“Kent dediğin, insanlardan başka nedir ki?” [2] Uzun, yorucu, ama bir o kadar da verimli, zenginleştirici iki gün geçirdik birl...
“Kent dediğin,
nedir ki?”[2]
Uzun, yorucu, ama bir o kadar da
verimli, zenginleştirici iki gün geçirdik birlikte. Bu topraklarda -pek çok alanda
olduğu gibi yerel yönetimler alanında da- mücadele, deneyim ve bilgi
birikiminin hiç de yabana atılmayacak boyutlarda olduğunu gördük, şevk verici
bir bellek tazelemesi yaptık.
Bununla da yetinmedik, dünyanın
yoksul ve direngen coğrafyalarının yerel yönetim deneyimlerini paylaştık -
paylaştıkça da itiraz ve direniş dağarcığımızı zenginleştirdik.
Benim payıma düşen, bu yaratıcı
toplantının son sözlerini söyleme onuru oldu. Evet, onurlu, ama onurlu olduğu
kadar da zor bir görev bu…
İki gündür şu tavanın altında o
kadar çok ve o kadar isabetli şey söylendi ki… Haksızlık yapmadan bir özetini
sunmak olanaklı değil. “Söz uçar, yazı kalır” düsturu çerçevesinde en
doğrusunun, burada konuşulanların kitaplaştırılması olduğu kanısındayım - bunun
düzenleme komitesinin gündeminde olduğunu da biliyorum. İşlerini kolaylaştırmak
için bizlere düşenin, sunumlarımızı belirlenen tarihler içerisinde yazılı
biçimiyle yayın görevini üstlenecek arkadaşlara iletmek olduğunu hatırlatarak
başlayayım o zaman sözlerime.
Benim burada sizinle paylaşmaya
kalkışacağım şey, muhalifler, devrimciler, sosyalistler olarak kentleri nasıl
düşleyebileceğimiz üzerine birkaç önerme sadece… Bu düşleri, bu tasavvurları
paylaşarak çoğaltabileceğimizi ve onları yaşama geçirme cüretini de böylece edinebileceğimizi
biliyorum.
NEO-LİBERALİZM
VE YEREL YÖNETİMLER
Piyasanın yeryüzünde erişilmedik
bir köşe-bucak, maddî ya da gayrımaddî, metalaştırılmadık bir görüngü
bırakmaması buyrultusuna yaslanan neo-liberal politikalar açısından yerel
yönetimlerin verimli bir “av alanı” oluşturacağı kuşkusuzdu; öyle de oldu. Kent
alanlarının iştah verici rant kaynaklarına, kentsel hizmetlerinse yüksek
kârlarla alınıp satılabilir metalara dönüşmesi, yerel yönetimleri büyük bir
hızla metalaştırma, özelleştirme, taşeronlaştırma süreçlerine açtı. Üstelik
belediyeler hem dünyada, hem de Türkiye’de zararları kamuya yıkılıp kârları
özel kişilerce temellük edilebilen, dolayısıyla her türlü suistimale açık
alanları oluşturduğundan, (öz)denetimsizlik ve yağmanın en yoğun yaşandığı
mekânlar hâlini alacaktı. Bu bağlamda “Mafya tipi belediye başkanlarının
-dünyada ve Türkiye’de- hızla yaygınlaşması rastlantı değildir…
Kentsel neo-liberal talanın (arsa
spekülasyonları, belediye ihaleleri, taşeronlaştırma) “üsttekiler” için,
iktisadî alanda yeni zenginleşme fırsatları, siyasal alanda ise egemen sınıfın
fraksiyonlarından birini diğer(ler)i karşısında kayırarak iktidar tabanını
güçlendirmek anlamına geldiğini yaşayarak öğrendik. El çabukluğuyla imara
açılan araziler, devasa miktarda servetlerin önünü açarken, kent-içi
hizmetlerinin eş-dost müteahhitlere dağıtılması, yandaş sermaye gruplarının
yaratılmasına olanak sağlamaktadır, örneğin. Dahası, yerel yönetimlerin
hizmetlerinin finansmanında kamu kaynaklarının kısıtlanması sonucu belediyelerin
kredi konusunda özel bankalara ya da (artan ölçülerde) uluslararası finans
kurumlarına başvurmaları, kredinin nasıl kullanılacağına ilişkin taahhüt
zorunluluğunu da beraberinde getirmekte -örneğin, kredi müracaatında bulunulan
hizmetin altyapısının oluşturulmasının hangi firmalara verileceği, hizmetin
ücretlendirme politikaları vb…[3]
Bu sürecin “alttakiler”, yani
emekçiler, yoksullar için anlamı ise kentsel yaşamın cehenneme
dönüştürülmesidir.
Hem de birkaç bakımdan:
Öncelikle, sınaî kapitalizmin
kent politikasının, “ağırlıkla ücretli sınıfın (işçilerin ve kamu
çalışanlarının) ve ailelerinin konut, ısınma, ulaşım, kreş, dinlenme vb.
ihtiyaçlarının asgari maliyetlerle karşılanmasına yarayacak hizmetleri yerine
getirmek, böylece sanayiciye işgücünün maliyetini en aza indirecek dışsal
ekonomiyi sağlamak”[4] olduğu sıkça vurgulanmıştır. Bu
emekçiler ve yoksullar açısından en azından düşük kiralı yaşanılabilir
konutlar, su, elektrik, gaz, ulaşım gibi temel gereksinimlerin sübvansiyonlarla
desteklenmesi gibi uygulamalarda tezahür ediyordu.
Neo-liberalizasyon uygulamaları emekçilerin
yaşamını kolaylaştıran bu sübvansiyonlara ve devlet müdahaleciliğine son
vermenin yanı sıra, temel gereksinimlere erişim maliyetlerinin keyfî biçimde ve
hızla artmasına yol açtı. Zaten kıskaç altındaki emekçilerin daha da
yoksullaşması anlamına geliyordu.
Öte yandan, kentsel rantın
sermayenin iştahını kabartan yükselişi, ya da moda deyişiyle
“soylulaş(tır)ma/gentrification” süreçleri işçileri, emekçileri, işsizleri,
vasıfsızları, iç ve dış göçmenleri, yoksulları değer kazanan kentsel alanların
dışına, varoşlara, “uydu kentler”e, çöküntü bölgelerine sürerken, yalıtılmışlık
ve marjinalleşmelerini de katmerlendirmekteydi…
Nihayet, neo-liberal kapitalizm,
emekçilerin “sosyal hak” olarak yitirdiklerini, “sadaka” biçimiyle kısmen
“telafi” ederek onları kliyental ağlara dahil etmenin, oylarının yanı sıra,
kimi zaman gövde gösterilerinde başvurulacak güruhlar ya da “vurucu güçler”
olarak istihdamlarını güvence altına almaktadır. Yerel yönetimlerin “Yeşil
Kart” uygulamaları, “gıda-yakacak yardımları”, iftar çadırları aracılığıyla
sadakatini “satın aldığı” kitlelere dönüşen yoksullar, böylelikle, özellikle
kriz dönemlerinde zincirinden boşanan milliyetçi-muhafazakâr reaksiyonun
gövdesini oluşturur.
Şu hâlde, “Yoksulluk bölgelerini
direniş ceplerine dönüştürebilmek”, muhalif, devrimci, halkçı, sosyalist yerel
yönetimlerin ana görevi olarak durmakta.
YOKSULLUK
BÖLGELERİNİ DİRENİŞ CEPLERİNE DÖNÜŞTÜREBİLMEK
Muhalif, devrimci, sosyalist
yerel yönetimlerin, başkaldırı geleneğinin hâlen hüküm sürdüğü ve yoksul
nüfusun ve toplumun dezavantajlı kesimlerinin yoğunlaştığı bölgelerde işbaşına
gelmesi, eşyanın tabiatındandır, hiç kuşkusuz… Ve bu bölgeler, yalnızca
yoksullar, emekçiler, işsizler, vasıfsızlar, etnik ya da dinsel azınlıklarca
iskân edildikleri için değil, aynı zamanda bu ülkenin isyancı geleneklerini
barındırdıkları için de ayırımcılık ve baskıların hedefleri olagelmiştir.
Cumhuriyet rejiminin konsolidasyonu sürecinde Dersim’in nasıl “te’dib” edildiği
malûm. Terzi Fikri’nin Fatsa’sı da askerî operasyon sonrası, Ordu valiliğine
getirilen (Ankara’nın eski -MHP’li- emniyet müdürü!) Reşat Akkaya ve onun
göreve getirdiği MHP’li görevlilerin yanı sıra, “operasyon” sonrası kasabada
terör estiren maskeli faşist militanlar eliyle yerel halk üzerinde uygulanan
akıl almaz baskılar,[5] BDP yönetimindeki Kürt
belediyelerini malî kıskaca alma çabaları…
Vurgulamak gerekir; bugünün
yoksulluğu, neo-liberal kapitalizmden kaynaklandığı ölçüde yapısaldır,
ilerleyicidir ve geri dönüşsüzdür. Madunlar, neo-liberal post-sanayi,
post-istihdam toplumlarında, durmaksızın daha düşük ücretlerle, daha kötü ve
güvencesiz koşullarda çalışmaya razı emekçilere ya da kronik işsizlere
dönüştükleri ölçüde marjinalleşme ve dışlanmanın çapı giderek genişlemektedir.
Kapitalist sistem, madunlar için
sürdürülebilir bir yaşam sağlama kapasitesini yitirdikçe, yoksullar,
dışlananların önünde iki seçenek kalmaktadır: Sadaka rejimine entegre olarak
iktidar(lar)la kliyental bağlar oluşturabilirler; ya da başkaldıranlarla saf
tutup kendi özerk (ve muhalif) yaşam alanlarının inşasına girişebilirler.
O hâlde şunu akıldan çıkarmamalı:
Yönetiminde rejim muhaliflerinin, devrimcilerin, sosyalistlerin bulunduğu
belediyelerin yükümlülükleri, günümüzde barınma, yol, su, kanalizasyon, ulaşım
vb. hizmetleri sağlamakla sınırlandırılamaz. Bunları içermekle birlikte,
bunların da ötesinde, kapitalizmin dayattığı dışlanma ve yıkım koşullarına
karşı direnme potansiyelini harekete geçirmek, yoksulların, emekçilerin,
işçilerin, vasıfsızların, göçmenlerin alternatif yaşam stratejilerini,
kapitalizme teslim olmayan direniş ceplerini oluşturmak ve gerektiğinde yerel
insanlarla birlikte, halkçı kazanımları savunmak, artık bir olmazsa olmazdır.
Bu direniş ceplerinin, egemenlerce
varoluşlarına ve konumlarına yönelik bir “tehdit” olarak algılandığı, ya da
“ranta dönüştürülebilirlik” ihtimalleri içerdikleri ölçüde, “temizlik”
operasyonlarına maruz kaldıkları konusunda yeterince ders birikti elimizde: AKP
iktidarının, direniş boyunca bizzat Başbakan’ın ağzından sık sık Tekel
direnişçilerinin Sakarya “komünü”nün “temizlenmesi”nden söz edilmesi, Wall
Street işgalcilerinin alternatif bir yaşam alanı oluşturdukları Zucotti
Parkı’nın polis eliyle “temizlenmesi”, Melih Gökçek’in Dikmen Vadisi’ni
gecekondulardan “arındıracağı” konusunda yinelenen tehditleri, en yakın
örnekler. Ve yerel yönetimler, gerektiğinde bu “arındırma” siyasaları,
“temizlik operasyonları” karşısında da direnişin ön saflarında yer
alabilmelidir…
ÖZYÖNETİM
OKULLARI OLARAK YEREL YÖNETİMCİLİK
Bu saptama bizi, halkçı-devrimci,
sosyalist yerel yönetimlerin bir başka “olmazsa olmazı”na, onların halkın,
sıradan insanların, madunların (işçilerin, emekçilerin, işsizlerin,
yoksulların…) “kendilerini yönetme”yi öğrendikleri birer okul olma niteliğini
taşımalarıdır.
Biraz açımlayalım mı?
Madunların potansiyel
katılımcılar olarak bir araya gelebildiği yegâne kamusal alan olarak yerel, bu
niteliğiyle hem insanların ihtiyaçlarının (beslenme, barınma, hijyen, ısınma,
ulaşım…) tecessüm ettiği, hem de bu ihtiyaçların karşılanmasına yönelik
politikaların biçimlendirileceği mekânlardır. Bu durum, doğrudan (katılımcı)
demokrasinin önünü açan bir imkândır. İnsanlar fazla gayret (ve para) sarf
etmeksizin bir araya gelip mahallelerindeki boş alanın park olarak mı, sokak
hayvanları barınağı mı, atölye alanı mı olarak kullanılacağı, mahalleye baz
istasyonu kurulup kurulmayacağı, ulaşım fiyatlarının indirilmesi, sağlıklı ve
düşük maliyetli toplu mutfakların devreye sokulması… vb. vb. yaşamlarını
doğrudan ilgilendiren konularda karar alıp bu kararların yürütülmesinde fiilen
görev alabileceği ortamları sunarlar.
Halkçı-devrimci ve/veya sosyalist
yerel yönetimler, doğrudan/katılımcı demokrasinin yaşama geçirilmesinin
araçlarıdır. İnsanların gönüllülük temelinde katılıp görev aldığı komiteler,
yerel sorunların tartışılıp karara bağlandığı forumlar, meclisler, görüşlerin
özgürce dile getirildiği yerel medya organları (gazete, TV, sosyal medya), aynı
zamanda madunların yazgılarını kendi ellerine aldıkları, kendilerini yönetmeyi
öğrendikleri okullar niteliğini taşımaktadır.
NASIL
BİR DÜNYA İSTİYORSAK, YERELİ ÖYLE YÖNETMEK
Kapitalist sistem dahilinde yer
almakla birlikte, yerel yönetimler, halkçı/devrimcilerin, sosyalistlerin
elinde, oluşturmayı istediğimiz dünyanın örneği olarak inşa edilebilir.
Siyasal iktidarın sistem
partilerinin elinde olduğu koşullarda ve sürece, “halkçı/devrimci” ve veya
“sosyalist” adacıkları uzun süreli sürdürmenin mümkün olmadığı, tarihsel bir
deneyimdir elbette. Sosyalist/halkçı-devrimci özyönetim deneyimlerinin,
kapitalist sistemin kuşatması altında, bir yandan iktisadî, bir yandan siyasal
ve sıkça da polisiye/ askerî baskıların altında, uzun ömürlü olamadığı, bir
vakıadır. Ama bizatihî bu baskılar dahi kapitalist egemenliğin meşruiyetinde
yarıklar olarak halkların belleğine işlenirken [1879’daki Paris Komünü, ya da
Fatsa deneyimi örnekleri belleklerimizde hâlâ dipdiri durmuyor mu?], bu
deneyimler bir yandan da madunların deneyim birikiminde köşe taşları
oluşturuyor. Halkçı-devrimci, sosyalist yerel yönetimler bir yandan yeni
toplumsal taleplere karşılık aramayı dağarcıklarına eklerken, bir yandan da
geçmiş deneyimlerin yol göstericiliğinden yararlanmıyor mu?
Bu nedenledir ki, sosyalistler,
halkçı-devrimciler yönetimde oldukları yereli düşledikleri dünya modelinde
yönetmek yükümlülüğü altındadır.
SORUNUN
BİRKAÇ VEÇHESİ
Bu görevin birkaç veçhesinden söz
edelim mi?
i)
İnsan onuruna yakışır bir yaşam
Her insanın insanca bir konut,
su, elektrik ve kanalizasyona erişim, yaşanabilir ve sürdürülebilir çevre
koşulları, sağlık ve eğitim, ulaşım, kültür hizmetlerine erişim hakkının olduğu
bir dünya tasavvur ediyoruz; yerel yönetimler ise bu temel insan
gereksinimlerinin karşılandığı alanlardır.
Halkçı-devrimci/ sosyalist yerel
yönetimlerin bu alandaki girişimlerinin önündeki en önemli engelin,
kaynaklarının sınırlılığı olduğu, malûmdur. Ne ki, bu, bir yandan rant
kaynaklarının kamu yararına yönlendirilmesi, bir yandan da yerel halkın
dayanışma ruhunu, yaratıcı gücü ve kolektif enerjisini harekete geçirerek
(örneğin ortak çalışma/imece modellerini canlandırarak) üstesinden
gelinebilecek sorunlardır. Yerel halk ile yönetimler arasında güven oluştuğu,
insanlar yaşamları etkileyen kararlara doğrudan katılma olanağını bulduğu
ölçüde, sömürü sistemlerinin kendilerini mahkûm kıldığı rekabetçi/ yalıtlamacı
yaşam tarzını dönüştürme iradesine de kavuşacaklardır.
Tahayyülümüz, meydanları,
sokakları özel araçlara değil, insanlara ait olan, havası - suyu temiz, ağacı,
havuzu bol, kitle ulaşım araçlarının öncelikli, elektriğin, suyun,
kanalizasyonun erişilebilir ve sağlıklı, temel gıda maddelerinin sağlıklı ve
ucuz, engellilerin yaşamını kolaylaştıracak tarzda tasarlanmış, kültürel
faaliyetlere erişimin bir elitin tekelinden çıkartılarak yaygınlaştığı, amatör
sanatın ve amatör sporun teşvik edildiği, tek ayrıcalıklı sınıfı çocukların
oluşturduğu kentlerdir.
ii)
Taban demokrasisi / katılım
Ve bu kentler ancak hedef
kitlesinin kolektif enerjisini, yaratıcılığını, çabasını harekete geçirerek
yaratılabilir.
Öte yandan katılım, yalnızca
istihdam edilecek bir işgücü yaratma sorunu değildir. Aynı zamanda, tarihin
sosyalizmin önüne koyduğu, yöneten-yönetilen, kafa emeği-kol emeği ayırımlarını
ya da ikilemlerini de aşmanın yoludur. Bu, yabancılaşmanın ortadan kalkmasının
tek olası yoludur.
Yerelin kararı, tüm ilgililerin
katıldığı meclislerde tartışılarak alınmalıdır ki madunlar, tek kabul
edilebilir yönetim biçiminin kendini yönetmek olduğunun bilincine varsınlar ve
iradelerini hiçbir güce, hiçbir erke tabi kılmamayı bellesinler.
Yerel yönetimler, taban
demokrasisi ve taban örgütlenmesinin önde gelen mekânlarıdır.
iii)
Kentler, kadınlarındır
Bu ülkede kentlerin nüfusu,
öncelikle kırsaldan göç ile katlanıyor.
Kırsaldan göçün, kadınlar
açısından daha içe-kapalı, daha yalıtılmış ve daha yoksun bir yaşama geçiş
olduğu ise, biliniyor. Büyük kentlerin varoşları, yaşamlarında bir kez olsun
yaşadıkları mahallenin dışına çıkamamış kadınlarla dolu.
Günümüzdeki hâliyle, kentler
kadınlar için genellikle tekinsiz mekânlardır. Çalışan kadınlar için
işyeri-konut arasındaki uzun ve yorucu mesafe, çocuklar için güvenli mekânların
azlığı, sosyalleşebilecekleri mekânların azlığı, geceleri yetersiz
ışıklandırılan sokaklar, kadın sığınma evlerinin bulunmayışı, kadınlara teknik
beceri sağlama ve istihdam sağlama konusundaki savsaklamacılık, yerel
yönetimlere kadın katılımının önündeki görünür ve görünmez engeller…
Sosyalistlerin,
halkçı-devrimcilerin yönetimindeki yereller, kadın katılımını, kadınların
yaşamlarını etkileyen kararlara aktif taraf olmalarını özel bir öncelik olarak
kabullenmek, yatırım ve etkinliklerinde kadın varlığı, sorunları ve katılımını
daima göz önünde bulundurmak durumundadır.
iv)
Bios’u korumak
Kapitalist sistemin bir temel
özelliği emeğin sömürüsüyse eğer, en az onun kadar önemli olan bir ikincisi de,
yeryüzü yaşamının tüm kaynak ve unsurlarını temellük ederek onları
metalaştırmak ve/veya geri dönüşsüz bir tarzda tüketmektir. Bugün kapitalizmin
kendini sürdürebilmek üzere attığı her adımın yeryüzündeki yaşam kaynaklarının
tükenme sürecini hızlandırdığı, iyice açığa çıktı.
Yerel yönetimler, bu gidişatı
sınırlandırmanın, ya da kapitalist kâr hırsına karşı yaşamı savunma
mücadelesinin birincil sahnelerinden biridir. Bios’u yok eden faaliyetlerin
engellenmesi (havayı-suyu tüketen sanayilerin ya da diğer tesislerin
engellenmesi, bu alanda etkin denetim mekanizmalarının geliştirilip yürürlüğe
konulması, geri dönüşümlü atık sistemlerinin kurulması, çevre üzerinde zararı
olmayan alternatif enerji kaynaklarının teşviki, GDO’lu ürünlere karşı
mücadele), kır-kent yakınlaşmasını destekleyecek uygulamalar (örneğin kentsel
alanlarda organik tarım mekânlarının yaratılması, bahçecilik ve küçük ölçekli
hayvancılığın desteklenmesi, kent çeperlerinin sebzecilik-meyveciliğe açılması
vb.), toplu ve az kirletici ulaşım araçlarının devreye sokulması, kent içi
trafiğin asgariye indirilmesi, özellikle gençlere yönelik tüketim kültürüne
karşı ve bios bilinci ile donatacak alternatif eğitim faaliyetlerinin
desteklenmesi… yerel yönetimlerin alanına giren
v) Kültürel çeşitlilik
Kentler çeşitli kültürlerin
kesiştiği kavşaklar, heterojen mekânlardır; hele ki günümüzde kitlesel
devinimlerin vardığı boyutlar göz önünde bulundurulduğunda… Toplu ya da
bireysel, zorunlu ya da gönüllü göçler, günümüzde kentlerin nüfuslarını artan
ölçüde heterojenleştirmekte, neo-liberal kapitalizm koşullarının yarattığı
sosyal güvencesizleştirme ve marjinalleştirme süreçleri ise özellikle yeni göç
etmiş grupları etnik varoşlara hapsederek yoksunlaştırmaktadır. Neo-liberal kapitalizm,
bir yandan kültürel gettolar yaratırken bir yandan da bu gettolara hapsettiği
etnik-kültürel grupları kriz zamanlarında yoğunlaşan ırkçılığın hedefi
kılmaktadır. Bir başka deyişle, kültürel grupları hem yalıtacak, hem de
güçsüzleştirecek tarzda işlemektedir.
Yerel yönetimlerin siyasası ise
bunun tam tersi olmalı. Bir yandan kültürel grupları kendi kültürlerini yaşatma
ve geliştirme (anadil eğitimi, anadilde eğitim, kültürel araştırmalar,
müze-sergi-gösteri vb. kültürel performansların teşviki, azınlık gruplara yerel
yönetim organlarında temsil olanağı, ifade ve vicdan özgürlüğü, ana akım
dışındaki ibadet yerlerinin korunması vb.) yönünde teşvik edip desteklemeli.
Öte yandan da etnik varoşların oluşmasına karşı kültürlerarası kaynaşmayı ve
kardeşleşmeyi teşvik eden politikalar yürütmelidir. Bu, öncelikle kültürel
gruplardan birini kamusal yaşamda diğerlerinden daha ayrıcalıklı kılmamakla
mümkün olacaktır. Yerel yönetim alanı içerisinde yaşayan hiçbir kültürel
grubun, negatif ayırımcılığa uğradığı duygusunu yaşamasına izin verilmemelidir.
Yanı sıra, gerek yerel örgütlenmelerde, gerekse festival, şenlik vb. kamusal
etkinliklerin organizasyonunda kültürler arası ilişkileri ve kardeşleşmeyi
geliştirmeye özen gösterilmelidir.
Bir başka deyişle, halkçı-devrimcilerin,
sosyalistlerin yerel yönetimleri, kültür-körü olmamalı, ama bir kültürel gruba
diğerlerinin üzerinde ayrıcalık tanımaktan da kaçınmalı, kültürleri birbirinden
beslenecek ve ortak insanî zenginliğe katkıda bulunacak bir dağarcık kabul
ederek kardeşleşmeyi teşvik etmelidir.
* * *
Dostlar, bu önermeler, hiç kuşku
yok ki, başlangıç için üzerinde düşünülecek, geliştirmeye, sonsuz ölçüde
zenginleştirmeye açık bir taslak niteliğini taşıyor. Hepsi de iki gün boyunca
buradaki ortak çalışmamızdan esinlendi - ve bundan sonraki devrimci yerel
yönetim deneyimlerini esinlemeyi hedefliyorlar.
Bu ülkenin entelektüel yaşamı,
bir yanıyla unutulmaya gömülü konferanslar, sempozyumlar, paneller
mezarlığıdır… Düştüğüm kenar notları, tüm katılımcıların emeğini, yaşamını kattığı
bu sempozyumdan yaşama ve geleceğe aktarılabilecek izlekler kalmasına katkıda
bulunursa, bundan onur duyacağım.
Bana öğrettikleriniz için
hepinize teşekkür ediyorum.
N O T L A R
[1] 3-4 Aralık 2011
tarihlerinde Ankara’da düzenlenen “Uluslararası Devrimci-Halkçı Yerel
Yönetimler Sempozyumu’na sunulan tebliğ… Newroz,
Yıl:6, No:223, 31 Ekim 2012...
[2] William
Shakespeare.
[3] Yerel
yönetimlerin uluslararası finans kurumlarına borçlanması ve sonuçlarına ilişkin
olarak bkz. Şadi İdem, “Küreselleşme, Yerel Yönetimler ve Sol”, Toplumsal
Ekoloji Grubu, http://www.ekoloji.org/
index .php?option=content&task=view&id=65&catid=30&Itemid=53
[4] Mustafa Sönmez,
“Neo-Liberal Belediyeciliğe Karşı Halkın Belediyeciliği”, http://www.emekdunyasi.net/
ed/siyaset/1832-neoliberal-belediyecilige-karsi-halkin-belediyeciligi
[5] Bu konuda bkz.
Kerem Morgül, “A History of Social Struggles in Fatsa: 1960-1980” , Boğaziçi Üniversitesi
Atatürk Modern Türk Tarihi Enstitüsü”ne sunulan yüksek lisans tezi, 2007, öz.
ss.180-220.
Yorum Ekle