınmış, bir bakıma devlet nezdinde “ciddiye alınmış”, ve egemenlerin uygun gördüğü tepkiyle (mahkûmiyet ya da beraat) karşılanmış olurdu. “Erteleme” ise, başka bir şey. Bu kararla yasa koyucu, adeta şunu diyor yurttaşa: “Sen ne dersen de, benim indimde suçlusun. Ne zaman yargılayıp ne ceza vereceğime benim karar vereceğim, dilediğimde ise bütün bu süreci askıya alabileceğim bir suçlu. Üstelik ben seni, sana giydirdiğim “suçlu” gömleğiyle muhatap da kabul etmiyorum. Hakkında tek yanlı bir kararla başlattığım yargılama sürecini, yine tek yanlı bir kararla askıya alıyorum… Ta ki uygun gördüğüm bir zamanda seni cezalandırmak üzere askıdan indirene kadar…” Evet, avukat Levent Kanat’ın yargıca seslenişinde dile getirdiği üzere, “erteleme kararı sanığın aklanma hakkını elinden alıyor”, onu devletlûların diledikleri zaman harekete geçirecekleri ebedî bir şaibenin altında bırakıyordu… Her fırsatta “Vesayet rejimi”ni ilga etmekle böbürlenen bir iktidar için ne şanlı bir “ileri demokrasi” hamlesi… Birinin AKP’lilere günümüzde hükümet etmenin ilk ve öncelikli koşulunun “yönettikleri”nin keyfî olarak mahkemeye sürüklenecek, yıllarca hükümsüz içeride tutulacak, keyfî “af”lara mazhar kılınacak, hükümleri “ertelenerek” muğlak şaibeler altında bırakılacak, ortalık yerde azarlanacak, “çok sevindiysen bir göbek at da görelim” diye “köçek muamelesi yapılacak” “teb’a” değil de hak ve salahiyet sahibi, ergin, eşit yurttaşlar olarak kabul etmek olduğunu anlatmasının zamanı gelip de geçmedi mi? * * * Ve bir son not… Bu yazıyı bitirdim. Yemeğe oturduk ki kapı çaldı… Postacı. Elinde bildik bir zarf. Sanık Temel Demirer… Dosya No: 2013/.. Talimat… Duruşma günü: 12/03/2013… Duruşma Yeri: Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi… Tebliğin veya davanın mevzuu: “Terör Örgütü Propagandası Yapmak…” Sahi, nerede kalmıştık? 21 Şubat 2013 12:59:41, Ankara.
N O T L A R [*] Bernard Shaw. [1] Gelecek Dergisi (Kıbrıs), No:78, Mart 2013…
Yorum Ekle