“Sorabilmek için önce öğrenmek lâzım.” [1] “Tahsin Şahinkaya’nın eşi Çan’daki seramik fabrikasının ortaklarındandı. Emrimdeki kuvvet...
“Sorabilmek için
önce öğrenmek lâzım.”[1]
“Tahsin Şahinkaya’nın eşi Çan’daki seramik
fabrikasının ortaklarındandı. Emrimdeki kuvvetlerle birlikte hem Çan’ın
giriş-çıkışını tuttum hem de bu fabrikayı korudum.”
12 Eylül 1980’de
Çanakkale’nin Çan ilçesinde teğmen olarak görev yapan ve bölgedeki “Bayrak
Harekâtı”nı yürütmekle görevlendirilen Rahmi Yıldırım’ın, 12 Eylül davasının 6
Nisan 2012 tarihli üçüncü oturumunda müdahillik talebinde bulunurken sarf
ettiği bu sözler, 12 Eylül darbesini biçimlendiren ilişkilerin veciz ve çarpıcı
bir özetini oluşturuyor. Askere yüzde 3-4 oranında hisse ver, yükselen emek
mücadelesini bastırmak için darbe yaptır, ardından da fabrikana koruculuk
yapmak üzere istihdam et. Bedavaya! Ne de olsa “bugüne kadar hep işçiler güldü,
biz ağladık; bundan sonra biz güleceğiz,”[2] değil mi?
12 Eylül
darbecilerini yargı önüne çıkarma girişimi, gerek anaakım medyada, gerekse
liberal sol cenahta şiddetli bir öforiye yol açmış gözüküyor. İçerideki onlarca
gazeteciyi, yüzlerce öğrenciyi, binlerce Kürdü, iktidarın emekçileri örgütsüz
ve soluksuz bırakmaya yönelik düzenlemelerini, her bir akarsuyu borulara tıkıp
pazarlama, her bir toprak parçasını rant kaynağına dönüştürme çabalarını
unutturup, Türkiye’nin “demokratikleştiği”ni muştulayan…
Bir ayakları
çukurda iki general eskisi yargıç önüne -büyük olasılıkla telekonferans
yoluyla- çıkacaklar; duruşmalar uzadıkça uzayacak, celseler ertelendikçe
ertelenecek; bu arada “emr-i hak vaki olacak”, dava düşecek, böylelikle Türkiye
12 Eylül ile hesaplaşmış, demokratikleşmiş olacak, öyle mi?
AKP iktidarı
Anayasa değişikliği sürecinde kendilerine destek veren “Yetmez ama evet”çilerin
eline tutuşturduğu “12 Eylül darbecilerinin yargılanması” elma şekerini hepimizin
“yemesini” istiyor. Galiba liberaller de öyle… Oysa bu ülkede herkes “balık
hafızalı” değil. Anayasa’nın, darbecilerin yargılanmasını engelleyen geçici 15.
maddesini kaldırmayı öngören düzenlemenin, Anayasa değişikliği tasarısına
sonradan eklendiği unutulmadı henüz. Anayasa değişikliğinin esas maksadının 12
Eylül darbecilerinin yargılanması değil, iktidarın yargı üzerindeki denetimini -Anayasa
Mahkemesi ve HSYK üyelerinin seçimini büyük ölçüde iktidara bırakan
düzenlemelerle- pekiştirmek olduğu da öyle. Evet, iktidar partisi, Anayasa
değişikliği paketine “sol”un da desteğini sağlamak üzere geçici 15. maddeyi
kaldırmayı eklemişti. Böylelikle paket kabul edildiğinde, Tayyip Erdoğan’ın
(adlarını tam olarak hatırlamasa da) alenen teşekkür ettiği “Yetmez ama evet”çilere
bir manevra alanı sunulmuş oldu.
Hiç kuşku yok
ki, 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının iktidar partisi açısından anlamı
bun(lar)dan ibaret değil. Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, bu anlamı şu
sözleriyle net bir biçimde ifade ediyor: “Bugün
sadece 12 Eylül darbesini yapan iki yaşlı insan yargılanmıyor. 27 Mayıs’lardan,
28 Şubat’lardan da hesap soruluyor. Bugüne kadar cuntacılık yapan, darbecilik
yapan, müdahaleyi aklından geçiren, hükümetler düşüren ve milletin iradesine
karşı zart zurt darbe peşinde koşanlar, darbeci zihniyet yargılanıyor.”[3]
“Ne var bunda?”
diye soracaklar çıkabilir. Çok şey… Ama öncelikle demokrasinin sınıflar
mücadelesinin gerçeklendiği alanlardan biri olduğunun unutturulup bir “askerî
darbe karşıtlığı”na indirgenerek ucuzlatıldığı, buna karşılık “sivil”
iktidarlar eliyle uygulanabilecek her türlü zorbalık ve tahakkümün “demokrasi”
sınırları dâhilinde sayılacağı bir yanılsama çıkar. 1980’lerden itibaren neo-liberal
iktisadi politikalara küresel olarak eşlik eden postmodern yanılsama:
bağlamından soyutlanarak anlamsızlaştırılmış, sterilize edilmiş, “sivilleşme/sivil
toplum” söylemine indirgenmiş bir “demokrasi” fikri...
12 Eylül
darbesinin yargılanması, darbecilerin insanlıkdışı uygulamalarının yargılanması
talebiyle -buna dilerseniz işkence emrini vermiş, uygulamış, göz yummuş tüm
görevlileri, Genelkurmay başkanından gardiyanına tüm tetikçileri dahil edelim-
sınırlı tutulduğu sürece, birincil muhatabı olan sosyalistler için gerçek bir “hesaplaşma”
sayılamaz.
Çünkü 12 Eylül
darbesi, bugün liberallerin, liberal İslâmcıların, “yetmez ama evet”çilerin
unutturmaya çalıştıkları üzere, bir “ekonomi politik”, Türkiye kapitalizminin
birikim modeline bir müdahaledir. Davanın üçüncü oturumunda müdahillik
talebinde bulunan Temel Demirer’in de değindiği gibi 12 Eylül, 24 Ocak
kararlarının mantıksal sonucu, emeğin maliyetini düşürerek ihracata dayalı
büyüme modeline geçiş, sözün özü, neo-liberal iktisadi modelin büyük sermaye
eliyle Türkiye’ye ithalini sağlayacak bir harekâttır.
Kenan Evren ve
şürekası, bu girişimin eli kanlı, zorba tetikçileridir yalnızca.
Müdahalelerinin -günümüzde de süregitmekte olan- sonucu/ sonuçlarında sermaye
çok daha az sayıda kişinin/ grubun elinde yoğunlaşmış, emekçiler
örgütsüzleşirken ücretler süregen bir düşme eğilimine girmiş, kamusal alan
berhava edilmiş, kültürel doku aynı anda hem “Türk-İslâm sentezi” hem de
tüketim toplumu değerlerinin bombardımanı altında çözünüme uğratılmış, vb. vb.’dır.
Bu nedenledir ki mevcut yargılamanın
-yargıcının, savcısının, müdahilinin niyetinden bağımsız olarak- 12 Eylül
rejimiyle bir “hesaplaşma” niteliği üstlenmesi, olasızdır. Sosyalistler -ve
emekçi sınıflar- açısından 12 Eylül rejimiyle hesaplaşmak, bugünün kapitalizmiyle
hesaplaşmaktan daha “az” bir anlam taşıyamaz çünkü...
Bu,
kimilerinin öne sürebileceği üzere, bir “toptancılık” mıdır?
Sanmıyorum.
Olsa olsa eşyanın mantığında tutarlı olma ısrarıdır. Ya da başka bir deyişle,
kapitalist ilişkilerin ancak sınıf mücadelesiyle inkara uğratılabileceğine
ilişkin bir vazgeçmezlik...
Liberallerden,
“yetmez ama evet”çilerden, ve onlardan hızla öğrenmekte olan Islamcı
kalemşörlerden yükselecek olan, “madem bu davanın sonuç getirici olacağına
inanmıyorsunuz, neden müdahil oluyorsunuz o zaman?” cinfikirli itiraz
kulaklarımda yankılanıyor şimdiden.
O zaman bir hatırlatma daha yapayım.
Sosyalistler hamlelerini dolayımsız bir fayda sağlayıp sağlamayacağını
hesaplayarak yapan pragmatikler değillerdir. Ancak muratlarını muhataplarına ve
kitlelere anlatmalarına olanak sağlayacak vesileleri görmezden gelemezler. Bu
yargı sürecinde darbenin birincil muhatapları olarak sosyalistlerin söyleyeceği
her söz, devrimcilerle faşistleri (bu kez “demokrasi karşıtlığı”nda değil de)
mağduriyette eşitleyen ılıman ve amorf “sivil toplumculuk” karşısında,
emekçilerin omuzlarında yükselecek sömürüsüz ve tahakkümsüz dünyaya yapılan bir
çağrıdır.
Ve sosyalistler, bu çağrının er geç
karşılığını bulacağı umut ve bilincindeki ısrarları nedeniyle sosyalisttirler...
9 Nisan 2012
15:27:18, İstanbul.
NO T
L A R
[*] Newroz, Yıl:6, No: 208, 14 Nisan 2012… Gelecek Gazetesi (Kıbrıs), Yıl:2, No:44, 26 Mayıs 2012…
[1] W. Goethe.
[2] TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu
Başkanı Halit Narin’in 12 Eylül darbesi sonrasındaki demeci.
[3] “Arınç’tan 12 Eylül Davası yorumu”,
http://www.haber3.com/arinctan-12-eylul-davasi-yorumu-1278251h.htm#ixzz1rLtHrGtW
Yorum Ekle