Sibel Özbudun’un bir antropolog, bir Marksist ve bir kadın olması Nisan ayından beri kitapçı raflarında okuyucusunu bekleyen “Marksizm ve K...
Sibel Özbudun’un bir antropolog, bir Marksist ve bir kadın olması Nisan ayından beri kitapçı raflarında okuyucusunu bekleyen “Marksizm ve Kadın” adlı çalışmasını kuşkusuz çok daha ilginç ve dikkate değer kılıyor. Çünkü Özbudun, kadın meselesini birçok açıdan Marksizmin mirasına dayanarak ve bir kadın gözüyle ele almış.
Kadın ve aile kurumu; Marksizm dışı akım ve anlayışların -Marksizme eleştiri adı altında- en çok saldırı yaptıkları alanların başında geliyor. Bunun önemli nedenlerinden birisi sorunun, hâlâ insanlık sorunlaının başında geliyor oluşudur. Kadın ve aile sorununun olduğu yerde asıl olarak insan sorunu vardır. İnsan sorunu ise temelde mülkiyet sistemine gönderme yapar. Mülkiyet siteminin imha edilmesi, devletle birlikte ailenin de ortadan kaldırılmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla kadını işaret eden aile kurumu, feodal-sermayeci-emperyalist sistemden izole edilerek ele alınamaz. Aile ve kadın sorununu, mülkiyet sistemi bağlamında ele alan yazar ve düşünürlerden birisi de Sibel Özbudun’dur. Özbudun’un bir antropolog, bir Marksist ve bir kadın olması Nisan ayından beri kitapçı raflarında okuyucusunu bekleyen “Marksizm ve Kadın” adlı çalışmasını kuşkusuz çok daha ilginç ve dikkate değer kılıyor. Çünkü Özbudun, kadın meselesini birçok açıdan Marksizmin mirasına dayanarak ve bir kadın gözüyle ele almış.
Belirtmeye bile gerek yok, kadının –komünal toplumu saymazsak- uzun yüzyıllar sosyal yaşamda adı yoktu. Kamusal-özel alan ayrımında kadın özel alana adeta hapsedilmişti. Sibel Özbudun’un vurgusuna bakılırsa kadının demostik alandan çıkıp kamusal alana yönelmesi modern dönemle birlikte olmuştur. Yazar konuyu tarihi materyalizm bakışıyla ele aldığı için kadın sorununu da tarihsel sürece yayarak irdeliyor.
“Marksizm ve Kadın”daki metodolojiye bakılırsa başlıca dört dönem ilgimizi çekiyor. Birincisi “Ütopik Dönem” diyeceğimiz kısım. İkincisi Marx ve Engels özelindeki gelişmeler ve sorunun Marksizm açısından ortaya konuluşu. Üçüncü bölümde kadın ve ailenin Sovyetik rejimlerde (SSCB) ele alınışı ve uygulanması. Dördüncü olarak da Sovyetik rejimlerin çökmesiyle aile ve kadın sorununun neoliberal politikalarca ne denli suistimal edildiği ve kadının kazanılmış haklarının hangi koşullarda budandığıdır. Ayrıca feminist-anarşist yazar, düşünür ve eylemci olarak tanınan Emma Goldman da kitabın ekler bölümünde bir makaleyle anılıyor.
Saint-Simon, Robert Owen ve C. Fourier literatürde adları “ütopik sosyalistler” olarak geçen üç düşünür ve eylemcidir. Sanayi devriminin geliştiği koşullarda yaşadılar ve kadınla birlikte çocukların evden işyerine çekildiklerini gördüler. “Sahada” olmak sosyal hak ve özgürlükler konusunda da etkili olma sonucunu doğuruyor kadın ve çocuklar için. Ütopikler, kadının yaratıcı rolünü görüyor, onların önünü açacak, durumlarını iyileştirecek birtakım fikirler geliştiriyorlar. Özbudun’un şu açıklaması rastgele bir açıklama asla değildir:
“Ütopyacı sosyalistlerin çoğu, kadınların özgürlüğü ve eşitliği konusundaki tutumu paylaşır: Evliliği kadınlar için bir çeşit kölelik olarak niteleyen ve eğitim, hukuk, ayrıcalıklar ve kişisel özgürlük alanlarında tam eşitlik talebinde bulunan Britanyalı ütopyacı sosyalist Robert Owen (1771-1858) ya da izleyicileri barış ve ruhsal selamete dayalı bir çeşit sosyalizmi vazeden Fransız Saint-Simon (1760-1825) gibi ütopyacılar, kadının eşitliği ve özgürlüğünün 19. yüzyıl başlarındaki kaleleridir.” (S. 23)
Özbudun’un kitaptaki sunumunda Marksizmin genel sistematiğine de uyarak ütopiklerden Marx ve Engels’e geçiliyor. Her iki düşünürün de ütopiklerden yararlandığının altı çiziliyor. Sanırım kitabın bu ikinci bölümü birçok okurun da ilgisini çekecektir. Zira yazar; Marx ve Engels’in yaşamlarının “özel” diyebileceğimiz alanlarını da adeta kamusallaştırmaktadır. Böylece konuyu somut örnekler ve uygulamalar üzerinden ortaya koymaktadır . Doğal ki her iki filozof ve eylemci; aile ve kadın konusuna üretim paradigması temelinde bakıyor. Tarafların aile ilişkileri, çeşitli sorunlar, yoksulluklar, mutluluklar, trajediler, mücadeleler, devrimler ve karşı devrimler bütünlüğünde dillendiriliyor. Marx ve Engels’in burjuvaziye karşı kadın ve aile konusunda da hücumlar yaptığı “Kutsal Aile”, “Manifesto”, “Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni” gibi eserlerden alıntılar yapılarak veriliyor. Özbudun’un şu satırları dikkat çekicidir:
“Marx ve Engels için aile, üretim tarzı ve ilişkileri ile yakından ilişkili olarak biçimlenen tarihsel bir formasyondur. Ve bu nedenle de değişime uğratılması, daha doğrusu bilinen haliyle ortadan kaldırılmaları, hakim üretim ilişkilerinde devrimci bir dönüşümle mümkün olacaktır.” (s.92).
Ekim Devrimi, kadın ve aile konusunda pek çok düşüncenin ete kemiğe büründüğüne tanıklık etti. Özbudun, Ekim Devrimi bağlamında kadın ve aileyi araştırma konusu yaparken Lenin ve sosyalizmin kadın militanlarını da detaylı bir analizden geçiriyor. Rosa Luksemburg, Clara Zetkin ve A. Kollontay bu adların başında geliyor. Ekim Devrimi’nin kadına dair kararnameleri, kadın tarihinde altınçağ dönemini hatırlatıyor. Zira kadınlar da erkeklerin sahip olduğu tüm sosyal ve politik haklara yani eğitim, çalışma, kültürel faaliyette bulunma, seçme ve seçilme haklarına sahip olmaktadır. Erkeğe maddi olarak bağımlılık ortadan kalkmış, boşanma serbest hale getirilmiştir. Meşru ve gayrimeşru çocuklara, aileler bakamadığında devlet bakacaktır. Kürtaj, serbest ve üstelik ücretsizdir. Kadın dilerse kendi soyadını kullanır, hatta erkek isterse kadının soyadını alabilir gibi yasal düzenlemeler yapılmıştır.
Sosyalizmin (felsefi-ideolojik planda olmasa da) siyasal, ekonomik ve örgütsel olarak yenildiği günümüzde kadınlar için anılan mutlu tablodan söz etmek de mümkün görünmüyor. Neoliberal politikalar kadını ve çocuğu ucuz emek gücü olarak algılıyor. Özbudun’un yorumuna bakılırsa sermaye için cennet olan bu alanda kadın ve çocuklar cehennemden de beter bir yaşamla karşı karşıyalar. Bu kölelik koşullarından çıkmanın yolunun da Marksizm olduğunun altını çizen Özbudun, çalışmasını çarpıcı bir başlıkla bitiriyor: “Marksizmsiz Olur mu?” Yazarın, ağırlıklı kısmının mülkiyet sistemiyle ilgili olduğunu düşündüğü kadın meselesinin çözümünde Marksizmi işaret etmesi anlamlıdır. Çünkü her türlü geleneksel yapının, ekonomik-sosyal formasyonun değişeceğini ileri süren biricik teori Marksizmdir: “Öncelikle kadının ikincilliği, evrensel, ezeli-ebedi bir görüngü değil, üretim ilişkilerinin karmaşık biçimlenişi içerisinde şekillenen tarihsel-toplumsal bir olaydır.” (S.81). Yalnızca Marksizme özgü olan bu kuram açısından üretim ilişkileri, tarihsel-toplumsal durum değiştikçe kadın ve ailenin aldığı pozisyon da değişecek demektir.
Kadın ve Marksizm, Sibel Özbudun, Tekin Yayınevi, 2015, 224 sayfa.
*http://ilerihaber.org/mehmet-akkaya-yazdi-marksizm-ve-kadin-emek-ask-ve-aile/20720/
Yorum Ekle