“Yazılanlar başka, hayat başka…” [1] Özellikle siyasetle ilgilenenlerimizin çokça sözünü ettiği bir kavramdır “iktidar”. Onu ...
“Yazılanlar başka,
hayat başka…”[1]
Özellikle siyasetle
ilgilenenlerimizin çokça sözünü ettiği bir kavramdır “iktidar”. Onu “olduğu
gibi” kabul ederiz genellikle; “orada bir yerlerde” vardır; insanlar, özellikle
de sınıflar (kimileyin ise toplumsal cinsiyetler) arası ilişkileri düzenleyici
bir ilke, bir güçtür; birilerinin tahakküm edişini, diğerlerininse boyun
eğişini düzenler.
Ancak iktidarın insanlar arasında
gündelik ilişkilerde nasıl yeniden üretildiği üzerine kafa yormayız pek. Biraz
mürekkep yalamışlarımız açısından Althusser’in “ideoloji”si, ya da Gramsci’nin
“hegemonya”sı açıklayıcı kavramlardır; ya da kimilerimiz Foucault’yla birlikte onu
“sınıflandırabilme yetisi” bağlamına yerleştiririz: Erkekleri, kadınları,
delileri, sapkınları, suçluları sınıflandırarak yerli yerine yerleştirebilmek…
Hiç kuşku yok ki, çoğumuzda
iktidarın ekonomik kaynakları, üretim araçlarını denetleme yetisiyle bağlantılı
olabileceğine ilişkin belli-belirsiz bir nosyon vardır; ekonomik iktidarla
siyasal iktidar arasında bir ilişki kurarız genellikle - bunun nasıl tecessüm
ettiği üzerine fazla düşünmeden.
Sanırım antropoloji burada önemli
katkılar sunabilir.
O “siyaset”, “iktisat”, “hukuk”,
“din”, “iktidar” gibi genel kategorilerin sıradan insanlar arasındaki gündelik
ilişkilerde nasıl ete kemiğe büründüğünün bilimidir bir bakıma. Ve de, “büyük
anlatılar”ın kayda değer bulmadığı çok gündelik, çok sıradan ilişkilerin
iktisadî, siyasal, dinsel, hukuksal vb. “yapı”ların kurulmasına, işlemesine,
içselleştirilmesine ve yeniden üretilmesine nasıl katıldığını inceleme
potansiyeline sahiptir.
Madem ki bu dosyanın konusu
“mobbing”, o zaman ilişkin bir örnekle somutlayayım diyeceklerimi. Hiçbir
sosyal bilim, örneğin, şu bildiğimiz “dedikodu”yu ciddiye alıp
sorunsallaştırmazken, antropologlar alanda üşenmeden sıradan insanlar arasında
kimin kimi çekemediğini, kimin kimi çekiştirdiğini, kimlerle kimlerin kim(ler)e
karşı saf tutup karşı tarafı hangi araçlarla bertaraf etmeye çabaladığını, bu
gibi edimlerdeki motiflerini vb. bıkmadan kaydetmişler, bu sayede de yukarıda
sözünü ettiğim genel kategorilerin gerçek yaşamda nasıl ete kemiğe büründüğüne
dair izlekler kurgulamışlardır. Böylelikle insanların dedikoduyu birbirleriyle iletişim
kurmada, haberleşmede, haberleri manipüle etmede (dezenformasyon), toplumsal
farklılaşmaları tesviye etmede, sosyal kontrol mekanizması olarak, dünyayı,
olan biteni anlamlandırma araçları olarak, iktidar ilişkilerinin gündelik
yaşamdaki dizilimlerini biçimlendirmede, güç mücadelelerinde… nasıl
kullandıkları, araçsallaştırdıklarını sergileyen zengin bir literatür
mevcuttur.[2]
Böylelikle, diyelim ki küçük köy
ya da kabile toplumlarındaki, dışarıdan bakan biri için “cehalet”, “gerilik”,
“ilkellik” vb.den öte bir anlam taşımayacak, “falancanın büyücülük/sihirbazlık
yaptığı, ya da cadı olduğu” yolundaki dedikodular, antropologlar indinde çok
farklı anlamlar edinmektedir. Michael Peletz, Malay köylerinde büyücülük
suçlamalarının toplumsal yaşamdaki ikircim ve gerilimleri nasıl yansıttığını
izlemiştir, örneğin. Papua Yeni Gine ve diğer Melanezya toplumlarında yerel
önderlerin büyücülük suçlamalarını kendilerine taraftar devşirebilmek için
kullandıkları açığa çıkartılmıştır. Bu araştırmalar bize göstermiştir ki, sihirbazlık
dedikoduları Melanezya gündelik yaşamında önemli rol oynamaktadır. Dedikodu ve
suçlamalar, sıradan insanların önderlik sorumluluğunu üstlenmeksizin köy-içi
iktidar oyunlarına katılımının yoludur.
Clyde Kluckhohn, benzer bir
durumu Kuzey Amerika yerlilerinden Navajolar arasında gözlemler. Açık
düşmanlığa izin vermeyen Nevajo toplumunda gerilimler dedikodu, özellikle de
büyücülük suçlamaları aracılığıyla dışa vurulmakta, kapitalist uygarlığa uyum
sağlama sürecinde eşitlikçi yapıları bozulan Navajolar, aralarından hızla
zenginleşen bireylere “büyücülük” suçlamaları yöneltirken hem duygusal boşalım
yaşamakta, hem de hızlı bireysel zenginleşmeyi denetim altına almaya çalışmaktadırlar.
Afrika toplumlarında da büyücülük
suçlamalarının hızlı toplumsal değişim dönemlerinde yoğunlaştığı, toplumsal güç
dengelerinin değişmesinde araçsal olduğu kaydedilmiştir. Örneğin, 1940’larda
kakao ekiminin gelişmesi Nijerya’da kadın tacirlerin zenginleşerek atayerli
birimlerden ayrılmasına yol açmıştı. Bu kadınlar geleneksel miras hatlarının
dışına çıkarak sermayelerini kız evlatlarına aktarmaktaydılar. Bu dönemde, bu
kadınlara yönelik cadılık suçlamalarında hızlı artış gözlemlenmiştir.
1950’lerin başlarında, Atinga cadı avcısı kültü binlerce kadını cadılıkla
suçlayıp bir ceza ödemeye ve bir daha cadılık yaparlarsa kendilerini öldürecek
bir maddeyi yemeye zorluyodu. Bu kültü erkek tacirlerin finanse ettiği,
sonraları ortaya çıkacaktır.[3]
Dedikodu eğer, küçük ölçekli
toplumlarda bireyler arası ilişkileri düzenlemede, iktidar dizilimlerini hayata
geçirmede, hâkim ve madun konumlarını hergün yeniden üretmede, küçük çaplı güç
savaşlarını yürütmede bir araçsa, bu içinde yaşadığımız daha karmaşık,
sanayileşmiş, (daha “rasyonel” olduğunu düşündüğümüz) toplumlarında neden böyle
olmasın?
* * *
İngilizce daha çok kitlesel
saldırgan davranışı anlatmada kullanılan ve Türkçe’ye “güruh, sürü” olarak
çevirebileceğimiz “mob” teriminden türetilen “mobbing” kavramını sistemli bir
biçimde kullanarak literatüre armağan eden kişi, etolog (hayvan
davranışbilimci) Konrad Lorenz olmuştu. Lorenz, terimi kuş sürülerinin bir
hemcinslerine karşı fiziksel saldırılarını tanımlamada kullanmaktaydı.[4]
“Mobbing” terimi, bir süre sonra,
İsviçreli psikolog Heinz Leymann tarafından işyeri ilişkilerinin özgül bir
biçimini tanımlamak üzere benimsendi; ancak Leymann Lorenz’in
kavramsallaştırmasındaki “fiziksel şiddet/saldırı” imasını elimine etmişti:
“Leymann, günümüz işyerlerinde
mobbing’in genellikle hedefe fiziksel bir saldırı olmaksızın, şiddet içermeyen
tarzda, hatta kibarca yürütüldüğünü gözlemlemişti. Kolektif saldırganlık,
düşmanca iletişimler, toplumsal bulaşıcılık, benliklerin ortak davaya fanatikçe
teslim oluşu, hedefin cezalandırılması, aşağılanması ve tasfiyesi - tüm bunlar
Lorenz’in terime yüklediği anlamla aynıydı. Farklı olan, mobbing tekniklerinin
daha karmaşık oluşuydu: saldırı enderdi, daha çok, hedefin yaşamını toplumsal
anlam ve değerinden yoksun bırakmaya -gerçekte onu öldürmeye- yönelik bakışlar,
jestler, ses tonu ve hepsinin üzerinde, kağıt üzerinde sözcükler aracılığıyla
gerçekleşmekteydi. Leymann işyeri mobbing’inin fizikselden çok simgesel
tarzlarda yürütülmesine karşın, genellikle şiddetli saldırıyla aynı fiziksel
sonuçlara yol açtığını söylemekteydi: hedefin sakatlanması ya da stresten
kaynaklı hastalık veya intihar sonucu ölmesi…”[5]
Evet, uzmanlar mobbing’i “kişinin
işyerindeki başka kişi ya da kişilerin, makul-olmayan ve uygunsuz bir işyeri
davranışı sayılabilecek tarzda, tekrarlanan olumsuz muamelesine maruz kalması”
olarak tanımlıyor ve “Çalışana karşı korku salan, hakaretamiz, aşağılayıcı
davranışları” içerdiğini beliriyorlar.[6]
Burada çok ilginç bir nokta var:
“Mobbing” teriminin, görüşleri sosyobiyolojiye[7] temel oluşturan bir etolojistten
ödünç alınması dahi, başlı başına günümüzün “modern” ve “rasyonel” olduğu öne
sürülen işyeri örgütlenmesinin ne denli ve hangi anlamda “rasyonel” olduğunu
sorunsallaştırmamıza olanak sağlayacak bir olgudur. [Konu üzerine kafa yoran
pek çok sosyal bilimcinin, “mobbing” davranışını “ilksel” (“primordial”),[8] “dürtüsel”[9] vb. sosyobiyolojik terimlerle
tanımlamaları da cabası…]
Öyle ya, Max Weber ile birlikte,
sınaî uygarlığın (kişisel) karizmatik ya da (aktarımı ve uygulanımı örfler
tarafından düzenlenen) geleneksel otoriteden “bürokratik/rasyonel otoriteye
geçtiğimizi sandığımız bir dönemde, işyerlerinin ergonomlar, insan kaynakları
uzmanları, psikologlar, teknik uzmanlar vb. tarafından verimliliği
azamîleştirecek, maliyeti asgarîleştirecek, üretkenliği kesintisiz sürdürecek
tarzlarda tasarlandığı, üretim ve tüketim modalitelerinin olabilecek en “aklî”
biçimlerde kurgulandığı “ultra-modernite” çağında, bu çığ gibi büyüyen
“mobbing” şikâyetleri ne ola ki?
* * *
Gerçekten de, Türkçe’ye “psikolojik
taciz”, “duygusal taciz”, “yıldırma”, “örgütlü yıldırma”, “işyeri terörü”,
“psikolojik terör” vb.[10]
terimlerle çevrilen “mobbing”, çağımızda işyerlerinde hızla yayılan bir salgın hastalık
görünümü arz ediyor
İşyeri Mobbing Enstitüsü’nden
(görüldüğü üzere konu, özel enstitüler kurulacak kadar vahim boyutlarda) Gary
ve Ruth Namie’nin aktardığına göre, dünya çapında 148 örgütte yapılan
derinlemesine bir analiz, “incelenen işyerlerinin yüzde 49’unda mobbing’in
rutin bir örüntü olarak ortaya çıktığını”ortaya koymakta. Herhangi bir 6-12
aylık süre içerisinde, işçilerin yüzde 13’ü mobbing’e maruz kalırken, tüm iş
yaşamı boyunca mobbing’e uğramış kişilerin oranı yüzde 30-37 arasında
seyrediyor. Bu oranın milyonlarca emekçiye denk düştüğü unutulmamalı![11] Hacettepe Üniversitesi Sosyal
Hizmetler bölümü öğretim elemanı Özge Özgür Sayar ise, “çalışma yaşamlarının
bir döneminde çalışanların yüzde 25-50 arasındaki bölümünün yıldırma
davranışıyla karşılaştığın”dan söz ederken bu düzeyin bazı mesleklerde yüzde
95’e ulaştığını belirtiyor. Yine Sayar’a göre İngiltere’de yapılan bir araştırma
İngiliz işçilerin yüzde 54’ünün (yaklaşık 14 milyon kişi) çalışma hayatlarında
en az bir kere zorbalığa maruz kaldığını ortaya koymakta. Alman hükümetinin
hazırlattığı ilk mobbing raporuna göre ise, “çalışanların yüzde 11’i mobbing’in
mağduru olmakta ve mağdurların çoğunu kadınlar oluşturmaktadır. Yıldırma
eylemleri mağdurlarda sadece psikolojik rahatsızlıklara değil, aynı zamanda
büyük ekonomik kayıplara da yol açmaktadır. Almanya’da bu rakamın 15,3 milyar
Euro olduğu ileri sürülmektedir.”[12]
Mobbing Türkiye’de de 1990’lı
yılların sonlarından bu yana hızla sorunsallaşmakta. Şu ana kadar bu konuda bir
dernek kurulduğu,[13]
mobbing’i konu alan çok sayıda panel, konferans düzenlendiği, Başbakanlık’ın
bir genelge yayınladığı[14]
… düşünüldüğünde, Türkiye’nin bu konuda küresel “trend”lerin gerisinde
kalmadığı açığa çıkmaktadır.
Mobbing ile Mücadele Derneği
verilerine göre, “Türkiye’de çalışanların yüzde 40’ı işyerinde mobbing’e
uğruyor. Kadınların yüzde 58’i, erkeklerin yüzde 42’si mobbing mağduru. Mobbing
oranı meslekten mesleğe, kuruluş çalışma koşullarına, organizasyon yapısına
göre farklılık içeriyor. Derneğe bir yıl içinde elektronik posta, mektup,
telefon, yüz yüze görüşme yoluyla 5 bin civarında kişi başvurdu. Oransal
büyüklük dikkate alınarak yapılan çalışmada, mobbing mağdurlarında ilk sırayı
‘ilk ve ortaöğretim’ kurumu öğretmenleri alıyor. İkinci sırayı alan öğretim
üyelerini, özel ya da kamu finans sektöründe çalışanlar izliyor. Kamu
kurumlarında çalışan memurlar (memur-şef-müdür-başkan-genel müdür yardımcısı),
kamu kurumlarının temizlik ve özel güvenlik hizmetlerinde taşeron firma olarak
hizmet yürüten özel şirket çalışanları da listede yer alıyor.”[15]
* * *
Küresel bir nitelik arz eden
“mobbing salgını” gerçekten de insanda “ilkel, ilksel ya da hayvanî” olan bir
özelliği mi açığa çıkartıyor? Yoksa mobbing hadisesini sosyobiyolojik bir
bağlama yerleştiren söylemler, bu “salgın”ın neo-liberal kapitalizm ile
bağlantısını gözlerden gizleme misyonunu mu üstlenmekte?
“Mobbing” olarak tanımlanan
olaylar dizisinin frekansındaki artışın tam da özelleştirmeler, kitlesel işten
çıkartmalar, norm kadro uygulamaları, esnek çalışma, devletin
küçültülüp/etkinleştirilmesi, taşeronlaş(tır)ma, istihdamın
güvencesizleştirilmesi işyerlerinin yeniden yapılandırılması gibi bir dizi neo-liberal
düzenlemeye denk düşmesi, bir rastlantı olabilir mi? Lutgen-Sandvik ve Sypher
(2009: 50), şirketlerin küçülme, taşeronlaştırma, ücretsiz fazla mesaiye
zorlama, performans kriterleri, işgücü maliyetini düşürme amacıyla fabrikayı
başka bölgelere taşıma gibi uygulamaları ile mobbing olaylarındaki artış
arasındaki ilişkiye dikkati çekerken bunun bir rastlantı olamayacağını ima
ediyor. Türkiye’de “hemşirelerin son bir yılda mobbing’e maruz kalma oranının yüzde
86.5 olduğunu” belirten Türkiye Psikiyatri Derneği Genel Sekreteri Doç. Dr.
Burhanettin Kaya da ekliyor:
“Sağlık
çalışanları ve hekimler; performans sistemi, gün aşırı nöbetler ve
kötü çalışma koşullarının mobbing
ile ilişkisinin hem özgün örneklerini oluşturuyorlar, hem de bu konunun altını
çiziyorlar. Bugün hekimleri sağlık hizmeti sunmama ve sokaklara çıkmaya
zorlayan süreç de özünde bir mobbing yani yıldırma
sürecidir. Uygulanan politikalar, hekime yönelik şiddetin artışı, çalışma
koşullarını zorlaştırılması, ‘performans’ adı verilen ücret sistem ile iş
barışının bozulmasıdır. Hizmetin niteliğinden çok, niceliği ve işletmeye
getireceği kârın temel alınması, hekimin bir sigorta müfettişine
dönüştürülmesi, hekimin meslek bağımsızlığını ortadan kaldıran düzenlemelerin yapılması,
rekabetin temel iletişim biçimine dönüştürülmesi, eşitlikçi bir ücret ve hizmet
politikasının olmayışı, aşırı çalışma bunların tümü hemmobbingi üreten hem
de mobbingin
var olduğunu kanıtlayan süreçler.
Diğer önemli bir nokta da yöneticilerin
seçilme biçimi ve çalışma tarzları. Bunlar da politik bir tercihin
sonuçlarıdır. Liyakate göre değil iktidara, iktidar partisini destekleyen siyası
yapılara yakınlık üzerinden atanan, amaçları sağlık hizmetini nitelikli biçimde
sürdürmek değil sağlıkta uygulanan politikaları her şeye rağmen yaşama geçirmek
olan ve iktidara şirin görünmek isteyen yöneticiler sonuç olarak bu mobbingin üreticileri,
uygulayıcıları ve baş mimarları oluyorlar.”[16]
Dr. Kaya’nın yukarıda aktardığım
saptamaları iki önemli nokta içermekte. Öncelikle mobbing ile serbest piyasa
ekonomisine yönelik düzenlemeler arasında nedensellik ilişkisi kuran yaklaşımı,
ülkemizde mobbing olgusunu küresel neo-liberal trendler bağlamına yerleştiriyor.[17]
İşin bu yönü, bizi başta dile
getirdiğim soruyla karşı karşıya bırakmakta: Gerçekten de, üretim ve tüketim
süreçleri yüz binlerce dolar maaşlı CEO’lar, teknokratlar, Ar-Ge kurumları vb.
tarafından planlanan şirketler, söz konusu çalıştırdıkları insanlar olduğunda
ne kadar “rasyonel”? Kıran kırana rekabetin hüküm sürdüğü “deregüle edilmiş,
güvencesizleştirilmiş, taşeronlaştırılmış, esnekleştirilmiş” günümüz işletmesi,
emekçiler için “herkesin herkesle savaşı” alanı olma özelliğini taşımıyor mu?
“İlksel” duyguların kol gezdiği, türsel içgüdülerin ayaklandığı, güçlünün
zayıfı avladığı, güçsüzlerin çete reisine yaltaklanarak hayatta kalmaya çabaladıkları,
kan kokusu alan “sürü”nün kurbanın başına üşüştüğü bir savaş alanı!
Ancak Dr. Kaya’nın, Türkiye’de
mobbing hadiselerinin AKP iktidarına denk düşen bir dönemde yoğunlaştığını ima
eden saptaması da, burada ilerletmeyi deneyeceğim önemli bir vurgu içermekte.
AKP’nin “Anadolu Kaplanları”
metaforuyla betimlenen ve MÜSİAD’da örgütsel ifadesini bulan sınıfsal
dayanağının, küresel neo-liberal yönelimlerin kendi sınıf çıkarlarıyla
uyarlığını saptamış, ama aynı zamanda “taşra muhafazakârlığı”na taalluk eden
bir değerler sistemi çevresinde kümelenen Anadolu sermayesi olduğu
vurgulanmalı.
Yıllar yılı Kemalist modernizm ve
onunla kültürel uyarlığı olan (ve TÜSİAD’da tecessüm eden) “Marmara Sermayesi”
karşısında kendini “ötekileştirilmiş” hisseden bu kesimin 2000’li yılların
başında AKP ile birlikte iktidara taşınması, toplumun her alanına nüfuz etmeyi
hedefleyen bir “rövanş” ve devletin her alanında “tam/eksiksiz denetim sağlama”
iddiasını da beraberinde getirecekti. Çoğunluğu taşra muhafazakârlığı ortamında
yetişmiş, Kur’an kurslarına, İHL’lere, cemaat kültürüne aşina bir kısım AKP
bürokratı, “yeniden yapılanma” sürecini hem ekonominin liberalleştirilmesi, hem
de sermayenin “İslamîleştirilmesi” olarak anlamlandırıp, yeni pozisyonlarının
kendilerine sağladığı yetkeyi, çoğunlukla “seküler/modernist” kesimlerden
devşirilmiş astlarını sindirme/bezdirme aracı olarak temellük etmede gecikmedi.
Mobbing,
bu “sindirme/bezdirme”nin uygun aracıydı…
* * *
Şu hâlde, mobbing’i karakterize
eden özellikleri şöylece sıralayabiliriz:
- Mobbing, işyerlerinde (ya da
daha genel bir tanımla örgütsel bağlamlarda) bir çalışanın, başını genellikle
yetke pozisyonunda bir kişinin çektiği kolektif ve genellikle fiziksel boyutu
olmayan, uzun süreli, kasıtlı, düşmanca tutum ve davranışlarına maruz kalması
anlamına gelmektedir. Bu tutum ve davranışlar alay, dedikodu, küçümseme, küçük
düşürme, işini baltalama, tecrit, hakaret, başarıları görmezden gelme, iftira,
üstlere ihbar gibi çeşitli biçimler alabilmektedir. Amaç hedefe tümüyle boyun
eğdirme olabileceği gibi, işten ayrılma, istifa yoluyla tasfiye de olabilir.
- Araştırmalar, mobbing
“lideri”nin çoğunlukla kişinin amiri konumunda olduğunu ortaya koymaktadır.
Kuşkusuz bu pozisyon amire hedefi işten çıkartma yetkisi verecek kadar güçlü
değildir; ama çevresinde tacizlerini destekleyen, katılan ya da en azından
olumlu bir suskunlukla karşılayan bir destekçiler “güruhu” devşirmeye
yetmektedir.
- Hedef(ler) ise, genellikle
sınıfsal ve/veya etnik kökeni, dinsel inançları, ya da siyasal görüşleri açısından
ayrıksı kişilerdir. Ve/veya çekemezlik nesnesi hâline kolayca gelebilen
başarılı kişilerdir. Bir başka deyişle “öteki”leştirilmeye elverişlidirler.
- Mobbing kurbanının kolektif bir
“hedef” hâline gelmesini kolaylaştıran da budur: ayrıksılığı… Elitist
üniversite ortamında işçi sınıfı kökeninden gelmiş başarılı bir doçent; Kürt
bir hemşire, Ermeni bir asker, Alevi bir polis memuru, militan sendikacı bir
öğretmen, sosyalist görüşlü bir müsteşar… Özetle, kurbanın istisnaî konumu
toplumdaki ayırımcılık haritaları üzerine yerleştiği ölçüde mobbing olasılığı
daha da yükselmektedir.
- Çalışanları işbirliği ve
dayanışma içerisinde bir kolektiviteden çok kıran kırana rakiplere dönüştüren
istihdam düzenlemeleri ve liberal zihniyet, çalışma yaşamını mobbing’e daha da
açık kılmaktadır. Bu Hobbes’cu “Bellum
omnium contra omnes” (“Herkesin herkesle savaşı”) ilkesinin sivil alana
taşınmasıdır. Mobbing, bu savaşta kullanılabilecek bir silahtır… Etkinliği
giderek artan bir silah…
Bu durumda, mobbing’in bir çok
araştırıcının görmeye/göstermeye çalıştığı üzere kimi idarî ve/veya yasal
düzenlemelerle geçiştirilebilecek “münferit” bir hadiseden çok, toplumda carî
iktidar ilişkilerinin gündelik hayatta geçerli kılınmasının bir tarzı olduğunu
söylemek mümkün hâle gelir. . Mobbing “güç” üzerine; iktisadî ve siyasal bir
görüngü olarak iktidarın toplumsal hiyerarşiler hattında dağıtılması,
paylaşılması, kimin iktidar ilişkilerine dâhil edilip kim(ler)in dışlanacağının
tayini ve bireylerin bu süreçlerin ya hedefi/kurbanı ya da etkin ya da edilgin
katılımcıları/suç ortakları hâline getirilmesi üzerinedir. Bir başka deyişle
iktidarın örgütsel yapının kılcal damarlarına nüfuz etmesini sağlayan
araçlardan biridir. Kapitalist toplumda bireyler Darwin’ci bir “en uygun olanın
hayatta kalması” mücadelesini sürdürürken, çıkıntıları, farklı olanları, farklı
düşünenleri, standart-dışıları tesviye ve tasfiye ederek hem toplumsal denetimi
sağlar, hem de türdeşleşirler. Bu süreçte kullanılan tekniklerin “banalliği”
(dedikodu, çekiştirme, tecrit, iftira, tezvirat vb.) mobbing aracını sıradan
insanlar için erişilebilir kılmaktadır. Bir odacının bir hemşireyi “harcamak”
isteyen bir başhekimle ittifak oluşturmasına olanak sağladığı ölçüde, pseudo
bir “korporatizm”/meslekî dayanışma görüntüsü yaratması da cabası!
“Dâhi”yi yakalamaya çalışırken
sürekli olarak “vasat”ı yeniden üretmesi, sistemin tezatlarından biri olsa
gerek…
22 Ocak 2012 09:23:11, Ankara.
N O T L A R
[*] SES’li Kadınlar,
No:1, Mart 2012… İpek Yolu Gazetesi (Van), 26 Mart 2012;
İpek Yolu Gazetesi (Van), 27 Mart 2012… Gelecek Gazetesi (Kıbrıs), Yıl:2, No:45,
2 Haziran 2012…
[1] André Breton.
[2] David Gilmore, Gossip: la lengua no
tiene dientes, y mas que ellos muerde (Dedikodu: Dilin dişleri
yoktur ama ısırır) (Yale, 1986)’da İspanya’da bir Endülüs köyündeki
gözlemlerinden hareketle şunları söylüyor: “Konu eleştiren, çekiştiren,
azarlayan birerli ikişerli küçük çevrelerde yayılır. Oradan, havuzdaki
dalgacıklar gibi bir mekansal düzlemden diğerine, kadınlardan erkeklere, küçük
ölçekten daha geniş bağlamlara aktarılarak merkezdeki Pazar yerinde ya da
zeytin hasadında zirvesine ulaşır. O zamana dek o denli yaygınlaşmıştır ki,
teşhis edilebilir bireylerle özdeşleştirilmesi olanaksız hâle gelmiştir.
Kolektif fısıldaşma ve mırıldanmadır artık. Kasabanın kesintisiz sesine
dönüşmüştür; dedikodu kamuoyu hâline gelir, topluluk çok sayıda dilden oluşan
tek bir organizmadır artık.”
[3] John R. Bowen, Religions in Practice. An Approach to the Anthropology of Religion.Boston,
Londra, Toronto, Sydney, Tokyo, Singapur. Allyn & Bacon, 1998.
[4] Kenneth
Westhues, “Workplace Mobbing, Ten Years after Leymann’s Death”. 11-13 Haziran
2009 tarihleri arasında Amerikan Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği’nin
Washington D.C.’de düzenlediği “Küreselleşme, Ortak Yönetişim ve Akademik
Özgürlük” konulu uluslararası konferansın “Fakülte İş Yaşamında bir Etken
Olarak Mobbing” başlıklı oturumuna sunulan tebliğ.
[5] a.y.
[6] Kaynak:
ACTUQ/QCCI/Qld Govt Dept of Workplace Health and Safety. Aktarıldığı yer: “Just
Words? Gossip, Justice, Social Control?”, http://justwordsnotgossip.com/category/gossip-anthropology/.
[7] Sosyobiyoloji,
insanın toplumsal davranışının kökenlerini (genellikle diğer hayvanlarla
paylaştığı) biyolojik motiflerde olduğunu öne süren bir kuramdır.
[8] Mark Schneider,
“Mobbing as a Challenge to Administrators and Faculty Associations”, 11-13
Haziran 2009 tarihleri arasında Amerikan Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği’nin
Washington D.C.’de düzenlediği “Küreselleşme, Ortak Yönetişim ve Akademik
Özgürlük” konulu uluslararası konferansın “Fakülte İş Yaşamında bir Etken
Olarak Mobbing” başlıklı oturumuna sunulan tebliğ.
[9] “Mobbing
doğuştan gelen iki dürtünün eşzamanlı olarak uyanması olarak tanımlanabilir:
çeteleşme ve yıkıcılık.” (Westhues agy.)
[10] Bkz. “Sağlık
çalışanları mobbing mağduru mu?”, Habertürk,
8 Mayıs 2011, http://www.mobbing.org.tr/
index.php?option=com_content&view=article&id=415%3Asalk-calanlar-mobbing-maduru-mu&catid=49%3Amobbing-ve-kadn&Itemid=9;
Yıldırım B. Doğan, “Örgütlü Yıldırma ve Kadın” (Kadın ve Mobbing paneline
yapılan sunum) http://www.mobbing.org.tr/index.php?option=com_
content&view= article&id=181%3
Aoerguetlue-yildirma-ve-kadin-wwwtnacom&catid=49%3Amobbing-ve-kadn&Itemid=9;
Özge Özgür Sayar, “Mobbing, İşyerinde Duygusal Şiddet”, http://www.sosyalhizmetuzmani.org/mobbing.htm
[11] Lutgen-Sandvik
P. ve B.D. Sypher (2009) Destructive
Organizational Communication. New York: Routledge Press.
[12] Özge Özgür
Sayar, “Mobbing, İşyerinde Duygusal Şiddet”, http://www.sosyalhizmetuzmani.org/mobbing.htm
[13] Merkezi
Ankara’da bulunan “Mobbing ile Mücadele Derneği”, web sitesi için bkz: http://www.mobbing.org.tr.
[14] “Konu:
İşyerinde Psikolojik Tacizin Önlenmesi”, Resmî
Gazete, 19 Mart 2011, sayı: 27879.
[15] Ayşe Sayın,
“Mobbing Kadını Vuruyor”, Cumhuriyet,
4 Eylül 2011.
[16] “Sağlık
Çalışanları Mobbing Mağduru mu?”, Habertürk,
8 Mayıs 2011, http://www.mobbing.org.tr/
index.php?option=com_content&view=article&id=415%3Asalk-calanlar-mobbing-maduru-mu&catid=49%3Amobbing-ve-kadn&Itemid=9;
[17] Lutgen-Sandvik
ve Sypher (2009: 56) mobbing güç ilişkilerinden kaynaklanan bir görüngü
olduğundan, “dişil/eşitlikçi” kültürel normların geçerli olduğu ve statü
farklılıklarının düşük olduğu toplumlarda mobbing frekansının daha düşük
olduğunu söylerken, bu saptamayı desteklemekte.
Yorum Ekle