“Unutulanlar hariç yeni bir şey yok.” [1] Geçenlerde NTV ekranında bir haber çarptı gözüme. Mealen şöyle bir şeydi: Geçen y...
“Unutulanlar hariç
yeni bir şey yok.”[1]
Geçenlerde NTV ekranında bir haber çarptı gözüme. Mealen şöyle bir
şeydi: Geçen yıl benzin fiyatlarında yaşanan hızlı yükseliş, ABD’de bisiklete
olan talepte bir patlama yaratmış. Bunun üzerine ekonomik krizi de hesaba katan
kolları sıvamış: bisikletle ilgili üretilebilecek her şey, farlar, terlemeyi
önleyen eşofmanlar, bisiklet kaskları, boyalar, bisiklet ayakkabıları, havalı
seleler… tam istim hazırlanmışlar ki… kriz petrol fiyatlarının yere
çakılmasına, benzinin ucuzlamasıyla birlikte ABD kentlerinin sokaklarını bir
kez daha –bir süredir ortalarda gözükmeyen Hummer’lar dahil- yeniden
otomobillerin kaplamasına, bisikletlerin ise arka bahçelerde çürümeye terk
edilmesine yol açmış. Yorumcu bisiklet ve aksesuar üreticilerinin otomobilin
ABD’liler için bir prestij nesnesi olduğuna, dolayısıyla bisikletin de prestij
yitimini simgelediğini, böylelikle, ABD’lilerin fırsat bulur bulmaz otomobile
döneceklerini göz ardı ettiklerini eklemeyi ihmal etmedi… Bu bir
“kriz manzarası”…
* * *
“Esenyurt’un işlek caddelerinden birinde bedeni çöp arabasının ardında
kaybolan bir çocuk simsiyah ellerinin kavradığı arabanın uzun saplarını tüm
gücüyle çekiyor. Biraz ötedeki çöp koyteynırının içine sarkan kardeşi ise kağıt
ve plastik arıyor. Arkadaki yokuştan ağabeyleri çıkıyor yavaş yavaş, arabası
ağzına kadar kartonla dolu. 30 yaşındaki Ergün, 14 yaşındaki Ersoy ve 12
yaşındaki Birol, bu üç kardeş her gün kilometrelerce yol yürüyerek çıkarıyor ekmeğini...
300 milyon kira verdikleri evde beş kişi yaşıyorlar. Babaları vefat
etmiş. Ev kirasının yanı sıra bir de kâğıtları koydukları depoya 250 YTL kira
veriyorlar.
Üç kardeşin her gün kilometrelerce dolaşarak topladıkları tonlarca
atığın bir ay sonunda ederi ise 700-800 YTL arasında değişiyor. Hayaller
sorulduğunda ise ağızlarını bıçak açmıyor. Hayal kurmak bile çok uzak onlara,
ortak cevap ‘bilmiyorum’. Ağabey Bektaş, ‘Hayal olmadan bir şey olmaz ama
boşuna hayale de kim inanır’ diye konuşuyor. Ersoy ise ‘Hiçbir şey istemiyorum,
babam sağ olsaydı yeter’ diyor.”
Evet, Katı Atık Toplayıcıları Derneği’nin tahminine göre Türkiye’de
yaklaşık 200 bin kişi geçimini, atık toplayıcılığından sağlıyor ve Türkiye’deki
geri dönüşümün yüzde 31’ini gerçekleştiriyorlar. Üstelik başları belediye ile
dertte. En son yürürlüğe giren çevre kanunu bu işi yasaklıyor ve bu onbinlerce
insanın işsiz kalması anlamına geliyor. Özellikle Ankara’da bu işin şirketlere
ihale edilmesi sonrasında kâğıt toplayıcıları zabıtalar tarafından
dövüldüklerini öne sürüyor.” Bu da bir
“kriz manzarası”…
* * *
“Tüm dünyayı etkisi altına alan finansal kriz, ABD’de iş bulamayan
kadınlar arasında hayat kadınlığına başvurma oranını artırdı. Bunlardan biri de
daha önceden yüksek maaşlı bir işte çalışan, 70 yaşındaki Kimberly adıyla
basına tanıtılan kadın. 30 yere iş başvurusunda bulunup cevap alamayan
Kimberly, Nevada’nın en ünlü genelevlerinden biri olan ‘Mustang Ranch’te
çalışmaya başladı…
Mustang Ranch’de milyonlarca dolarlık iş dönüyor. Kendisi de eskiden
hayat kadını olarak görev yapan Austin, ‘Gelenler çok ama harcayacak çok
paraları yok’ diyor. Austin, kriz dönemlerinde insanların ‘ilaç, likör ve
seks’ten kesmediğini kaydediyor.” Bu da
öyle…
* * *
“Kadıköy’de zabıtaların kovaladığı kâğıt mendil satan ilköğretim
öğrencisi 13 yaşındaki Bülent Çalıkıran, otomobilin çarpması sonucu öldü. Küçük
çocuğun annesi oğlunun, pantolon alabilmek için mendil satmaya gittiğini
söyledi…
Fikirtepe Mandıra Caddesi’ndeki bir gecekonduda yaşayan Çalıkıran’ın
babası Mehmet Çalıkıran, günübirlik işlerde çalıştığını ve maddi durumlarının
iyi olmadığını söyledi: “Beş çocuğum var. Oğlum bana yük olmamak ve bayram
harçlığını çıkarmak için mendil satmaya gitmişti. Oğlum alın- teriyle mendil
satıyor. Hırsızlık mı yapmış ki belediye onu yakalıyor? Buna sebep olan zabıta
ortada yok. Zabıta çocuğu kolundan tutup arabanın altına atıyor. Bunların
sorumluları bulunsun…” Bu da dördüncüsü…
Dikkat ederseniz dört manzarada
da bir “değer yitimi” öyküsü var. İlkinde malların, ikincisinde emeğin,
üçüncüsünde cinselliğin, dördüncüsünde ise insan yaşamın…
* * *
“İnsanlık durumu”ndan, ya da
Erich Fromm’un yıllar önce işaret ettiği üzere, “(var) olma”nın “sahip olma”ya
eşitlendiği tüketim kapitalizmi evreninde metaların değeriyle insan(lar)ın değeri
arasındaki denkleşmeden söz edelim bugün, dilerseniz…
“İnsanlık durumu” denildiğinde
akla gelen, insanın “öz”üne değgin, tarihötesi, ebedî, değişmez, tözsel bir
“şey”dir ve “insanlık durumu”ndan söz etmek, genellikle felsefenin ve onun
“atasını tanımayan” evladı edebiyatın işi addedilir.
Oysa Marksistler, en azından
Marx’ın Feuerbach’la girdiği tartışmadan bu yana, İnsanın somut,
iktisadî-siyasal, tarihsel-toplumsal bir varlık olduğunu, evrensel ve ebedî bir
“insanlık durumu”ndansa, somut insanın eylediği ve deneyimlediği somut koşullar
içerisindeki durumu”ndan söz edilebileceğini bilirler.
Bir başka deyişle, “insan(lık)
durumu”nu biçimlendiren verili bir mekânda, somut, tarihsel koşullardır; bu
tarihsel koşullar ise, insanların maddî yaşamlarını üretmek için birbirleriyle
giriştikleri ilişkilerin, yani üretim ilişkilerinin tezahürleridir.
Eğer bu böyleyse, “insanlık
durumu” dediğimiz durum ve koşullar karmaşası, üretim ilişkileriyle bağlantılı,
tarihsel, yani değişken/dinamik bir görüngüdür; bir üretim tarzından diğerine,
ya da mevcut üretim ilişkilerinin salınımları çerçevesinde farklılaşır.
Kapitalizmin biçimlendirdiği
“insanlık durumu”nu sanırız en iyi, tarih sahnesinde ilk kez insan-meta
ilişkisinin insan-insan ilişkisinin önüne geçmesi, yani meta fetişizmi
tanımlar. “Tüm toplumsal etkileşim sürecinin meta biçimindeki nesnelerin, yani
değişim değerlerinin mübadelesi biçiminde göründüğü”[2] bir ortamda, insanî/insana özgü olan her şey, piyasaya dâhil olacak,
onun dolayımıyla ifade edilir hâle gelecektir.[3] Kaldı ki “küreselleşme” olarak bilinen süreç(ler) de, piyasanın
kapsamının derinleşip yaygınlaşmasından ibarettir: dünyada kapitalist piyasa
ilişkilerine dâhil olmadık tek bir ücra mezra, piyasa tarafından temellük
edilmedik tek bir insanî hassa bırakmama, yani her yeri ve her şeyi kapitalist
ilişkilere dahil etme yolunda sınır tanımayan köklü bir süreç… Uzayı dahi meta
ilişkilerine dahil etmeyi tahayyül eden bir süreç…
Nitekim, eğer dünyanın en derin çukuru olan Guam çukurundan Walmart
poşetleri çıkıyorsa, ya da Meksika’nın güneyinde, Chiapas bölgesinde yaşayan
Tzotzil yerlileri senkretik kiliselerinde düzenledikleri Pazar ayinlerinde “cin
çıkarmak” için Coca Cola tüketiyorlar ise, veya Kalahari çölü sakinleri, ‘Kung
San’lar birbirleriyle cep telefonuyla iletişim kuruyorlarsa eğer… Ya da tüm
insan duygulanım ve hâlleri: sevgi, nefret, aile bağları, dostluk, özveri,
annelik, babalık, sadakat, şehvet, aylaklık, disiplin, özen, temizlik,
pasaklılık, haset, sevecenlik, mahcubiyet, cesaret, ürkeklik… bir “değişim
değeri”ne dönüştürülebilir ya da bir metayla denkleştirilebilir hâle gelmiş
ise… Anlamları kapitalist piyasa ilişkileri tarafından dönüştürülüyor ve/veya
tayin ediliyorsa[4]
… Günümüzde dünyanın manzarasını, ya da “insanlık hâlini” tayin eden temel dinamiğin
kapitalist piyasa ilişkileri olduğunu öne sürebiliriz rahatlıkla.
İnsan ilişkileri bir kez meta (ya da piyasa) ilişkilerine tabi olduktan
sonra, onun salınımları doğrultusunda salınacağı, tabiidir. Krize endeksli bir
üretim ilişkileri biçimlenişi olan kapitalist piyasa ekonomisinin devrî kriz
evreleri çerçevesinde salındığı biliniyor.
Pek üzerinde durulmayan ise, kapitalizmin (küreselleşen) kriz
evrelerinde yaşanan “değersizleşme” süreçlerinin yalnız metaları, üretim
araçlarını ve onları üretme (ücretler) ve temellük edilme araçlarını (menkûl ve
gayrımenkûl değerler) değil, aynı zamanda, kendilerine endekslenmiş tüm insanî
değerleri de dibe doğru sürüklediğidir.
Açımlayayım: Krizler, hiç kuşku yok ki, kapitalist piyasada dolaşımda
olan her şeyin: metaların ve işgücünün değersizleştiği, “ucuzladığı”
momentlerdir. Yanı sıra, üretim araçları yani fabrikalar, işletmeler ve onlara
finansman sağlayan tüm kurum ve değerler (hisse senetleri, para, emlak/rant,
kredi sistemleri…) de değer yitimine uğrar.
Ama kriz süreçlerinde ucuzlayan yalnızca metalar, işgücü, para, hisse
senetleri, gayrımenkuller, vb. değildir. İnsan duyguları ve insanî değerler de
bu süreçlerde dibe vurur…
* * *
“İnsan duyguları”, “insanî
değerler” dedik. En çok “kutsanan”larından birini ele alalım. “Analık” mı
dediniz? Buyurun:
“(Hollanda’nın)
Ghent kentinde, temmuzda doğan bebek, anne-babası tarafından internete konulan
reklamla satışa çıkarıldı. Çocuğu olmayan Hollandalı çift doğumdan birkaç saat
sonra basının 5 ila 10 bin Avro (10 bin ila 20 bin YTL) arasında olduğu yönünde
tahmin yürüttüğü bir fiyata bebeği aldı. Çocuk Bakım ve Koruma Kurulu ise
mahkemeye başvurdu.”
Peki ya insan emeği?
“ABD’de
başlayarak tüm dünyaya yayılan kriz 300 bin kişiyi işinden etti. ABD’li
Citigroup 52 bin kişi ile en çok işçi çıkaran grup. Teknoloji ve otomotiv
devleri de zorda. ABD’deki sorunlu kredilerle patlak veren kriz yüzbinlerce
çalışanı işinden etti…”
“Ya insan sağlığı” mı dediniz?
Mesela “bebek ölümleri”? Okuyalım:
“Birleşmiş
Milletler Çocuk Fonu (UNICEF) Doğu Asya ve Pasifik Direktörü Anapama Rao Singh,
etkisi ağırlaşan mali krizin çocuk ölümleri ve yetersiz beslenen çocuk sayısını
arttıracağına yönelik kaygısını dile getirdi…”
Evet, kriz süreçleri, özellikle
de yoksul ülkelerde insan sağlığında net bir değersizleşmeye yol açmakta:
“Ekonomik
krizlerin en gözle görünür sonuçları gelirlerin düşmesi, işsizliğin artması ve
fakirliğin belirginleşmesidir. Kriz dönemlerinde hükümetler de sağlık ve eğitim
alanlarına yapmış oldukları sosyal harcamaları kısmaktadırlar. 1980’li yılların
başında yaşanan Latin Amerika ekonomik krizi ile 1997-1998 yıllarında başlayan
Doğu Asya ekonomik krizinin sağlığı olumsuz olarak etkilediği ve sağlık
verilerini yaklaşık 15-20 yıl geriye götürdüğü görülmüştür.”
Bu saptamalar doğru olmasına doğru, ve doğru olduğu ölçüde vahim de…
Daha vahimi, piyasa’nın sağlık –ya da insan yaşamı- karşısındaki, insanın
kanını donduran şu buz gibi “rasyonelliği” değil mi: “Yoksulluktan kaynaklanan ölümlerin önlenmesi pek iyi bir şey değildir.
Çünkü bu gelecekte nüfus artışına ve dolayısıyla da daha fazla yoksulluğa bağlı
ölümlere yol açacaktır.”[5]
Söz sağlıktan açılmışken, “akıl
sağlığı”yla devam edelim mi? İşte iki güncel haber:
“Dünya Sağlık
Örgütü (WHO), 10 Ekim Dünya Ruh Sağlığı Günü’nde gelişmekte olan ülkelerdeki
ruh hastalarının tedaviye ulaşamadığına dikkat çekti. WHO yetkilileri, yoksul
ülkelerde dört ruh hastasından en az üçünün tedavi göremediğini, hükümetlerin
ruh sağlığına daha fazla para ayırması gerektiğini belirtti. Tablo Türkiye’de
de pek iç açıcı değil. Psikiyatri Derneği Başkanı Dr. Şeref Özer’e göre,
Türkiye’de 15-55 yaş nüfusta en yaygın beş hastalıktan biri depresyon ve
anksiyete bozuklukları…”
“Bunlar doğrudan ekonomik
göstergelerle ilgili konular. Bu nedenle krizden etkilenmeleri doğaldır. Ama
bir de doğrudan paraya endekslenemeyecek olanlar var” mı diyorsunuz? Örneğin
büyüklere saygı gibi geleneksel değerlerimiz? Bakalım:
“Aksaray’da 3
çocuk, Kurban Bayramı’nda el öpme bahanesiyle kapısını çaldıkları 46 yaşındaki
A.K.’yi önce dövdü, sonra tecavüz edip 1000 YTL’sini gasp etti. Zanlılar 15
yaşındaki A.U., kardeşi 14 yaşındaki E.U ve arkadaşı 14 yaşındaki İ.B.,
kaçtıkları Ankara’da polis tarafından yakalanarak cezaevine konuldu.”
Veya “küçüklere sevgi”?
“Hatay’ın İskenderun
İlçesi’nde, erkek torunu olmasını isteyen 46 yaşındaki Sevi Gök’ün, gelini
Müzeyyen Gök’ün 4 ay önce dünyaya getirdiği bebeği Hatice’yi döverek
öldürüldükten sonra kundağa sarıp kanala attığı iddia edildi.”
Ya da “aile bağları?”
“Küçükçekmece’de
B.K.’nın öz kızı 16 yaşındaki E.’ye 9 yıldır tecavüz ettiği ortaya çıktı. Üç
kez kürtaj yaptırdığı öğrenildi… Babanın kızına defalarca tecavüz ettiğini
E.’nin annesi ve babaannesinin bildiği ancak korkularından sustukları öne
sürüldü. E., annesinin kendisine ‘Babanı söyleme. Daha önce çıktığın erkek
arkadaşının ismini ver’ dediğini söylediği de öğrenildi.”
Peki ya aşk? Evlilik? Akrabalık
ilişkileri?
“Kadın
Dayanışma Vakfı’nın Ankara’daki gecekondularda yaşayan kadınlar arasında
yaptığı araştırma ise kadınların yüzde 97’sinin kocalarının saldırısına
uğradığını tespit ediyor. Ankara Tabip Odası’nın yaptığı araştırmaya göre ise,
kadınların yüzde 58’i yalnızca kocalarından, nişanlılarından, erkek
arkadaşlarından ve erkek kardeşlerinden değil, kadın akrabalar da dahil olmak
üzere kocalarının ailesi tarafından da şiddete maruz kalıyor.”
“Doğruluk, dürüstlük” mü dediniz?
“Ankara Genç
İşadamları Derneği’nin yaptırdığı, ‘Gençlik, İtibar, İş Hayatı ve Gelecek
Araştırması’ anketi, Türkiye’de yaşayan gençlerin çoğunluğunun ülkenin
geleceğinden ümitsiz olduğunu ortaya koydu. Gençlerin önemli bir bölümü
rüşvetle vergi kaçırmayı da doğal buluyor.”
Ya da daha “harbî” değerlerimiz?
Mesela “delikanlılık raconu”?
“Bursa’da jandarma
tarafından düzenlenen operasyonda, pitbull köpekleriyle korkutup tecavüz
ettikleri genç kızların görüntülerini kaydedip, tehdit ve şantajla fuhuş
yaptırdıkları öne sürülen çete ele geçirildi… Çete elemanlarının bir bölümünün
lise öğrencilerinin de aralarında bulunduğu kızları arkadaşlık kurarak kandırdığı
belirlendi. Çete üyelerinin evlerine götürdükleri genç kızları 4 pitbull
köpeğiyle tehdit ederek tecavüz ettikleri, kaydettikleri görüntüleri ailelerine
yollama tehdidiyle kızları fuhuşa zorladıkları anlaşıldı. Bu kişilerin çok
sayıda yaralama, yağma ve tehdit olayının da faili olduğu belirlendi.”
“Gösterişten kaçınma, sadelik,
alçakgönüllülük, tokgözlülük” mü diyorsunuz?
“Türkiye’de
televizyon izleyicisinin yıllardır vazgeçemediği programların başını yarışmalar
çekiyor. Hele bir de bol ödüllü yarışma ünlü bir tip tarafından sunulunca
reytingleri sallıyor. İstanbul Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası’nın
(İSMMMO) ‘Hayaller Yarışıyor’ başlıklı araştırmasına göre, televizyonlarındaki
yarışma programlarına ilgi artıyor, her 100 yetişkinden 15’i yarışmacı olmak
istiyor. İSMMMO’dan yapılan yazılı açıklamada yer verilen araştırmaya göre,
Türkiye’de yaklaşık 2.5 milyon insan yarışma programlarına yarışmacı olmak için
başvurdu ve sırada bekliyor.”
Ve nihayet: “En kutsal değer,
İnsan yaşamı”, diyorsanız, bunun tezatlı iki boyutu var. Açlıktan kırılan
yoksullar ve birbiri peşisıra canlarına kıyan ünlü iş adamları.
“BM Tarım ve
Gıda Örgütü’nün (FAO) yayımladığı rapora göre dünyada 963 milyon kişinin
2008’de açlık çektiği ortaya çıktı. Bu da 2007 ile kıyaslandığında 40 milyon
artışa denk geliyor. Raporda bu bilançonun özellikle gıda fiyatlarının artışı
ve ekonomik krizden dolayı ağırlaştığı kaydedildi. Kötü beslenmeden en fazla
etkilenen bölgeler Asya ve Sahra Altı Afrika’sı olarak dikkat çekiyor.”
En yoksul ülkelerde yaşayan
milyonlarca insan açlıktan, susuzluktan, önlenebilir salgın hastalıklardan,
etnik/dinsel boğazlaşmalardan kırılıyor. Peki ya “en zenginler”? Onların keyfi
yerinde mi? Küresel kapitalizmin krizinin patlak vermesiyle birlikte, önce
finans sektöründe başladı intihar salvosu…
“- İsviçre’de,
dünyanın en zenginlerinin 300 milyar dolarını yöneten Julius Baer bankasının 52
yaşındaki CEO’su Alex Widmer, Lehman Brothers’ın iflasından kısa bir süre sonra
evinde ölü bulundu.
- Yeni
Zelandalı ünlü finans uzmanı ve İngiltere’de yatırım şirketi Olivant
Advisers’in CEO’su Kirk Stephenson, Londra’da hızlı tren raylarına atlayarak
intihar etti.
- Yüzyılın
dolandırıcısı Nasdaq eski Başkanı Bernard Madoff’a 1.4 milyar dolar kaptıran
Access İnternational CEO’su Fransa’nın ünlü finans uzmanlarından Thierry de la Villehuchet,
Newyork’ta bir gökdelenin 22. katındaki ofisinde bileklerini keserek canına
kıydı.
- HSBC
bankasının Türkiye’den de sorumlu sigorta departmanının müdürü 49 yaşındaki
Christen Schnor, Londra’da 5 yıldızlı bir otel odasında, kendisini gardırop
demirine kemeriyle asarak hayatına son verdi.”
Salgın, ardından “reel sektör”e
sıçradı:
“Ekonomik kriz
sebebiyle intihar eden işadamlarına yenileri eklendi. Dünyanın en zengin
94’üncü insanı Adolf Merckle, tren altına atlayarak, ABD’li gayrimenkul
müzayede şirketi Sheldon Good’un başkanı Steven Good da tabancayla intihar
etti.”
İntihar dalgasından Türkiye de
bağışık değil:
“- AKP Yalova
Çiftlikköy ilçesi eski Başkan Yardımcısı 58 yaşındaki Erkan Başaran, piyasaya
100 bin liralık borcunu ödeyemeyince, evde başına tabancasını dayayıp intihar
etti.
- Çorum’da 28
yaşındaki market işletmecisi Ali Çoban, borçlarını ödeme umudunu kaybedince,
işyerinde tabancasından çıkan tek kurşunla hayatına son verdi...”
* * *
Evet. Yalnızca menkul/gayrımenkul
kıymetlerde bir değersizleşme değil, yaşadığımız. Aynı zamanda “insanî
değerler” de dibe vurmakta. İşin ürküntü veren yanı, kapitalizm küreselleştiği,
yani küresel piyasaya dahil olmadık bir dünya bucağı kalmadığı ve küresel
tüketim toplumunda metaya dönüştürülmedik en küçük bir insanî hassa kırıntısı
kalmadığı ölçüde, değersizleşme de “topyekûn” bir nitelik kazanıyor.
Unutulmasın, “1929 buhranında dünya nüfusunun üçte ikisi kırsal kesimde
yaşıyordu. Hayatlarını kendi mahsulleriyle idame ettirebildiler. Bugün
insanların yarısından fazlası şehirlerde. Aileler küçüldü, bağlar gevşedi.
İşsiz kalmak, aç kalmak demek.”[6] Bir başka
deyişle, 1929 krizinde insanlığın büyük bölümü, piyasa ağının dışında
bulunduğundan, ya da dışına çıkma olanağına sahip olduğundan, değersizleşme bu
denli toptan olmadı.
Bu nedenle, mevcut krizi bir
“uygarlık krizi” olarak tanımlayan BM İnsan Hakları Danışma Kurulu üyesi Jean
Ziegler,[7] haklıdır. Yeryüzünde yaşamı tehdit eden
“küresel ısınma” karşısında düşünebildiği tek alternatif “etanol” olan, yani
otomobilden vazgeçmemek için mısır üreticisi ülkelerin halklarını açlığa mahkûm
etmekten çekinmeyen kapitalist “uygarlık” çöküşün eşiğine gelmiştir. Bu son
“kriz”den çıkma/restorasyon olanağı ne olursa olsun, kapitalist-olmayan bir
uygarlığı tasarlama ve hayata geçirmenin zamanı çoktan geldi de geçiyor bile...
Öyle gözüküyor ki, bu başarılamazsa, önümüzde “kırk katır/kırk satır”
açmazından başka bir çare kalmayacak…
26 Ocak 2009
09:06:19, Ankara
N O T L A R
[*] 31 Ocak 2009 tarihinde Özgür Üniversite’de (Ankara)
“Kriz ve İnsanlık Durumu” başlığıyla verilen Konferans da yapılan konuşma…
Sosyalist Demokrasi, Yıl:4, No:75, 7 Şubat 2009…
[1] Fransız Atasözü.
[2] J. Israel, Alienation, From Marx to Modern Sociology, Boston,
Allyn and Bacon, 1971, ss.272-73.
[3] Ayrıntılı bir okuma için
bkz. S.Özbudun, G. Márcus, T. Demirer, Yabancılaşma
Ve… Ütopya Yayınları, Ankara, 2008.
[4] Çarpıcı bir örneği, Quand la misère chasse la pauvreté (Sefalet
Yoksulluğu Kovduğunda) başlıklı
kitabında (Paris/Arles, Fayard/Actes Sud, 2003) Majid Rahnema veriyor:
“Yoksulluk binlerce yıl boyunca‘sıradan ölümlüler’ için, hem göreli bir
saygınlık içerisinde yaşamaya olanak sağlayan hem de sefalete karşı mücadeleye
olanak tanıyan, basit ve sürdürülebilir (convivial)
bir yaşam tarzı olageldi. Modern iktisat, bu yaşam tarzını karalayıp toplumsal
olarak yaratılmış gereksinimlere dayalı bir başkasıyla değiştirmek adına,
insanların devasa çoğunluğunu misli görülmemiş bir sefalete mahkûm kıldı. (…)
Sefalet, ütopik bir zenginleşme adına, yoksulluğu ve onunla birlikte,
modernitenin şafağına dek yoksullara saygın bir yaşam sürdürme olanağını
sağlayan geçim tarzlarını ‘kovmayı’ başardığına göre, bu sonuncular sefalete
geçit vermeme gücünü kendilerinde bulabilecekler midir?” (M. Rahnema, J.
Robert, La puissance des pauvres,
Actes Sud, Paris, 2008: 15-16.)
[5] T. Pogge’dan aktaran: Nadim
Macit, “Siyasetin Dili Değişecek”, Cumhuriyet
Strateji, Yıl:5, No:233, 15 Aralık 2008, s.12-13.
[6] Gündüz Vassaf, “Dünya
Nereye Gidiyor?”, Radikal, 30 Kasım
2008, s.22.
[7] L’Humanité, International, 14 Kasım 2008

Yorum Ekle