ÇÜRÜMEYEN, DİRENEN DAMAR [*] SİBEL ÖZBUDUN “- Ben diğer bir senim. - Sen diğer bir bensin.” [1] Gülcan Çetinkaya (GÇ):...
ÇÜRÜMEYEN, DİRENEN DAMAR[*]
SİBEL
ÖZBUDUN
“- Ben diğer bir senim.
- Sen diğer bir bensin.”[1]
Gülcan Çetinkaya (GÇ): Başbakan Erdoğan, 21
Aralık günü, ODTÜ Ankara kampüsüne Göktürk II uzay aracının fırlatılışını
izlemeye geliyor. Beraberinde binlerce polis, özel koruma, zırhlı araç ve
polisin uyarıcı(!) bombalarıyla... Başbakanı politikaları nedeniyle protesto
eden öğrencilerin üzerine bu uyarıcı bombalar yağıyor. Fotoğraflara yansıyan
kareler savaş alanlarını hatırlatıyor. Bir öğrenci gaz bombasının başına
düşmesiyle beyin kanaması geçiriyor...
Bu tabloyu yorumlar mısınız?
Sibel Özbudun
(SÖ): Bu tablonun yoruma ihtiyacı var mı?
Ama madem ki
“yorum” istiyorsun, deneyelim.
- Öncelikle,
Başbakan ve çevresinin, ODTÜ’de protestoyla karşılaşılacağını bildikleri
anlamını çıkartıyorum. Bunca “hazırlığın” tek anlamı bu!
Bu tip bir
“hazırlık” -polisler, korumalar, zırhlı araçlar, kreşteki çocuklara kadar
yetecek miktarda gaz stoku vb.- hiç kuşku yok ki, Başbakan cenahının “karşı
taraf” algısıyla bağlantılı. “Dost”ların yanına gittiğinizde böyle “müsellah”
olmazsınız. Ancak karşınızdakini “potansiyel düşman” olarak gördüğünüzde bu
denli “güvenliğe” gerek duyarsınız. Bir örnek vereyim: Finlandiya’nın eski
devlet başkanı Kekkonen’in her sabah Başkanlık sarayından bisikletiyle çıkıp
pazara gittiği, alışveriş filesini doldurup döndüğü anlatılır.
Bir
Başbakan’ın, üstelik de bir dahaki seçimlerde yüzde ellinin üzerinde oy
alacağını söyleyen ve devlet başkanlığına soyunan bir Başbakan’ın kendisini bu
denli “güvensiz” hissetmesi ise, halktan çok, kendisinin sorunudur, bence.
Birkaç gündür
dillere pelesenk olan öğrencilerin uyguladığı “şiddet” meselesine gelince:
doğrusunu isterseniz bu sav, Filistinli çocukların İsrailli güvenlik güçlerine
“şiddet” uyguladığını iddia etmekten daha çok inandırıcı değil. Polisin
öğrenciye karşı önyargıyla, korku, kin ve nefretle güdülenmiş saldırısı
olmasaydı, öğrencilerin protestosu sloganlar, belki birkaç yumurtayla biterdi.
GÇ: Öğrencilerin hak arama mücadelesinde
karşılaştıkları ‘kanlı saldırılar’ ilk değil. Demokratik bir hak olarak
protesto eylemlerini, Türkiye iktidarlarının tanımlayamadığı ve tanımadığı
ortada... Türkiye demokrasisinin bugününü bu örnek bağlamında değerlendirir
misiniz?
SÖ: Aslına
bakarsanız, bu ülkede egemen çevrelerin “öğrenci/gençlik korkusu” yeni değil.
Öğrenci hareketleri hiçbir zaman öğrencilerin kendi hoşnutsuzluk ve
taleplerinden kaynaklanan hak arama mücadeleleri olarak görülmedi. İktidar,
öğrenci eylemlerini sürekli olarak “bizim gelişmemizi istemeyen dış güçler”
(dikkat edersen son olaydaki retorik de “Türkiye’nin teknolojik gelişmesine
muhalefet” üzerine yerleşti), “yıkıcı/bölücü mihraklar”, “anarşi odakları” vb.
vb. olarak okundu iktidarlar tarafından. Bu paranoya, dış/ yıkıcı/ bölücü/ anarşik
vb.” odakların “maşası” olarak görülen gençlerin “düşman” konsepti çerçevesinde
değerlendirilmesine yol açtı.
Emniyet
güçlerinin en az 1970’lerden beri içli dışlı oldukları İslâmcı ya da Türk-İslâm
sentezcisi odakların da biçimlendirilmesinde katkıda bulunduğu antikomünist,
milliyetçi iklim “demokrasi”yi her zaman iplerin muktedirlerin elinde olması
gereken bir “gölge oyunu” sınırları içinde tutmayı öngörmüştür. Bu “gölge
oyunu”nda madunların inisyatifi ele geçirmesi, egemenlerin (sermaye ve
devletin) korkulu rüyasıdır.
Bu, AKP’nin
“ileri demokrasi”si için de böyle: AKP’nin demokrasi anlayışı, iktidarı
destekleyenlerle sınırlı: bu zevatın tahammül edebildiği muhalefetin sınırı,
“yetmez ama evet”e kadar uzanıyor. Ötesi mi? Ötesi teçhizatı her gün arttırılan
polise ve “majesteleri”nin yargısına emanet...
İktidar bilimden ne ister? Bilimin ve
iktidarın-Türkiye örneğinde de olduğu gibi- çatışkılı ilişkisine yönelik
bilgilerinizi paylaşır mısınız?
SÖ: Bu oldukça
genel bir soru. İzin verirsen biraz özgülleştirelim: Günümüzdeki iktidar
bilimden koşulsuz, amasız, fakatsız “biat” istiyor. TÜBA ve TUBİTAK’a
müdahalelerin, Başbakan’ın son günlerde öğretim elemanlarına yönelik
çıkışlarının gerisinde bu var. AKP iktidarı, sermaye ve “kültürel değerler”le,
-ki bundan anladıkları İslâm dininin Sünni yorumudur- barışık bir bilim
istiyor. Bu ise bizatihî bilimin tanımına ters: Bilim insanları biat ilişkisi
içerisine girdiği, tabi konumu kabullendiği, muktedirlerin “hassasiyetleri”ne
endekslendiği ya da sermayenin isterleri doğrultusunda işlemeye başladığı andan
itibaren, “bilim”den söz etmek olanaksızlaşır. Bilimin önkoşulu, özgürlüktür:
devlet, sermaye ve her türlü ilahiyattan özgürlük…
GÇ: AKP iktidarının eğitime çizmek istediği
yön, bilim çevrelerince tepkiyle karşılanıyor. Örneğin, “Yeni YÖK Tasarısı,
üniversitelerin, sermayenin çıkarlarına doğrudan entegre olmasına hizmet
edecek” deniyor. ODTÜ öğrencilerinin görüşü de bu doğrultudaydı. Bu konudaki
görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?
Sermaye- bilim ilişkisini Türkiye örneği
üzerinden tartışırsak, AKP bu ilişkiye nasıl bir yön vermek istemektedir? En
azından, gün yüzüne çıkan politikalar neticesinde değerlendirirsek...
SÖ: Üniversitenin
üretimini (eğitim ve araştırma) piyasa taleplerine endekslemek ve giderek
üniversitenin (özerk) mantığını lağvederek yerine piyasanın mantığını ikame
etmek, AKP ile başlayan bir tasarım değil. Aslına bakılırsa, YÖK’ün kuruluş
mantığında bu vardır: üniversitelerin sermaye ile eklemlenmesinin önünü açmak.
TÜSİAD’ın 1990’lı yıllarda hazırlattığı ve belirli aralıklarla tekrar ettiği
raporların doğrultusu da budur. Ve çoğunluğu TÜSİAD raporlarının ruhuyla uyumlu
(1990’lardan bu yana sayısını unuttuğumuz) yeni Yükseköğretim yasası
tasarılarının doğrultusu.
Bu durum
Türkiye’ye özgü de değil: 1980’lerden bu yana hakim paradigma hâline gelen neo-liberalizm,
Keynesciliğin tersine, her türlü kurumsal özerkliği ortadan kaldırarak,
aklınıza gelebilecek her şeyi -bilim, eğitim, sağlık, yazın, güzel sanatlar,
hatta muhalefet- küresel piyasaya entegre edecek doğrultuda işliyor.
Üniversitelerin
piyasalaşması, hem her birinin onbinlerce öğrencisinin “müşteri”ye
dönüştürülmesinin kapitalist sisteme sağlayacağı olanaklar açısından, hem de
(kamunun olanaklarıyla kurulmuş, dolayısıyla da özel sektöre maliyeti sıfır)
kurumların binaları, donanımları ve kadrolarıyla birlikte şirketlerin AR-GE
kurumlarına dönüştürülmesi anlamına gelmekte.
Bunun -sermaye
açısından- bir başka getirisi de bilimin emekçiler/ezilenler elinde, onların
talep alanını genişletecek tarzda kullanılmasını engellemek olacaktır. Örneğin
üniversitelerin GDO’lu ürünlerin halk sağlığına ilişkin riskleri, sınaî
kirlenme, nükleer atıklar, emekçilerin örgütlenme olanakları vb. konusunda
çalışma yapması, böylelikle -kendiliğinden- olanaksızlaşmaktadır.
GÇ: ODTÜ’de öğrencilere yönelik polis
saldırısı ODTÜ’lü akademisyenlerce tepkiyle karşılandı. Boğaziçi ve Ankara
Üniversisi’nde görevli akademisyenler de öğrencilere uygulanan saldırıyı
kınadı. Akademisyenler de dönem dönem iktidarın politikalarından olumsuz yönde
pay aldıkları hâlde bu örnek sonrasında birleşik bir tepki ortaya koydular. Bu
durumu nasıl yorumlarsınız? Üniversite bileşenlerinin tümü açısından birikmiş
bir tepkinin dışavurumu olarak görülebilir mi?
SÖ: Rektörlerin
alelacele ODTÜ öğrencilerini “şiddet olayları” klişesi çerçevesinde kınayıp
Tayyip Erdoğan’ın arkasında hizalanan bildirisi konusunda ne kadar utanç
duyduysam akademisyenlerin böylesine toplu bir tepkiyi seslendirmelerinden de,
eski bir Hacettepe mensubu olarak onur duydum. Bu çıkışın üniversitelerde yeni
bir “cadı avı”na vesile olmamasını diliyorum. Ancak sonuç ne olursa olsun,
üniversite mensubu arkadaşlarımın bu çıkışı Türkiye üniversitelerinde hâlâ
çürümeye direnen bir damar olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
GÇ: Sevgili Hocam, eklemek sizin istediğiniz
her yeni sorunun cevabını sevinerek bir katkı kabul edeceğim. Çalışmalarınızda
kolaylıklar diliyorum.
SÖ: Dante
Alighieri’nin, “Cehennemin en kızgın ateşi, ahlâki bir çöküş yaşandığı
zamanlarda tepkisizliğini muhafaza edenleri yakacaktır,” uyarısının altını
özenle çizerek, ben teşekkür ediyor, 2013’ün bizleri emekten ve hayattan yana,
özgür ve özerk üniversiteye yaklaştırmasını diliyorum.
N O T
L A R
[*] Evrensel,
29 Aralık 2012…
[1] Eduardo
Galeano, “Ve Günler Yürümeye Başladı”, Çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2012.
Yorum Ekle