Sibel Özbudun imzalı 'Marksizm ve Kadın: Emek, Aşk, Aile', editörlüğünü Önder Kulak'ın yaptığı Marksist Öğreti Dizisi'...
Sibel Özbudun imzalı 'Marksizm ve Kadın: Emek, Aşk, Aile', editörlüğünü Önder Kulak'ın yaptığı Marksist Öğreti Dizisi'nin ilk kitabı. Özbudun'la kitabını Hande Mir konuştu.
Sibel Özbudun’un çalışması dört bölümden oluşuyor: “Kadınların Kurtuluşu Yönünde İlk Adımlar: Ütopyacı Sosyalizm”, “Marx, Engels ve Kadınların Kurtuluşu”, “Ekim Devrimi, Sosyalizm, Kadınların Kurtuluşu” ve “Kapitalizmin Ataerkini Yeniden Üretmesi”. Neoliberal kapitalizm kadını ve emeğini de nasıl daha vahşice vurdu? Ütopyacı sosyalizm, Marx ve Engels için esin kaynağı olmakla birlikte hangi temel farklılıklara sahip? Aydınlanma kadına nasıl bakar? Neoliberal kapitalizmin iflasının erken patlak vermesinden yola çıkarak Marx ile Engels'in Komünist Manifesto'larında sözünü ettiği “hayalet” nasıl bir kez daha sahnede? Bunlar Özbudun’un çalışmasında yanıtlarını irdelediği sorulardan sadece bazıları. Özbudun'la “Marksizm ve Kadın: Emek, Aşk, Aile” adlı çalışmasını konuştuk.
- Neoliberal kapitalizmin her kesimle birlikte daha da edilgenleştirmeye çalıştığı kadını, emeği ekonomiye döşeli bir “kaldırım taşı” addederek daha vahşice vurması!.. Çalışmanızda ele alınan bu ilk bağlamı konuşarak başlayalım.
- Batı Avrupa’da biçimlenen kapitalist sistem, pek çok eşitsizliği (kır/ kent, Avrupa/ Avrupa-dışı, kafa emeği/ kol emeğinde) olduğu gibi kadın-erkek eşitsizliğini de kendi tarihinden devralıp bir çeşit yeniden dizilime tabi tuttu. Kadın-erkek eşitsizliği, kapitalizm için bir nimetti; bu sayede patronlar kırsal kesim kökenli on binlerce kadını, erkek işçilerin yarısı, hatta daha düşük ücretlerle günde 12-14 saat çalıştırıp bunu “kadının (ataerkil baskılardan) özgürleşmesi” olarak sunabiliyordu! Aslına bakarsanız, günümüzdeki neoliberal kapitalizm -sosyalist sistemin yıkılması, çokuluslu sermayenin emeğin bol ve ucuz olarak temin edilebildiği Güney ülkelerine kaydırılması, emek örgütlülüğünün küresel ölçekte büyük mevziler kaybetmesi vb. nedenlerle- on dokuzuncu yüzyıl başlarında olduğu kadar “vahşi” ve denetim-dışı. Emek cephesinin gerilemesi nedeniyle neoliberal kapitalizm, on dokuzuncu yüzyıl başlarındaki “vahşi kapitalizm” koşullarına geri dönüşü temsil ediyor. Bu tabloda, günümüz kapitalizmi, kadın emeğini (hem Kuzey’de hem de Güney’de) esnekleştirerek, taşeronlaştırarak, informelleştirerek, örgütsüzleştirerek ve domestik/ kamusal ayrımını alabildiğine muğlaklaştırıp hane üretimini yaygınlaştırarak sömürüyü azamileştirmenin peşinde. Sosyal harcamaların (“devleti küçültüyoruz” retoriğiyle) kısılması yoluyla toplumsal “yeniden üretim” (eğitim, sağlık vb.) maliyetinin aileye, yani kadınların sırtına yüklenmesi de cabası. Çalışmamda Marx ile Engels’in yaşadığı dönem, on dokuzuncu yüzyıl kapitalizmiyle günümüz koşulları arasında fazla bir fark olmadığını vurgulamaya çalıştım.
Engels “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” başlıklı çalışmasında İngiltere’deki işçilerin, özellikle de kadın işçilerin tüyler ürpertici çalışma ve yaşam koşullarını betimler. Burada anlatılanlar ile günümüzde Güneydoğu Asya ya da Latin Amerika’daki ter atölyelerinde, serbest ticaret bölgelerinde ya da evlerinde çalıştırılan kadınların durumu arasında hemen hiçbir fark yok.
“MARKSİST ELEŞTİRİ KADINLARI ‘YENİDEN ÜRETİCİ’ OLARAK ELE ALMALI”
- Marksist çalışmalar, bu bağlamda, neoliberal kapitalizmin yıkıcılığından ağır bir pay alan kadının insafsız sömürü koşullarına tabi üretici konumunu, nasıl hakça bir düzleme taşıyarak yorumladı ve bunu ne süreyle diri tutabildi?
- Günümüzde Marksist eleştiri, sermaye hareketlerinin küreselleşmesinin getirdiği muhalefet çeşitliliğini -emek-sermaye çelişkisinin birincilliğini göz ardı etmeksizin- kapsamaya çalışıyor. Bir başka deyişle geçmişte az çok türdeşleşmiş (mavi yakalı, çoğunlukla erkek, sınaî işçiler) sınıfın yerine, kadınlaşmış, çocuklaşmış, etnikleşmiş, göçmenleşmiş, Güneylileşmiş kolektif/ küresel bir işçi sınıfı ile karşı karşıyayız; üstelik bu da emekçilerin ana gövdesi, eskiden olduğu gibi binlerce kişinin çalıştığı fabrikalarda yoğunlaşmış değil. Bu durum, günümüzde -emekçilerin örgütsüzleştiği ve “açlıkla terbiye edildiği” koşullarda mücadele araçları bir hayli gerilemiş olan Marksizm’i aynı anda birkaç düzlemde birden etkimek zorunluluğuyla karşı karşıya bırakıyor: Etnik, toplumsal cinsiyete değin, ulusal, kültürel, ekolojik bir dizi sorun ve talebi “sınıflar mücadelesi” ekseni etrafında bağdaştırma sorunu. Bir başka deyişle hiç bir Marksist, toplumsal cinsiyete (ya da kimliğe, çevreye vb.) ilişkin sorun ve talepleri “devrimden sonra”ya erteleyemez. Bu işin bir yönü. İkinci yön ise günümüzde Marksistler, kadınların talepleri bağlamında sınıfsal sömürü ile ataerkil tahakküm arasındaki ilişkilerin deşifre edilmesinde daha fazla gayret göstermek, bir başka deyişle kapitalizmin ataerkini nasıl yeniden ürettiğini açığa çıkarmak durumunda. Bu ise kadınları salt “üreticiler” olarak değil, aynı zamanda “yeniden üreticiler” olarak ele almayı gerektirir. Yani kadınlar kapitalizm koşullarında yalnızca boğaz tokluğuna çalışmaya razı işgücü kaynağı oldukları için sömürülmüyorlar, aynı zamanda sağlık hizmetlerinden çocukların dünyaya getirilip yetiştirilmelerine, yemek-bulaşık-çamaşırı üstlenmekten dinsel inançların sürdürümüne kadar toplumsal yaşamın yeniden-üreticileri konumuyla da ataerkil tahakküm altında, sömürüye duyarlı bir toplumsallığın biçimlenmesine katılıyor. Bu durumda Marksist eleştiri, kadınları salt üretici değil, aynı zamanda yeniden üretici olarak ele alıp bugüne dek pek “keşfetmediği” bir alana dahil olmak durumunda.
“KADINLARIN ÜRETİM VE POLİTİKAYA KATILMASI ‘SORUN’U ÇÖZMEDİ”
- Sosyalizmin, sosyalist deneyimleri dizisinin ıskaladıklarını günümüze uzanan feminizm hattında ortaya koyuyorsunuz. Nasıl?
- Bu soruyu birbiriyle bağlantılı iki düzlemde yanıtlayabilirim; kuramsal düzlem ve uygulama düzlemi. Kuramsal düzlemde, sosyalizm az önce de değindiğim gibi kadının “yeniden üretici” rolünü, sizin deyiminizle “ıskaladı”. Yani kapitalizmin kendini önceleyen sömürü sistemlerindeki ataerkil tahakkümü nasıl özümseyip yeni bir dizayna tabi tutarak temellük ettiği üzerine -birkaç parlak istisna dışında- kafa yormadı. Bu da uygulama düzleminde, kadınların önünde eğitim olanaklarının açılması, kadınların tüm istihdam alanlarına dahil edilmesi, ne bileyim, siyasal katılımları önündeki formel engellerin kaldırılması vb. uygulamalarla kadın-erkek eşitliğinin sağlanabileceği, kadın “sorun”unun çözülebileceği sanıldı. Bu, olasılıkla sosyalizmin uygulamaya girdiği ilk ülke olan Sovyetler Birliği’nde Dünya Savaşları'yla iç savaşın yol açtığı muazzam işgücü açığını kadın emeğiyle telafi etme yolundaki tikel bir gereksinimin sonucu olarak ortaya çıkmış bir durum; bu örnek, genelleştirildi. Kadının “yeniden üretici” konumunu göz önünde bulundurmayan bu yaklaşım sonucunda kadınlar üretime, (ve daha sınırlı olsa da) politikaya katılmanın dışında, aynı zamanda domestik görevleri neredeyse tümüyle tek başına üstlenmek durumunda kaldı.
“ÖZGÜR-EŞİT-EMEKÇİ BİREYLER, BİRLEŞİN!”
- “Sil, süpür, çocuk büyüt”e devam!
- Evet. Kadın mühendisler, doktorlar, akademisyenler, ne bileyim makinistler, ustabaşları eve döndüğünde bulaşık ve çamaşır yığınlarını, çocukların derslerini, toz içindeki camları kendilerini bekler buluyordu. Bu ise onlara kendilerini geliştirecek ya da “kolektif yaşamın” tadını çıkaracak zaman bırakmıyordu. Sovyetler Birliği’nde kadınların çoğunun kendini “evlerinin kadını, çocuklarının anası” olmaya çağıran Gorbaçov’un çağrısını mutlulukla karşılamasının nedeni bu olsa gerek… Bu söylediklerim, “post-sosyalist” denilen dönemde bir başka kırılmaya yol açtı: Sosyalist pratiğin kuramı olarak Marksizmin eril olduğu ve kadınlar üzerindeki (“işçilerin sömürülmesinden farklı” olduğu söylenen) eril tahakküm ya da ataerkini görmezden geldiği yolundaki yanılsamanın yaygınlaşmasına. Bu yanılsamaya göre sosyalizm belki işçiler için iyi olabilirdi ama kadınlar için farklı bir proje, yani feminizm gerekiyordu. Bu ise “sınıfsallık” ile “toplumsal cinsiyet” ve giderek “ırk”, “etnisite” vb. mevzularının birbirinden ayrılmasına, nihai olaraksa “sınıfçılık” ile “kültürcülük”ün birbirlerine zıt konumlanımları gibi sunulmasına yol açtı.
- Marksizm, aile, aşk kavramlarını yozluktan azade bir düzlemde kuruşuyla da ayrılıyor…
- Marksizm, insanların duygusal yaşantısının herhangi bir maddî (ekonomik çıkarlar), kurumsal (aile, devlet vb.) ya da ideolojik (din, milliyetçilik giderek “sosyalizmin yüce idealleri” vb.) baskılara tabi olmaksızın özgürce yaşanmasından yana, böyle olmak durumunda. Nihayetinde, kurucularının daha ilk yapıtlarında ifade ettiği üzere o, insanın yabancılaşma(lar)dan özgürleşmesini öngören bir tahayyül değil mi? Din, devlet ya da piyasa baskılarından özgürleşmiş, birbirlerine karşılıklı sevgi, saygı ve özenden başka hiçbir taahhütleri olmayan, her türlü mülkiyet, prestij, kimlik, uyrukluk, kulluk ilişkisinden/ baskısından sıyrılmış özgür-eşit-emekçi bireylerin gönüllü birliktelikleri… Marksizm’in toplumsal yaşamda güvence altına almak için uğraşacağı tek ilişki biçimi bu olmalı. Bunun içini nasıl dolduracakları ise geleceğin sosyalist toplumunun kadın ve erkeklerine kalmış bir şey…
*http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kitap/310337/_Marksizm_ozgurlestirir__.html
Yorum Ekle