SİBEL ÖZBUDUN “Tüm yanıtları bilmektense bazı soruları bilmek yeğdir.” [1] İlk gençlik yıllarımda Beyoğlu’nda İstiklal Ca...
SİBEL
ÖZBUDUN
“Tüm yanıtları bilmektense
bazı soruları bilmek yeğdir.”[1]
İlk gençlik
yıllarımda Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi’nde yürürken SSCB konsolosluğunun
önünden geçerken sağa-sola bakmadan adımlarımızı hızlandırırdık. Yaygın bir
şehir efsanesine göre konsolosluk önündeki camekân panoda yer alan Lenin,
orak-çekiçli bayrak, işçi, miting vb. resimlerine bakanların fotoğrafları,
karşı kaldırımdaki boyacı (ya da simitçi, gazete bayi vb.) kılığındaki siviller
tarafından çekiliyor, bu kişiler “fişleniyordu”, çünkü…
Doğru muydu,
değil miydi bilmiyorum. Ama bu ülkede Boğaz’dan geçen Sovyet gemileriyle
“haberleştikleri”, Galata köprüsünde, güneşe tutulduğu zaman “orak-çekiç”
sureti çıkan eşarp sattıkları, Deniz Gezmiş’in mezarına çiçek koydukları,
evlerinde Ho Şi Minh fotoğrafı bulunduğu için gözaltına alınanlar,
işkencelerden geçirilenler, tutuklananlar, az-buz değildir. Mantıksal(?)
uçlarına dek taşınmış bir “Soğuk Savaş doktrini”, buz gibi bir McCarthy’cilik,
anti-komünizmin ileri karakolunda tüm haşmetiyle hüküm sürüyordu o yıllar…
Durumdan vazife çıkartan “küçük dağların yaratıcıları”, kraldan çok kralcı bir
işgüzarlıkla 13-14 yaşındaki çocukları karakollarda falakadan geçiriyor, ev
baskınlarında kütüphanesinden George Politzer’in kitabı çıkanlar “devletin
müesses nizamını yıkmaya teşebbüs”ten yıllarca ceza yiyor, eş-dost
toplantılarında Nâzım’ın şiirlerini okuyanlar “hıyanet-i vataniye” sanığı
pozisyonuna düşürülüyordu.
Sonra yıllar geçti, Sovyet sistemi göçtü,
“Soğuk Savaş doktrini” yerini “liberal doktrinin yenilmezliği, ezeliliği,
ebedîliği” yolundaki yanılsamalarına bıraktı. Bir takım yenilgi yılgını solcu
eskisi “yeni-liberal” aydınların apolojistliği eşliğinde…
Gerçi bu dönüşüm “Aziz Nesin’in ülkesi”nde
biraz daha zor, biraz daha sancılı olacaktı: Soğuk Savaş doktrini, 1980’lerin
Kürt ayaklanmasıyla kimi uyarlanmalarla yeniden tezgâhlanıyor, “devletin
milletiyle bölünmez bütünlüğü” heyulası her türlü eleştiri ya da eleştiri
ihtimalini yekpare bir “bölücülük” darağacında imhaya mahkûm kılıyordu.
Bu sürecin kanlı
örnekleri, anımsatmayı gerektirmeyecek kadar yakın ve diri…
Kürtler
canları dişlerinde direnirken, toplu kıyımlar, faili meçhuller, kaybedilenler,
“Hizbül kontra” operasyonları, köy boşaltmalar vb. karşısında ses-sedaları pek
çıkmayan “bizim” liberal aydınlar, 1990’lı yılların sonlarında, olasılıkladır
ki Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından Kürt savaşının yeni bir mecraya
dökülmesiyle birlikte, birden sahnenin önüne fırladılar.
“Liberal”
aydınların sahneye girişi, yakın tarihimizin “yeni” bir yorumunun kotarılarak
önümüze konulmasına denk düşüyordu. Uluslar arası “Soğuk Savaş”tan yerel “Kirli
Savaş”a evrilen ölümcül doktrin, el çabukluğuyla kapitalist sistem ile tüm
nedensel bağıntı ve ilişkilerinden yalıtlanarak soyut bir “devlet vesayeti”ne
indirgendi, bu vesayetin izale edilerek “liberal demokrasi”nin tesisi, “her
derde deva” sihirli formül olarak kutsandı. Bu sürecin “askerî vesayet rejimini
dize getiren” AKP iktidarına denk düşmesi ise, Taraf gazetesi başta olmak üzere
liberal cenah kalemşörlerinin ve siyasetçilerinin ısıtıp ısıtıp önümüze
koyacakları o berbat yemeğin, “Ya liberal (AKP) demokrasisinden yanasın ya da
Ergenekoncu”[2]
“kırk katır kırk satır”ının tuzu-biberi olacaktı.
Bir müddet bu
terane tuttu da… En azından, AKP iktidarı döneminde kârları katlanmış Marmara
sermayesinin “ılıman-sol” medyasında, AKP’nin “ileri demokrasi”sini göklere
çıkartmak, son derece “in” bir tutumdu. [Çıkartmayan yazar ve programcıların
üstünün bir kalemde çizilmesi ise fazla sorunsallaştırılmıyordu - Banu Güven,
Can Dündar, Mirgün Cabas’ın bir-iki telefonla bir gecede NTV’den
uzaklaştırılmalarında olduğu üzere…] İş, Murat Belge’nin, Mümtaz’er Türköne’nin
alkışları altında,[3]
Türkiye’nin bugün vardığı noktayı, “Toplumda kendini öyle ya da böyle solda
ilan edenlerin hiçbir payı olmadığı, önemli bir ‘demokratikleşme’ dozu içeren
bir ‘ilerleme’ ve ‘rasyonelleşme’ ilan etmesi”ne dek vardı.[4]
Ancak AKP’nin
iktidara ısındıkça onu elde tutmanın araçları olarak atadan kalma baskı
yöntemlerini yeniden temellük etmesi -Ahmet Şık’ın basılmamış kitabının
bilgisayar ekranlarından “toplatılması” sanırım bu duruma, en vahim olmasa da,
en Aziz Nesin’lik bir örnek…- üstelik de bunu bu günlerde fazlasıyla gözümüze
sokarak yapması, “liberal demokrasi” apolojetizmine pek sığdırılamayacak bir
durum oluşturdu, “AKP demokrasisi” havarileri indinde… Tam da “Yetmez ama evet”
in az ertesinde…
[Bir parantez
açalım mı? Son Anayasa değişikliği ile bilindiği üzere “yetmez ama…”cıların da
alkışlarıyla HSYK üyelerinin belirleme yetkisi parlamento (dolayısıyla da
iktidar partisi) ve Cumhurbaşkanı eline bırakıldı. Değişikliğin ardından da
tutuklama, tutuklu yargılama ve mahkûmiyet kararları zincirinden boşandı…
Ekmekleri iktidarın kaleminin ucuna bağlanan savcı ve yargıçların gözü de
hükümet üyelerinden gelecek işmarlarda olur, kuşkusuz. Bugün AKP iktidarını “şımarık
bir hoyratlık” içinde bulan Ufuk Uras’ın “Referandumda kabul edilen hiçbir
madde bugün yaşanan olayların önünü açmış değil. Bu değişiklikler olmasaydı da
Türkiye güllük gülistanlık olmayacaktı”[5] sözleri ise bu koşullarda içi kof
bir te’vilden ibaret kalır…]
Liberal
cephede tereddütler baş göstermişti; özellikle Radikal gazetesi konuşlu
aydınlar, Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı’nın tutuklanmasıyla tavan yapan AKP
ceberutluğunun, karşı çıkanları “Egenekonculuk, derin devletçilik,
İttihatçılık, Kemalistlik” ile suçlayarak örtbas edilemeyeceğine aymış, ve de
hafif şaşkın, itirazlarını dile getirmeye başlamışlardı[6]…ki “cemaat”in
sopası kalktı: “Bazı liberal arkadaşlar”, “sadece KCK tutuklamalarını
eleştir”iyor, “PKK terörünün artan şiddetini görmezden gel”iyorlardı. “Tıpkı
BDP milletvekillerinin sadece teröristlerin evine taziyeye gitmesi gibi
rahatsız eden bir görüntü var”dı. “Belli isimler söz konusu olunca, yargının
yanlış yaptığını ilan etmek, terörle mücadeleyi zaafa uğratmaz mı”ydı?
Üstelik, “Liberal
demokrat bazı aydınlar, KCK’nın bir siyasi yapı olduğunu savunuyorlar, sadece
siyaset yapan KCK’lıların tutuklanmasına, fikir ve ifade hürriyeti açısından
karşı çıkıyorlar”dı. “Fakat inandırıcı değiller”di, “çünkü karşımızda şiddeti
ve ırkçılığı savunan bir yapı var”dı.“Karşımızda, Doğu ve Güneydoğu’da 24
vilayetimizde, sözde parlamentolarla, fakat aslında parti komiserlerince
kontrol edecekleri ve kendi keyiflerince yönetecekleri, adı ‘özerk Kürdistan’
özü dikta, bir rejim hayaline saplanmış adamlar var”dı. “Terör ve şiddeti,
korkutmak, sindirmek için kullanan ve Türkiye’nin güçlenmesinden rahatsız
olanlardan destek alan bu yapıya müsamaha göstermek anlaşılacak bir şey
değil”di. “KCK davasına insafla bir daha bakılmalı”ydı.[7]
Böylelikle
Tayyip Erdoğan’ın “Kürt sorununu”nun TRT Şeş’in yayına başlamasıyla sona
erdiğini ilan etmesinin ardından AKP entelijensiyası, mütereddit “liberal
müttefikler”e tersten pres uygulamaya koyuldu: Konu “terörle mücadele” olunca
demokratikleşme “teferruat” idi; PKK (ama aynı zamanda Devrimci Karargâh,
savcıların Hopa olaylarından sonra “keşfettiği” THKP-C, Ergenekon vb. vb.) bir
“terör örgütü”ydü, tabii onun Maoist-Leninist bir komplo uyarınca oluşturduğu
“paralel devlet”[8]
KCK da öyle. Dolayısıyla KCK’nın kapısının -ya da KCK’nın kapısı olmadığına
göre onun legal çıktısı olan BDP örgütlerinin önünden geçenler gerçek ya da
potansiyel “terörist” idiler, “itirafçılar”ın yerini alan gizli tanıkların
ifadeleriyle bir an önce tutuklanmaları, F tipi hücrelere kapatılmaları,
DGM’lerin yerini alan özel yetkili mahkemelerde her seferinde üçer-dörder ay
ileri atılan sonu gelmez duruşmalarla yargılanmaları gerekiyordu. Buna karşı
çıkmak, terör destekçiliğiydi. Hem canım, zaten bu uygulamaları eleştirenler
bir kez olsun PKK terörünü lanetlemişler miydi? Yatıp kalkıp askerî vesayeti
bir tekmede yıkan, generalleri sindiren, İsrail’e posta koyan, ABD’ye kafa
tutan, Türkiye’yi “Arap Baharı”na model kılan AKP’nin “ileri demokrasisi”ne dua
edeceklerine, Büşra Ersanlı’ya, Ragıp Zarakolu’na ağıt yakmak da ne demek
oluyordu?
Cemaat
kalemlerinin bu yeni salvosu karşısında “hizaya gelen”ler olmadı değil. Halil
Berktay, örneğin, Zarakolu ve Ersanlı’nın tutuklanmasının ardından başlatılan
“BDP’nin Siyaset Akademileri’nde ders vermeye hazırız” kampanyasına katılanlara
esti, gürledi: “BDP Siyaset Akademisi öğrencilerine, Öcalan etrafındaki ‘kişiye
tapma kültü’nün sakatlığını anlatabilir misiniz örneğin? Anayasa referandumundaki
boykotunda, Meclis’e girmemenin de felâket olduğunu ve savaşın yeniden
başlaması stratejisine eşlik ettiğini; KCK'nın Kürt halkının kaderi üzerine
tekel ilân etmesinin, demokrasiye sığdırılamayacağını, çıkıp BDP parti okulunda
dobra dobra söyleyebilir miyiz? Söyletirler mi size? Ya da,
söyletmeyeceklerini, pekâlâ biliyoruz da, aslında her türlü şiddete çok da
karşı olmadığımız; ‘devrimcilik’ ve/veya her zaman (sırf) devlete karşı olmak
uğruna bazı biçimlerine içten içe sempati duymaya devam ettiğimiz için mi, BDP
Siyaset Akademisi'nde ders veririz, diye ortaya atlayabiliyoruz?”
Ve tabii Gülerce’de hak ettiği kocaman
“Aferin”i almakta gecikmedi.[9] (Yine bir parantez açalım, ve Halil Berktay Hoca’dan
AKP’nin siyaset Akademisi’nde Fethullah Gülen Cemaatinin devlet içerisindeki
kadrolaşma çalışmalarını eleştiren bir seminer vermesini rica edelim. Bu konuda
kaynak sıkıntısı çekmeyeceğini, Ahmet Şık’ın kitabı üzerindeki yasağın
eleştirdiğine benzer bir kampanya sonucu fiilen işlemez hâle getirildiğini de
anımsatalım…)
Cemaat
entelijensiyasının “bırakın ikide bir devleti eleştirmeyi, PKK’yi eleştirin”
basıncı, Ahmet Altan’ın Taraf’taki köşesinde “devleti de eleştiririm, PKK’yı
da”[10]
ya da Murat Belge’nin “AKP’yi baş düşman ilan etmişler. Boykot falan anlamlı
çıkışlar değil! İmralı ile görüşüldüğü gün Silvan’da bilmem kaç adamı
öldürülüyor. Sloganlarına bakıyorum. ‘Türkiye’ye demokrasi Kürdistan’a
özerklik’ diyorlar. Yani Türkler demokrat olacak ama Kürtler ne yaparsa yapsın
mı denecek?”[11]
tutumunda da buluyor rezonansını…
Bu pres, diğer liberal yazar-çizerleri nasıl
etkileyecek, yakında göreceğiz…
Bunlar bir yana, dönüp dolaşıp geldik mi
başa?
Neydi o “baş”? “Düşünce ve ifade
özgürlüğü”nün, iktidar yanlısı ya da sade suya tirit görüşlerin değil de
iktidarlar tarafından sakıncalı bulunan fikirlerin özgürce ifade edilmesi
anlamına geldiği… İktidarların aykırı fikirleri genellikle “ben düşünce
özgürlüğüne karşıyım” gibi vulger bir argümanla değil de, ifade edilen
fikirlerin “zararlı, yıkıcı, bölücü vb. olduğu, “teröre hizmet ettiği” vb.
gerekçelerle kovuşturduğu… İktidarların kendi konumlarını sürdürebilmek
amacıyla “devletin baskı araçları”na (bu terim Murat Belge’ye bir şeyler
çağrıştırır mı acaba?) müracaat etmesine karşı durmanın aydın olmanın ABC’si olduğu…
Bu baskı aygıtını devreye sokma bakımından “askerî vesayet rejimi” ile AKP’nin
“ileri demokrasisi” arasında pek bir fark olmadığı…
Ve de en önemlisi, aba altından sopayla her
(yükselen) hegemonyanın kendi apolojistlerini (ya da “organik aydınları” mı
demeli?) yarattığı…
18 Kasım 2011
08:47:10
N O T
L A R
[*] Evrensel Kültür, No:248, Aralık 2011…
[1] James Thurber.
[2] “Demokratikleşme sürecinin tıkanışına ilişkin
değerlendirmelerin, bir kısım sol, liberal, demokrat çevrede ‘gizli
darbeciliğe’, ‘vesayet rejimine çanak tutmaya’ yorulması sineye çekilecek,
üzerinden geçilecek şey değildir. Üzerinden geçersek, yeni vesayet rejimine
‘demokratik meşruiyet kılıfı biçme’ çabası güçlenecek. Üzerinden geçersek, Kürt
meselesinde büyük faturanın Kürt siyasi hareketine kesilip, tasfiye edilmesi
siyaseti güçlenecek. Türk Kemalizmi ile mücadele etmek adına, muhafazakâr
otoriterliğe serbest alan sağlamanın bir diğer ucu, Kürt siyasi hareketini
‘Kürt Kemalizmi’ diye yaftalayıp siyaset alanının dışına itme çabası olarak ön
alacak, alıyor. Bunu görmek, anlamak bu kadar zor mu?” diyor örneğin, Nuray
Mert (Nuray Mert, “Bir Büyük Tartışmaya Davet”, Milliyet, 10 Temmuz 2011, s.
6.)
[3] Mümtazer Türköne, Belge’yi şöyle “şerh” ediyor: “(…)
mesele Murat Belge değil, verdiği hüküm. Bu hüküm doğru mu, değil mi? Uzun bir
demokrasi ve özgürlükler mücadelesi ile Türkiye ileri bir aşamaya geldi. İleri
aşamalar somut olaylarla sembolleşir. Dört generalin istifasıyla, asker siyaset
savaşında teslim bayrağını çekmiş oldu. (…) ‘İşkenceye sıfır tolerans’ın
sonuçları ile on yıl öncesini mukayese edelim: ‘Hayata dönüş operasyonu’nu
tekrarlayacak cesaret(!) bugün hangi üniformalıda var? Hrant Dink yaşasaydı,
bugün hayatı tehlikede olur muydu? ‘Faili meçhul cinayet’ endişesi kaldı mı?
‘Zorunlu asimilasyon politikası’ devlet televizyonunda Kürtçe yayınla gerçekten
bitmedi mi? Elbette eksik ve eleştirilecek çok şey var; ama insaf ölçülerinde
Türkiye on yıl öncesinin fersah fersah ilerisinde değil mi? Peki bunca
ilerlemede solun gerçekten iğne ucu kadar katkısı oldu mu?
(…) Türkiye on yıl öncesine göre kendi bölgesinde
bilhassa ABD’ye karşı daha özerk politikalar izlemiyor mu? Sadece Türkiye için
değil, Ortadoğu halkları için de bağımsızlık ve özgürlük modeline dönüşen bir
Türkiye’de yaşamıyor muyuz?
Evet, Türkiye ilerledi. Uzun, sancılı bir yol kat
etti. İlerici muhafazakârlar sayesinde gerici solcularımız daha özgür ve
demokratik bir ülkede yaşıyorlar.” (Mümtazer Türköne, “Gerici Solcular, İlerici
Muhafazakârlar”, Zaman, 7 Ağustos 2011, s.19.)
[4] Murat Belge, “Devlet ve Devrim”, Taraf, 5 Ağustos
2011.
[5] Aktaran: Utku Çakırözer, “Ufuk Uras: AKP, Hoyrat
Şımarıklık İçinde”, Cumhuriyet, 27 Mart 2011, s. 8.
[6] İşte bunlardan bazıları: “Son KCK dalgası... hükümete
ve AKP’ye uzun süredir entelektüel meşruiyet sağlamış liberal-demokrat ve kimi
sol çevreleri son derece rahatsız etti...” (C. Çandar); “Eğer hükümet baskı ve
şiddeti arttırarak o bir öldürüyorsa ben beş öldürürüm politikasıyla, yani
eskiye dönerek, PKK’yi bitiremezse, marjinalleştirebileceğini düşünüyorsa, fena
hâlde yanılıyor” (Ş. Alpay); “KCK’lilerin tutuklanmasıyla KCK’nin bitmeyeceği
apaçık. PKK Silvan’da bir hamlede intihar etmişti... Devlet de KCK
operasyonlarının gizliliği sayesinde kendisini her gün zehirliyor...” (E.
Mahcupyan); “Büşra Ersanlı’nın, Deniz Zarakolu’nun, Ragıp Zarakolu’nun
gözaltına alınmalarını kınıyorum. Ve KCK operasyonlarıyla davasının baştan beri
demokrasiye, barışa engel oluşturduğunu düşünüyorum...” (H. Cemal); “Haziran
ayında, ramazanın ardından büyük sivil tutuklamalarının geleceği, listelerin
hazırlandığı, otoriter bir dalga eseceği iddia ediliyordu. O günlerde her
vesileyle bunun gerçek olamayacağını, Tayyip Erdoğan ve AKP’nin kendi
varlığıyla iç içe geçmiş ‘demokratikleşme ve reform politikaları’ndan geri
düşemeyeceğini söylemiştim. Yanılıyor muyum, Sayın Başbakan?” (A. Bayramoğlu)…
(Aktaran: Mustafa Sönmez, “Yol Ayrımında Kırık Hayaller”, Cumhuriyet, 4 Kasım
2011, s. 9.)
[7] Hüseyin Gülerce, “KCK, Liberaller ve Yol Ayrımı...”,
Zaman, 2 Kasım 2011, s.25.
[8] Bkz. Murat Yetkin, “Erdoğan KCK Operasyonu İle Ne
Yapmak İstiyor?”, Radikal, 8 Kasım 2011.
[9] Hüseyin Gülerce, “Halil Berktay’a Cevap Vermelisiniz”,
Zaman, 16 Kasım 2011, s.23.
[10] Ahmet Altan, “Eleştiri”, Taraf, 15 Kasım 2011.
[11] Murat Belge, “AKP Burjuvazisi O Kadar da İlerici
Değil”, Akşam, 21 Ağustos 2011, s.11.
Yorum Ekle