“Günleri ve mevsimleri düşlerimize göre yeniden yaratacağız.” [2] Yüzbinlerdik… Ama o kadar değil. Bir de ellerimizdeki pankartl...
“Günleri ve mevsimleri
düşlerimize göre
yeniden
yaratacağız.”[2]
Yüzbinlerdik… Ama o kadar değil.
Bir de ellerimizdeki pankartlarda taşıdığımız, aramızdan kopartılanları sayın…
Yaşıtlarının saçları aklaşmış, kendileri ilelebet yirmilerinde…
Yüzbinlerdik… Ama o kadar değil.
Bir de Tekirdağ’da, Sincan’da, Edirne’de, Diyarbakır’da, Batman’da, F
tiplerinde, yürekleri bizimle atan canlarımızı sayın… O gün zindandan bayram
yaratan…
Yüzbinlerdik… Üç, belki de dört
kuşak… Bir an soluğu kesilmiş, sırtını duvara yaslayıp dizlerinin ağrısını
geçirmeye çalışırken inanmaz gözlerle önlerinden akan yığınların ellerindeki
dövizleri çözmeye çalışan, birbirlerine “Bunlar hangi siyasetin devamı?” diye
soran ak saçlılar… Analarının kucağında, babalarının sırtında, yumuk yumrukları
havada, etrafa gülücükler saçan bebeler…
Yüzbinlerdik… Bizim yürüdüğümüz
güzergâhta en önde DİSK’li işçiler yer alıyordu: çoğu yaşlanmış... Saflarındaki
kadınların sayısı az... Ama o yolu kimbilir kaçıncı kez kat ediyor olmanın ve
bir kez daha kendilerini yığınların içinde bulmanın, yığınlarla yeniden buluşmanın
gizlenemeyen hoşnutluğuyla gözleri ışıl ışıl… Arkalarından Sendikal Güçbirliği
üyeleri… 1 Mayıs’a “siyaset bulaştırmamak” için ayrı kutlama kararı alan Türk
İş, Hak İş, Kamu Sen vb.lerine emekçilerin bulunması gereken yeri göstererek.
Çalışma bakanlı, Ceceli konserli vb. “resmî 1 Mayıs’lara” prim vermeden…
Yüzbinlerdik… Genç-Sen’i,
Emekli-Sen’i, taşeron işçileri, inşaat işçileri, temizlik işçileri,
direniştekiler, direnişe geçecekleri… Tarlabaşı’nı dolduran KESK’liler… Yaklaşan
“Emek Baharı”nın müjdecileri…
Yüzbinlerdik… “Sondan bir
sonraki” Osmanlı padişahının tepesinin tasını attırıp “özelleştirilmesi”ni
buyurduğu Şehir Tiyatroları başta olmak üzere tiyatro sanatçıları, ellerinde
“Oyuncu da işçidir” pankartlarıyla ansızın kapladılar caddenin iki yanını.
Pervasızdılar, coşkuluydular, “ferman padişahın, meydanlar bizimdir!” cüretini
sahnelediler meydandaki herkesin katıldığı o görkemli oyunda…
Yüzbinlerdik… Üzerlerinde sansür
gölgesi, ne zaman evleri basılıp hangi “illegal örgüt”te dosyalanacakları
meçhul gazeteciler, tedirginlik perdesini yırtıp yüzlerle katılmışlardı bu dev
muhalefet şenliğine. “Şok, şok, şok: Bu medyadan sağ çıktılar!” döviziyle, bu
ülkenin kanayan yaralarını görmezden gelip, sayfalarını ve ekranlarını magazine
hasreden anaakım medyayı ti’ye alıyorlardı…
Yüzbinlerdik… “Cemaat”in
“hukuk”una karşı adaleti savunmaya yeminli avukatlar… “Performans”a teslim
edilen doktorlar… İşsizleşen, emekleri ucuzlatılan mühendisler… “Anaların
ayağının altı öpülür”/ “En az üç çocuk doğurun” “mübarekliği” ile
tekmeli-tokatlı, kurşunlu bıçaklı eril zorbalık arasında sıkıştırılan kadınlar…
4+4+4’ü protesto eden, “çocuk-gelin”ler…
Yüzbinlerdik… Yaratıcılığın zirve
yaptığı pankartları, dövizleriyle yerinde duramayan, hem alanı hem de
yüreklerimizi şenlendiren üniversite gençliği… Onlardan da canlı, onlardan da
hareketli, onlardan da kabına sığmayan liseliler…
Yüzbinlerdik… İktidarın son fetih
alanı, futbolun emekten, özgürlükten, kardeşlikten yana taraftarları. Tribün
alışkanlığıyla “siyasal doğruluk”a boş verip, Fethullah Gülen’e, Recep Tayyip’e
“içlerinden geldiği” gibi seslenen Çarşı’cılar, “Sol Açık” Galatasaraylılar,
FenerbahChe’liler, ve belki de en anlamlısı, Hrant’ın fotografını taşıyan
Trabzonsporlular…
Yüzbinlerdik… Yıllardır, Taksim’i
emekçilere dar etmeye yeminli zorbalara karşı direnerek kırılan kemikleri,
düşük yaptıkları bebeleri, soluklarını kesen gazlar, sırtlarında parçalanan
coplar, tekmeli-tokatlı gözaltılar pahasına Taksim’i yeniden kazanmamızın önünü
açan sol çevre ve partiler: Halk Cephesi, Kaldıraç, Odak, Ezilenlerin Sosyalist
Partisi, Sosyalist Demokrasi Partisi, Demokratik Haklar Federasyonu, Partizan,
Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu, Alınteri, İşçi Cephesi, Mücadele Birliği,
Türkiye Komünist Partisi-1920, Emekçi Hareket Partisi ve adını anamadıklarım…
Bayraklarla, flamalarla kızıla boyanan Şişli-Taksim güzergâhı… Dolmabahçe’den 1
Mayıs Alanı’na akan Halkevleri, TKP’liler… Tarlabaşı’nı dolduran ÖDP’liler…
Yüzbinlerdik… BDP kortejiyle
Tarlabaşı üzerinden onbinlerle Taksim’e giren Kürt sarı-yeşil-kırmızısı… Ama o
kadar değil… Bu toprağın hoyratça asimile edilen, yok sayılan, yitip gitmeye mahkûm
kılınan renkleri: Alevîler, Ermeniler, Çerkesler, Gürcüler, Pomaklar, Lazlar,
Hemşinliler, Çingeneler, Asurîler, Süryanîler, Araplar… Hep bir ağızdan
dillerine, kültürlerine özgürlük taleplerini, haykırır, kapıdaki savaş
tehdidine karşı çıkarken bir yandan da türküleri, çeşitli dillerden
sloganlarıyla Emek Cephesi’nin çeşitliliğini sergileyen…
Yüzbinlerdik… Gökkuşağının
renkleri gibi yan yana dizildik… Kendi zenginliğimizi hem kendimize, hem de
dosta düşmana sergilemek için: LBGTT’lilerden “Ekmek, Allah, Özgürlük” adına
Fatih Camii’nden 1 Mayıs Meydanı’na gelen sol Müslümanlara, “devrimci
vosvos”çularından “etik vegan”cılara, nükleer karşıtlarından hayvan hakları
savunucularına, çevre militanlarından anarşistlere… Her birimizin bir parçasını
oluşturduğu bu devasa hercümerç, bu renk cümbüşü, saat tam14.00’te insanın
parmağını oynatacak yer kalmamış Taksim Meydanı’ndan, “dünyanın en büyük
korosu” ile tek bir yürek, haykırmaya başladı: “Faşizme Karşı Omuz Omuza!”
Velhasıl, o gün o alanda, o gün
bu ülkede yüzbinlerdik (liberallerin de yolun kıyısından, kaldırımdan
tırnaklarını yiyerek seyrederken!)… Ve birçok şeyi gösterdik, neo-liberal talan
düzeninin yeni padişahlarına…
Önce sabrımızın taşmakta
olduğunu… Küçülen ekmeğe, büyüyen işsizliğe, taşeronlaştırmaya, kaynakların bir
avuç parababasına peşkeş çekilmesine, yaşam alanlarımızın, kentlerin, toprağın,
havanın, suyun, derelerin, gökyüzünün gözü dönmüş kâr hırsıyla pervasızca
tahrip edilmesine, hayalî “terör örgütleri” yaratarak içlerimizden en
çatalyüreklileri F tiplerine kapatan zorbalığa, çocukları ya çırak, ya tutsak
ya da gelin olma seçenekleriyle karşı karşıya bırakan, gençleri boğaz tokluğuna
mahkûm kılan, kadınları kuluçka makineleri olarak gören, Alevîleri “imana”,
Kürtleri “biata” çağıran, sanata hiza, futbola talkın vermeye kalkışan “Ben
yaparım, olur”cu hotzotçuların sadaka rejimini yutmadığımızı…
Sonra, yasaklayamadıkları 1
Mayıs’ı bu kez bir takvim kutlamasına, çalışma bakanlı, Ceceli’li, göbek
kıvırmalı bir “işçi bayramı”na tahvil etme heveslerini kursaklarında
bırakacağımızı… Emekçilerin sahici ve devrimci birliğini kimsenin himmetine
muhtaç olmadan, (ve de “1 Mayıs 1977 katliamı solcuların işiydi” yalanına
sarılan sahte “dostlar”a inat) kendi ellerimizle sağlayabileceğimizi…
“Kızıl”ımızın yeşil-sarı-kırmızıyı, moru, karayı, turuncuyu, velhasıl
gökkuşağının tüm renklerini içerme yetisine sahip olduğunu…
Farklılıklarımıza karşın ve
farklılıklarımızla birlikte seslerimizi birleştirdiğimizde erişebileceğimiz
görkemi…
Onlar miting öncesinde
“rahatsızlık verecek görüntüler olursa Taksim’i yasaklayabilirim” tehditlerini
savuradursun, üzerlerine çıkmayalım diye anıtları, direkleri yağlayadursun,
Toma’larını “özgürlük, barış, bağımsızlık, eşitlik, dayanışma” afişlerinin
ardına gizleyedursun (bana soracak olursanız mitinge gölge düşüren tek
hatamızdı bu), havadan helikopterleri, karadan panzerleri, gözaltı araçlarıyla
“kuş uçurtmadıkları”yla böbürlenedursunlar; gerçek “güvenliğin”, itirazını,
isyanını haykıran kitlelerin kardeşlik ve dayanışmasında yattığını (buna bebek
arabaları içinde, analarının kucağında, babalarının sırtında alana gelen en
küçüklerimiz; yakalarında karanfil, bastonuna dayanarak yürüyen ihtiyarlarımız,
tekerlekli sandalyeleriyle, âmâ bastonlarıyla başı çeken engellilerimiz
tanıktır)…
O gün o alanda, o gün bu ülkede
dosta düşmana çok şey; ama belki de en çok kendimize gösterdik… Üzerimize
çöreklenen suskunluk ve yılgınlık toprağından silkindiğimizde, birbirimizi
elinden kavradığımızda neler yapmaya kadir, yaratanlar ve kahredenler olduğumuzu…
3 Mayıs 2012 11:07:43, Ankara.
N O T L A R
[1] Kaldıraç,
No:132, Mayıs 2012… Gelecek
Gazetesi (Kıbrıs), No: 48, 23 Haziran 2012…
[2] Paul Eluard.
Yorum Ekle