“Ki insanlar rüya görmüyor Ve sıfır nedir biliyorlar Düş kuranlarsa çoktandır Meczup sayılıyor artık.” [1] “Yenildiler./Ye...
“Ki insanlar rüya görmüyor
Ve sıfır nedir biliyorlar
Düş kuranlarsa çoktandır
Meczup sayılıyor artık.”[1]
“Yenildiler./Yenenler, yenilenlerin/ dikişsiz
ak gömleğine sildiler/ kılıçlarının kanını.”
Ve devam eder
Usta:
“Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların/
zaruri neticesi bu! deme, bilirim!/O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim./
Ama bu yürek/ o, bu dilden anlamaz pek./ O, ‘hey gidi kambur felek,/ hey gidi
kahpe devran hey’,/ der.”
Veyl ettiği,
Şeyh Bedreddin şakirdi Börklüce Mustafa ile onbin mülhid yoldaşının, Osmanlı orduları
karşısındaki yenilgisidir…
* * *
Orhan İyiler’in,
Nurhak’da katledilen Sinan Cemgil ve yoldaşlarının cenazelerini teslim almak
üzere Adnan ve Nazife Cemgil ile birlikte çıktığı yolculuğu öykülediği “Öldükleriyle
Kalmadılar”ın belki de en çarpıcı sahnesi, geceleyin apansız ortaya çıkıp
jandarmadan kaçak, gizlice cenaze namazı için saf tutan köylülere ilişkin
betimlemesidir…
* * *
Ahmet Yaşar
Ocak, Anadolu’da Babaî İsyanı önderlerinin mezarlarının “Filanca Osmanlı
paşasına ait” olduğu söylentisiyle saygı gördüğünü hikâye eder…
* * *
Ertuğrul
Kürkçü, anlatır:
“12 Eylül
gelip hapishanelerin de üzerine çöktüğünde Malatya ‘L Tipi’ cezaevine
nakledildik Niğde’den. Cezaevi idaresi ‘ıslahı gayri mümkün’ olarak kategorize
edilmiş olanlar için özel bir ‘karşılama töreni’ hazırlamıştı. Kapı altından
karga tulumba hamama götürülüp soyuluyor ve sopa yiye yiye hücrenize
götürülüyordunuz. Sıra bana geldiğinde itilip kakıldımsa da fazlaca yaralanıp
berelenmeden hücreme tıkıldım.
‘Azrailler’ime
‘neden’ diye sorduğumda aldığım yanıt 1969’da dinlediğim uzun konuşmanın 15 yıl
içinde Türkiye’nin her yerinden duyulmuş olduğunun, 1972’de feda edilen hayatın
değerinin toplum vicdanında biline geldiğinin bir işaretiydi benim için: ‘Sen,
Mahir’in, Deniz’in arkadaşısın!’ Kendime doğru arkadaşlar seçmiştim.”[2]
*
* *
Ve sonuncusu…
Bu da kendi gözlerimle gördüklerim,
kulaklarımla duyduklarımdan:
Latin Amerika
kentlerinin şamatacı ana caddelerinde, tozlu ara yollarında, şehirler arası
yollarda seyreden rengarenk “chicken bus”ların
(“tavuk otobüsleri” - yolcuları genellikle denklerini, tavuklarını yanlarında
taşıyan yoksul köylüler olduğu için böyle anılırlar) arkalarında, iki portreden
biri yer alır genellikle: ya Hz. İsa ya da Che…
Ve Latin
Amerika’nın yoksulları, genellikle O’nun öldüğünü kabul etmezler. “Condor oldu,” derler. “Gökyüzünde uçuyor…”
Bolivya’nın Che’nin yaşamının son
anlarına tanık olan Vallegrande’sinde bizi gezdiren genç yerli rehberimize
köylülerin o zamanlar Che’nin öldürülmesini nasıl karşıladıklarını soruyoruz.
“O’nu bilmiyorlar, tanımıyorlardı ki… Gerillaların çoğu yabancıydı.
Öldürülmelerinden iki gün sonra, hastanenin bahçesinde sergilenen bedenleri
görmelerine izin verildiğinde, oraya meraktan gittiler.”
Ya şimdi?
“Şimdi tabii çok daha iyi
tanıyorlar. ‘Keşke başarılı olsalardı; belki çok daha iyi bir dünyada yaşıyor
olurduk,’ diyorlar…”
* * *
Adları Spartaküs, Börklüce Mustafa,
Pir Sultan Abdal, Olympe de Gouges, Geronimo, Che, Deniz, İbo, Mazlum Doğan,
Bobby Sands… Aralarında yüzlerce, binlerce yıl, yüzlerce, binlerce kilometre
var…
Ama hepsinin düşü ortak… Tümü de
yaşadıklarından daha adil, daha eşitlikçi, daha özgürlükçü, daha iyi bir dünyanın
mümkün olduğunu düşünüyordu. Düşleri birbirini besledi… Düşleriyle beslediler
birbirlerini…
Bir ortak yanları daha var: düşleri
uğruna gözlerini kırpmadan gittiler ölüme…
* * *
Trajik, çoğunlukla ürkütücüydü
ölümleri. Çarmıha gerilmek, kurşunlarla delik deşik edilmiş bedenleriyle bir
çeşme yalağında teşhir edilmek, meydanlarda yakılmak, işkencelerde lime lime
edilmek… Meydan okudukları, başkaldırdıkları düzenin efendileri, “aleme
ibretlik”e çevirmek istedi, eline geçirdiği “görkemli mağlupları”n cezalarını.
Hemen hepsinin önüne sürüldü, onursuzlaşma seçeneği: “ ‘Pişmanım’ de,
‘yanılmışım’, ‘kandırılmışım’ de, yalvar bize…”
Ölüm, daha buzdan kollarıyla onları
sarmalamadan önce her birinin aklında, yüreğinde sopsoğuk bir seçim olarak
vardı; biliyorlardı ergeç onunla yüzleşeceklerini… O nedenle, önlerine sürüldüğünde
tereddütsüz yeğlediler, onursuz bir teslimiyete onu.
* * *
“Halk psikolojisi” denilen alan -eğer
böyle bir psişik coğrafya varsa- çetrefillidir, anlaşılması güç, bulanıktır…
İhbar ederler önce, “kahraman”larını… Sonra meydanları doldurur, idamlarını
izlerler. Kayıtsız gözlerle… Sonra da… Türkülerini yakarlar…
* * *
Bu nedenledir ki belki de
yeryüzündeki problemlerin en zorudur, bile bile “kaybeden” olmayı seçmek. O
zorlu ve yazgılı yolun her anında, “Pardon” deyip, şana, şöhrete, en azından
ılıman ve müreffeh bir yanaşmalığa dümen kırmak mümkünken, uğruna bayrak
açtıklarının taş yağmuru altında kavgayı sürdürmek. “Ölüm nereden gelmişse hoş
geldi, sefalar getirdi” diyebilmek cellâdına karşı… Belki bu nedenden dolayı
sayıları parmakla sayılacak kadar az…
Ve adları hâlâ çivi gibi çakılı
belleklerimize… Ve “ne vakit bir yaşamak
düşünsek/ bu kurtlar sofrasında belki zor/ Ayıpsız fakat ellerimizi
kirletmeden…” Onları, onlar için yakılmış türküleri, söylenmiş şiirleri düşürüyoruz
aklımıza… Bize direnme gücü, bize umut, bize onurlu bir yaşam özlemi
veriyorlar… “Promete belki Zeus’un
sistemini yıkamayacağını biliyordu, ama... Zincire bağlanmayı göze aldı. Bizim
de böyle bir Promete dürüstlüğüne ihtiyacımız var,” diyor örneğin, Şahika Tekand.[3]
Göze
almayı (yeniden) öğrenmeye ihtiyacımız var… Bu nedenle vazgeçemiyoruz onlardan…
* * *
Çünkü Onlar, Onlar’ın bize
öğrettikleri olmaksızın hayatın -üstelik bizler farkına varmadan- nasıl bir vurdumduymazlık,
nasıl bir yoksunluk cehennemine dönüşmekte olduğunu yaşıyoruz topluca…
“Mensup olduğunuz grubun davranış
kurallarına, giyim - kuşam, adet, gelenek, göreneklerine ne ölçüde uyuyorsunuz?”
diye sorulduğunda, her 100 kişiden 82’si
dinini, yüzde 76’sı mezhebini, yüzde 46’sı mensup olduğu etnik grubu, yüzde
34’ü de mensup olduğu dini cemaati referans aldığını söylüyor, örneğin.
Soruluyor: “Bir kişi mensup olduğu grubun kurallarına
uymazsa çevresinden olumsuz tepki alır mı?” Deneklerin yüzde 38’i “mensup
olduğu din”, yüzde 34’ü “mensup olduğu mezhep”, yüzde 31’i de “mensup olduğu
dini cemaat”, yüzde 30’u da “mensup olduğu etnik grup”un olumsuz tepki
vereceğini söylüyor.
Yine
soruyorlar: “Kimlik baskısı altında nasıl
davranırsınız?”
Yanıt
verenlerin yüzde 59’u “beni zor durumda bırakacak ortamlara girmemeye çalışırım
veya girdiğimde sessiz kalırım” yanıtını veriyor. Yüzde 30’luk bir kesim
“dışlanmayı göze alarak kimliğimi açıklarım” cüretini gösterirken, yüzde 5 ise,
“çoğunluk tarafından kabul görecek bir kimliği benimserim” diyor[4] …
Bir başka deyişle “Onlar”ın iflah
olmaz meczuplar olduğuna inandığımız, “Onlar”ı unuttuğumuz yenilmişlik
iklimlerinde, dünyamız küçülüyor. Bize
benzeyenlerin ılıman sığınaklarına sinip, soluk almazsak koruyabileceğimizi sanıyoruz
kendimizi.
* * *
Oysa olmuyor… Er ya da geç, yenilmişliğimiz,
dışlanmışlığımız, yoksunlaştırılmışlığımız gelip buluyor bizi… Sokağın
ortasında… İşsizler kahvehanesinde… Sebze artıklarının yığıldığı akşamüzeri
pazaryerlerinde… Birbirimize, görmeden, balık gözleriyle baktığımız tıklım
tıklım halk otobüslerinde… Halk-Ekmek kuyruklarında… Siftahsız kepenk
indirdiğimiz dükkânlarımızda… Cemaati gaz bombalarıyla dağıtılan
cenazelerimizde… Bize sormadan bizi konuşan beyaz camlarda… Her yağmurda
dizboyu çamur, mutfaklarımızda… Evimizin yanıbaşında yığılan çöplüklerde…
Karakol kuytularında yediğimiz imansız dayaklarda…
“Onlar”ın çekip gittiği “makul”
iklimlerde bize düşen, birer Alfredo Tale-Yax olmak… O da kim mi diyorsunuz? Dinleyin o zaman…
“Hugo Alfredo Tale-Yax, 31 yaşında yeni bir
hayat umudunu ABD’de arayan Guatemalalı bir gençti. Ama iyi bir yaşam adına
ümitleri kısa zaman içinde söndü ve New York’taki binlerce evsiz arasına
katıldı. 18 Nisan 2010’da sabah 6.00 sularında yolda önünde yürüyen bir kadın
ve erkeğin kavgasına tanık oldu, adamın kadına şiddet uyguladığını görünce
engellemek istedi.
Bölgedeki güvenlik kameralarına da yansıyan
görüntülere göre, saldırgan kendisini durdurmaya çalışan Tale-Yax’ı birçok kez
bıçakladı. Saldırgan ve yanındaki kadın olayın ardından farklı yönlere doğru
kaçarken Tale-Yax aldığı bıçak darbelerine karşın adamı kovalamaya çalıştı,
ancak kısa bir süre sonra yere yığıldı.
Olayı daha da vahşi kılan ise Tale-Yax’ın
yüzükoyun yere yığılmış hâline çevreden geçenlerin aldırmaz, sanki o orada
değilmiş gibi tavırlarıydı. Genel olarak çalışan kesimin yaşadığı, az katlı
binaların yanı sıra yakınında fast food restoranlarının bulunduğu mahalleye
yerleştirilmiş güvenlik kameralarına yansıyan görüntülere göre, Tale-Yax’ın
yanından farklı zamanlarda en az 7 kişi geçiyor.
Bir kısmı kafasını diğer yana döndürürken
birkaçı da durup yerde boylu boyunca uzanan genç adama boş boş bakıyor.
Hatta içlerinden biri genç adamın vücudunu
sarsıyor, yukarı kaldırıyor ve üstündeki kanı görüyor… Ama o ve oradan geçen
diğerleri Tale-Yax’a sırtlarını dönüp yollarına devam ediyor.”[5]
* * *
Evet, “Onlar”ı
anımsamak, daha doğrusu Onlar’ı unutmamak, egemenlerin bize dayattığı bu
yenilmişlik “zaman”ını ilga edip, yerine her bir başkaldırı döngüsünün acılarının
yanı sıra umutlarını, deneyimlerini ve bilgilerini biriktiren kümülatif ve
sıçramalı “devrimci zaman”ı ikame etme girişimidir…
Tüm ezme ve
sömürme biçimlerinin üst üste çakıştığı bu yenilgi dalgasının üstesinden
gelebileceğimize dair akla ve yüreğe çıkartılmış bir çağrıdır. Spartaküs’ü
Che’ye, Geronimo’yu Mazlum’a, Pir Sultan’ı İbo’ya, Prometheus’u Kawa’ya bağlama
çağrısı…
“Modern
çağın zaman kavramı türdeş, çizgisel ve içi boş, temsili imalathanelerdeki iş
deneyiminden doğar ve döngüsel olana karşı tek biçimli düz çizgili devinimi öne
çıkartır,” diyor Mustafa Ö. Soylu. “Marksizm içindeki devrimci damar, bu burjuva
zaman kavramının farkındadır. Devrimci damarın temsilcilerinin ana tezinde,
‘tarihin’ oluşumunda (egemen ideolojinin söylediğinin aksine), insanın sürekli
çizgisel zamana köleliği değil ondan kurtuluşunun çabası olduğu iddiası vardır.
Tarihin, an ve sürekliliğine devrimci müdahale, yeni bir kronoloji oluşturma
değil, niteliksel bir zaman değişimi olarak tanımlanır. Zaman ve burjuva tarihin
iptali olarak hem de. Bu aynı zamanda gözler önünde olmayan ama hep orada olan
ezilen çoğunluğun, tarihsel deneyime yeniden davetidir.”[6]
“Onlar” bu
davetin sahibidirler…
Bu nedenle
“görkemli”dirler…
14 Ağustos
2010 20:53:33, Çeşme Köy.
N O T
L A R
[*] Yeni Özgür Politika Eki, PolitikArt, No:47, 21
Ağustos 2010… Esmer, No:64/1, Eylül 2010…
[1] Ahmet Telli.
[2] “On’ların Hayatı: Mahir Çayan”,
http://bianet.org/bianet/siyaset/120963-onlarin-hayati-mahir-cayan
[3] Akt. Ceren Çıplak, “Düzene Yenilenlerin Tragedyası”, Cumhuriyet, 18 Temmuz 2010, s.19.
[4] Boğaziçi Üniversitesi ve Açık Toplum Vakfı’nın
“Türkiye’de Ötekileştirme ve Ayrımcılık” araştırması sonuçlarından. Bkz. Belma
Akçura, “Kadınlara Ayrımcılık Eşcinsellere Baskı Var”, Milliyet, 27 Mayıs 2010, s.15.
[5] “Bir Evsizin Ölümü”, Cumhuriyet, 28 Nisan 2010, s.10.
[6] Mustafa Ö. Soylu, “Denizler Sol Omuza Konar”, Radikal İki, 23 Mayıs 2010, s.7.
Yorum Ekle