“geleceğe hazırlamaz geçmişe gömer çocuklarını toplum.” [1] Bu başlığı nereden buldunuz, Tanrı aşkına? “Akademi ve Özgürlük” … “...
“geleceğe hazırlamaz
geçmişe gömer çocuklarını
toplum.”[1]
Bu başlığı
nereden buldunuz, Tanrı aşkına?
“Akademi ve
Özgürlük” … “Romeo ve Jüliet”, “Leyla ile Mecnun”, “Ferhat ile Şirin”, “Kerem
ile Aslı” gibi bir şey: Umutsuz, kavuşmasız bir aşk, bir karasevda…
Hele ki yakın
tarihimizin en yerin dibine geçesi, en karanlık döneminin miladının 30.
yıldönümünü eda etmemize şunun şurasında bir hafta kalmışken…
Ve de
“özgürlük mücadelesi” fikrini bir karikatüre, bir farsa dönüştüren nafile bir
referandumun tozu dumanı altında soluğumuz kesiliyorken…
O zaman gelin
“O”ndan başlayalım: Bu ülkenin işçilerinin, emekçilerinin, öğrencilerinin,
Kürtlerinin, azınlıklarının, Alevîlerinin, sanatçılarının, aydınlarının,
devrimcilerinin “yakalamaya bir adım kaldı” dedikleri düşlerini lime lime edip
boşluğa fırlatan o karanlık darbe günlerinden… Çünkü bu oturum vesilesiyle
tartışmaya açmayı istediğim şeyin, yani “bizim” bozgunumuz -kim ne derse desin-
orada başlar.
12 Eylül
rejimi ve onun eseri YÖK Akademia üzerine çöreklendiğinde, doğru, Türkiye
üniversiteleri dünyanın “en özgür” mekânları değildi. İsmail Hoca yanıbaşımızda
otururken bunu iddia etmek, en hafif deyimiyle, “safdillik” olacaktır.
12 Eylül
öncesinde Türkiye üniversiteleri, ihbarcılığın, kayırmacılığın,
yeteneksizliğin, ezberciliğin, klikçiliğin, vb. kol gezdiği, vasatın hâkimiyeti
altında kurumlardır büyük ölçüde. İktisadın, sosyal bilimlerin, edebiyatın,
sanatın en muhafazakâr, ekolleri egemendir genellikle kürsülerde. Akademik
hiyerarşide yukarılara doğru çıkıldıkça konformizm ve statükoculuğun dozajı
artmaktadır.[2]
Ama aynı
zamanda müthiş, zaptedilemez bir şeyi barındırmaktadırlar bünyelerinde: umudu
ve o umudu gerçekleyecek dinamizmi… İsyancı 68 ve ardından da 78 kuşağı,
yalnızca siyasal olarak değil, entelektüel, bilimsel, etik, estetik anlamda da
muazzam bir eleştirellik kesbetmiş, ülkenin düşünsel, edebi, estetik ve
akademik yaşamına büyük bir dinamizm getirmiştir. Hocalar, tartışmacılığından,
itirazlarından yıldıkları gençlere karşı akşam ertesi günkü “derslerini
çalışıp” girmektedirler amfilere… Ve bu dinamizm, Akademia’nın genç
kadrolarına, asistanlara, yardımcı doçentlere de sirayet etmiştir.
Kim ne derse
desin, 1970’lerin Muzaffer Sencer’li, Oya Sencer’li, Oya Köymen’li, Mübeccel
Kıray’lı, İsmail Beşikçi’li, ne bileyim, Halil İnalcık’lı, Nuri Karacan’lı,
Gülten Kazgan’lı, İzzettin Önder’li sosyal bilimler sahnesi, bu dinamizmin
etkisiyle zirve yapmıştı…
12 Eylül,
üniversitede öncelikle bu dinamikleri boğmaya yöneldi. Bu vahşetin öyküsünü
burada anlatmayacağım; bu hem saatler sürer, hem de çoğunuzun tanış olduğu bir
öykü. 12 Eylül sonrasında Cunta yönetiminin yayınladığı 1402 sayılı yasa ve
kampüslerde estirilen devlet terörü sonucunda (erkeklerde favori hizasını kulak
memesi boyuyla, bıyık hizasını dudak kenarlarıyla, kadınlarda etek hizasını diz
kapaklarıyla sınırlayan ve hem öğrencilere, hem de öğretim elemanlarına
dayatılan “kıyafet yönetmelikleri” bu terörün en hafif veçhesiydi…) binlerce
öğretim elemanının üniversite ile ilişkisinin kesildiğini anımsamakla
yetinelim.
Evet, 12
Eylül, hocaların ve öğrencilerin en iyilerini, en dirilerini, kendini topluma
karşı sorumlu hissedenlerini, “aykırı” konuları kurcalamaktan çekinmeyenlerini,
“tabu” tanımayanlarını, eleştirel olanlarını üniversiteden çekti aldı…
Geriye en
silik, en “neme lazım”cı, en “bana dokunmayan yılan”cı, en “emir demiri
keser”ci “tortu”yu bırakarak… Hocasını gördü mü koşup çantasını elinden kapan
asistan; “Ben Türk Silahlı Kuvvetleri
mensuplarından her zaman ve her yerde emir almaya ve onu ifaya hazırım,” diyen
postal yalayıcı profesör; 12 Eylül rejiminin üniversiteleri içine soktuğu demir
cendere YÖK’ün her uygulamasında keramet arayan, üniversitenin “Fatih Terim”i
İhsan Doğramacı karşısında ceketini ilikleyen rektör… Birbirlerinin sırtını
kaşıyarak adına “üniversite” denilen bu arpalıkta sonsuza dek mamur-müreffeh
bir yaşam sürdürebilirlerdi bundan böyle…
Bakın YÖK’ün “reformcu”
başkanlarından Kemal Gürüz, 2000’li yıllarda TÜSİAD’ın arkaladığı “hamle”yi
başlatırken, nasıl “şecaat arz ediyordu”:
“Biz uyduruk
raporlarla nasıl doçent olunduğunu, 22 sene hukukla ilgili bir kelime
yazılmadan hukuk fakültesinde nasıl profesör olunduğunu (…) isim isim
biliyoruz. Bütün bunlar ortadayken, şimdi bizim susmamız nasıl beklenebilir?
(...) Bunların hesabı hukuk düzeni içinde sorulacaktır.”[3]
Dikkat, bu
sözler 2003’de sarf edilmişti! YÖK’ün başkanı, YÖK’ün eseriyle ne kadar öğünse
azdı: Uyduruk raporlarla dağıtılan doçentlikler; 22 yıl boyunca (yani tam da
YÖK’ün kurulduğu tarihten itibaren) hukukla ilgili tek bir makale yazmadan
hukuk profesörü olan öğretim üyeleri… YÖK’ün Türkiye üniversitelerine en büyük
hediyesi… Yeter ki akademik camia, o zaman Milli Askerî Strateji Konsepti’nin
tayin ettiği “baş tehdit”ten uzak dursun: Anti-komünist, anti-Kürt, milliyetçi,
dönemine göre ya ılımlı-İslâmcı, ya militan laik, ya muhafazakâr Atatürkçü ya
radikal Kemalist olsun. Ama her zaman iklime ayak uydursun, değişen rüzgârlara
göre davranmasını bilsin.
“12 Eylül’ün bu topluma verdiği en büyük
zarar ne olmuştur?” diye soracak olursanız, bu topraklardan idealizmi söküp
atmasıdır, derim.
12 Eylül’den sonra bu ülkenin insanları
-Kürtleri bunun dışında tutuyorum- düş görmeyi ve düşleri için özveride bulunmayı
terk ettiler.
Tabii üniversitede de…
Evet, 12 Eylül
rejimi, Türkiye üniversitelerinde en büyük maharetin susmak, uyum sağlamak,
rüzgârın ne yönden eseceğini önceden kestirip oraya doğru eğilmek, kraldan
fazla kralcı davranabilmek olduğu bir iklimin önünü açarken, bu çürümeye karşı
direnebilecek, taze bir soluk olabilecek unsurları devredışı bırakmıştı. Ülke
üzerindeki MGK otokrasisi, üniversitede de mediyokrasiyi devreye soktu. 1402
“temizliği”nden başlarını kuma gömerek “yakayı kurtaran” akademik camia, yeni
yüksek öğrenim yasasıyla birlikte, Cumhurbaşkanı tarafından “seçilen” ve
mevkiini korumak için tek yapması gereken, “üstleriyle” iyi geçinmek olan
rektörlerin mutlak otoritesi altında işleyen “kışla-üniversiteler”de buldular
kendini.
Öğrenciler “iki
vize bir sınav” kıskacında başlarını derslerinden kaldırmaz hâle getirilip,
nasılsa kalabilmiş birkaç “kılıç artığı” “sağa bakmayı kabahat, sola bakmayı
suç” sayan disiplin yönetmelikleri ve kampüslerde ellerini kollarını sallayarak
dolaşan “güvenlik güçleri” ile terbiye edilirken, öğretim elemanları da
1981’den bu yana neredeyse hiç değiştirilmeden hüküm süren bir disiplin
yönetmeliğinin cenderesi içerisinde soluksuz bırakılmıştı. “Toplu müracaat veya
şikâyet etme”yi “aylıktan kesme”; “siyasal ve ideolojik amaçlar dışında olan
boykot, işgal, işi yavaşlatma gibi eylemlere teşebbüs etmek veya kamu
hizmetlerini aksatacak davranışlarda bulunma”yı “kademe ilerlemesi durdurmak”;
“Kamu yararına olan dernekler dışında, Rektörün yazılı izni olmadan, herhangi
bir derneğe üye olma”yı, “görevden çekilmiş sayılma” ile cezalandıran bir
disiplin yönetmeliği!
Ya “Kamu
görevinden çıkarma cezasını” yani en ağır cezayı gerektiren fiil ve hâller
hangileridir mi diyorsunuz? Hemen birkaçını sıralayayım:
1) Cumhuriyetin niteliklerinden herhangi
birini değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya yönelik eylem yapmak; ideolojik,
siyasi, yıkıcı, bölücü amaçlarla eylemlerde bulunmak veya bu eylemleri
desteklemek suretiyle kurumların huzur, sükun ve çalışma düzenini bozmak;
boykot, işgal, engelleme, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak ya da
bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek,
yardımda bulunmak,
2) Yasaklanmış her türlü yayını veya
siyasi veya ideolojik amaçlı bildiri, afiş, pankart, bant ve benzerlerini
basmak, çoğaltmak, dağıtmak veya bunları iş yerine veya iş yerindeki eşya
üzerine yazmak, resmetmek ve asmak, teşhir etmek veya sözlü ideolojik
propaganda yapmak, (…)
7) Yetki almadan gizli belgeleri
açıklamak,
8) Siyasi ve ideolojik eylemlerden
arananları görev mahallinde gizlemek,
9) Yurt dışında Devletin itibarını
düşürecek veya görev haysiyetini zedeleyecek tutum ve davranışlarda bulunmak,
10) 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen
Suçlar Hakkındaki Kanuna aykırı fiilleri işlemek,
11) Kanun dışı kuruluşlara üye olmak, bu
kuruluşlarda faaliyet yapmak veya yardımda bulunmak,
12) Yükseköğretim kurumlarının
çalışmalarını sekteye uğratacak nitelikte bir disiplin suçuna üniversite
öğrencilerini veya mensuplarını teşvik veya tahrik etmek…[4]
“Disiplin
Yönetmeliği” kisvesi altında tepesinde böyle bir “Demokles kılıcı” sallanan
öğretim elemanlarının, vazgeçtim YÖK’ten, rektörden, dekandan; aynı zamanda
sicil amirleri olan bölüm başkanları karşısında “öksürmeleri” mümkün mü?
Ya da bu
yönetmelik, her amire, hiyerarşinin kendi altındaki tüm unsurlar üzerinde
mutlak ve sonuna kadar keyfî bir yetke sağlamaz mı? Böyle bir yönetmeliğe
dayanarak, diyelim ki işyerinde sendikal örgütlenme yapan, ulaşım zamlarının
geri alınması için imza toplayan, ne bileyim, amirinin hoşuna gitmeyecek bir
kurumda (örneğin KESK, DİSK, Özgür Üniversite, herhangi sol bir dernek…)
konferans veren, yurtdışında “resmî görüş” dışında bir görüş ifade eden…
(örneğin “Ermeni soykırımı olmuştur” diyen) bir öğretim elemanını “süründürmek”
işten değildir.
Hele ki, 12
Eylül’ün en “yaratıcıları”, dolayısıyla da en kişiliklileri eleyip de en
vasatları, en “uyaroğlu”ları bıraktığı “doğal-olmayan seçilim” ortamında, MGK
(önce “Konsey”, ardından da “Kurul”) - YÖK - Rektör - Dekan - Bölüm Başkanı - Profesör
- Doçent - Yardımcı Doçent - Doktoralı Öğretim Görevlisi - Araştırma Görevlisi
hiyerarşisiyle kayıt altına alınmış bir üniversite-kışlada, Akademi ve
Özgürlük’ten söz etmek, kusura bakmayın ama, dalga geçmek olmuyor mu? Bugünün
rektörlerinin çoğunun, 12 Eylül’ün “dokunmaya tenezzül etmediği” asistanlar
olduğunu unutmayalım…
*
* *
Evet, 12 Eylül
rejimi üniversiteleri, yönetici atamalarını büyük ölçüde merkezî otoriteye
bırakan düzenlemeler ve sıkı bir yasa ve yönetmelikler (11 yasa, 57 yönetmelik)
ağıyla “devletin organları”na dönüştürdü. 27 Mayıs’la gelen “Özerklik” fikri,
bir daha dirilmemek üzere toprağa verilmişti. Üniversitede görevli olanlarınız,
YÖK eliyle Rektörlükler, oradan Dekanlık ve bu kanaldan da bölümlere intikal
eden “talimatları” hatırlayacaktır: “Kürtçe’nin Türkçe’nin bir diyalekti
olduğunu kanıtlayacak araştırmalar yapılmasının teşviki…”; “Anıt Kabir’de
düzenlenecek irticayı protesto mitingine öğretim üyelerinin cübbeleriyle
katılımının sağlanması…”; “Öğrencilerin yeni öğretim yılında terör örgütlerinin
tuzağından uzak durmalarını sağlayacak önlemlerin görüşüleceği Emniyet
Müdürlüğü brifingine bölüm başkanlarının katılımını…”; “Ermeni tasarısının ABD
Kongresinde oylanmasını protesto eden bildirinin bölümünüz elemanları arasında
dolaştırılarak imza toplanmasını…” Bölüm sekreterinizin tuttuğu gelen evrak
dosyasını inceleyin; bu türden müdahalelere yüzlerce örnek bulabilirsiniz…
Hiç kuşku yok ki, öğretim elemanlarının
“neyin” etrafında seferber edileceği, konjonktüre göre değişiyordu… “Kürt
savaşı” sırasında dozajı yüksek bir milliyetçilik; 28 Şubat’ta militan Laiklik;
Cumhurbaşkanlığı makamı ve YÖK AKP’nin denetimine geçtikten sonra ise,
Anti-Ergenekon’culuk…
*
* *
Ancak öyküyü
burada bırakmak, eksik anlatmak olacaktır.
Çünkü malûm,
12 Eylül darbesi, “durumdan vazife çıkartan” üç-beş işgüzar generalin “vatanı
kurtarma” teşebbüsünün ötesinde bir şeydir: Türkiye’nin kamu sektörü ile özel
sektör arasında bir denge gözeten, ithal ikameci kalkınma modelinden,
neo-liberal modele geçişin kanlı ebesi olmuştur aynı zamanda. Ve bu yeni model,
bizzat YÖK’ün kurucusu, ilk başkanı ve duayeni eliyle ilk “vakıf üniversitesi”,
Bilkent’in kurulmasıyla neredeyse ilk icraatını üniversiteler alanında
gerçekleştirmiştir.
Evet,
kimilerine tezatmış gibi gelebilir, ama YÖK ile birlikte üniversiteler,
eşzamanlı olarak hem merkezî devletin, hem de serbest piyasanın cenderesine
sokuldu. Ve neo-liberalizm Türkiye’de attığı her adımda, üniversiteler
üzerindeki hükmünü biraz daha derinleştirdi. Üniversitelerde neo-liberal
süreçler konusunda çoğunuzun mürekkep harcamışlığı olduğunu biliyorum; tereciye
tere satmak niyetinde değilim. Ancak Türkiye akademia’sında 12 Eylül rejiminin
mirası üzerine yerleşen neo-liberal siyasaların bugün “Akademi ve Özgürlük”
imkânsız aşkının “Kötü Adam”ı rolünü üstlendiğini vurgulamak gerekiyor.
Gayet basit
bir nedenle:
Türkiye’de
üniversitelerin neo-liberal tasalluta teslim oluş/ediliş tarihini, 1980’lerin
başından bu yana iki evreye ayrılabilir: YÖK’ün (ve tabii Bilkent Holding
A.Ş.’nin de) “imparator”u İhsan Doğramacı ile karakterize olan “Vakıf
Üniversiteleri” evresi: YÖK patronunun kapı kapı holdingleri dolaşıp patronları
“vakıf üniversiteleri” kurmaya ikna etmeye çalıştığı[5]
birinci dönem. Bu dönemde “özelleştirme” söylemi, arazileri devlet tahsisli,
kamu bütçelerinden desteklenen özel üniversitelerin “Vakıf üniversitesi” adı
altında birbiri ardı sıra açıldığı dönemdir. Sermayenin “yükseköğrenim”
alanının kârlı bir yatırım alanı olduğunu keşfetmeye başladığı dönem.
İkincisi ise,
TÜSİAD’ın (sonradan YÖK Başkanı olacak) Kemal Gürüz, Celal Şengör gibi
profesörlere hazırlattığı “Türkiye’de ve
Dünya’da Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” başlıklı raporla açılır (1994).
Bu, neo-liberal hegemonyanın Türkiye üniversiteleri üzerinde bir öncekine göre
çok daha etkin bir işlerlik kazandığı bir dönem olacaktır. Üniversitelerin
serbest piyasa ekonomisinin ve sermayenin talepleri doğrultusunda yeniden
yapılandırılmasını öngören bu rapor (ve TÜSİAD’ın daha sonra yayınlanan benzeri
raporları) Kemal Gürüz’ün YÖK başkanlığı döneminde (1995-2003) “resmî
politika”ya dönüşecek, ve bu politika, Gürüz’ün “Ergenekon terör örgütü
üyeliği” suçlamasıyla yargılandığı günümüze kadar süregidecektir. (Böylelikle,
Kemal Gürüz, “fikri iktidarda, kendisi zindanda” olan “tarihi şahsiyetler”
arasına katılacaktır.)
1994
raporundan bu yana süregelen (ve Bologna süreciyle tahkim edilen) ve kamu-vakıf
tüm üniversiteleri serbest piyasa ekonomisinin aygıtlarına dönüştürmeyi öngören
süreç, yükseköğrenim kurumlarının “girişimci, işletmeci ve piyasacı üniversite
modeli” doğrultusunda yeniden yapılandırılması girişimidir.
Üniversiteler,
bu yöneliş içerisinde (Üniversite-Sanayi İşbirliği adı altında) binaları,
teknolojik donanımları ve personelleriyle birlikte şirketlerin AR-GE kurumlarına
dönüştürülür ve varlıklarını sürdürebilmelerini sağlayacak kaynakları özel
sektörden proje almalarına bağlanırken, akademisyenlerin “akademik
özgürlükleri” de böylelikle anlamsızlaşmaktadır.
Kamu ve vakıf
üniversitelerinin sayısı her yıl katlanır ama bütçeden yükseköğretime ayrılan
pay her yıl biraz daha kısıtlanırken (2010 yılı bütçesinde yükseköğrenime
ayrılan payın milli gelire oranı ise, yüzde 0.91’dir[6]),
bölümlerin üniversite kaynaklarından aldıkları pay, “döner”e yaptıkları katkıya
endekslenmektedir. Bu ise, doğrudan öğretim elemanlarının, “ne yapıp edip
bölümlerine kaynak sağlama” görevine koşulmaları anlamına gelir: şirket şirket
dolaşıp “proje pazarlayan”, ürün reklamı yapan, bilirkişi raporlarında
şirketleri kayıran, özel sektöre hizmet sunmak üzere firmalar kuran “bilim”
insanları… “Teknokent” adı altında arazilerini, binalarını ve elemanlarını özel
sektöre pazarlayan ve borsada oynayan “üniversite”ye de böylesi yakışır zaten.
Ama iş bununla
da kalmaz. Akademik yükseltme kriterleri, her öğretim üyesinin, kadro alabilmek
için, belirli bir puanı doldurma zorunluluğunu getirecek tarzda yeniden
düzenlenir. Bu puan, bilindiği üzere, öğretim elemanının yayınları, yürüttüğü
projeler, lisansüstü danışmanlıkları, katıldığı bilimsel toplantılar vb. üzerinden
hesaplanmaktadır. İşin sırrı şudur ki, en yüksek puanı uluslar arası atıflı
yayınlar sağlamaktadır ve metropol üniversitelerinde bu puan, akademik istihdam
ve ilerleme için bir önkoşuldur. Bu tip dergiler ise genellikle kendi
alanlarında zeitgeist’ı yansıtan/biçimlendiren
ve merkez-çeper ilişkilerini, işbölümünü tayin eden dergilerdir; örneğin,
Marksist iktisat alanında yazılmış bir makalenin, bilimsel yetkinliğinden
bağımsız olarak, böyle bir dergide yayınlanma şansı sıfıra yakındır… Bu ise,
akademisyenleri, (siyasal, adlî, disipliner kovuşturmalara gerek kalmaksızın)
“terbiye eden” bir başka baskı aracı işlevi görür…
Üniversitelerin,
“özerklik” adına ne kalmışsa onu da yitirmelerine yol açacak son adım ise,
“mütevelli” modelinin kamu üniversitelerine dayatılması gibi gözükmekte.
Bilindiği üzere, üniversite yönetimlerini üniversite mensuplarının elinden
alarak “alanlarında temayüz etmiş” iş adamları, tüccarlar, yerel yöneticiler,
siyasetçiler vb.ne veren proje kapıdadır:
“Bunun sonucunda da toplumsal yarar
hâkim sermaye kesimlerinin, dolayısıyla da sermaye birikiminin çıkarlarına,
toplumsal sorumluluk ise sermaye kesimlerine olan sorumluluğa indirgenmiştir.
Bir kere bu zincirin halkalarına hapis
olunduğunda da üniversitelerin ve Yükseköğretim Kurulu’nun yönetim
kurullarında sadece bilim, kültür ve sanat alanlarında değil aynı zamanda ve
daha da önemlisi ‘sanayi, ticaret ve finans alanlarında temayüz etmiş özel
sektör mensuplarının’ da bulunması garip karşılanmayacaktır. Böylece sermayenin
üniversiteleri, yükseköğretimi ve bilgi üretim sürecini kontrolü altına
almasının mekanizmaları da oluşturulmuş olur.”[7]
diyor Ahmet
Bekmen ile İsmet Akça…
Bu koşullar
altında, yaldızlı lâfların ne anlamı kalıyor, sizce? Örneğin Sabancı
Üniversitesi, dilediği kadar “Avrupa ve Dünyanın çeşitli yerlerinden 388
üniversite rektörünün 1988’de Bolonya’da imzaladıkları ‘Magna Charta
Universitatum’”a atıfla, “üniversitede sunulan öğretim ve üretilen bilimsel
araştırmanın, etik ve entelektüel açılardan her türlü siyasal ve ekonomik güç
odağından bağımsız olma”sı gerektiğini geveleyedursun; “Sabancı Üniversitesi
Mütevelli Heyeti, öğretim kadrosu ve yönetimi araştırma, düşünce ve ifade
özgürlüğünün eksiksiz bir biçimde sağlanması ve korunmasında ortak sorumluluk
üstlenirler,” göz boyamacılığına sarılsın…[8]
Araştırma konu ve alanlarının piyasanın “görünmez eli” tarafından dikte
edildiği bir ortamda, merak etmeyin, sayın Mütevelli heyeti, öğretim
elemanlarınız, örneğin Sabancı Holding’in nükleer enerjiye olan ilgisini
sorgulayamaz; Sabancı Holding’e ait işyerlerinde çalışan işçilerin sorunları,
yakınmaları[9] üzerine bir araştırma
yapamaz, ya da gıda sektörünün tekellerin denetimine girmesi konusunu
araştırmayı hayal dahi edemez! Üstelik yalnızca sizinkiler değil, “neme lazım,
yarın-öbür gün oraya kapılanırım” diye düşünen, güvenceszleştirilmiş öğretim
elemanlarının hiçbiri sizi karşısına almayı göze alamaz…
Üstelik,
“üniversitenin dili”nin de öğretim elemanlarının eskaza “başka türlü” şeyler
akıl etmelerini önlemek üzere, “şirket dili”ne tahvil edildiği bir dönemeçte…
Farkında mısınız, artık “idarî özerklik” yerine “toplam kalite yönetimi”nden,
“bilim özgürlüğü” yerine “proje çalışmaları”ndan, “bilimsel başarı” yerine
“performans”tan, “kalkınma hedefleri” yerine “Üniversite-sanayi işbirliği”nden,
“kampüs” yerine “Teknokent”ten, “öğrenci” yerine “müşteri”den, “kamu yararı”
yerine “vizyon-misyon”dan söz eder olduk. Öğrenci başarısını “üretim şeridi”
mantığıyla ölçüp “öğrenim girdileri-öğrenim çıktıları” arasındaki farkı
kantitatif olarak saptamaya yönelen bir “AKTS”nin muhasebecilerine döndük
hepimiz…
*
* *
“Despotik bir
merkeziyetçilik ile piyasa sarmalına teslim olmuş bir “Akademia”dan nasıl bir
‘Özgürlük’ beklenebilir ki?” sorusunun yanıtını ise, dilerseniz gelin
kantitatif ve ampirik (yani bilimsel!) bir küçük “etüd”le vermeye çalışalım.
Ne yapalım?
Örneğin, son otuz yıldır toplumumuzu sarsan, “hassas” anahtar sözcüklerle
YÖK’ün Ulusal Tez Merkezi’ne ait arama motoruna girelim ve bu süre içerisinde
toplumun sinir uçlarına dokunan, duyarlı konulara üniversitenin ne kadar tepki
verdiğini araştıralım. Sizi şimdiden temin ederim, sonuçlar gerçekten de ilginç
olacak…
Merkez’de
kayıtlı toplam 258 668 adet tez çalışması (y. lisans + doktora) bulunuyor.
Bunlar arasında Sosyal Bilimler Enstitülerine sunulan tezlerin sayısı, 100 496
adet. Kabaca yüzbin diyelim…
Bu yüz bin tez
arasında başlığında bir iktisadî-toplumsal konum olarak “sınıf” kavramı geçen tez sayısı kaç dersiniz? Tam tamına 85 adet![10] Bunlar arasında “İşçi sınıfı” teriminin başlıkta geçtiği
tez sayısı: ise iki elin parmaklarını bira aşıyor. “İşçi sınıfı üzerine tam 19
tane tez yapılmış 1980’den bu yana Türkiye üniversitelerinde.
Diyeceksiniz
ki, “Eh, bu normal. Bu dönem, aynı zamanda bir toplumsal-siyasal konum olarak
“sınıf” kavramının gözden düştüğü, “kimlik” paradigmasının öne çıktığı
postmodern yükselişe denk düşüyor sosyal bilimlerde.
O zaman,
buyurun, son otuz yılın en yakıcı konusu, “Kürt sorunu”na bakalım. Başlığında
“Kürt” sözcüğünü kullanmaya cesaret edebilmiş tez sayısı (tyabii kürtaj, Kürtün gibi terimler elendikten
sonra) 54’ü geçmiyor. Bunlara tarihsel incelemeler ve Irak, İran Kürtleri vb.
üzerine olanlar dahil. İşin ilginç yanı, “özgürlükçü” Vakıf üniversitelerinde
“Kürt” konusunda yapılabilmiş tez sayısı 8’i geçmezken, bu çalışmalardan 44’ü
kamu üniversitelerinde gerçekleştirilmiş. (İkisi ise Polis Akademilerinden
gelmekte…) Daha da ilginci, “Kürt sorunu”nun ülkeyi kasıp kavurduğu 1990-99
arasında adında “Kürt” ibaresi bulunan toplam tez sayısının sadece 6 (yazıyla:
ALTI) olması! “Akademia, “Kürt” dersini ancak 2005’ten sonra çalışmaya
başlamış: 50 tez…
Devam edelim.
Hızınızı alamayıp, “12 Eylül” anahtar
sözcüğüyle girdiğinizde tez tarama motoruna, karşınıza kaç tez çıkıyor,
dersiniz? Tamı tamına 17. [11]
Başlığında “cezaevi” terimi geçen tez sayısı: 22.
“Tarikat/(dinsel) cemaat” terimlerinin başlıkta yer aldığı tez sayısı ise, 82.
Görüldüğü
üzere, 100 bini aşkın sosyal bilim tezi arasında, 30 yılı aşkın süredir
Türkiye’nin toplumsal ve siyasal sahnesinin en yakıcı konuları, yükseköğrenim
kurumlarının lisansüstü programlarında son derece marjinal bir ilgi görüyor…
“Üniversitelerin
bilgiyle bu kadar dolu olmalarının nedeni, öğrencilerin pek çok bilgiyle gelip
pek az bilgiyle ayrılmaları,” demesi nafile mi Marshall McLuhan’ın?
*
* *
Bu
“uyuyan güzel” hâlini salt devletin ve piyasanın baskı ve basıncına ciro edip
ellerimizi yıkayabilir miyiz, peki? Ya da kaçımızda “Üniversiteler bizimle
özgürleşecek” diye haykıran öğrencilerimizin cüreti var?
O zaman gelin,
sözü, iğneyi kendimize batırarak tamamlayalım…
Hakan Mıhçı
bir tarihte “Öğretim Elemanları Örgütlü Mücadeleye Neden ‘Mesafeli’ Bakar?”[12] diye sormuş ve şu başlıklarla
yanıtlamıştı:
-
Öğretim elemanları statükoyu savunur;
-
Öğretim elemanları bireyci ve rekabetçidir;
-
Öğretim elemanları kariyeristtir;
-
Öğretim elemanları elitisttir, fildişi kulelerde
yaşamayı sever.
-
Herkesin zamanı vardır, ama öğretim elemanlarının asla!
-
Maddî ve manevî tatminsizlik, öğretim elemanlarını
‘meslekî deformasyon’a sürükler;
-
Öğretim elemanlarının bazıları, yolun daha başında
hayal güçlerini yitirirler;
-
Öğretim elemanlarının bazıları ‘eleklerini duvara
asmışlardır’…
Mıhçı’nın,
öğretim elemanlarının örgütlenme konusundaki “çekinser” (!) tutumlarını
açıklamak için başvurduğu saptamalar, aynı zamanda, “Akademi’nin ne kadar özgür
olabileceğinin” de ölçütü.
Akademik kariyer basamaklarında yükseldikçe
törpülenen, uyumlulaşan, ılımanlaşan, coşkusunu yitiren bizler ne kadar
istekli, ne kadar hazırız “özgür olma”ya?
Özgürlüğün daima bir bedel ödemeyi göze almayı
gerektirdiğinin canlı kanıtı, 17 yılını mahpushanelerde geçirmiş Sarı Hoca
şurada, yanıbaşımızda dururken, -en azından içimizden düşünelim…
Kaçımız yaka paça güvenlik görevlilerinin
sürüklediği öğrencilerimizin yanında durmayı, onlara sahip çıkmayı becerebildik?
Kaçımız üniversitede çeşitli nedenlerle
kovuşturmaya uğrayan arkadaşlarımıza, meslektaşlarımıza -örneğin şu an, bu
paneli yöneten İzge Günal Hoca’nın yanında olduğumuzu haykırabildik?
Kaçımız, akademik çalışmalarımızda “akıntıya
karşı kürek çekmeyi” başarabildik? Örneğin Kürtlerin adı yasaklıyken, resmî
görüşe aykırı görüşleri dillendirebildik? Devletin gözünün içine baka baka
“Ermeniler soykırıma uğratılmıştır!” demeye cesaret edebildik?
Kaçımız, 50 d’ye karşı atağa kalkan
araştırma görevlilerini destekledik?
Kaçımız, kitaplarımızdan, makalelerimizden,
projelerimizden başımızı kaldırıp da sokağa, onun direnişine karışmayı denedik?
Kaçımız üniversitelerin piyasa ekonomisinin
bir aygıtına, bir şirkete, Üniversite A.Ş.’ye dönüştürülmesi karşısında rektörlerimize
kafa tutmayı göze alabildik?
Parmakla sayılacak kadar azımız; değil mi?
O zaman, bu “İmkânsız aşk hikâyesi”nin “Kötü
Adamları” biziz, arkadaşlar… YÖK yapması gerekeni, MGK yapması gerekeni, TÜSİAD
yapması gerekeni, AKP yapması gerekeni yapıyor.
Yapması gerekeni yapmayan, ya da her daim
daha azını yapan, bizleriz, arkadaşlar.
Bizim “Yeter Artık!” ımızı yükselttiğimiz
yerde, “Üniversiteler bizimle özgürleşecek!” cüreti hayat bulur.
Romeo Jüliet’e, Leyla Mecnun’a, Ferhat
Şirin’e, Kerem ise Aslı’ya o zaman kavuşur…
30 Ağustos
2010 15:31:10, Ankara.
N O T
L A R
[*] 5
Eylül 2010 tarihinde 5. Karaburun Bilim Kongresi’nin (Karaburun) “Akademi ve
Özgürlük” başlıklı kapanış oturumunda yapılan konuşma… Esmer, No:65/1, Ekim
2010…
[1] Veroc Serenas, “Aforizmalar”, Felsefe Yazın, Yıl:5,
No:15, Kasım/ Aralık 2009, s.83.
[2] “Kepi kafana takıp cüppeyi sırtına geçirdin mi, ağzını açman
yeter. Ağzından çıkan her saçmalık bilgelik olur, ne zırvalarsan bir cevher
yumurtladın sanırlar,” diyordu Molière…
[3] Gürkan Akgüneş, “Gürüz: Hesap soracağız,” Milliyet, 22 Ocak 2003, s. 19.
[4] Yükseköğretim
Kurumları Yönetici, Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği, Resmî
Gazete Tarihi: 21.08.1982 Resmî Gazete Sayısı: 17789. http://www.yok.gov.tr/content/view/458/183/lang,tr/
[5] “İhsan Bey (eski Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı, Bilkent
Üniversitesi’nin kurucusu İhsan Doğramacı) Bilkent Üniversitesi’ni kurarken
yalnızlığın sıkıntısını çekmişti. İstiyordu ki başka üniversiteler de kurulsun
ve kendisi hükümete ve kamuoyuna karşı kuvvetli olsun; yani bir cephe
oluştursun. Onun için bu üniversite fikrini çok destekledi. Hatırlıyorum, ilk
defa Vehbi Bey’le yanyana geldiklerinde, tabi Vehbi Bey işadamı olduğu için,
‘Bu kaça çıkar?’ deyince, İhsan Bey, ‘Beyefendi, 15 milyon dolar koyun siz,
gerisini hiç düşünmeyin’ dedi...’
1988 yılının
ocak ayıdır. Anlatan Rahmi Koç! Koç Üniversitesi’nin kuruluş tarihini anlatan
‘Bilimin Kapısı’ başlıklı kitapta Rahmi Koç, 10 yıl önce başlayan eğitimcilik
serüvenine çıkış yolunu böyle anlatıyor.” (Nedim Şener, “Doğramacı ’15 Milyon
Dolara Çıkar’ dedi, Koç’a 500 Milyon Dolara Mal Oldu”, Milliyet, 16 Ekim 2003, http://www.milliyet.com.tr/2003/10/16/business/bus11.html.)
[7] Ahmet Bekmen-İsmet Akça, “Sermaye, Üniversite ve Kamusal
Fayda(sızlık)” (www.sbu.yildiz.edu.tr/
ismetakcayayinlar/universite-sanayi.doc)
[8] “Akademik Özgürlük Anlayışımız”, http://www.sabanciuniv.edu/tr/?genel_bilgi/felsefemiz/
akademik_-ozgurluk_anlayisimiz.html
[9] Bkz. “İşçi gözüyle Carrefoursa”, 3 Ekim 2007,
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=13484.
[10] Yıllara göre dökecek olursak; 1980-1999 arası: 14 adet;
2000-2004: 21 adet; 2005 ve sonrası: 50 adet.
[11] Yıllara göre dağılımı ise şöyle: [1980-1989: 3; 1990-1999:
9; 2000- 2004: 3; 2005- : 17
[12] Hakan Mıhçı, “Öğretim Elemanları Örgütlü Mücadeleye
Neden ‘Mesafeli’ Bakar?” F. Alpkaya, T. Demirer, F. Ercan, H. Mıhçı vd. Eğitim: Ne İçin? Üniversite: Nasıl? YÖK:
Nereye?, Öğretim Elemanları Sendikası Yayını, Ütopya Yayınları, Ankara,
1999: 113-121.
Yorum Ekle